Çizgideki ‘Gladyatör’, Metin Kurt Söyleşisi – Bölüm 1…

Çizgideki ‘Gladyatör’, Metin Kurt Söyleşisi – Bölüm 1…

 

O bir futbol efsanesiydi; ülke futbolunun 70’li yıllarda yetiştirdiği en önemli isimlerinin başında gelirdi. Ona ilerleyen yıllarda “Çizgi Metin” lakabını kazandıracak en bilinen özelliği, sürati ve topu metrelerce çizgi üzerinde sürmesiydi. Ancak düşünceleri ve futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden sistem tarafından dışlandı, futboldan uzaklaştırıldı… Futbol oynadığı döneme ilişkin anıları, 2009 yılında Vecdi Çıracıoğlu tarafından kitaplaştırıldı ve “Gladyatör” adıyla yayınlandı. Yıllar sonra güzel bir bahar günü Kadıköy’de, Nazım Kültür Merkezi’nde hoş bir söyleşi gerçekleştirdik eski yıldızla. Biz sorduk, o her zamanki içten üslubu ile cevapladı. Karşısınızda Metin Kurt, nam-ı diğer “Çizgi Metin”…

Siz Galatasaraylı Metin Kurt olarak biliniyorsunuz ama ben sizi hep PTT’li Metin olarak hatırlarım. Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

15 Aralık 1947’de İstanbul Fatih Karagümrük’te doğdum. Gençlik yıllarımda abim İsmail Kurt profesyonel futbolcuydu. Önce Galatasaray’da forma giydi, sonra Fenerbahçe’ye transfer oldu. Ailemize o bakıyordu, çünkü babamızı çok genç yaşta kaybetmiştik. İlerleyen zamanlarda aileden bir futbolcu çıkması gerekiyordu; çünkü ailenin ihtiyaçları vardı.

Futbolcular o yıllarda ailelerine bakacak kadar para kazanabiliyorlar mıydı?

Şunu kesin olarak söyleyeyim: Yıldızlar, daha doğrusu “yıldız yapılanlar” hangi devirde olursa olsun her zaman avantajlıdır. Çünkü onlar rol model olacaktır ki onları izleyen binlercesi onlar gibi olmaya çalışsın. Basit bir örnektir: Karagümrük’te sıradan bir genç kızdı, Yeşilçam’la tanıştı, Türkan Şoray oldu. Onun gibi olmak isteyen binlerce genç kız artist olmak, meşhur olmak amacıyla evden kaçmıştır. Diğer bir örnek de İbrahim Tatlıses’in amelelikten ünlü bir türkücülüğe uzanan hayat hikâyesidir.

Futbola nerede başladınız?

Önce Atatürk Erkek Lisesi, sonra amatör olarak oynadığım ilk kulüp İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’dür. Ondan sonra Alibeyköy Adalet’e geçtim. Mahalli ligdeydi. Oradan Altay’a transfer oldum. 1965-66 sezonuydu. Bir sonraki sezonda Ankara’ya PTT takımına geldim. 1970’e kadar sarı-siyahlı takımda oynadım. O sene Galatasaray’a transfer oldum. 1970-76 yılları arasında sarı-kırmızılı takımın formasını giydim. İlk üç yılımda arka arkaya üç şampiyonluk yaşadık. Sonrasında 1976’dan 1978’e kadar Kayserispor’da forma giydim.

PTT’ye dönersek, babamın elimden tutup maçlara götürdüğü çocukluk yıllarımda maç öncesi Ankara 19 Mayıs Stadı’nda takım kadroları sayılırken şöyle bir anons yankılanırdı: “1-Cavit, 2-Yetik, 3-Esenali…” diye devam ederdi. Bize o yılların PTTsini, daha doğrusu Ankara futbolunu anlatır mısınız?

O yıllarda Ankara futbolu, gözü üç İstanbul takımında olan futbolcuların eğitim aldıkları bir yerdi. Ama inanın futbolcular arasında tam bir dayanışma, arkadaşlık, kardeşlik vardı. Biz PTT’de olağanüstü bir dayanışma içindeydik. Eski yoktu, yeni yoktu, abiler abilik yapardı; yeni gelenler adaptasyon zorluğu çekmezdi. Mesela ben 18 yaşında PTT’ye geldiğim halde kısa sürede takımın en önemli futbolcularından biri oldum. Ama o dönemdeki takım arkadaşlarımdan bazıları beni kıskansalardı, belki futbolcu olma şansım kalmayabilirdi.

Size neden “Çizgi Metin” derlerdi? “Halka yakın olmak için çizgide oynadım dermişsiniz, doğru mudur? (Gülüşmeler)

Galatasaray’da oynarken “Çizgi Metin” demeye başladılar. O da zamanın teknik direktörü Brian Birch’in sahayı genişletme amacıyla beni çizgide oynatmasıyla başladı. O yıllarda kanat atakları ve bindirmeler Türkiye’de pek bilinmiyordu. Benim görevim çizgide oynamaktı. Bizim taraftan atak yaparken çizgide oynar, diğer taraftan atak yaparken de ikinci direkte olurdum. O bir espriydi. Bunu bana sıkça soruyorlardı. En sonunda ben de bir gün dedim ki, “Bak arkadaş, ben halkçı bir adam değil miyim? Sahada halka en yakın yer neresi? Çizgi! Başka bir yerde mi oynayacaktım?” (gülüşmeler).

Peki, PTT’nin teknik direktörü kimdi? O yıllarda Ankara takımlarında önemli futbolcular var mıydı?

Teknik direktörümüz Bülent Giz idi. Köksal Mesci, Ertan Adatepe, kaybettiğimiz Zeki abi, Altan abi… Bunlar önemli futbolculardı.

O yıllardaki taraftar profilini bize anlatır mısınız? Maçlarda stat dolar mıydı?

Hayır. Stat ancak büyük maçlarda dolardı. Diğer maçları ise mahalle maçı gibi oynardık. Ama şurası bir gerçek ki stada gelenlerin büyük kısmı futbol oynamış ve futbolu bilen kişilerdi. O dönemde maçlara serbest giriş kartı da verildiği için amatör olarak futbol oynayan birçok izleyici maçlara gelirdi. Maçları futboldan anlayan kişiler izlerdi.

PTT’den Galatasaray’a geçtiğinizde transfer bedeli ne kadardı?

O zaman ben Galatasaray’dan 3 seneliğine 225 bin lira almıştım.

Bu, o zamanın şartlarında bir futbolcu için iyi para mıydı?

Tabii. O zaman başkaları bu kadar kolay para kazanmıyordu. Günümüzde sadece futbolcular değil, futbolun içindeki diğerleri de çok paralar kazanıyorlar. Hattta futbolculardan daha çok para kazananlar var. Mesela televizyonlarda program yapanlar.

Galatasaray’a gittiğinizde bir bocalama devresi yaşadınız mı?

Asla yaşamadım. Aksine kolay uyum sağladım. İşin ilginç yanı büyük risk almıştım. O sene benim de hayran olduğum, Türkiye’nin bir daha yetiştiremeyeceği Metin Oktay abimiz futbolu bırakmıştı ve ben aynı isimle Galatasaray’a transfer olmuştum.Yani sizden beklenen Metin Oktay’ın yerini doldurmanız mıydı?

Tabii. Zaten üç yıl üst üste şampiyon olduğumuz dönemde en fazla golü ben atmıştım. Üstelik PTT’de yılda ancak iki, bilemediniz üç gol atardım.

Galatasaray’da o yıllarda önemli futbolcular olarak kimler vardı?

PTT’den üç futbolcu gelmiştik. Avni abi, Tuncay ve ben… Kalede Yasin ve Nihat vardı, ikisi de çok iyi kalecilerdi. Sağbek Ekrem vardı, onu da Ankara’dan tanırdım. Anlayacağınız takımda yabancılık çekmedim. Mesela Uğur abi, Ayhan abi, Muzaffer abi vardı. Büyük Mehmet, Gökmen, Çilli Mehmet… Kısacası kadromuz çok iyiydi…

O yıllara baktığınızda… Şimdiki futbolla o zamanları mukayese eder misiniz?

Çok açık ve net söyleyeyim: Sistem sporcunun ahlâkını nasıl bozduysa, medya da taraftarın oyun izleme zevkini elinden aldı. Mesela 12. adam hikâyesi! Bizim zamanımızda 12. adam diye bir şey yoktu. Seyirciyi farklılaştırdılar. Bence dinde yobazlık neyse futbolda da fanatizm odur.

Sizin zamanınızda Fenerbahçe-Galatasaray maçlarında şimdiki gibi ürküten bir gerilim olur muydu?

O zamanlar taraftarlar maçları birlikte, yan yana izlerdi. Kavga olmazdı. Biz futbolcular arasında da büyük kardeşlik vardı. Mesela benim yakın arkadaşım, aynı zamanda aile dostumuz karşımda oynayan Fenerbahçeli Serkan’dı. Eşi Ayşecik ile benim eşim yakın arkadaştı. Ama sahaya çıktığımız zaman karşılıklı mücadelimizi yapardık…

Şimdi her şey çok farklı öyle değil mi?

Elbette… Futbolcular yan yana görüldükleri zaman bile sıkıntı oluyor…

O zaman da şike var mıydı? Size şike teklif edildi mi?

Bana teklif edemediler. Ama bazı şike olaylarına tanık oldum… Üç türlü şike vardır. Para şikesi, hatır şikesi, insanların zaaflarından yararlanılarak yapılan şike… Futbolda şike, doping, mafya, kumar, ırkçılık, küfür, şiddet yoktur diyen yalan söyler. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda olmaması mümkün mü? Kara paranın döndüğü bir ortamda mafyanın olmaması mümkün mü?

Peki, futbolda şike var mıdır?

Kesin vardır… Sporda bir batakhane var günümüzde.

Nasıl görüyorsunuz şu anda ülke futbolunu?

Futbolcular bir batakhanede yüzüyorlar… Bu bataklığın şiddet yasası ile kurutulması mümkün değil… Ancak spor yasası ile çözümlenebilir. Şu anda spor bir meslek olarak bile tanımlanmıyor ülkede.

Sendikaya gelirsek, futbolda sendikalaşma hareketini ilk başlatan sizsiniz. Öyle değil mi?

Evet, 70’li yıllarda başlattık. Futbolcuların bugünlerini ve yarınlarını yöneticilerin iki dudağının arasından almak amacıyla başlattık. Amaç, sporcuların tribünlere saygılı, emeğine saygılı, onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak; geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almak. Mesela ben jübilee yapmadım…

Bu sendikalaşma hareketine karşı çıkanlar oldu mu?

Karşı çıkan olmadı ama beni Galatasaray’dan kovdular. Onlara göre sporcuları galeyane getiriyorduk!

Peki, geriye dönüp baktığınız zaman, böyle bir hareketin Türk futboluna faydalı olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle! Günümüzde sporcular bu konuda biraz aydınlandıysa, bu biraz da bizim verdiğimiz mücadele sayesinde oldu.

Burada şunu belirtmek isterim: Naçizane görüşüm, Türkiye’de futbol belli takımlar üzerinden oynanıyor. Süper Lig, aslında çokları için üç İstanbul takımından ibaret… Ama örneğin 102 yıllık Ankaragücü perişan durumda, futbolcularına öğle yemeği çıkaracak kadar bile parası yok. Ve işin ilginç yanı, böylesine köklü bir kulübün neden bu duruma geldiğini kimseler sorgulamıyor. Doğru mudur?

Doğrudur. Günümüzde sermaye kesimi sporu rasyonalize etmek, kulüplerin yapısını değiştirmek istiyor. Yakın zamanda ülke kulüplerinin isimierinin önünde şirket isimleri görürseniz şaşırmayın. İşte bakın, o tarihi stadın ismi bir anda Fi-Yapı İnönü Stadı olmadı mı? Bugün üç İstanbul takımının borcu 1 milyar Euro’nun üzerinde… Oysa başlarında ülkenin önemli iş adamları var. Neden şirketlerini değil de kulüplerini borçlandırıyorlar?

Peki, ama biz bu gösterilen borçların doğru olup olmadığını nasıl bileceğiz?

İşte bu yüzden spor yasası çıkmalı ve yasa yönetmeliklerle düzenlenmeli; kulüpler de mutlaka bağımsız denetim kuruluşları tarafından denetlenmeli. Tribünlere oynayan, kulübünü borçlandıran, sözde “iş bitiren” yöneticilerin devri kapanmalı. Bugün kulüplerimizi yönetenlerin çoğu kendi reklamlarını yapmak, ön plana çıkmak amacıyla orada bulunuyorlar; asla spor olsun diye değil!

Haftaya: 2. Bölüm (Galatasaray sonrası…)

Ziya Adnan
13 Mayıs 2012
MetinKurt4-min

Çizgideki Gladyatör – 1 (Metin Kurt Söyleşisi – Bölüm 1…)

Çizgideki Gladyatör – 1

(Metin Kurt Söyleşisi – Bölüm 1…)

Uzaklardan…

“Dinde yobazlık neyse futbolda da fanatizm odur…”

O bir futbol efsanesiydi; ülke futbolunun 70’li yıllarda yetiştirdiği en önemli isimlerinin başında gelirdi. Ona ilerleyen yıllarda “Çizgi Metin” lakabını kazandıracak en bilinen özelliği, sürati ve topu metrelerce çizgi üzerinde sürmesiydi. Ancak düşünceleri ve futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden sistem tarafından dışlandı, futboldan uzaklaştırıldı… Futbol oynadığı döneme ilişkin anıları, 2009 yılında Vecdi Çıracıoğlu tarafından kitaplaştırıldı ve “Gladyatör” adıyla yayınlandı.

Yıllar sonra güzel bir bahar günü Kadıköy’de, Nazım Kültür Merkezi’nde hoş bir söyleşi gerçekleştirdik eski yıldızla. Biz sorduk, o her zamanki içten üslubu ile cevapladı.

Karşısınızda Metin Kurt, nam-ı diğer “Çizgi Metin”…

Siz Galatasaraylı Metin Kurt olarak biliniyorsunuz ama ben sizi hep PTT’li Metin olarak hatırlarım. Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

15 Aralık 1947’de İstanbul Fatih Karagümrük’te doğdum. Gençlik yıllarımda abim İsmail Kurt profesyonel futbolcuydu. Önce Galatasaray’da forma giydi, sonra Fenerbahçe’ye transfer oldu. Ailemize o bakıyordu, çünkü babamızı çok genç yaşta kaybetmiştik. İlerleyen zamanlarda aileden bir futbolcu çıkması gerekiyordu; çünkü ailenin ihtiyaçları vardı…

Futbolcular o yıllarda ailelerine bakacak kadar para kazanabiliyorlar mıydı?

Şunu kesin olarak söyleyeyim: Yıldızlar, daha doğrusu “yıldız yapılanlar” hangi devirde olursa olsun her zaman avantajlıdır. Çünkü onlar rol model olacaktır ki onları izleyen binlercesi onlar gibi olmaya çalışsın. Basit bir örnektir: Karagümrük’te sıradan bir genç kızdı, Yeşilçam’la tanıştı, Türkan Şoray oldu. Onun gibi olmak isteyen binlerce genç kız artist olmak, meşhur olmak amacıyla evden kaçmıştır. Diğer bir örnek de İbrahim Tatlıses’in amelelikten ünlü bir türkücülüğe uzanan hayat hikâyesidir…

Futbola nerede başladınız?

Önce Atatürk Erkek Lisesi, sonra amatör olarak oynadığım ilk kulüp İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’dür. Ondan sonra Alibeyköy Adalet’e geçtim.

Alibeyköy Adalet takımı o zamanlar hangi ligdeydi?

Mahalli ligdeydi. Oradan Altay’a transfer oldum.

Hangi seneydi?

1965-66 sezonuydu. Bir sonraki sezonda Ankara’ya PTT takımına geldim. 1970’e kadar sarı-siyahlı takımda oynadım. O sene Galatasaray’a transfer oldum. 1970-76 yılları arasında sarı-kırmızılı takımın formasını giydim. İlk üç yılımda arka arkaya üç şampiyonluk yaşadık. Sonrasında 1976’dan 1978’e kadar Kayserispor’da forma giydim.

PTT’ye dönersek, babamın elimden tutup maçlara götürdüğü çocukluk yıllarımda maç öncesi Ankara 19 Mayıs Stadı’nda takım kadroları sayılırken şöyle bir anons yankılanırdı: “1-Cavit, 2-Yetik, 3-Esenali…” diye devam ederdi. Bize o yılların PTTsini, daha doğrusu Ankara futbolunu anlatır mısınız?

O yıllarda Ankara futbolu, gözü üç İstanbul takımında olan futbolcuların eğitim aldıkları bir yerdi. Ama inanın futbolcular arasında tam bir dayanışma, arkadaşlık, kardeşlik vardı. Biz PTT’de olağanüstü bir dayanışma içindeydik. Eski yoktu, yeni yoktu, abiler abilik yapardı; yeni gelenler adaptasyon zorluğu çekmezdi. Mesela ben 18 yaşında PTT’ye geldiğim halde kısa sürede takımın en önemli futbolcularından biri oldum. Ama o dönemdeki takım arkadaşlarımdan bazıları beni kıskansalardı, belki futbolcu olma şansım kalmayabilirdi…

Size neden “Çizgi Metin” derlerdi?

Galatasaray’da oynarken “Çizgi Metin” demeye başladılar. O da zamanın teknik direktörü Brian Birch’in sahayı genişletme amacıyla beni çizgide oynatmasıyla başladı. O yıllarda kanat atakları ve bindirmeler Türkiye’de pek bilinmiyordu. Benim görevim çizgide oynamaktı. Bizim taraftan atak yaparken çizgide oynar, diğer taraftan atak yaparken de ikinci direkte olurdum…

Size sorulduğunda, “Halka yakın olmak için çizgide oynadım dermişsiniz, doğru mudur? (Gülüşmeler)

O bir espriydi. Bunu bana sıkça soruyorlardı. En sonunda ben de bir gün dedim ki, “Bak arkadaş, ben halkçı bir adam değil miyim? Sahada halka en yakın yer neresi? Çizgi! Başka bir yerde mi oynayacaktım?” (gülüşmeler).

Peki, PTT’nin teknik direktörü kimdi?

Bülent Giz…

O yıllarda Ankara takımlarında önemli futbolcular var mıydı?

Köksal Mesci, Ertan Adatepe, kaybettiğimiz Zeki abi, Altan abi…

PTT’den Galatasaray’a geçtiğinizde transfer bedeli ne kadardı?

O zaman ben Galatasaray’dan 3 seneliğine 225 bin lira almıştım.

Bu, o zamanın şartlarında bir futbolcu için iyi para mıydı?

Tabii. O zaman başkaları bu kadar kolay para kazanmıyordu. Günümüzde sadece futbolcular değil, futbolun içindeki diğerleri de çok paralar kazanıyorlar. Hattta futbolculardan daha çok para kazananlar var. Mesela televizyonlarda program yapanlar…

O yıllarda Ankara’da PTT ile birlikte hangi takımlar vardı?

Ankaragücü, Gençlerbirliği, Şekerspor, Ankara Demirspor… O dönemde en disiplinli bilinen takım Gençlerbirliğiydi. En rahat takım da bizdik, çünkü seyircimiz yoktu.

O yıllardaki taraftar profilini bize anlatır mısınız? Maçlarda stat dolar mıydı?

Hayır. Stat ancak büyük maçlarda dolardı. Diğer maçları ise mahalle maçı gibi oynardık. Ama şurası bir gerçek ki stada gelenlerin büyük kısmı futbol oynamış ve futbolu bilen kişilerdi. O dönemde maçlara serbest giriş kartı da verildiği için amatör olarak futbol oynayan birçok izleyici maçlara gelirdi. Maçları futboldan anlayan kişiler izlerdi.

Galatasaray’a gittiğinizde bir bocalama devresi yaşadınız mı?

Asla yaşamadım. Aksine kolay uyum sağladım. İşin ilginç yanı büyük risk almıştım. O sene benim de hayran olduğum, Türkiye’nin bir daha yetiştiremeyeceği Metin Oktay abimiz futbolu bırakmıştı ve ben aynı isimle Galatasaray’a transfer olmuştum.

Yani sizden beklenen Metin Oktay’ın yerini doldurmanız mıydı?

Tabii. Zaten üç yıl üst üste şampiyon olduğumuz dönemde en fazla golü ben atmıştım. Üstelik PTT’de yılda ancak iki, bilemediniz üç gol atardım.

Galatasaray’da o yıllarda önemli futbolcular olarak kimler vardı?

PTT’den üç futbolcu gelmiştik. Avni abi, Tuncay ve ben… Kalede Yasin ve Nihat vardı, ikisi de çok iyi kalecilerdi. Sağbek Ekrem vardı, onu da Ankara’dan tanırdım. Anlayacağınız takımda yabancılık çekmedim. Mesela Uğur abi, Ayhan abi, Muzaffer abi vardı. Büyük Mehmet, Gökmen, Çilli Mehmet… Kısacası kadromuz çok iyiydi…

O yıllara baktığınızda… Bir kere önce şunu sorayım, maçlara gidiyor musunuz?

Hayır, gitmiyorum. Ara sıra televizyonda maç izliyorum ama her zaman değil…

O yıllara baktığınızda… Şimdiki futbolla o zamanları mukayese eder misiniz?

Çok açık ve net söyleyeyim: Sistem sporcunun ahlâkını nasıl bozduysa, medya da taraftarın oyun izleme zevkini elinden aldı. Mesela 12. adam hikâyesi! Bizim zamanımızda 12. adam diye bir şey yoktu. Seyirciyi farklılaştırdılar. Bence dinde yobazlık neyse futbolda da fanatizm odur.

Sizin zamanınızda Fenerbahçe–Galatasaray maçlarında şimdiki gibi ürküten bir gerilim olur muydu?

O zamanlar taraftarlar maçları birlikte, yan yana izlerdi. Kavga olmazdı. Biz futbolcular arasında da büyük kardeşlik vardı. Mesela benim yakın arkadaşım, aynı zamanda aile dostumuz karşımda oynayan Fenerbahçeli Serkan’dı. Eşi Ayşecik ile benim eşim yakın arkadaştı. Ama sahaya çıktığımız zaman karşılıklı mücadelimizi yapardık…

Şimdi her şey çok farklı öyle değil mi?

Elbette… Futbolcular yan yana görüldükleri zaman bile sıkıntı oluyor…

O zaman da şike var mıydı? Size şike teklif edildi mi?

Bana teklif edemediler. Ama bazı şike olaylarına tanık oldum… Üç türlü şike vardır. Para şikesi, hatır şikesi, insanların zaaflarından yararlanılarak yapılan şike… Futbolda şike, doping, mafya, kumar, ırkçılık, küfür, şiddet yoktur diyen yalan söyler. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda olmaması mümkün mü? Kara paranın döndüğü bir ortamda mafyanın olmaması mümkün mü?

Peki, futbolda şike var mıdır?

Kesin vardır… Sporda bir batakhane var günümüzde.

Nasıl görüyorsunuz şu anda ülke futbolunu?

Futbolcular bir batakhanede yüzüyorlar… Bu bataklığın şiddet yasası ile kurutulması mümkün değil… Ancak spor yasası ile çözümlenebilir. Şu anda spor bir meslek olarak bile tanımlanmıyor ülkede.

Sendikaya gelirsek, futbolda sendikalaşma hareketini ilk başlatan sizsiniz. Öyle değil mi?

Evet, 70’li yıllarda başlattık…

Sendikalaşma fikri nereden aklınıza geldi?

Futbolcuların bugünlerini ve yarınlarını yöneticilerin iki dudağının arasından almak amacıyla başlattık. Amaç, sporcuların tribünlere saygılı, emeğine saygılı, onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak; geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almak. Mesela ben jübilee yapmadım…

Bu sendikalaşma hareketine karşı çıkanlar oldu mu?

Karşı çıkan olmadı ama beni Galatasaray’dan kovdular. Onlara göre sporcuları galeyane getiriyorduk!

Peki, geriye dönüp baktığınız zaman, böyle bir hareketin Türk futboluna faydalı olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle! Günümüzde sporcular bu konuda biraz aydınlandıysa, bu biraz da bizim verdiğimiz mücadele sayesinde oldu.

Burada şunu belirtmek isterim: Naçizane görüşüm, Türkiye’de futbol belli takımlar üzerinden oynanıyor. Süper Lig, aslında çokları için üç İstanbul takımından ibaret… Ama örneğin 102 yıllık Ankaragücü perişan durumda, futbolcularına öğle yemeği çıkaracak kadar bile parası yok. Ve işin ilginç yanı, böylesine köklü bir kulübün neden bu duruma geldiğini kimseler sorgulamıyor. Doğru mudur?

Doğrudur. Günümüzde sermaye kesimi sporu rasyonalize etmek, kulüplerin yapısını değiştirmek istiyor. Yakın zamanda ülke kulüplerinin isimierinin önünde şirket isimleri görürseniz şaşırmayın. İşte bakın, o tarihi stadın ismi bir anda Fi-Yapı İnönü Stadı olmadı mı? Bugün üç İstanbul takımının borcu 1 milyar Euro’nun üzerinde… Oysa başlarında ülkenin önemli iş adamları var. Neden şirketlerini değil de kulüplerini borçlandırıyorlar?

Peki, ama biz bu gösterilen borçların doğru olup olmadığını nasıl bileceğiz?

İşte bu yüzden spor yasası çıkmalı ve yasa yönetmeliklerle düzenlenmeli; kulüpler de mutlaka bağımsız denetim kuruluşları tarafından denetlenmeli. Tribünlere oynayan, kulübünü borçlandıran, sözde “iş bitiren” yöneticilerin devri kapanmalı. Bugün kulüplerimizi yönetenlerin çoğu kendi reklamlarını yapmak, ön plana çıkmak amacıyla orada bulunuyorlar; asla spor olsun diye değil!

Galatasaray kulübüne üyeliğiniz var mı?

Hayır, yok.

Günümüzdeki futbolcuların kazançlarını gördüğünüzde içinizden, “Keşke dünyaya 30 sene geç gelseydim!” gibi bir düşünce geçiyor mu?

Hiç, ama hiç öyle bir düşünce geçmedi aklımdan. Zamanında futbolcuları greve götürdüğüm için Galatasaray’dan kovuldum. Ama o günlere dair pişmanlığım olmadı…

Greve gitme sebebiniz neydi?

O sene (1976) Ankaragücü’nü Türkiye Kupası’nda eleyerek yarı finale çıkmıştık. Bize söz verilen her futbolcuya 10 bin TL primin ödenmesi için kulüp genel müdürü Turgan Ece ile karşı karşıya geldim. Bana, “Sen fazla oluyorsun, prim filan yok!’’ deyince odadan çıktım. Ama bir emekçi olarak bu davranışını içime sindirememiştim. Takım arkadaşlarıma bu olayı protesto edeceğimi ve ertesi günün antrenmanına yarım saat geç çıkacağımı söyledim. Hepsi benim yanımda yer aldılar. Neticede ben, Yasin ve Büyük Mehmet elebaşı olarak görülerek kadro dışı bırakıldık. Ama yılmadım ve mücadeleye devam ettim. İlerleyen zamanlarda diğer iki arkadaşım özür diledi ve affedildi. Ben üç arkadaşımla Kayserispor’a gittim. Bir sonraki sezonda Türkiye Kupası’nda Galatasaray ile karşılaştık ve ikinci lig takımı olarak İnönü Stadı’nda oynadığımız maçı kazanarak Galatasaray’ı eledik. Maçtan sonra bütün stat beni çağırıyordu. Yoğun bir sevgi ile karşılanmıştım…

Haftaya: 2. Bölüm (Galatasaray sonrası…)

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı

5 Mayıs 2012

MetinKurt4-min

Ucube futbol’dan ‘Ucuz Roman’a…

Ucube futbol’dan ‘Ucuz Roman’a

Uzaklardan…

Ülke futboluna bakarken uzaklardan, 1994 senesinde yapılmış, aynı sene Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye ödülü kazanmış, yönetmenliğini Quentin Tarantino’nun yaptığı, Türkçe’ye “Ucuz Roman” olarak çevrilmiş, “Pulp Fiction” filminin o unutulmaz sahnesi geliyor aklıma…

Arabada beklenmedik bir cinayet işlenir. Kazara patlayan silahın ardından araba kan gölüne döner. Olaya karışan kahramanlarımız Jules ve Vincent (Samuel L. Jackson ve John Travolta) panik içindedir. Zira işler beklendiği gibi gitmemiştir, üstelik şimdi ortadan kaldırılması gereken bir ceset vardır.

Wolf (Harvey Keitel), bu tip “temizlik işleri”nin ustasıdır. Hemen aranır ve yardım istenir. Kahramanlarımızın imdadına yetişen Wolf, pazarlıklar sonrası onlara ne yapmaları gerektiğini söyler ve onun yardımıyla ortalık temizlenir; ceset ustalıkla yok edilir.

Geride o cinayete dair delil kalmamıştır. Kahramanlarımız şimdi mutludur.

***

Tıpkı o unutulmaz filmdeki gibi, ülke futbolundaki pisliği temizleme adına TFF’nin başına getirilen Yıldırım Demirören ve ekibinin, şike konusundaki kararı 30 Nisan 2012 tarihinde basın toplantısıyla açıklandı. Temizlik ekibine göre teşebbüs vardı ama şike sahaya yansımamıştı! Etik Kurulu da çalışmalarında bu yönde bir bulgu bulamamıştı. Oysa bundan bir önceki Etik Kurulu’nun raporunda farklı şeyler yazılmıştı. Bir Etik Kurulu’nun yazdığını, diğerinin teyit etmemesi aslında ülke futbolunda aranan şeyin “etik” olduğunu anlatıyordu görmesini bilenlere. Kaldı ki o etik kurulu raporunda yazılanlar, ne hikmetse sır misali saklandı.

Neticede hiçbir takımın küme düşürülmemesine karar verildi. Şaşırmadık. Velhasıl aylardır beklendiği gibi ülke futbolunun saadetine kara bir gölge gibi çöken 58. madde keyfe keder değiştirildi ve aralarında Fenerbahçe, Beşiktaş, Trabzonspor ve garibim(!) Galatasaray’ın da bulunduğu 16 kulüp PFDK’ya sevk edildi.

İşin garip tarafı, Mehmet Ali Aydınlar döneminde genel kurul olağanüstü toplantıya çağrılarak değiştirilmesi önerilen 58. maddenin UEFA kabul etmediği için değiştirilememiş olmasıydı. Aynı zamanda Kulüpler Birliği de bu maddenin değiştirilmesine çoğunlukla karşı çıkmıştı. Kim bilir, kuralları uygulamak yerine istifa etmeyi tercih eden eski TFF başkanının içinden “keşke”ler geçiyordu şimdi. Kendisinden sonra yaşananlara dışardan bakarken üzülüyordur. Ama atı alan Üsküdar’ı, topu alan orta sahayı çoktan geçmişti…

Bu işten en zararlı çıkacak olan o çok sevdiği, kıyamadığı Fenerbahçe’siydi aslında. Bir, bilemedin iki seneyle atlatılabilecek ceza süresi, şimdi muhtemelen katlanacaktı. Kaldı ki, bir sezon Birinci Lig’de onuruyla mücadele etmek, bir ömür boyu bu leke ile hatırlanacak olmaktan sanırım daha iyiydi. Takımlar küme düşmekle tarihlerinden, köklerinden, güçlerinden hiçbir şey kaybetmezdi.

Keşke istifa etmek yerine kuralları uygulasaydı, yapmadıkları ile değil de yaptıkları ile hatırlansaydı, eyvallahsız olsaydı…

***

Açıklamanın yapıldığı futbolumuz adına o kara günde, Demirören ve ekibi azim ve kararlılıkla görevlerine sarıldıklarını, kimsenin hiçbir şeyden tereddüt etmemesi için çalıştıklarını, kaybolmaya başlayan güven ortamını tekrar kurmak, futbolumuzun önünü yeniden açmak amacında olduklarını söylediler.

Tıpkı günümüzde borç batağında yüzen Beşiktaş’ın başına geldiklerinde, hedeflerinin siyah-beyazlı takımı Avrupa futbolunda söz sahibi yapmak amacında olduklarını söyledikleri gibi. Ortaya çıkan fotoğraf, Beşiktaş’ın bugünkü yazık durumu, sanırım Türk futbolunun yakın gelecekteki halini anlatıyordu aslında. Ülke futbolunu yönetenler, Titanic batarken çalmaya devam eden orkestrayı hatırlatıyordu; “köy yanar, kel taranır!” misali…

“Bu yangın üfleyerek sönmez!” diyenler, yangını söndürmek için tüp sektörünü iyi bilen birini getirmişlerdi başa.

Şimdi sıra Türk futbolundaydı.

***

Bilirim, yayıncı kuruluş, “Ezikler Birliği” ve diğerleri, temizlik ekibini ülke futbolunun başına getirenler, kiri bir an önce halının altına süpürmek isteyenler pek mutlu olmuştur bu karara. Eh, onca pazarlığın meyvesi alınmıştır, ülke futboluna olan güven tazelenmiştir! Nasılsa ülke futbolunda aslolan yayıncı kuruluşun saadeti ve paradır. Şimdi gülüyordur Sayın Cavcav’ın, futbolumuzun duayen başkanının yüzü! Onca dosya, onca tape, onca bekleyiş, adalete olan inanç, canlı yayınlar, sabahlara kadar süren tartışmalar, TFF başkanlarının manasız açıklamaları, köşe yazıları, UEFA’nın uyarıları bir gecede ani bir temizlik operasyonunda hasıraltı edilirken, gözler şimdi UEFA’ya çevrilmiştir.

Ama merak etmeyin, UEFA konusu da öyle ya da böyle halledilmiştir! Başbakan Erdoğan’ın şike konusunda “Margaret Thatcher holiganlar yüzünden beş yıl süreyle Avrupa’ya gitmedi de ne oldu? İngilizler kendi aralarında gayet güzel devam ettiler. Döndükleri sene de şampiyon oldular!” yorumu yüreklere su serpmiştir! Yine de tedbiri elden bırakmamak gerekir. Filmden alıntıyla, Wolf’un, temizliği bitirmiş olmanın sevinciyle birbirine el şakası yapan Jules ve Vincent’i, “Sevinçten birbirinizle oynaşmanız için henüz erken!” diye uyarması kulaklara küpe olmalıdır.

Velhasıl, Pulp Fiction’u hatırlatan bu pespaye hikâyenin sonu, Can Yücel’in en güzel dizeleri ile getirilmelidir.

Zira, “Ne kadar rezil olursak o kadar iyidir!”

Ve izlemeyenler için tavsiyem; bırakın bu sakil futbolu, dandik play-off’u, kurgulanmış maçları, sonu ta başından belli o rezilliği, yayıncı kuruluşun oyuncağı olmayı, “hiç bitmesin” edebiyatını, hukukun gücünün değil, gücün hukukunun egemen olduğu yitik düzenin figüranlarını, pazarda görsek tezgâhından meyve almayacaklarımızı filan; bulun “Pulp Fiction”ı bir yerlerden, mümkünse arkadaşlarınızla oturup izleyin.

Temizlik nasıl yapılırmış öğrenin!

Ziya Adnan
6 Mayıs 2012
UcuzRoman

Suarez’den Emre’ye; ırkçılık üzerine…

 

Uzaklardan… 

Takvimler 15 Ekim 2011’i gösterirken, Liverpool’un Anfield Stadı’nda oynanan Premier Lig maçında yaşananlar uzun süre manşetlere taşındı bu diyarlarda. Hatırlayalım… Liverpool’un 25 yaşındaki Uruguaylı golcüsü Luis Suárez, maçın 57. dakikasında karşı karşıya geldiği Manchester United’ın Fransız savunma oyuncusu Patrice Evra’ya ırkçı hakarette bulunmuş ve devam eden dakikalarda o nahoş kelimeyi en az 10 kez tekrar etmişti. Maçtan sonra Evra, Fransız televizyonu Canal Plus’a verdiği demeçte Suarez’in kendisine “Nigger” (Negro) dediğini anlatıyordu.

Her ne kadar Suarez, savunmasında kendi dilinde bu kelimenin ırkçılıkla ilgisi olmadığını, sadece “adam” anlamına geldiğini dile getirse de, İngiltere Futbol Federasyonu tarihte görülmemiş bir ceza verdi Uruguaylıya. Davaya bakan üç kişilik disiplin kurulunun başkanı hukukçu Paul Goulding, iki futbolcunun sözlü olarak ifadelerini aldıktan sonra kararı Futbol Federasyonu’nun E3 (1); (2) talimatına göre verdiklerini, ayrıca futbolcunun 40 bin Sterlin para cezasına çarptırıldığını açıkladı. Suarez’in bu eylemi gelecekte tekrar etmesi durumunda, yeşil sahalardan ömür boyu men edileceği uyarısında bulunarak… Önemli bir ayrıntı, diğer futbolculardan veya hakem dörtlüsünden hiçbiri bu olaya şahit olmamıştı.

O kararın sonrasında Liverpool FC ve Suarez karara itiraz etmediler. Liverpool FC yaptığı açıklamada, futbolun içinde ve dışında ırkçılığın asla kabullenilemez olduğunu, bu nedenle karara saygı duyduklarını açıkladılar.

İşin ilginç yanı, kendisi melez olan Suarez’in büyük babasının da zenci olmasıydı.

***

Suarez olayından 6 ay kadar sonra uzaklarda…

Play-off komedisinin ilk perdesinde, ülke futbolunun her daim korunan, kollanan çocuğu Emre Belözoğlu, Trabzonspor’un orta saha oyuncusu Zokora’ya “Nigger” kelimesini kullandığını kabul ediyor; sonrasında ise “Eğer ki içimde ırkçılık adına bir şey besliyorsam, Allah bu kalbimi çıkarsın!” diyerek kendini savunuyordu. Üstelik söylediğine göre yurt dışında oynadığı senelerde “Pis Türk” diye aşağılandığı da olmuştu.

Oysa “ırkçılık” suçlamasıyla ilk kez karşılaşıyor değildi Fenerbahçeli futbolcu. İçinde ırkçılık adına bir şey beslemiyorsa da kullandığı kelimenin onur kırıcı olduğunu bilmesi ve geçmişten, yaşadıklarından ders alması gerekirdi. Ada’da futbol oynadığı yıllarda, 30 Aralık 2006 tarihinde Newcastle United’ın Everton’a 3-0 yenildiği maçta o dönem Everton’da forma giyen Yobo’ya ırkçı hakarette bulunduğu suçlamasıyla manşetelere taşınmıştı. O olaydan sonra, Şubat 2007’de bu kez Bolton Wonderers’lı futbolcu El Hadji Diouf, Emre’nin kendisine ırkçı hakarette bulunduğunu açıkladı. Kısa süre sonra, bu kez Watford’lu futbolcu Alhassan Bangura, Emre’yi ırkçılıkla suçluyor; Emre ise takımdaki oda arkadaşının zenci futbolcu Obafemi Martins olduğunu söyleyerek asla ırkçı olmadığını savunuyordu. Tıpkı sıklıkla duyduğumuz, “Ben nasıl Kürt/Ermeni/Rum düşmanı olurum? Kürt/Ermeni/Rum arkadaşlarım var!” cümlesindeki gibi…

19 Mart 2007 tarihinde İngiltere Futbol Federasyonu, yeterli delil olmadığı için konunun kapatıldığını ve Emre’ye ceza verilmeyeceğini açıklayacaktı.

***

Emre’nin kalbinde ırkçılık olup olmadığını bir kenara koyup, 30’lu yaşlara gelmiş, üstelik ülke futbolunda yıldız sayılan bir futbolcunun sürekli aynı suçlamayla karşılaşmasının nedenlerini araştıralım. Yüreğinde ırkçılık olmasa bile, diline hâkim olamayan, bu nedenle manşetlere taşınan bir futbolcunun aslında sistemin ürünü olduğunu anlayalım. Yakın geçmişte oynanan Bursaspor-Diyarbakırspor maçında yaşananları hatırlayın mesela, kimsenin ceza almadığını da. Ötekileştirdiğimiz Diyarbakırspor’un, Süper Lig’de oynadığı yıllarda hemen her maçta yaşadıklarını hatırlayın. Kalplerde ırkçılık olmasa bile, bazen ırkçılığa varan ayrımcılığın gündelik hayatımızda nicedir öylesine gelip geçiştirdildiğini de. Irkçılık yüreklerde taşınmasa, farkında olmasak bile ne yazık ki yer etmiş içimizde bir yerlerde…

Hatırlayın, 1999 senesinde o zamanın Trabzonspor Başkanı Mehmet Ali Yılmaz’ın, Kevin Campbell’a dair sarfettiği, “Gol atsın diye bir yamyam aldık, yine olmadı!” cümlesini. Yılmaz’ın savunması ise “Ben ‘Arap’ demek istemiştim” şeklindeydi!

***

Sadece Emre’de değil elbette hata… Naçizane görüşüm, Alex kadar olmak varken bir hiç olmak zaten onunkisi. Onca yetenek, onca kazanma hırsı, onca potansiyel ama onca tükeniş! Futbolu bıraktıktan sonra yeteneği ile değil de, kendini imha düğmesiyle hatırlanacaklardan…

Taraftarıyla, basınıyla, yöneticisiyle, başkanıyla, yorumcusuyla topyekûn bizde, hepimizde hata… Gencecik yıldızlarımızı “Emre”leştiren, efendiliğin değil kabadayılığın, suskunluğun değil küfrün giderek itibar gördüğü, sesi en çok çıkanın haklı sayıldığı, bizden olmayanları sürekli başkalaştırdığımız, kimi zaman Alevi’nin, kimi zaman Yahudi’nin, kimi zaman Ermeni’nin, kimi zaman Kürd’ün, kimi zaman da zencinin fütursuzca aşağılandığı, ırkçılığın ve ayrımcılığın sessizce kabul gördüğü bu yitik düzende…

İşte o bozuk düzenin ürünü Emre… Üstelik Suarez misali en ağır cezayı alması gerekirken mesele iki maç ile geçiştirilince… Bağımsız olması gereken disiplin kurulları, hakem komiteleri kulüp üyeleriyle doldurulunca… Ülkede adalet kavramı giderek yok olurken, biz öylece uzaktan bakınca…

O yüzden, Allah kimsenin kalbini çıkarmasın ama “İçimde ırkçılık yok!” demek kâfi gelmiyor ne yazık ki. Futbolda ve yaşamda ırkçılığı temizleme adına artık bir şeyler yapmak gerek: Mesela yayın yasağı getireceğimize bu konu üzerinde daha fazla yazmak, konuşmak, tartışmak… Bu açık yarayı yok saymamak.

Zira kapanmayan her yara taze kalır ve kanar zaman zaman…

Ziya Adnan
29 Nisan 2012
Irkcilik

Medeniyetten uzakta futbol…

Medeniyetten uzakta futbol

Uzaklardan…

Geçen hafta bizim Başbakan’ın, “Margaret Thatcher holiganlar yüzünden beş yıl süreyle Avrupa’ya gitmedi de ne oldu? İngilizler kendi aralarında gayet güzel devam ettiler…” cümlesine dair görüşlerimi yazmıştım. Bıraktığım yerden devamla…

Başbakan’ın sözünü ettiği İngiliz futbolu ile bizimkini mukayese etmek temelden yanlış. Hem de ne yanlış! Ağır sıklet boksörünü tüy sıklet ile aynı ringe koymak gibi! Onların önemli lig maçları dünyanın 176 ülkesinde 200’den fazla televizyon kanalında milyonlarca izleyiciyi ekranlara bağlarken, bizim “Dünya Derbisi!” dediğimiz vasat maçı bizden başka yayınlayan ülke yok. Premier Lig’in günümüzde değeri 3,363 milyar avro iken, bizim başına “Süper” sıfatını yapıştırdığımız ama futbol kalitesi olarak pek yavan ligimizin değeri 475 milyon avro.

Onların 2. Ligi, Championship’in izlenme oranı bile bizim Süper Lig’imizden daha fazla…

Premier Lig, 2010-11 UEFA sıralamasında 1. sırada yer alırken, bizim ligimiz 10. sırada. Onlar tarihte Şampiyonlar Ligi’ni ve diğer Avrupa kupalarını 37 kez kazanırken, biz sadece bir kez UEFA Kupası’nı kazanmışız. İngiliz takımları Avrupa kupalarında 51 kez final oynamışken, bizim görüp görebildiğimiz final sayısı sadece bir…

Premier lig maçlarındaki ortalama taraftar sayısı 35.278 iken, bizdeki rakam 14.058…

2010-11 sezonunda maçları statlarda izleyen taraftar toplamı onlarda 13.405.825, bizdeki rakam 4.301.748…

Onların milli takımı bir kez Dünya Kupası’nı kazanmış, 3 yarı final, 10 çeyrek final oynamışken, bizim milli takımın son 50 senede Dünya Kupalarında boy göstermişliği sadece bir kez, o da 2002 senesinde 3. olduğumuz kupa…

İngiltere Milli Takımı, FIFA sıralamasında 6. sırada, yani bizim 25 sıra üstümüzde…

Onların ülkesinde, futbolun en üst liginde tarih boyunca 28 takım şampiyonluk yaşamış ki o takımların içinde günümüzde eski gösterişli günlerine dönmeyi sabırla bekleyen takımlar da var. Nottingham Forest ve Leeds United’a selam çakalım bu vesileyle…

Bizde ise şampiyonluk yaşamış takım sayısı sadece beş… Şampiyonluk kupası son 25 senede yedi tepeli şehrin dışına sadece bir kez, o da Bursaspor’la çıktı.

Hal böyleyken, İngiliz futbolu ile bizimkini kıyaslamak çok da gerçekçi olmasa gerek…

Konu Ada futbolu ile mukayese olunca, İngiltere’ye 8-0 yenildiğimiz milli maçtan sonra, İngiliz teknik direktöre yöneltilen, “Türk milli takımını nasıl buldunuz?” sorusunu, “Futbola benzeyen bir şey oynuyorlardı!” cümlesiyle cevapladığının rivayet edildiğini de hatırlayalım.

Ve tarihimizde, İngiltere Milli Takımı karşısında gol atamadığımızı da!

***
Avrupa’ya gitmezsek ne olur? Şike sürecinin başından beri birbirimize nafile bir telaşla sorup duruyoruz bu soruyu. Açıklayalım. Öncelikle Türk futbolu böyle bir ceza ile karşılaşırsa, cezanın belli bir süresi olmayacaktır ve ülke takımları yaklaşık beş sene kadar Avrupa arenalarından uzak kalacaktır. Beş seneden sonra şampiyon olan takımımızın devler ligine girebilmesi için üç eleme oynaması gerecek, takımlarımız hiçbir turda seribaşı olamayacaktır.

Ayrıca UEFA, ülke puanını son 5 seneye bakarak hesapladığından, olası ceza süresinin sonunda puanlarımız sıfırlanacak, Avrupa Kupalarına çok takımla katılma şansımız en az beş sene ertelenecektir. İngiliz takımlarının bile, eski statülerine dönebilmek için 10 sene beklediğini unutmayalım…

Yani ülke futbolu beş sene değil, cezadan önceki duruma gelebilmesi için on seneyi heba etmek zorunda kalacak, bir futbol neslini Avrupa Kupalarından mahrum bırakacaktır…

Durumdan vazife çıkarmak… Şimdi, Başbakan’ın kullandığı, “8 takım birden ligden düşerse ne olur, futbol biter! O yüzden kulüplerle, şahısları ayırmak lazım!” cümlesinden vazife çıkaranlar olacaktır şüphesiz. Başta Futbol Federasyonu, şike iddianamesinde adı geçen takımların küme düşürülmemesi konusunda elinden geleni yapacaktır; malum ülkenin en yetkili kişisi buyurmuştur. Söz ağızdan çıkmıştır bir kere! O söylemden sonra, haliyle bu operasyonun Fenerbahçe başkanını bitirme operasyonu olduğuna inananların savları güç kazanmıştır.

Ve işin en hazin yanı, bir Başbakan’ın kuralları uygulamak ve suçluları cezalandırmak yerine, küme düşme olursa futbolun biteceğine inanmış olmasıdır. O fotoğrafa bakarken, ülkede adalet diye bir kavramın geçerli olduğuna kim inanır?

Kaldı ki 8 takımın birden şikeye bulaştığı bir ligin marka değeri kaç kuruş olabilir ki!

Oysa küme düşmekle güçlerinden, köklerinden, tarihlerinden hiçbir şey kaybetmez takımlar. İtalyan futbolunun, kökleri 1897 senesine dayanan “Vecchia Signora”sı Juventus, (ki Çizme’nin en fazla taraftarı olan kulüplerinin başında gelir) küme düştüğünde toparlanması zaman aldı ama yine döndü bıraktığı yere. Zaten büyük dediğin tökezlediği zaman yeniden ayağa kalkmayı bilen değil midir? Bir hatırlatma daha: Geçen sezon tarihinde ilk kez küme düşen Arjantin futbolunun devi River Plate, bu yazının yazıldığı saatlerde “Primera B Nacional”da zirvede…

Günümüzde Premier Lig’in en zengin kulübü Manchester City de bir zamanlar pek yabancısı değildi “düşmeler ve çıkmalar”ın. Tarihi boyunca 10 kere düşüp 11 kere dönmüş olan mavili takım, 1996 senesinde ikinci lige düşecek, iki sezon sonra da üçüncü ligde boy gösterecekti. 1998–1999 sezonunu üçüncü lig şampiyonu olarak bitirirken, bir sezon sonra yeniden Premier Lig’e dönecek, ancak 2001 senesinde bir kez daha düşecekti.

Batı Londra’nın zenginler kulübü Chelsea de, “Chelsky” olmadan önce 6 kere düşüp 7 kere döndü ülke futbolunun elitlerinin arasına. Kuruluşu 1905 senesine dayanan, geçtiğimiz sezon Stamford Bridge Stadı’nda 41.435 taraftar ortalaması yakalayan mavi-beyazlı takım, 80’li yıllarda inişleri ve çıkışları ile bilinirdi. 1983–1984 sezonunda 2. lig şampiyonu olurken, 1987–1988 sezonunda bir kez daha küme düşecek, bir sonraki sezon ligi şampiyon bitirip yeniden dönecekti. 2003 senesinin Haziran ayında Rus milyarderi Roman Abramovich’in 140 milyon Sterlin karşılığında satın aldığı kulüp, o tarihten sonra Premier Lig’i üç kez şampiyon olarak tamamladı.

Peki ya, Manchester United…

“Kırmızı Şeytanlar”, tam 5 kere düşüp 6 kere çıktı. Premier Lig’in kuruluşundan sonra 12 kez şampiyon olan takım, 1974 senesinde 2. lige düşüyor, bir sonraki sezon yeniden 1. lige yükseliyordu.

Yalnız Ada futboluna mahsus değildi elbet nam salmış takımların 2. ligi boylama durumu. İspanya’da iki defa lig şampiyonu olmuş Real Sociedad altı kez 2. lige düşüp çıkmıştı. 2000 yılının şampiyonu Deportivo La Coruna geçen sezon dokuzuncu defa düştü La Liga’dan. İtalya’da Lazio beş kez inip çıktı.

***

Şike meselesi süresince sıklıkla duyduğumuz, “Türk futbolu batar!” söylemiyle kastedilen yayın havuzunun küçüleceği ise, bu da ülkenin futbolunu ezelden üç takıma endekslemiş olmasının acı faturası… Koskoca bir ülkenin futbolunu, sadece bir şehre ve o şehrin üç büyütülmüş takımının aralarında oynayacakları maçlara bağlarsanız olacağı budur haliyle.

Kaldı ki yayıncı kuruluşun, kulüplere hiç hak etmedikleri meblağları ödediği gerçeği de aşikâr…

Ama üzülmeyin, her kayıpta bir kazanç vardır. Şike süresince yaşananlardan anladığımız, ülkenin özlenen medeniyetler seviyesinden ne kadar uzak olduğunu bir kez daha hepimize hatırlatmış olmasıdır…

Ziya Adnan
23 Nisan 2012

SikeSureciPara

Thatcher’dan Erdoğan’a, Futbol Penceresi – 1…

Thatcher’dan Erdoğan’a, Futbol Penceresi – 1…

Uzaklardan…

Uzaklardan bakıyorum ülkeme…

Tüm olup bitene, o toz bulutuna, o itiş kakışa, o gürültünün arasında bazen bir televizyon kanalındaki habere, bazen de bir gazete manşetine takılıyorum. Ülkenin daha iyi şeylere ihtiyacı olduğunu düşünüyorum…Yine öyle oldu işte: Geçenlerde Enis Berberoğlu’nun bir yazısı yayımlandı Hürriyet gazetesinde. Yazıda Başbakan Erdoğan’ın şike konusunda Platini’ye, Thatcher örneğini verdiği anlatılıyor; “Margaret Thatcher holiganlar yüzünden beş yıl süreyle Avrupa’ya gitmedi de ne oldu?” İngilizler kendi aralarında gayet güzel devam ettiler. Döndükleri sene de şampiyon oldular!” cümlesi göze batıyordu. Üstelik Futbol Federasyonu’nun çiçeği burnunda başkanı da o cümlelere katıldığını söylüyordu…

Başbakan’ın futbol konusunda kaç danışmanı vardır, yorumu danışmanlarından edindiği bilgiler ışığında mı yapmıştır bilemem ama öncelikle bilmeyenler için konuyu aydınlatalım.

Öncelikle, İngiliz takımları şike yüzünden Avrupa kupalarından men edilmediler. 29 Mayıs 1985 tarihinde, Belçika’nın Heysel Stadı’nda Liverpool-Juventus arasında oynanan Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde çıkan olaylar sonucunda 39 Juventus taraftarının hayatını kaybetmesi ve 900’e yakın taraftarın yaralanması sonucu Avrupa kupalarından önce süresiz men edildiler; ama sonra ceza beş seneye indirildi. Liverpool kulübü ise fazladan bir sene daha Avrupa kupalarına katılamadı.

Ayrıca İngiliz yetkililer cezanın verilmesi için sekiz ay UEFA’yı beklemediler; Federasyon başkanları istifa etmedi; yayıncı kuruluşu mutlu etme adına “play-off” diye bir ucubeye sarılmadılar. 31 Mayıs 1985 tarihinde, yani o kara günden iki gün sonra Başbakan Margaret Thatcher, İngiliz Futbol Federasyonu yöneticileri ile yaptığı görüşme sonrasında ülke takımlarının Avrupa kupalarından çekilmesi konusunda görüş bildirdi ve gereken yapıldı.

O dönemin başbakanı “Demir Lady” Margaret Thatcher’ın “Önce holiganizmi kendi içimizden temizlememiz gerekiyor. Eğer bunda başarılı olursak gelecekte bir gün belki yeniden yurtdışına gidebiliriz…” cümlesi Ada futbolunda gerçekleşen temizlik operasyonunun başlangıcı olarak kabul edilir.

***

Ancak o temizlik bizim Başbakan’ın dile getirdiği gibi çok kolay olmadı. Bu süreçte hiç de öyle söylendiği gibi kendi aralarında gayet güzel devam etmediler. 80’li yılların ortalarına kadar Avrupa arenalarını kasıp kavuran İngiliz takımları, o futbolun karanlık gününden sonra uzun bir suskunluk dönemi yaşadı. Maç günleri tribünler dolmazken, o süre zarfında 20 İngiliz takımı Avrupa’nın üç kupasına katılma hakkından mahrum kaldı.

O takımların içinde kimler yoktu ki: 1985-86 sezonu şampiyonu Everton, 1986-87 şampiyonu Liverpool, 1989-90 şampiyonu Arsenal, Federasyon Kupasını kazanan Manchester United, Wimbledon, Coventry City, Tottenham ve o yıllarda, ülkenin en üst liginde dönem dönem zirveyi zorlayan Nottingham Forest, Southampton,

Chelsea, Norwich City, West Ham, Sheffield Wednesday, Derby County, hatta küme düştüğü sezon Lig Kupası’nı kazanan Oxford United…

Kaldı ki verilen beş senelik cezanın süresi dolduğunda, 1990-91 sezonunda UEFA verilen cezayı sadece kısmi olarak kaldırdı ve ancak o sezon Federasyon Kupasını kazanan Manchester United ve o dönemki adıyla İngiltere 1. Ligini ikinci sırada bitiren Aston Villa’nın UEFA Kupası ve Kupa Galipleri Kupasına katılmasına izin verdi. İngiliz takımları 1985 öncesinde 8 takımla katıldıkları Avrupa kupalarında oynama haklarını tam olarak elde edebilmek için 1995-1996 sezonuna kadar beklemek zorunda kaldılar…

1990-1994 arasında UEFA Kupasına katılma hakkını kazanan 8 İngiliz takımı ülke futboluna verilen ceza nedeniye katılamadı. 1990-91 sezonunda Tottenham Hotspur, Arsenal, Chelsea; 1991-92 sezonunda Crystal Palace, Sheffield Wednesday; 1992-93 sezonunda Arsenal, Manchester City; 1993-94 sezonunda Blackburn Rovers, Queens Park Rangers; 1994-95 sezonunda Leeds United UEFA Kupasına katılma fırsatından mahrum kaldılar.

***

1989 senesinde bir kez daha sarsıldı Ada futbolu…

İngilizler, tarihe “Hillsborough Faciası” olarak geçen Liverpool–Nottingham Forest maçında yaşananlardan sonra futbolda topyekûn değişime gitti. Hazırlanan “Taylor Raporu” doğrultusunda öncelikle ülkenin tüm profesyonel statları koltuklu hale getirilirken, holiganizm illetini temizleme adına ciddi cezalar getirdiler. Sonrasında, 1992 senesinde Premier Lig’in kurulmasıyla Avrupa’nın futbol yıldızları birer ikişer boy göstermeye başladı Ada takımlarında.

Yeniden dolarken tribunler, yükselişe geçti ülke futbolu. O dönemde ciddi sıkıntılar yaşayan kulüpler yeniden ayağa kalktı; üstelik temizlenmiş, yaşananlardan ders almış, en azından holiganizm illetinden arınmış olarak…

Evet, sıkıntılı zamanlar geçirdiler; evet, maddi anlamda ciddi kayıplara uğradılar ama bizim Başbakan’ın inandığı gibi ne futbol bitti, ne de ülkedeki futbol sevdası…

***

20 takımın Avrupa kupalarından men edildiği, kulüplerin maddi kayba uğradığı dönemde bile Başbakan Erdoğan’ın, “8 takım birden ligden düşerse ne olur, futbol biter!” cümlesi gibi bir cümle dökülmedi ağızlardan…

Ne UEFA’ya şirin görünmeye çalıştılar, ne “hakkımız yeniliyor” diyerek mızmızlandılar, ne de kendi koydukları kuralları inkâr edip değiştirmeye çalıştılar. Büyük-küçük ayrımı gözetmeden, olup biteni hasıraltı etmeye çalışmadan, UEFA’ya savaş açmadan, CAS’a, play-off komedisine başvurmadan cezalarını paşa paşa çekip, bedelini faiziyle birlikte ödediler.

Ve o karanlık dönemin ardından ülke futbolunda yeni bir sayfa açtılar, kaybettiklerini fazlasıya kazandılar…

Günümüzde Premier Lig’in değeri 3,4 milyar Euro’ya yaklaşıyorsa, bunu ülke futbolunun dibe vurduğu “holiganizm yılları”nda aldıkları radikal kararlara, ülke futbolunda gerçekleştirdikleri reformlara borçlular. Kaldı ki bugün Premier Lig’de bizdeki gibi bir şike skandalı patlak verse, İngiltere Futbol Federasyonu kurallar

neyse uygular ve hiçbir takımın gözünün yaşına bakmaz. Zira bizim aklımız fikrimiz parada, yayıncı kuruluşun mutlu olmasında, velhasıl her türlü şark kurnazlığında iken, onlar için önemli olan kurallar ve liglerinin marka değeridir.

Alın işte, bizim ligimizin üç İstanbullusu 1 milyar Euro’ya yakın borçla hiçbir yaptırım ile karşılaşmadan, üstelik devletin vergi affından yararlanıp her şey güllük gülistanlıkmış gibi devam edip giderken, uzaklarda İskoç devi Glasgow Rangers’ın yaşadıklarına bakın. Sahi, bizdeki üç takımdan birinin devlete olan vergi borcu yüzünden puanının silineceğini hayal edebiliyor musunuz?

O yüzden biz “Darağacında bile falanca takım” diye haykırırken, onlar darağacına giden yolda bile takımları değil her koşulda futbollarını korurlar… O yüzden onlar için her zaman önemli olan futbolun marka değeri, bizim için sadece bir temenniden ibarettir…

Meselenin özü, İngilizler o yıllarda başlarına bela olmuş “holiganizm”i temizleme adına kararlı adımlar atarken, biz şikenin su yüzüne çıktığı süreçte ısrarla pisliği halının altına süpürüp saklamaya çalıştık…

Ama o kadar pisliği saklayacak halı henüz dokunmamıştı. Haliyle saklamak da mümkün olmadı ve her şeyi elimize yüzümüze bulaştırdık…

O yüzden naçizane görüşüm, dışarıya karşı değilse bile en azından kendimize dürüst olalım…

Not: Gelecek hafta, Ada futbolu ile mukayese…

Ziya Adnan
15 Nisan 2012
Heysel

En genç nüfusuna sahipsin ama…

En genç nüfusuna sahipsin ama…

Uzaklardan…

Geçtiğimiz günlerde Özkan Sümer, Hürriyet Gazetesi2nde yazdı ülke futbolunda ıskalanan gençliği ve alt yapıları (“Özal’dan Erdoğan’a okullarda spor açmazı” – 27 Mart 2012).

Onun bıraktığı yerden devamla… 2008 sayımındaki nüfusu 51.446.000… Futbolun beşiği olarak bilinen, 1860’lardan beri futbolla haşır neşir ülkedeki tescilli futbol kulübü sayısı 40 binin üzerinde… Bu sayı Avrupa ülkelerindeki ortalamadan yaklaşık 11 bin daha fazla… Tescilli futbol kulübü sayısı ile İngiltere’ye en yakın ülke Brezilya ve oradaki kulüp sayısı 29.000…

7 milyonu yetişkin, 5 milyonu da okul çağındaki çocuklar olmak üzere, bünyesinde yaklaşık 12 milyon kayıtlı futbolcu barındıran ulkede futbol hayatın bir parçası. Kış aylarında olumsuz hava şartlarına rağmen ülkenin dört bir yanına yayılmış 45 bine yakın futbol sahasında top koşturan hemen her yaştaki futbol sevdalısı ülkenin futbola bakışını anlatır görmesini bilenlere. 27 bin hakemin görev aldığı liglerde, 30 binin üzerinde antrenör, 431 bin gönüllü antrenör hizmet veriyor. Futbolun beşiği olarak bilinen ülkede 13 bin tane de bayan antrenör var. 32 bin okulda görev yapan beden eğitimi öğretmeni sayısı 17 bin…

92 profesyonel futbol kulübünün bulunduğu İngiltere’de, 2.769 “UEFA A” ve “UEFA B” lisanslı antrenör bulunurken, bu sayı İspanya’da 23.995, İtalya’da 29.420 ve Almanya’da 34.790… Ükenin en büyük futbol vakfı “Football Foundation” (http://www.footballfoundation.org.uk) her sene 30 milyon Sterlin’i “Grassroots” futbola ayırırken, çok sevilen oyunun daha geniş kitlelere ve bilhassa çocuklar ve gençler arasında yayılmasını amaçlıyor. Her ne kadar “Grassroots”un Türkçe çevirisi ‘Çim kökü’ anlamına gelse de burada anlatılamak istenen futbolun kökü, alt yapılar, çocuklar, gençler…

2000 senesinin Haziran ayından günümüze 1.673 okulda futbol sahaları açan, bu süre içinde futbolla ilgili 2.707 projeye maddi destek sağlayan kuruluş, aynı zamanda gençleri kötü alışkanlıklardan uzak tutmaya çalışıyor.

Avrupa ülkelerindeki durum da pek farklı değil İngiltere’den. Özkan Sümer’in yazısında belirttiği gibi, 5 milyon nüfuslu Norveç’in 16 yaşından daha küçük olan futbolcularının sayısı, 75 milyon nüfuslu Türkiye’nin genel futbolcu sayısından daha fazla… Almanya’nın bayan futbolcu sayısı Türkiye’nin toplam futbolcu sayısının sekiz katı…

***

Neden mi yazdım bunları?

Hemen her fırsatta Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip olmakla övünen, 29 yaş altı genç sayısı yüzde 51 olan ülkemde, geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşmada Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Çok büyük spor yatırımlarına devam ettiklerini, 2012 yılında 18 yeni stadyum, 108’i sentetik çim olmak üzere 352 yeni tesis bitirmiş olacakları” müjdesini veriyor…

Ancak bahsi geçen genç nüfusa rağmen ülkenin bir UEFA Kupası, bir de Dünya Kupası üçüncülüğü dışında başka bir başarısı yok… Son 50 senede ay yıldızlı milli takımı izleyebildiğimiz tek kupa, 2002 senesinde katıldığımız Dünya Kupası… Avrupa arenalarında hemen her sezon yaşanan hüsranlara rağmen ülkenin futbol felsefesi değişmiyor. Değişen tek şey giderek borç batağına gömülen kulüplerimizin karanlık mali tablosu… Ülke futbolunun lokomotifi konumundaki üç İstanbul takımının borcu 1 milyar dolara yaklaşırken, Anadolu takımlarını da hesaba kattığınızda bu rakam 1,5 milyar doları buluyor. “Futbolun marka değeri” palavrasının arkasında Türk futbolunun ekonomik anlamda iflasa doğru sürüklendiğini çokları görmek istemiyor oysa…

Alın işte, geçtiğimiz sezonlarda har vurup harman savuran Beşiktaş’ın durumu… Geleceğin takımını yarattığını her fırsatta yineleyen Demirören, Futbol Federasyonu Başkanlığı koltuğuna otururken geride bıraktığı dev bir borç tablosu…

Ülke, futbola dair olup biteni bir çırpıda unutmaya, o berbat filmi her seferinde yeni başa sarmaya şartlanmışken, bazıları yabancı kısıtlamasının serbest kalması gibi bir garipliği, futbolumuzun kurtuluşu olacakmış gibi sunuyor önümüze. Bütün bu verilere, geçmişte yaşanmışlıklara rağmen, mali denetimden uzak kulüplerimiz her transfer sezonunda har vurup harman savurmaya devam ediyor.

Hani derler ya “Yıldızlar baktıkça çoğalırmış!” Ülke futbolundaki saçmalıklar dizisi de konuştukça çoğalıyor.

***

Kaderleri, bir sınavda doğru ya da yanlış yanıt verilmiş birkaç soruya bağlı milyonlarca genç kahve köşelerine mahkûm edilirken; 2006 ve 2007’de Terörle Mücadele Kanunu ve Türk Ceza Kanunundaki terör suçlarından 1.572 çocuk hakkında ağır cezalar istenen davalar açılmışken; açlık, yoksulluk, dayakla, itilmişlikle büyüyen çocuklar ülkesinde istikbalin gençlerin ellerinde kurulacağına inanmak hayli zor geliyor dogrusu… Tıpkı, ülke futbolunun, Avrupa arenalarında başrol oynayacağına inanmanın zor geldiği gibi…

Meselenin özünde, adının başına “altyapı” sözcüğü eklenmiş ama yapıdan başka her şeye benzeyen, futbolumuzun ücra köşesinde kalmış; göstermelik, çoklarınca önemsiz futbol okullarında, hikâyeleri hep yarım kalacak gençlerin izleri kalıyor geriye… Her sezon, kulüplerimiz milyonlarca dolar saçarken eloğullarına, aradan sıyrılmayı başarmış, şansı yaver gitmiş birkaçı kendini kurtarıyor…

Ülke futbolu, altyapılarını ve gençlerini hazin bir hikayenin en başından beri ıskalarken, her fırsatta Avrupa’nın en genç nesline sahip olduğumuz söylemi ne yazık ki siyaset malzemesi olmaktan öteye geçmiyor…

Hani derler ya “Yıldızlar baktıkça çoğalırmış!” Ülke futbolundaki saçmalıklar dizisi de konuştukça çoğalıyor…

Ziya Adnan
8 Nisan 2012
AltYapi

‘Dünya Derbisi’nin düşündürdükleri…

‘Dünya Derbisi’nin düşündürdükleri

Uzaklardan… 

Geçtiğimiz günlerde oynanan ve bizden başka hiçbir ülkede naklen yayınlanmayan “Dünya Derbisi”nin ardından yaşananlara bakıyorum. Derbi esnasında alnında kanla görüntülenen yardımcı antrenör, tribünden atılan ve kaşına isabet eden cisim ile yaralanan teknik direktör, sahaya atılan maddeler, sonrasında Ünal Aysal’ın sözleri, Ali Koç’un aynı nezakette(!) gecikmeyen cevabı… Bir derbi sonrasında daha atışmalar, tartışmalar, birbirinden temiz görünme çabaları…
Oysa yok birbirlerinden farkları. Neticede hepsi o bozuk sistemin ürünü. Ve o sistemden bir “Premier Lig” çıkmıyor ne yazık ki. Hele de tüm mesele üç takımı yüceltme amacına yönelikse… Alın işte, yaklaşan “Play-off” komedisi… Kuralları uygulamak yerine istifa etmeyi tercih etmiş bir federasyon başkanından geriye kalan, yayıncı kuruluşu mutlu etme adına bahar aylarında düzenlenecek yumurta kokulu köy festivali! Yerine gelenin durumu ise ondan daha hazin: Şikeye karıştığı iddia edilen bir takımın eski başkanı!
Alın size ülke futbolunun marka değeri; şaka gibi!
Oysa gönül isterdi ki, play-off ucubesi yerine Avrupa’nın görkemli futbol arenalarında boy göstersin ülke futbolunun büyük kulüpleri… Zaten “büyük” dediğin büyükler arasında boy gösteren değil miydi?
Gönül isterdi ki, ülke bayrağı Şampiyonlar Ligi’nde dalgalansın; UEFA Kupası’nda İngiliz, Alman, İspanyol, Portekiz takımlarının yanında bizden birileri de olsun. Ama gelin görün, varsa yoksa Türk’ün Türk’e masalı! Bizden başka kimsenin umursamadığı, maç sonunda futbol değil kişilerin ve olayların konuşulduğu, medya gazıyla patlayıncaya kadar şişirilmiş, yaralanana değil yara bandına takıldığımız başka bir derbi…
Ama şaşırmamak gerek, neticede izlediğimiz tüm sezonun iki maça bağlandığı, annemizin ligi!

***

Son tahlilde elde kalan, Ali Koç’un konuşması esnasında sıklıkla takıldığı, “Tribünlerde üç-beş kendini bilmezin yaptığı hareket kulübe mal edilemez!” cümlesi… Birilerinin Sayın Koç’a hatırlatması gerek, her takımın kendi stadının güvenliğinden sorumlu olduğunu ve meselenin “üç-beş kendini bilmez” sözü ile geçiştirilemeyeceğini.

Önümde, İngiltere’de House Of Commons tarafından düzenlenmiş ve Temmuz 2009’da yayınlanmış, Ada futbolunda maç günleri güvenlik önlemlerinin anlatıldığı “The Cost of Policing Football Matches”(Futbol maçlarının güvenlik maliyeti) başlıklı bir makale var. Özetle, futbol maçları ve büyük konserler gibi geniş katılımlı organizasyonlarda polis kadar organizasyonu düzenleyen kurumun da sorumluluğunun bulunduğu belirtilerek, o sorumluluğu yerine getirmeyenlere gerekli izinlerin verilmeyeceğinin altı çiziliyor. İngiltere’de oynanan futbol maçlarında her takımın kendi stat veya yakın çevresinde oluşacak olaylardan tümüyle sorumlu olduğu, 2007-2008 sezonunda Premier Lig’de oynanan maçlarda polis bütçesinden 3,2 milyon Sterlin ayrıldığı, ancak bunun büyük bölümünün kulüpler tarafından karşılandığı gerçeği de anlatılarak…
***
Arsenal örneği… 40.000 kombine biletli taraftara sahip olan Arsenal ve tribünler ile taraftarların tellerle ayrılmadığı Emirates Stadı… Maç günleri, polisin yanı sıra özel güvenlik güçlerince emniyeti sağlanan statta, “CCTV” (kapalı devre kamera sistemi) kullanılır ve güvenliği tehdit eden taraftarlar anında tespit edilerek stat dışına çıkartılır. Ayrıca Arsenal FC, bu taraftarlar hakkında uzun süreli ve gerekli durumlarda ömür boyu men cezası uygulamaktadır. Her 250 taraftar için bir “Steward” (özel güvenlik görevlisi), maçın kategorisine göre de değişik sayıda polis görev yapmaktadır. “Kategori A” maçları riski düşük maçlar olarak belirlenmiş olup, yüksek risk taşıyan “Kategori C” maçlarında daha fazla sayıda polis görev yapar. Manchester derbisi veya iki kuzey Londra takımı arasında oynanan Arsenal–Tottenham maçları yüksek riskli maç olarak kabul edilir. Bu maçlarda güvenlik önlemleri üst düzeydedir. Kulüpler, emniyet güçleri ile işbirliği yaparak olası olaylara karşı önlemlerini alırlar.
Kadınlar ve çocuklarla dolu tribünler… Ceza bunun neresinde?
Derbiden sonra gazetelerde yazılanlara bakıyorum: “Fenerbahçe’ye ceza yolda!”. Kim bilir kaçıncı kez! Oysa ceza dediğin caydırıcı olmalı. Ceza dediğin ses getirmeli. Cezalandırılan kulüp, gelecekte aynı cezayla karşılaşmamak için önlemler almalı; stadında yaşanması muhtemel olaylara karşı çözümler üretmeli. Ceza dediğin göstermelik değil, gerektiğinde radikal olmalı, can yakmalı! Aynı sezonda aynı eylem defalarca tekrar ediliyorsa, verilen ceza göstermelik olmaktan öteye geçmiyor ne yazık ki.
Kadınlar ve çocuklarla dolu tribünler… Onlara ikinci sınıf taraftar gözüyle bakanların icat ettiği ucube bir çözüm aslında. Çözüm bile denemez, düpedüz kadınlara ve çocuklara hakaret! Üstüne cinsel ayrımcılık! Bakın, falanca takım bu maçta cezalı, “kemik taraftarlar” stada alınmayacağı için, bugün sizler gelebilirsiniz! Bu mudur yani ülke futbolunun marka değeri?
Velhasıl, medya gazıyla patlama noktasına kadar şişirilmiş, toz duman derbi balonu için söylenmesi gereken en önemli cümle şu olmalıdır: “Her kulüp kendi stadındaki güvenlikten sorumludur ve bu yükümlülüğü yerine getiremeyen kulüpler puan silme cezası karşılaşacaktır!”
Bunu hayata geçiremediğiniz sürece daha nice toz duman derbiler yaşanacaktır ülke futbolunda. Haliyle sahada oynanan futbolun kalitesi değil yalnızca kişiler konuşulacaktır. Artık anlayın, dibe vurmuş ülke futbolunun marka değerini yükseltmek için radikal kararlar almak gerektiğini!
Ama bilirim, gücün ve paranın kayıtsız şartsız egemen, hukukun gücünün değil, gücün hukukunun her daim geçerli olduğu, kurallarını bile uygulamaktan aciz bir düzende her şey o “Dünya Derbisi” kadar yalandır…
Ziya Adnan
1 Nisan 2012
DunyaDerbisi

Muamba’dan Azrail’e şık bir çalım…

Muamba’dan Azrail’e şık bir çalım

Uzaklardan… 

Sahada ayaktaki futbolcu, yerde hareketsiz yatan rakibine endişe dolu gözlerle bakıyordu. Az önce futbol gürültüsünün hâkim olduğu o koca stat bir anda sessizliğe bürünmüş, tüm gözler ilk yardım ekibinin hayata döndürmeye çalıştığı yerde yatan genç futbolcuya kilitlenmişti. Kupa maçının 41. dakikasında topun ve rakibin yakınında olmadığı bir pozisyonda fenalaşmış ve yığılmıştı olduğu yere. Artık nefes almıyordu. Sahadaki futbolcular şaşkın, çaresiz gözlerle ilk yardım ekibine bakıyor; o gün o kara kupa maçında stadı dolduranlar bekledikleri bir futbol şöleni yerine, ölümün en soğuk haline, genç bir futbolcunun yaşam ile ölüm arasındaki mücadelesine tanıklık ediyorlardı. Eğer yaşıyor olsaydı, “Futbol bir hayat memat meselesi değildir, ondan çok ama çok daha önemlidir!” diyen futbol efsanesi bile herhalde pişman olurdu o cümlesinden…
Çünkü hiçbir şey yaşamdan daha önemli değildi aslında; o çok sevdiğimiz futbol bile… O gün, sakin, sıradan bir kupa maçında yaşananlar bir kez daha hatırlattı o gerçeği…

***

Yaşadığı çaresizlik karşısında daha fazla dayanamadı ayaktaki futbolcu, elleriyle ağlamaklı yüzünü kapadı. Küçük yaşlardan beri tanıdığı arkadaşının ölümü hatırlatan hali onu fena sarsmıştı. Çocukluk yıllarında yolları doğu Londra’nın göçmenler mahallesi olarak bilinen Walthamstow’un yeşil sahalarında kesişmişti. 6 Nisan 1988 tarihinde Kongo’da dünyaya gelmişti arkadaşı ve 14 bin kişinin hayatını kaybettiği iki iç savaş sonrasında mülteci olarak İngiltere’ye sığınan ailesi ile birlikte, henüz 11 yaşında dilini bile bilmediği bir ülkede yeni bir hayata başlamıştı. Futbola olan düşkünlüğü ve yeteneği ile kısa sürede, öğrencilerinden yüzde altmışının ana dilinin İngilizce olmadığı okulu Kelmscoot School’un takımında yer almaya başlarken Arsenal’ın “scoutları” tarafından beğeniliyor; 2002 senesinde henüz 14 yaşında kuzey Londra kulübünün genç takımlarına katılıyordu. 2005 senesinin Ekim ayında Arsenal takımıyla profesyonel sözleşme imzaladığında İngiltere Ulusal Takımı’nın minik ve genç takımlarında forma giymiş; geleceği parlak bir orta saha oyuncusu olarak adını duyurmuştu. Arsenal’deki ilk maçına Lig Kupası’nda, 25 Ekim 2005 tarihinde Sunderland’ın Stadium Of Light Stadı’nda, 47.000 taraftar önünde çıktı.

Ancak o dönemde Ada futbolunun en iyi orta saha futbolcularından kurulu bir takımdı Arsenal ve genç futbolcu o takımda kendine yer bulmakta zorlandı. 2006 senesinin Ağustos ayında bir alt lig Championship’te yer alan Birmingham City takımına bir sezonluğuna kiralandı. İlk zamanlarında takıma uyum sağlamakta zorlanırken, Arsenal’ın eski kaptanı Patrick Viera’yı andıran fiziği ve mücadeleci yapısıyla kısa sürede takımda ilk 11’de yer bulmaya başladı. O sezonun sonunda Birmingham City taraftarlarınca “sezonun iyi genç futbolcusu” seçilmişti.
11 Mayıs 2007 tarihinde Birmingham City, Arsenal’den kiralık gelen futbolcunun bonservisini kulübünden 4 milyon Sterlin karşılığında alıyor; genç futbolcuyla üç senelik anlaşma imzalıyordu. Takımının 4-2 kaybettiği Portsmouth maçında ilk golünü atarken, 2007-2008 sezonunda 37 maçta forma giydi. O sezonun sonunda Birmingham bir kez daha Premier Lig’den düşmüş, değerli futbolcularını elden çıkarmaya başlamıştı. 2008 senesinin Haziran ayında, 5 milyon Sterlin karşılığında Bolton Wonderers’a transfer olurken, bir defansif orta saha oyuncusu olarak yeni takımıyla çıktığı maçlarda göz dolduruyor; ilk golünü 13 Mart 2010 tarihinde Wigan Athletic karşısında kaydediyordu. Bolton’un yerel gazetesi Bolton News tarafından “sezonun en iyi futbolcusu” seçilirken, 2010 senesinin Ağustos ayında takımıyla dört senelik anlaşma imzalıyordu.

Yakın geçmişte kendisiyle yapılan bir söyleşide, “Futbolcu olmasaydım, muhasebe uzmanı olmak isterdim” diyen futbolcu, bu rüyasını gerçekleştirme adına üniversiteye de başlamıştı.

***
Takvim yaprakları 17 Mart 2012’yi gösterirken, güneşli bir günde takımının kuzey Londra’da Tottenham Hotspurs’e karşı oynadığı Federasyon Kupası maçının 41. dakikasında kalp krizi geçirdi futbolcu. Şoka giren iki takım futbolcularının çaresiz bakışları arasında yardıma gelen ekibin içinde, o gün tribünde olan ülkenin en iyi kalp cerrahlarından Dr. Andrew Deaner de sahaya atlayarak ilk yardım ekibine katıldı. Onun yönlendirmesiyle şehrin en bilindik hastanelerinden London Chest Hospital’a kaldırılan futbolcuya ambulansta, Bolton teknik direktörü Owen Coyle ve takım kaptanı Kevin Davies eşlik ediyordu.
***
2003 senesin Haziran ayında Kamerun Ulusal Takımı’nın Kolombiya karşısında oynadığı maçta kalp krizi geçirerek aramızdan ayrılan Marc Vivien Foe, 2004 senesinde Benfica formasıya çıktığı maçta kalp krizi geçirerek ölen Macar Miklos Feher, 2007 senesinde İskoçya liginde oynanan maç esnasında fenalaşan ve kaldırıldığı hastanede hayatını kaybeden Motherwell kaptanı Phil O’Donnell… Fabrice Muamba’nın yaşam mücadelesi verdiği anlarda, kaderinin, geçmiş yıllarda yeşil sahalarda kalp krizi geçirerek aramızdan ayrılmışlara benzememesini diliyordu tüm ülke…
Sosyal paylaşım sitelerinde hakkında yazılmış iyi dilek mesajlarının içinde, Fabrice Muamba ile iki sezon birlikte top koşturmuş eski takım arkadaşı Robin Van Persie’nin cümlesi göze çarpıyordu:
“Çok üzgünüm!” diyordu Arsenallı futbolcu ve ekliyordu;
“Fabrice… Her zaman gülümseyen arkadaşım… Umarım yeniden gülümsersin bizlere…”
Ziya Adnan
25 Mart  2012
Muamba

Dilediği zaman gol atar!

Dilediği zaman gol atar!

Uzaklardan… 

2006 senesinin güneşli bir Temmuz gününde Kuzey Londra’nın görkemli Emirates Stadı’nı dolduranlar, unutulmaz 10 numarayı son kez izleme adına oradaydı. Futbol kariyerini noktaladığı Arsenal, ilk takımı Ajax karşısında sahne alırken, o gün o jübile maçında sahada kimler yoktu ki… Thierry Henry, Ian Wright, Emmanuel Petit, Patrick Vieira, Marc Overmars, Jaap Stam, Marco van Basten ve hatta son 10 dakikada oyuna giren Johan Cruyff…

11 senelik Arsenal kariyerinde 423 maça çıkmış olan Hollandalı, o gün 60 bin taraftarın önünde yeşil sahalara veda etti. Arsenal formasıyla kaydettiği 120 gol dev ekranda yeniden gösterilirken buruk bir hüzün kaplamıştı o futbol mabedini. Bir jübile maçına gösterilen büyük ilgi ona duyulan saygıyı anlatıyordu. Zaten böylesine bir veda, kaç futbolcuya nasip olurdu ki?

***

“Buz adam” Bergkamp’in yeşil sahalara veda ettiği günlerde, onun varisi olarak gösterilen genç Hollandalı bazen ilk 11’de, bazen de rezerve takımıyla çıktığı maçlarda adından sıklıkla söz ettiriyordu. 6 Ağustos 1983 Rotterdam doğumlu forvet oyuncusu, futbola SBV Excelsior takımının miniklerinde başlamış, ancak ilerleyen zamanlarda antrenörü Jamie McCulloch ile yaşadığı sorunlar nedeniyle Hollanda’nın köklü takımı Feyenoord’a geçiş yapmıştı. Henüz 17 yaşında, Feyenoord’un ilk 11’inde yer almaya başlarken ilk sezonunda 15 maça çıkıyor, 2001-2002 sezonunun sonunda ülkesinde “Yılın Genç Futbolcusu” ödülünü kazanıyordu.

Bir sonraki sezonda üç senelik profesyonel sözleşmeye imza atarken, takımının AGOVV’u 6-1 ile geçtiği kupa maçında 5 gol atıyordu. Ancak burada da teknik direktörü Bert van Marwijk ile sorunlar yaşayan forvet, 2002 yılındaki UEFA Süper Kupa finali öncesinde Real Madrid’e karşı forma giyme şansı bulamadan kadro dışı kalıyordu. O sezon sadece 28 maçta oynayabilirken 8 gol kaydediyor, takımı Hollanda Kupasını finalde kaybediyordu.

Takımda yaşadığı sorunlar nedeniyle adı uyumsuza çıkmış, Feyenoord teknik heyeti takımdan gönderilmesine karar vermişti. Ancak geçmişte yaşadığı disiplin sorunları nedeniyle kendisine bir türlü kulüp bulamıyordu. İmdadına 17 Mayıs 2004 tarihinde Arsene Wenger yetişirken, Hollandalı 2,75 milyon Sterlin karşılığında Arsenal’a transfer oluyor, kuzey Londra takımı ilk pazarlıkta istenen 5 milyon Sterlin’lik bonservis bedelini neredeyse yarıya indiriyordu. Önceki sezonlarda Thierry Henry adında bir sol açıktan müthiş bir forvet yaratan Fransız teknik direktör, bu kez 21 yaşındaki sol kanat oyuncusunu takıma kazandırıyordu. O sezonun Ocak ayında Ispanyol José Antonio Reyes de takıma katılırken, forvet hattındaki rekabet fena kızışmıştı.

***

Hollandalı futbolcu Arsenal formasıyla ilk maçına 8 Ağustos 2004 tarihinde sezonun açılış maçında, Community Shield kupasında Manchester United karşısında çıktı ve Arsenal o maçı 3-1 kazandı. İlk kez sahaya çıktığı takımıyla kupa kazanan forvet 2004-2005 sezonunun büyük bölümünü yedek kulubesinde geçiriyor; 27 Ekim 2004 tarihinde bir Lig Kupası maçında Manchester City’e karşı forma giyiyordu. Arsenal o maçı 2-1 kazanırken, takımının gollerinden biri onun ayağından gelmişti. 2006 senesinin soğuk bir Şubat akşamında oynanan maçta, Southampton takımının sol beki Graeme Le Saux’a yaptığı kasıtlı faul nedeniyle kırmızı kart gördüğünde, saha kenarındaki teknik direktörü Wenger’in kızgınlığı yüzünden okunuyordu.

Ertesi günün spor sayfalarında, o maçı anlatan “The Telegraph” gazetesi yazarı, genç futbolcuyu “21 yaşında ama sahada 9 yaşındaki çocuk gibi davranıyor!” cümlesiyle manşetlere taşımıştı… O maçtan sonra bir süre yedek kulübesine mahkûm olan golcü, Thierry Henry’nin sakatlanmasıyla yeniden forma şansı buluyor; Arsenal’ın Blackburn Rovers’ı elediği Federasyon Kupası maçında takımının iki golü onun ayağından geliyordu. O sezon forma giydiği 41 maçta 10 gol kaydedecekti.

2005-2006 sezonuna iyi başlayan forvet, 8 maçta 8 gol kaydederken Kasım ayının en iyi futbolcusu seçiliyor, o senenin Ocak ayında kulübü sözleşmesini 2011 senesine kadar uzatıyordu. O sözleşmeden kısa süre sonra, Cardiff’e karşı oynanan Federasyon Kupası maçında ayak parmağı kırılan golcü uzun süre sahalardan uzak kalacak, Mayıs ayında Arsenal’ın Barca’ya 2-1 yenildiği Şampiyonlar Ligi finalini yedek kulübesinden izleyecekti.

2006-2007 sezonunun başında, Londra derbisinde Charlton Athletic’e attığı mükemmel gol sezonun en iyi gollerinden biri olarak istatistiklere geçerken, Ocak ayında Manchester United’a karşı oynanan maçta bir kez sakatlanıyor; sezonu 13 golle kapatıyordu. Sakatlıklarla boğuştuğu zamanlarda düzenli olarak forma giyememesine rağmen, Arsenal’in en golcü futbolcusu olarak dikkatleri çekiyordu.

***

Premier Ligde unutulmaz izler bırakmış Henry’nin, Barca’ya transferinden sonra Wenger’in gol yollarındaki ilk tercihi haline gelen forvet 2007-2008 sezonuna iyi başlıyor ve 10 maçta 7 gol kaydediyordu. Ancak bu kez de Hollanda Ulusal Takımı’yla çıktığı maçta sakatlanacak ve sahalardan iki ay uzak kalacaktı. Sezonun geri kalanında ara ara forma giyse de sakatlıklar yakasını bırakmayacaktı.

 

2008-2009 sezonuna iyi başlayan golcü, 4-4 biten Londra derbisinde Tottenham’a karşı Arsenal kariyerinin 50. golünü kaydediyor, o sezonu 20 golle tamamlıyordu. Bu onun Arsenal’de geçirdiği en verimli sezon olurken, Arsenal taraftarları tarafından da sezonun en iyi futbolcusu seçilmişti.2010-2011 sezonuna Arsenal’ın efsane ismi Dennis Bergkamp’ın 10 numaralı formasını giyerek başlarken, ligi en golcü futbolcu sıralamasında Carlos Tévez ve Dimitar Berbatov’un ardından 3. sırada tamamlıyor, “Altın Ayakkabı” ödülünü kıl payı kaçırıyordu.

***

Bu sezonun başında, Cesc Fabregas’ın Barca’ya transferinden sonra kaptanlığı devralırken, Ağustos ayında Udinise’ye karşı oynanan Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında sezonun ilk golünü kaydediyor, 24 Eylül 2011 tarihinde Bolton Wonderers’a iki gol atarak Premier Lig’de 100. golünü kutluyordu. O gün kulüp tarihinde 100 gol atmış 17. futbolcu olarak adı Arsenal unutulmazlarının arasına yazıldı.

Ekim ayının son günlerinde Stamford Bridge Stadı’nda Chelsea ile oynanan ve nefesleri kesen maçta bir kez daha üçleme yaparken, Arsenal taraftarları Bergkamp’in izinden yürüyen, 2011’de forma giydiği 28 maçta 27 gol kaydeden golcüyü alkışlıyordu. Premier Lig tarihinde sadece dört Hollandalı futbolcunun 50 gol barajını aştığı zamanlarda artık o da elit golcüler arasındaydı.

Sezon başında Samir Nasri ve Cesc Fabregas gibi iki yıldızını kaybeden Arsene Wenger, yeni sözleşme imzalamaya şimdilik gönüllü görünmeyen Hollandalı futbolcuyu kalması konusunda ikna edebilir mi bilinmez ama onun oynadığı maçlarda Arsenal’in futbolseverlere keyif verdiği de bir gerçek.

Robin Van Persie, Ada futbolunun yükselen Hollandalı yıldızı… Geçtiğimiz sezondan bugüne kadar oynadığı 45 lig maçında kaydettiği gol sayısı 44… Bugünlerde maç günleri onun adına söylenen tezahürat yankılanıyor Emirates semalarında:

“Robin Van Persie – He scores when he wants!” (Dilediği zaman gol atar!)

Ziya Adnan
18 Mart 2012
RVP