Romantik Bir Futbol Hikâyesi: AFC Wimbledon…

Romantik Bir Futbol Hikâyesi: AFC Wimbledon…

Uzaklardan…

Yakın geçmişte yazmıştım, Ada futbolunda 80’li ve 90’lı yıllarda ses getirmiş ama pek sevilmemiş, bilhassa büyük takımlara karşı aldığı başarılı sonuçlarla futbolseveri şaşırtmış o mimli takımın hikâyesini, nam-ı diğer “Deliler Çetesi”ni…

Uzun seneler futbolun görünmez köşesinde, amatör kümelerde mücadele ettikten sonra, 1977 senesinde profesyonel liglere adım atmış, dört sezonda dört küme atlayarak ülkenin en üst liginde mücadele etmiş, ilerleyen zamanlarda rakiplerinin korkulu rüyası haline gelmiş o takımın adı “Wimbledon FC” idi.

1988 senesinde oynanan Federasyon Kupası finalinde, dönemin en iyi takımı Liverpool’u 1–0 yenerek kupayı müzesine götüren takım, zamanla maddi sorunlar, ilgisizlik, köklerinin derin olmayışı, ama en önemlisi takımda iz bırakmış futbolcularını birer ikişer kaybetmiş olması nedeniye giderek geriledi ve 14 Mayıs 2000’de, o unutulmaz kupa zaferinin 12. yıldönümünde Premier Lige veda etti.

Küme düşmesine rağmen dönemin bilinen teknik direktörü Terry Burton ile yollarını ayırmayan sarı-lacivertliler, 2000–2001 ve 2001–2002 sezonlarında Play-Off maçlarına katılma şansını son haftalarda kaybetti. 2001 sezonunun sonunda Burton’un görevine son veren kulüp yönetimi, o senenin Ağustos ayında tarihi bir kararla Wimbledon FC’yi, Londra’nın dışına, Milton Keynes kasabasına taşıma kararı aldı ve gerekli izinler için federasyona başvurdu. 28 Mayıs 2002’de, İngiltere Futbol Federasyonu, bu değişime izin verdi. Ancak taraftarların büyük bölümü Wimbledon semtinden asla ayrılmayacaklarını, kulübün köklerinin bu semtte olduğunu, tarihe ihanet etmeyeceklerini açıklayarak, kendi kulüplerini kurma kararı aldı.

Kısa sürede Milton Keynes’e taşınan kulüp “MK Dons” adını alırken, bu oluşuma katılmayan taraftarlar, AFC Wimbledon’ı kurdular. Oluşumun başında, 1967 doğumlu muhasebe uzmanı ve çocukluğundan beri takıma gönül vermiş Kris Stewart vardı.

***

Ancak yeni bir takım kurmak o kadar da kolay değildi. Kadroda yer alacak futbolcuları bulmak için, 2002 senesinin Haziran ayında Wimbledon semtinin parkında üç günlük seçmeler gerçekleştiren AFC Wimbledon, ilk hazırlık maçını 4.657 taraftar önünde oynarken, Sutton United karşısında sahadan dört farklı yenilgi ile ayrıldı. Geleneklerini amatör kümelerde sürdürmeye kararlı olan takım, Wimbledon’un renklerinden vazgeçmemişti. O takıma gönül verenler, bir zamanlar Premier Lig’de izledikleri sarı-lacivertlileri, bundan sonra amatör kümelerde izleyecek olmalarına rağmen hallerinden memnun görünüyorlardı.

Sarı-lacivertliler, alt amatör kümelerdeki ilk sezonunda, ilk teknik direktörleri Terry Eames önderliğinde son 11 maçını kazanarak ligi üçüncü sırada bitirdi. Bir üst kümeye terfi etme şansını kaybetmişti ama o sezon ortalama 3.000 taraftara oynamış olması kayda değerdi. İşin ilginç yanı, eski kulüp Wimbledon FC o sezon Premier Lig’in bir alt liginde mücadele etmesine rağmen, AFC Wimbledon’un ortalama taraftar sayısını yakalayamadı.

***

2003-2004 sezonuna fırtına gibi giren AFC Wimbledon, ligde oynadığı ilk 21 maçını kazanarak dikkatleri üzerine çekti. Sezonun ilk beraberliğini 10 Ocak 2004 tarihinde alırken, bir önceki sezonun sonunda yakaladığı galibiyet serisini 32 maça çıkarmıştı.

O sezon Combined Counties Ligi’ni şampiyon olarak bitiren AFC Wimbledon, bir üst amatör küme olan Isthmian League First Division’da oynamaya hak kazandı. Sonraki sezona Dave Anderson’un teknik direktörlüğünde başlarken, çok başarılı maçlar çıkararak sezonu açık ara şampiyon olarak bitirdi ve Amatör Premier kümede oynamaya hak kazandı. O dönemde oynadığı 78 lig maçını yenilgisiz olarak kapatan takım, ilk kez ülkenin önemli kupası olan Federasyon Kupası ön elemelerine katıldı ve üçüncü tura kadar yükseldi.

2007–2008 sezonunda Conference South Ligi’ne terfi eden sarı-lacivertliler, bir sonraki sezonu şampiyon olarak bitirirken, geride bıraktığı yedi sezonda dört kez ilk iki takım arasına girmeyi başarmıştı.

***

Bu yazının yazıldığı saatlerde, Ada futbolunun en üst amatör ligi olan 24 takımlı Blue Square Premier’de lider Crawley’nin ardından ikinci sırada yer alan AFC Wimbledon, oynadığı 28 maçta 55 puan topladı. Maçlarını 5.000 seyirci kapasiteli Kingsmeadow Stadı’nda oynayan takım profesyonel futbol liglerine adım adım yaklaşıyor.

Geçtiğimiz günlerde, tesadüfen bir maçlarını izleme fırsatı bulduğum sarı-lacivertli takımı izlerken, uzaklarda bir türlü huzuru bulamayan sarı-lacivert sevdamı düşündüm. Ah Ankaragücü! Nicedir, bölünmüş tribün gruplarıyla, yönetimlerle olan atışmalarıyla, rant kavgalarıyla özünü, ruhunu, kimliğini kaybetmiş Başkent’in sarı-lacivertli takımı bir zamanlar “Kupa Beyi” olarak anılırdı. Şimdilerde ise ne beylik kaldı, ne kupa! Oysa her şey çok farklı olabilirdi, bunca pespayeliğin içinde gırtlağımıza kadar batmamış olsaydık…

Çok mu zordu, takımlarının geçmişine sahip çıkma, özünü yitirmeme adına AFC Wimbledon taraftarlarının yaptığını futbolumuzda hayata geçirmek? Çok mu zordu, bunca rezilliğe sırtını çevirip, Türk futbolunda bir ilki gerçekleştirerek yeni bir kulüp kurmak ve amatör kümelerin en altından başlamak? Çok mu zordu, mesela “Ankara Taraftarlargücü” adı altında toplanmak? Her şeye yeniden başlamak, temiz bir sayfa açmak, güzel olmaz mıydı?

İnanıyorum ki böylesi onurlu bir duruşa, Ankaragücü adını duymaktan haz almayanlar bile yarın kendi kulüplerinin başına böyle bir felaketin gelmesinden korkanlara öncülük etme adına alkış tutardı. O dik duruş için en azından… Haris ve sevilmeyen bir Belediye Başkanı’na el açmadıkları için en azından… Başkan’ın adamı değil, takımın sevdalısı olduklarını haykırdıkları için en azından… Kimselere minnet etmedikleri, o takımı karşılıksız sevdikleri için en azından…

•••

Kupadan elendiği günün ertesinde, koyu Ankaragüçlü bir arkadaşın yazdığı satırları okudum paylaşım sitelerinin birinde. 9 yaşındaki oğlu, “Baba şimdi biz kupada yok muyuz artık?” diye soruyordu. Cevap verememişti arkadaşım, üzüntüsünü gizleyerek.

Son dönemlerde harcanan onca paraya rağmen beklenen başarı bir türlü gelmiyordu Ankaragücü’nde. Bunca kaybolmuşluğun içinde başarı beklemek de hayalden öteye geçemezdi zaten. Ummak ve beklemekle geçen bir ömürde alışmıştık her türlü pespayeliğe. O yüzden, saygı duydum, amatör kümelerde başı dik, onuru ile aslanlar gibi mücadele eden AFC Wimbledon takımının özünden ve ruhundan asla taviz vermeyişine…

Keşke benim sarı-lacivertli takımım da o romantik futbol hikâyesinin kahramanı, AFC Wimbledon kadar olabilseydi!

İşte o zaman, takımımı 19 Mayıs Stadı’nın dış sahalarında bile coşkuyla izler; avuçlarım patlayıncaya kadar alkışlardım!

Ziya Adnan

6 Şubat 2011
AFCWimbledon

Ada futbolunun kalabalık takımı: Leeds United FC…

Ada futbolunun kalabalık takımı: Leeds United FC…

Uzaklardan…

Here we go with Leeds United
We’re gonna give the boys a hand
Stand up and sing for Leeds United
They are the greatest in the land…Ocak 2011… Cumartesi…Soğuk bir Londra sabahında, kuzey Londra’nın Finsbury Park tren istasyonu… Öğle saatlerinde başlayacak Federasyon Kupası 4. tur maçında evsahibi Arsenal, bir zamanlar Premier Lige renk katmış Leeds United karşısında… Trende, yanımda oturan orta yaşlardaki Leeds United taraftarı sitemkâr cümlelerle bu maç için kulübün Arsenal’den 14 bin bilet talep ettiğini, ancak kendilerine yalnızca 9 bin bilet ayrıldığını anlatıyor. Kırk binin üzerinde kombine biletli taraftara sahip Arsenal’in, deplasman takımının taraftarlarına ancak yüzde onluk kontenjan ayırabildiğini, Altmış bin kişilik Emirates Stadı’nın her maçta dolduğunu, bunun da deplasman takımları için sıkıntı yarattığını anlatıyorum. Az da olsa hak veriyor.

Emirates Stadı’nı daha önce hiç görmediğini, böyle görkemli bir statta maç izlediğimiz için ne kadar şanslı olduğumuzu vurguluyor. Kendi kulübünün yönetiminden memnun olmadığı aşikâr! “Ah Ken Bates!” diyor. Nicedir unutmuşum o ismi. Taraftarı müşteri olarak gören zihniyetin gerçek temsilcisi… Bir zamanlar Chelsea’nin başkanlığını yapmış, Abramovich’in gelmesiyle koltuğundan olmuş, şimdilerde Leeds United’ın başkanlığını yapan 1931 doğumlu İngiliz işadamı. 1982 senesinden 2003’e kadar başkanlığını yaptığı Chelsea’de sivri açıklamaları ile tanınmıştı. 1982 senesinde, borç batağındaki, Chelsea’yi 1 Sterlin karşılığında satın aldığında batı Londra takımı üçüncü lige düşmenin eşiğindeydi. Parasal anlamda kulübü düzlüğe çıkarmış olsa da taraftarlar ile arası hiç barışmadı. Başkanlık yaptığı 21 senede 9 teknik direktörle çalışırken, o senelerdeki hırçın demeçleri ile manşetlerden hiç düşmezdi. Ada futbolunda holiganizm illetinin yükselişte olduğu zamanlarda, Stamford Bridge Stadı’na elektrikli tel dikme önerisini gündeme getirmiş, ancak o dönemki Londra Belediye Başkanı tarafından kabul görmemişti. Diğer takım yönetimleri ile sürekli atışan Bates, 2000 senesinde Federasyon Kupası finaline yükselen Aston Villa için, “iki kuruşluk takım” tanımlamasını kullanınca iki takım arasındaki ipler hayli gerilmişti.

Onun başkanlık dönemi, güzel ve yalnız ülkemde sürekli hırçın halleri nedeniyle eleştirilen, pazarlama alanında başarılı, sportif alanda hayli başarısız takımın başkanını hatırlattı.

***

Sohbete devam ediyoruz Leeds United taraftarı ile. Emirates Stadı’nın ortalama sezonluk bilet fiyatlarını soruyor. Söylüyorum. Premier Ligde ve Şampiyonlar Liginde yer almadıkları halde takımının kombine biletinin pahalı oluşundan yakınıyor; üstelik gelecek sezonunun sezonluk biletini Ocak ayında almaları gerektiğinin altını çizerek. Leeds United’ın kombine bilet fiyatının Arsenal’e yakın olmasına şaşırıyorum. Ah Ken Bates! İngiltere’deki yüksek vergi oranı yüzünden Ada’da yaşamayan, senenin dokuz ayını Monaco’da geçiren seksenine merdiven dayamış işadamı…

***
Leeds United FC…

Kuruluşu 1919 senesine dayanan, günümüzde maçlarını 39,460 kapasiteli Elland Road Stadı’nda oynayan, üçüncü ligde oynadığı dönemlerde bile stadını her maçta dolduran sarı-lacivert sevdaların takımı…

Geçenlerde futbolseverler arasında yapılan bir ankette, Ada futbolunda en çok taraftarı olan dördüncü takım olduğu yazılmıştı. 1990’lı ve 2000’li senelerde Ada futbolunda önemli bir yere sahipken, düştüğü borç batağı yüzünden kısa sürede elindeki yıldız futbolcuları çıkarmak zorunda kalan, 2003–2004 sezonunda Premier Ligden, 2006–2007 sezonunun sonunda üçüncü lige düşen eskinin şampiyonu. Kötü yönetimlere bağlı olarak 2004 senesinin güz aylarında önce antrenman sahasını, sonra stadını satmak zorunda kalmış, aynı sene 10 milyon Sterlin karşılığında Ken Bates’e satılmıştı. O takımın formasını giymiş yıldız futbolcular arasında kimler yoktu ki: Gordon Strachan, Eric Cantona, Harry Kewell, Jimmy Floyd Hasselbaink, Rio Ferdinand, Robbie Keane, Mark Viduka, Jonathan Woodgate ve diğerleri…

1998–2002 seneleri arasında David O’Leary’nin teknik direktörlüğünde Premier Ligi her sezon ilk beş arasında bitiren takım, 2001 senesinde oynanan Şampiyonlar Ligi yarı finalini Valencia karşısında kaybederken, o mağlubiyet kara günlerin habercisi olacaktı. Dönemin başkanı Peter Ridsale, yüksek faiz karşılığında bankalardan yüksek miktarda borç alıyor, Liverpool’un golcüsü Robbie Fowler’ı ve Seth Johnson’u yüksek transfer ücretleri karşılığında kadrosuna katıyordu. Tüm hesaplar Şampiyonlar Ligine katılma üzerine yapılmıştı. Ancak o sezon takım ligi Newcastle United’ın ardından 5. sırada bitirecek, Şampiyonlar Ligi gelirinden mahrum kalacaktı. Evdeki hesap çarşıya uymayınca, kulübe sıcak para bulabilme adına Rio Ferdinand Manchester United’a satılırken, yıldız futbolcusunun gidişini kabullenemeyen O’Leary takımdan ayrılıyor, yerine bir zamanlar İngiltere Milli takımını çalıştırmış Terry Venables geliyordu.

Ancak Ridsdale’in teminatlarına rağmen yıldız futbolcular birer ikişer takımdan koparken, Venables başkana verdiği sözleri hatırlatıyor, aralarındaki sürtüşme Venables’ın görevden ayrılması ile son buluyordu. Teknik direktörlük görevine Peter Reid getirilirken, Risdale koltuğu bırakıyor, yerine Profesör John McKenzie geliyordu. Ancak o da kalıcı olamadı. 2003–2004 sezonunda, 14 senelik Premier Lig serüveni son bulurken, sarı-lacivertli takıma gönül vermişlerin gözyaşları arasında Leeds United ligden düştü.

Ancak kötü gidiş son bulmamıştı. Bütçesindeki açık nedeniyle 15 puanı silinen, kayyuma devredilme tehlikesi yaşayan takım o sezon sonunda üçüncü lige düştü.

***

Üç sezon üçüncü ligde mücadele ettikten sonra, 2009–2010 sezonunu ikinci sırada bitirerek tekrar Championship’e döndü Leeds United. Bu yazının yazıldığı saatlerde, ligde 5. sırada bulunan Leeds, her ne kadar Federasyon Kupasına kendi evinde oynadığı Arsenal maçında havlu atmış olsa da, Premier Lige dönmenin hesaplarını yapıyor. Geçtiğimiz günlerde, Arsenal’ın Emirates Stadı’nın kale arkasını dolduran binlerce Leeds United taraftarını izlerken, şehrine âşık olmanın ne demek olduğunu bir kez daha anladım.

Kimbilir, belki bir gün güzel ve yalnız ülkem taraftarı da yedi tepeli bir şehrin abartılmış takımlarını ekranlar karşısında desteklemek yerine, kendi şehirlerinin takımlarını, hangi ligde mücadele ettiğini önemsemeden tribünlerden desteklemeyi öğrenirler.

Çünkü taraftarlık bir şehri tribünden sevmektir…

*Leeds United’in Arsenal ile oynadığı iki maçı izleyen taraftar toplamı 100.000’e yakındır…

 

Ziya Adnan
30 Ocak 2011
LeedsUnited

Yeni Futbol Düzeninin Yeni Zengin Takımı: Manchester City…

Yeni Futbol Düzeninin Yeni Zengin Takımı: Manchester City…

Uzaklardan…

 

Blue Moon,
You saw me standing alone,
Without a dream in my heart,
Without a love of my own…
İngiltere’nin kuzey batısında, Başkent Londra’ya 210 mil uzaklıkta, Pennines Dağları’nın yamaçlarına kurulmuş 500 bin nüfuslu tarihi bir şehirdir Manchester. 19. yüzyılda başlayan sanayi hamlesi sonucu büyüme kaydetmiş, hızlı gelişim sonucu 1853 senesinde “şehir” statüsüne kavuşmuştur. Ülkenin ilk büyük tren istasyonuna sahip olması ile bilinirken, 2002 senesinde “Commonwealth Ülkeleri”nin katıldığı spor organizasyonuna evsahipliği yapmıştır.
Günümüzde iki üniversitesi ile kalabalık bir öğrenci nüfusuna sahip olup, aynı zamanda  Ada’da en fazla ziyaret edilen üçüncü şehir olarak önemini korumaktadır. İngiltere’nin en saygın üniversitelerinden olan University of Manchester, aynı zamanda ülkenin en büyük üniversitesi olarak eğitim alanında önemli bir yere sahiptir…
Futbola gelince…
O tarihi şehrin adını taşıyan köklü iki takımı, Ada futbolunda sürekli adlarından söz ettirir. Biri, dünya futbolunda en çok taraftarı olan takımlardan biridir, diğeri ise şimdilerde dünya futbolunun en zengin kulübü…
Biri Premier Lig’in kuruluşundan bu yana başarıdan başarıya koşarken, diğeri yeni bir sayfa açma, komşusunu yakalama peşindedir…
Bu yazı, o tarihi şehrin, nicedir komşusunun gölgesinde kalmış başarıya hasret, şimdilerde pek zengin takımına…
***
Manchester City FC…
Nam-ı diğer “Blues”, 1880 senesinde “St. Mark’s” adıyla kurulduktan sonra, 1887’de “Ardwick Association Football Club”, 1894 senesinde de “Manchester City Football Club” adını aldı.
1930’lu senelerde iki sezon İngiltere Federasyon Kupası’nda (FA Cup) final oynayan takım, 1937 senesinde 1. ligde ilk şampiyonluğunu yaşadı. Bir sezon sonra ligde en çok gol atan takım olmasına rağmen küme düşüyor; uzun bir aradan sonra 50’li senelere gelindiğinde yıldızı yeniden parlıyordu. 1955 ve 56 senelerinde Kupa’da final oynayan takım, 1955 senesinde oynadığı finali Newcastle karşısında kaybediyor, 1956 senesindeki finali ise Birmingham’ı 3–1 yenerek kazanıyordu. Bu maç esnasında boynu kırılan kaleci Bert Trautmann sakatlığının ciddiyetini farketmemiş, oyunun sonuna kadar kalesini korumuştu.
1963 senesinde ikinci lige düşen takımın kaderi, 1965 senesinin yazında Joe Mercer ve 1976–77 sezonunda Galatasaray’ı çalıştıracak olan Malcolm Allison’un takımın başına gelmesiyle değişti. O sezon ikinci lig şampiyonu olan takım, iki sezon sonra 1967–1968 sezonunda tarihinde ikinci defa 1. lig sampiyonluğunu kazanırken, şehrin diğer takımı Manchester United ligi ikinci sırada bitiriyordu. 1969 senesinde Federasyon Kupasını kazanan maviler, 1970 senesinde Avrupa Kupa Galipleri Kupası finalinde, Górnik Zabrze takımını 2–1 lik sonuçla geçerek kupayı kaldırıyordu.
70’li yıllarda başarılı sezonlar geçiren City, 1973–1974 sezonunun son maçında Manchester United’a karşı Dennis Law’ın attığı golle maçı 1–0 kazanıyor, ezeli rakipleri ise o maçtan sonra küme düşüyordu. Maviler, 1976 senesinde Newcastle United’ı finalde yenerek Lig Kupasını kazandı.
1980’li yıllarda inişli çıkışlı grafik sergilerken, o dönemde iki kez küme düşüyor; ama kısa sürede yeniden birinci lige dönüyor; Peter Reid’in teknik direktörlüğünde 1991 ve 1992 senelerini ligde 5. sırada tamamlıyordu. Premier Lig’in kurulduğu 1991–1992 sezonunda ligi dokuzuncu sırada biteren takım, ilerleyen zamanlarda düşüşe geçerken, 1996 senesinde bir kez daha küme düşüyordu.
İki sezon sonra bir kez daha küme düşerken, Ada futbolunda Avrupa Kupası kazanmış bir takım ilk kez üçüncü ligde mücadele edecekti. Sonraki sezonda, Gillingam karşısında Play-Off maçını kazanan City, 1. lige terfi ediyor; bir sezon sonra da Premier Lig’e yeniden dönüyordu.
2008 senesinin Ağustos ayında kulübün kaderi beklenmedik şekilde değişti. Abu Dhabi United Group’un satın aldığı kulüp, kısa sürede transfer piyasasında adından söz ettirmeye başladı. Kulüp, Robinho’yu Real Madrid takımından 32,5 milyon Sterlin karşılığında transfer ederken, 2009 senesinin yaz aylarında 100 milyon Sterlin’in üzerinde para harcayarak Gareth Barry, Roque Santa Cruz, Kolo Touré, Emmanuel Adebayor, Carlos Tévez, Joleon Lescott’u kadrosuna dâhil ediyordu. Aynı senenin Aralık ayında teknik direktörlük görevinden kovulan Mark Hughes’un yerine Roberto Mancini geliyor, takım geçtiğimiz sezonu 5. sırada bitiriyordu.
***

Geçenlerde, yeni senenin ilk günlerinde soğuk bir Ocak akşamında yeni futbol düzeninin eski takımını, Emirates stadında bir lig maçında Arsenal karşısında izleme fırsatı buldum.

Premier Lig’de, kapı komşusu United’ın iki puan gerisinde lig şampiyonluğunu kovalayan City’nin onbirinde kimler yoktu ki. Kalede Hart, defansta Kolo Toure, orta sahada Barcelona’dan alınan kardeşi Yaya Toure, James Milner, hücumda Carlos Tevez… Yedek kulübesi bile takımın zenginliğini anlatmaya yeterdi. Her takımın ilk onbirinde rahatlıkla forma bulabailecek Given, Bridge, Lescott, Wright-Phillips, Vieira bu maçta forma şansı bulamazken, takımın iki yıldızı David Silva ve Mario Balotelli sakatlıkları nedeniyle kadroya alınmamıştı. Kaderin cilvesi olsa gerek, geçmişte Ada futbolunda esmiş kükremiş, kupaları hegemonyası altına almış olan bir zamanların efsane Liverpool’u parasızlıktan inim inim inlerken, yeni futbol düzeninin “sonradan görme takımı”, bir zamanlar kırmızılı takımın peş peşe kaldırdığı şampiyonluk kupasını kovalıyor; parayla gelecek başarının hesaplarını yapıyordu.

Golsüz biten maç sonrasında, Emirates stadının tribünlerinde “Boring, Boring City!” (Sıkıcı City) tezahüratı yankılanırken, savunma ağırlıklı anlayışı nedeniyle sıkça eleştirilen teknik direktör Roberto Mancini, takımının aldığı puanın önemli olduğunu, şampiyon olmak için büyük maçları kaybetmemek gerektiğini vurguluyordu.

Diğer tarafta ise, “Profesör” lakaplı Arsene Wenger kulüplerin sınırsızca para harcamalarının futbolda dengeleri bozduğunu, parayla gelecek saadetin geçici olacağını, kulüplerin alt yapılarına ve gençlerine önem vermeleri gerektiğini vurguluyor; harcamaların gelirlere göre kısıtlanması konusunda kural getirilmesini savunuyordu.

Savurdukları onca paraya rağmen, izleyenlere heyecan vermeyen sıradan bir takımı izlerken, Wenger’in ne kadar haklı olduğunu düşündüm.

Bir de yeni futbol düzeninde, geçmişini mumla arayan düzene yenik o kırmızılı takımı…

Ziya Adnan

23 Ocak 2011

ManchesterCity

İki Escobar iki hayat!

İki Escobar iki hayat!

Uzaklardan…

“Tüm büyük imparatorluklar kan ve ateş üzerine kurulmuştur…”

Pablo Emilio Escobar

1 Aralık 1949 doğumlu, Kolombiya kökenli Pablo Emilio Escobar, tarihin gelmiş geçmiş en büyük ve en zengin uyuşturucu kaçakçısıydı. 1989 senesinde en saygın ekonomi dergilerinin başında gelen Forbes tarafından dünyanın en zengin yedinci adamı olarak gösterildiğinde, dokuz milyar dolarlık bir servetin sahibi olarak nam salmıştı. Bir dönem, ülkesi Kolombiya’da politikaya atılmaya çalışmış; parlamentoya seçildiği takdirde ülkenin o dönem dış borcu olan on milyar doları, kişisel servetini kullanarak ödeyeceğinin garantisini vermişti.

Gözlerini dünyaya köylü bir baba ve öğretmen bir annenin çocuğu olarak Kolombiya’nın Antioquia bölgesinin Rionegro köyünde, altı kardeşten dördüncüsü olarak açan Escobar, çocukluk ve gençlik günlerini elektriği olmayan bir barakada geçirdi. İlerleyen zamanlarda, Antioquia üniversitesinde siyaset bilimleri üzerine eğitim gördü; ancak okulu bitiremedi. Üniversiteden atıldıktan sonra, antika mezar taşlarını çalıp satarak suç dünyasına adım attı. Sonraları araba hırsızlığına soyunan Escobar’ın, henüz 20 yaşında araba hırsızlığı, adam kaçırma ve fidye ile dolu sicili hayli kabarmıştı.

1970’li yılların başında, zamanın namlı kaçakçılarının başında gelen Alvaro Prieto’nun emrinde çalışmaya başlayacak, henüz 22 yaşında uyuşturucu kaçakçılığından elde ettiği 1 milyon dolarlık servetin sahibi olacaktı. Sonraki yıllarda kardeşi Roberto Escobar’ın yazdığı “Accountant’s Story” (Muhasebecinin Hikâyesi) kitabında, o dönem Pablo Emilio Escobar’ın günde 15 ton uyuşturucuyu Kolombiya’dan Amerika’ya geçirdiği anlatılıyordu.

1975 senesinde; Medellin şehrinin uyuşturucu baronlarından Fabio Restrepo, Escobar’ın adamları tarafından öldürülüyor, şehri ele geçiren Escobar suç ve uyuşturucu oganizasyonunu genişletiyordu. Kısa sürede dünyanın sayılı kartelleri arasında gösterilen Escobar, bilhassa güney Florida ve California bölgesini uyuşturucuya boğacak, her ay yaklaşık 70–80 ton uyuşturucu çeşitli yollarla Amerikan topraklarına sokulacaktı. Taşıma işi için küçük uçaklardan ve hatta iki denizaltıdan yararlanırken, elde ettiği müthiş servet sayesinde Kolombiya Özgürlük Partisi ile politikaya adımını attı.

Zalimliği ile nam salan Escobar, yükselişine engel olmak isteyenleri önce rüşvetle saflarına çekmeye çalışır, eğer başarılı olamazsa ölüm fermanını verirdi. O yıllarda kendine karşı cephe alan yüzlerce dürüst siyasetçinin, polisin ve yargıcın ölüm emrini verdiği; öldürülenlerin çoğunun ailesi ile birlikte katlediği bilinmektedir.

80’li yılların ortalarında, dünya uyuşturucu piyasasının yüzde seksenini ele geçiren Escobar, aynı zamanda ülkede yoksullara yardım elini uzatan, Medellin şehrindeki kiliseleri yaptırmasıyla tanınan bir halk kahramanı rolüne soyundu. Kimilerine göre o gerçek bir “Robin Hood” idi.

1991 senesine gelindiğinde, Kolombiya’nın başkenti dünyanın suç merkezi haline gelmiş, sadece o sene içinde şehirde 7081 cinayet işlenmişti. Amerikan yönetiminin giderek artan baskılarına dayanamayan Kolombiya hükümeti, Escobar’ı Amerika’ya iade etmeden cezalandırmanın yolunu buldu. Kendisinin inşa ettiği, içinde yüzme havuzu, spor salonu ve hatta futbol sahası olan “La Catedral” adını verip kendi zevkine göre düzenlediği hapishanede cezasını çekecekti. Ancak Escobar, örgütünü hapishaneden idare etmeye devam etti. 1992 senesinde, kendisine ihanet ettiğinden şüphelendiği adamlarını cezaevine getirerek, işkence edip hunharca katletmesi bardağı taşıran damla oldu. Kolombiya hükümetinin onu başka bir hapishaneye nakledeceğini öğrenen Escobar, hapishaneyi terk ederek şehirde saklanmaya başladı. Onun hikâyesini kaleme alan oğlunun yazdıklarına dayanarak, o kaçış günlerinde saklandığı dağ evinde üşüyen kızını ısıtmak için 2 milyon doları yakması anlatılmıştır.

Takvimler 2 Aralık 1993’ü gösterirken, Kolombiya ve Amerika’nın birlikte yürüttüğü operasyon sonucunda, “Search Bloc” adı verilen tim tarafından Medellín’in orta sınıfının yaşadığı bölgede, korumasıyla ile birlikte başından vurularak öldürüldü. Yaşamı boyunca bir kez evlenen ve Juan Pablo ile Manuela Escobar adında iki çocuğu olan, futbola olan tutkusuyla bilinen Escobar, hayatında hiç uyuşturucu kullanmamış ve uyuşturucu kullananlardan nefret etmiştir.

Üniversiteyi bitirmediği için duyduğu pişmanlığı her fırsatta dile getiren Escobar’ın, “Okuyamadım ama tüm insanlığı zehirleyecek güce sahibim!” cümlesi onun yaşamını özetler.

***

Andres Escobar, 13 Mart 1967 tarihinde, Kolombiya’nın Medellin şehrinde orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası Dario Escobar bankacıydı. Aynı zamanda mahalledeki çocukların kötü alışkanlıklardan kurtulması amacıyla bir futbol okulu kurmuştu. 1985–1987 seneleri arasında, Atlético Nacional’in genç takımında forma giyen Andres, 1987 senesinde profesyonel sözleşmeye imza attı. 1989 senesine kadar bu takımın formasını giyen savunma oyuncusu, o sene Young Boys takımına transfer oldu. Bu takımda bir sezon görev yaptıktan sonra,1990 senesinde eski takımına döndü ve 1994 senesine kadar Atlético Nacional’in formasını giydi.

27 yaşına bastığı günlerde, İtalyan devi AC Milan’a, dönemin yıldızlarından Franco Baresi’nin yerine transferi gündeme gelirken, zaman içinde bu transfer gerçekleşmeyecek, Andres İtalya’da forma giyen ilk Kolombiyalı futbolcu olma şansını kaybedecekti.

İlk kez 1988 senesinde milli olan futbolcu, Kolombiya’nın İngiltere ile Wembley’de oynadığı ve 1–1 berabere kaldığı maçta takımının golünü attı. 1990 ve 1994 Dünya Kupalarında Kolombiya Milli Takımının savunmasında görev yapan 2 numaralı futbolcu, ülkesinde ‘El Caballero del Futbol’ (Futbolun Centilmeni) olarak tanınmıştı.

1994 Dünya Kupasında, takvimler 22 Haziran’ı gösterirken, takımının Amerika Birleşik Devletleri ile oynadığı maçta kendi kalesine attığı gol sonrasında Kolombiya Milli Takımı sahadan 2–1 yenik ayrıldı ve kupaya veda etti.

Kupa hüsranından sonra ülkesine dönen Andres, 2 Temmuz akşamı Medellín’de bir barın çıkışında on iki kurşunla vurularak öldürüldü. Cinayetin arkasında, futbol bahislerinde çok para kaybeden organize suç örgütlerinin olduğu yazıldı. Cinayetten kısa süre sonra, bölgenin ileri gelen uyuşturucu baronlarından birinin koruması gözaltına alındı. Zanlı, Kolombiya Milli Takımının elendiği Dünya Kupası maçlarına oynadığı bahislerde çok para kaybetmiş olan Peter David ve Juan Santiago’nun şöförlüğünü yapmaktaydı.

Haziran 1995’de görülen mahkemede, 43 sene hapis cezasına çarptırılan Humberto Castro Munoz’un cezası ilerleyen zamanlarda 26 seneye indirildi. 2005 senesinde, o cinayetten 11 sene sonra, hapishanedeki iyi hali göz önüne alınarak tahliye oldu.

***

Yakın geçmişte, Amerikan televizyon kanalı ESPN, kuruluşunun 30. yıldönümünde, direktörlüğünü Jeff ve Michael Zimbalist’in yaptığı mükemmel bir belgesel yayınladı. 90’lı yıllarda Kolombiya futbolunu ve maçlarda büyük paraların döndüğü bahislere dudak uçuklatan miktarlar yatıran suç örgüterinin anlatıldığı belgesel büyük ilgi gördü. Tarihin en büyük uyuşturucu karteli Pablo Escobar ve bir cinayete kurban gitmiş bir futbol centilmenin hayatının anlatıldığı o belgeselin ismi “The Two Escobars” idi.

Ziya Adnan

16 Ocak 2011

IkiEscobar

Siyah–Beyaz Zamanların Yıldızı: Lefter Küçükandonyadis…

Siyah–Beyaz Zamanların Yıldızı: Lefter Küçükandonyadis…

Uzaklardan…

“Ver Lefter’e yaz deftere!”

Ben Lefter’i hiç canlı gözle izlemedim…

1947–1951 seneleri arasında Fenerbahçe’de forma giymişti. İki sezon yurt dışında top koşturduktan sonra tekrar Fenerbahçe’ye dönmüş, 1964 senesine kadar takımda kalmıştı. Yazılanlara göre, Rum kökenli olduğu için çok zulüm görmüş ama hiç kopmamıştı bizim topraklardan. Benim, suya “bu” dediğim zamanlarda bırakmıştı futbolu. Ama kahramanımdan çok dinlemiştim onun futbol hikâyelerini. Tıpkı Ertan Adatepe’yi, Baba Hakkı’yı, Metin Oktay’ı, Zeynel Soyuer’i, Turgay Şeren’i, Metin Kurt’u, Fikri Elma’yı, İsfendiyar’ı dinlediğim gibi… Şimdi bu yazıyı okuyan çoklarının, “İsfendiyar da kim?” dediğini duyabiliyorum! Ve biliyorum, yeni futbol nesillerinin Ertan Adatepe adını duymamış olduklarını.

1923 doğumluydu kahramanım. Karanlık, soğuk, kasvetli bir Londra akşamında, sessiz sedasız aramızdan ayrıldığında, takvimler 7 Aralık 2005’’i gösteriyordu. Bana futbolu sevdiren adamdı: Elimden tutup ilk maçıma götüren, ilk futbol topumu, ilk sarı-lacivert (Ankara’nın sarı-laciverdi) formamı alan… O zamanın önemli futbolcularını, siyah-beyaz zamanların yıldızlarını ondan öğrenmiştim.

Ya yedi, ya sekiz yaşındaydım, kahramanımın sayesinde Metin Oktay’ı ilk kez izlediğimde. Daha stat yollarına düşerken fısıldamıştı kulağıma, “Bu maçta Metin Oktay’ı izleyeceksin!” diye. Minicik belleğime o cümle nasıl kazınmış olmalı ki, Ankara 19 Mayıs Stadı’nın tıka basa dolu tribünlerinde, maçı bırakıp sadece onu izlediğimi hatırlıyorum. Bir Hacettepe maçıydı sanırım, belki de PTT…

Zaten sonra bir kez daha izleme fırsatım olmadı Metin Oktay’ı. 1991 senesinin Eylül ayında, henüz 55 yaşında, elim bir araba kazası sonucu hayatını kaybettiğinde çok üzülmüştü babam. Onun kuşağının, siyah-beyaz zamanlarından eksilmişti bir futbol idolü daha. Ben ise “taçsız kral” olarak hatırladığım ve sadece bir kez izleme fırsatı bulduğum, ama büyüklerimden futbol hikâyelerini ve gollerini hayranlıkla dinlediğim bir futbol kahramanının ölümüne üzülmüştüm. İnsanın hiç tanımadığı, bir kez uzaklardan gördüğü birinin arkasından gözyaşı dökmesi ne garip!

Şimdi, bu vesileyle Lefter adına bir kaç satır yazarken, onu da yâd etmek istedim: Türk futbolunun “Taçsız Kral”ını…

Ölümünün 19. yılında, toprağı bol olsun.

***

Konusu açıldığında sorardım babama, yetişemediğim futbolcuları. Kendimi şanslı sayardım, Ertan Adatepe’nin müthiş gollerini izleme fırsatı bulduğum için. Ve Fevzi Zemzem’i, Fethi Heper’i, Zeynel Soyuer’i, Cemil Turan’ı… Daha sonraları, oynadığı tüm liglerde gol krallığı yaşamış Ali Osman Renklibay’ı…

Babamın anlattıklarından, Lefter’in onun gönlünde ayrı bir yeri olduğunu anlardım. “Futbolun Ordinaryüsü” derdi onun için. Fenerbahçeli olmamasına rağmen, onun oynadığı maçlarda futboldan keyif aldığını söylerdi babam. Bir seferinde, Fenerbahçelilerin o dönemlerde pek bilinen sloganını söylemişti, sevmiştim:

“Ver Lefter’e yaz deftere!”

Herhalde sadece bu slogan bile yeterdi onun futbolculuğunu anlatmaya…

Necdet abi anlatmıştı,  çocukken babasından belki on defa dinlediği hikayeyi. Lefter’in Yunanistan’da, Yunanistan kalecisini 20 metreden çektiği şutla topla beraber kaleye sokup karnını deştiğini ve helikopterle stattan kaçırıldığını ve tabii maçın da yarım kaldığını!

Hakkında daha nice ‘şehir efsaneleri’  vardı, inanmasak bile saygıyla dinlediğimiz…

***

Geçenlerde okudum gazetelerin birinde. Lefter Küçükandonyadis, tedavi gördüğü Atina’dan İstanbul’a getirilmişti. 22 Aralık 1925 doğumluydu. Babamdan iki yaş küçüktü. Siyah-beyaz zamanların, siyah-beyaz insanları… Herhalde babam da görseydi “Ordinaryüs”ün vatanına dönüşünü, sevinirdi.

Ah bir de “taçsız kral” ölmemiş olsaydı!

Günümüzün paraya pula, şana şöhrete bulanmış endüstriyel futbol batağında, bir sezonda yıldızlaşan, bir gecede gazetelerin spor sayfalarına adlarını büyük puntolarla yazdıran futbolculara çok kızardı babam.

“Ne çabuk da yıldız oldular, ne çabuk da havalandılar!” derdi.

“Siz hiç Lefter’i, Metin Oktay’ı, Ertan Adatepe’yi, Elma Fikri’yi izlemedeniz ki!” derdi.

Haklıydı. Ben Lefter’i hiç canlı gözle izlemedim. “Elma Fikri” gol kralı olduğunda henüz bir yaşındaydım…

***

Sonra zamanla birer birer doldu boş çerçeveler. Siyah-beyaz zamanların, siyah-beyaz insanları, geride onlara dair nesillerden nesillere anlatılan güzel futbol hikâyeleri bırakıp gittiler. Şimdinin futbol çocukları, takımlarında forma giyen Quaresma, Guti, Simao, Almeida adları ile heyecanlanırken, ülkemizin haritadaki yerini bilmeyenleri havaalanlarında meşalelerle karşılarken, takımla özleşmiş futbolcuların zamanları çok eskilerde kaldı. Artık hiçbir takımın Lefter’i, Metin Oktay’ı, Baba Hakkı’sı, Ertan Adatepe’si yok. Bir zamanlar babalar çocuklarının adını Can koyarlardı, Can Bartu’ya ithafen. Artık hiçbir takımın gelecek nesillere bırakacağı Can’ları, Lefter’leri, Metin’leri yok. Şimdi, günümüzün tüketim toplumunda gel geç yıldızların bir akşamda parlayıp, bir sabahta unutulup gittiği, herşey gibi futbola dair sevdaların da çarçabuk tüketildiği öylesine zamanlar.

O yüzden çok sevindim ülkene dönüşüne Lefter Küçükandonyadis. Fenerbahçeli olmadığım halde, seni hiç canlı gözle izlemediğim halde, senin o güzel gollerini alkışlayamadığım halde çok sevindim.

Çünkü ben futbolu, içinde sizlerin adlarının geçtiği o eski futbol hikâyelerinde sevdim.

Çünkü ben futbolu sizinle sevdim…

Ziya Adnan

9 Ocak 2011

LefterSiyahBeyaz

Yitik düzende hiçleşen bir yetenek…

Yitik düzende hiçleşen bir yetenek…

Uzaklardan…

Yeşil sahalarda adını duyurmaya başladığında henüz çocuk yaşlardaydı. Yaşıtları, dönemin futbol yıldızlarının çıkartmalarını toplarken, o, yeşil sahalarda o yıldızlarla top peşinde koşuyor; tribünleri dolduran binlercesinin önünde, kendini yaşıtlarının hayallerini süsleyen parlak bir rüyada buluyordu. Futbolla, çocukluğun birbirine karıştığı bir hayatta, henüz 13 yaşında Zeytinburnuspor altyapısından bonservis bedeli karşılığında Galatasaray’a transfer oluyor; kısa sürede alt yapı hocalarının dikkatini çekiyordu. 1996–1997 sezonunda, eskilerin tabiriyle “bıyıkları henüz terlememişken”, kendini Galatasaray (A) takımında buldu. O dönem Türk futbolunun parlayan yıldızı olan sarı-kırmızılı takımda düzenli olarak forma giyme şansı yakalarken, Gheorghe Hagi adında bir futbol dâhisinin kanatları altında yeşerdi. Onun yaşında kaç futbolcuya nasip olurdu ki Hagi gibi bir futbol ilahının “understudy”si olmak?

Üstelik hükümet gibi bir teknik direktörün himayesinde…

Sonra giderek büyüdü o yetenekli çocuk. Bir maçtan sonra kendisine uzatılan mikrofona, “Ünal amca sert girdi!” tadında bir cümle kurunca, aslında o kadar da büyümemiş diye düşündük. Henüz 17 yaşında takımının antrenmanlarına trenle giderken, 18’ine bastığında gıcır bir araba sahibiydi, her ne kadar ehliyeti olmasa da! Arabasıyla karıştığı bir kaza sonucu ölüme sebebiyet vermesi uzun süre tartışılmıştı basınımızda.

2001 senesine kadar formasını giydiği Galatasaray’da, dört lig ve bir UEFA Kupası şampiyonluğu yaşadı. Adını Avrupa arenalarında duyurmanın zamanı geldiğinde uçup gitti yuvadan; Ünal amcasını, ustasıyla geçirdiği günleri, hükümet gibi teknik direktörünü ve buruk Galatasaray taraftarlarını geride bırakarak. O sene İtalyan devi İnter’e 10 milyon Euro karşılığında transfer olurken, İtalyan gazetelerinde “Boğaz’ın Maradonası” başlıkları vardı…

2002–2003 sezonunda İtalyan takımı taraftarları arasında yapılan ankette sezonun en iyi futbolcusu seçiliyor; İtalyan takımı o sezon Şampiyonlar Liginde yarı finale kadar yükseliyordu. Ancak 2004–2005 sezonunda işler beklendiği gibi gitmiyor; sezon boyunca ancak 19 maçta görev alıyordu.

2005 senesinin Temmuz ayında, İnter tarafından satış listesine konulduğunda henüz 25 yaşındaydı. O dönemde, şimdi tarih olmuş Highbury stadında bir Şampiyonlar Ligi maçında Arsenal’a karşı izlemiştim onu; Ada basınından geçer not almıştı. O sene İngiltere Premier Ligine, Newcastle United takımıyla transfer oluyor; ancak yaşadığı sakatlıklar nedeniyle burada da iz bırakmayı başarmıyordu. Yine de sevmişti onu ateşli Newcastle United taraftarları… Ezeli rakip Sunderland’a karşı attığı o müthiş frikik golü uzun süre unutulmadı.

Antipatik tavırları yüzünden Ada’da sıkıntılı günler geçiren futbolcu, üç kez “ırkçılık” suçlamasıyla gazete manşetlerine düşüyor; 15 Kasım 2005’de Türkiye-İsviçre milli maç sonrası çıkan olaylar nedeniyle altı maç ceza alıyor; 12 Eylül 2007’de Türkiye-Macaristan maçı sonrasında kendisini eleştiren basına “kol işareti” yaparak bir kez daha manşetlere taşınıyordu.

***

Ada futbolunda, Newcastle United takımında geçirdiği üç sezonda, ancak 66 maçta forma giyebildikten sonra 2008 senesinde ülkesine, Galatasaray taraftarlarının protestolarına rağmen, kendi tanımıyla “taraftarı olduğu” takıma, Fenerbahçe’ye döndü. İlk sezonunda hayal kırıklığı yaratan Emre, bir sezon sonra 2009–2010 sezonunda takımını sırtlıyor; Fenerbahçe o sezonu 2. sırada bitiriyordu.

***

Ancak saha içindeki yeteneği kadar saha dışındaki antipatik, asabi tavırları yüzünden futbol dışı tartışmaların başrolünü oynuyor; kimi zaman kendi takım taraftarlarının bile tepkisini çekiyordu. Kimi zaman bir gazeteciyi sabaha kadar dövmekle tehdit ediyor; kimi zaman maç esnasında kendisine sert giren rakip futbolcuya, memleketin en maço dizisi Kurtlar Vadisi’ni hatırlatan “boğaz kesme” işaretini yapıyor, kim zaman sahada hakemin eline vuracak kadar kontrolünü kaybediyordu. Eski takım arkadaşını bile ölümle tehdit ettiğini yazmıştı gazeteler.

Alex kadar olmak varken, bir hiç olmaktı onunkisi. Onca yetenek, onca hırs, onca potansiyel, ama onca tükeniş! Oysa herşey çok farklı olabilirdi. Belki de Fenerbahçe formasını değil de, bir Anadolu takımının formasını giymiş olsa, belki de bu kadar göz önünde olmasa her şey farklı olurdu: Ahlaklı, zeki, çevik demiyorum, ama en yetenekli futbolcuların bile sonunda karakterleriyle hatırlandıklarını anlamış olsaydı. Belki de alt yapılarda futbol eğitimi ile birlikte, “hayat dersi” almış olsaydı. “Kendini imha” düğmesine sıklıkla basmamış olsaydı…

Sadece Emre’de değildi elbette hata. Taraftarıyla, basınıyla, yöneticisiyle, başkanıyla, yorumcusuyla topyekün biz de anlamış olsaydık, hatanın gencecik yıldızlarımızı “Emre”leştiren’, efendiliğin değil kabadayılığın, suskunluğun değil küfrün itibar gördüğü, sesi en çok çıkanın haklı sayıldığı bu yitik düzende olduğunu…

***

Şimdi 30 yaşında Emre Belözoğlu… Sürekli sakatlıklarla boğuşan bir futbolcu için kariyerin sonbaharı… Futbolun tabiatı gereği bir zaman sonra veda edecek yeşil sahalara. Ondan önce futbolda parlamış niceleri gibi manşetlerden düşecek. Sanırım gelecekte ondan hatırlanacak olan Romalı Cassius’tan alıntıyla:

“Hata, sevgili Brutus, yıldızlarımızda değil. Hata bizde!”

Ziya Adnan

2 Ocak 2011

EmreBelezoglu

Erman Toroğlu Söyleşisi – Eylül 2006…

Erman Toroğlu Söyleşisi …

Öncellikle yeni nesil sizi futbol yorumcusu olarak tanıyor, futbolculuktan başlayıp hakemlik ile devam eden, sonrasına televizyon kanallarında futbol yorumculuğuna uzanan kariyerinizi, futbol maceranızı bize özetleyebilir misiniz…

Yanılmıyorsam 1964 veya 1965 senesiydi, Gençlerbirliği genç takımında futbola başladım, ancak o sezon takımın başında olan hoca ile yıldızım barışmadı ve bir sezon sonra ikinci Türkiye liginde oynayan Güneşspor’a transfer oldum. Takımda santrfor olarak oynuyordum, o sezon gol krallığında üçüncü oldum. O sezon İstanbulspor’da oynayan Ata adında bir oyuncu vardı, o gol kralı olmuştu. Balıkesirspor’da oynayan Nevzat ikinci, ben ise üçüncü olmuştum. Ancak şunu hatırlatmakta yarar var, Güneşspor o yıllarda kümede kalma savaşı veren bir takımdı.

O sezondan sonra, beni o dönemlerin ses getiren takımlarından PTT’ye almak istediler. Ben PTT ile anlaştım, Uludağ’a kampa gittim, birkaç özel maçta oynadım. Fakat o zamanlar Güneşsporun başkanlığını yapan Avni Bulduk sahte bir imza ile beni profesyonel yapmış, İki tane profesyonel mukavele olunca bana ceza yolu gözüktü. Aslında Avni Bulduk’u mahkemeye verebilirdim ama bu işin uzaması anlamına gelirdi, ayrıca ben bu konumda bir sezon futbol oynayamayacaktım. Bu nedenle iki taraf anlaştı ve ben Güneşspor’a geri döndüm. Avni Bulduktan 40,000 TL lik bir borç senedi aldım, bir sezon sonra serbest kalmak kaydıyla. O sezon Güneşspor çok kötü durumdaydı. Tekrar o formayı giydim ve onlar o sene kümede kaldılar. Ben o sezon sonunda 100,000 Tl karşılığı Ankaragücü’ne transfer oldum. Ancak 100,000 Tl nin 60,000 Tl sini Avni Bulduk aldı, ben ise 40,000 TL aldım.

İlk sezonumda Ankaragücü’nü Mustafa Ertan çalıştırıyordu. Onunla da yıldızımız barışmadı, bazı maçlarda oynadım, bazı maçlarda forma şansı bulamadım. O dönemlerde forvet oyuncusu olarak oynuyordum. Güneşspor’da ki ikinci sezonumda, o dönem Fenerbahçe’de forma giyen Tuncay Alsancak stadında oynadığımız maçta ayak bileğimi basmış, ağır bir sakatlık geçirmiştim. Altı ay kadar sonra ayak bileğimde kırık çıktı, ameliyat olmak zorunda kaldım. Kasıklarıma kadar alçıya alındım ve bu süre zarfında futbol oynayamadım. Sezonun sonunda Ankaragüçlü yöneticiler ‘Takımda kalmam konusunda ne düşündüğümü’ sordular. Eğer Antrenör değişecek ise “seve seve takımda kalacağımı” söyledim. Yöneticiler de bana antrenörün değişeceğini söylediler.

Takımın başına kısa bir süre sonra rahmetli Sabri Kiraz geldi. 1970 veya 1971 senesiydi. Sezon açılışında Konyalı Mehmet’im menüsküs olduğu ortaya çıktı, ve ameliyat olması gerektiği söylendi. O dönemlerde takımın savunmasında İsmail Dilber ve Fikret abi oynuyorlardı. O sezonun başında Fikret’i Orduspor’a vermişler, nasılsa Mehmet o bölgede oynar diye. Tabi Mehmet sakatlanınca idarecilerin yüzleri ekşidi. Çiftlik lokantasına yemeğe gittik. Masada Ankaragücü’nün yöneticileri ve Sabri Kiraz vardı. Bana bakarak bir şeyler konuşuyorlardı. Sonradan öğrendim ki Sabri Kiraz beni defansın ortasında oynatmayı düşünüyormuş, beni İstanbul’da Güneşspor forması ile oynadığım maçlarda izlemiş ve benden iyi bir defans oyuncusu çıkacağını düşünmüş. Sonrasında gelen antremanlar da Sabri hoca beni çağırdı ve defansın ortasında oynatacağını söyledi. Ben önce dalga geçtim, kendim bile inanmamıştım o bölgede oynayacağıma. Bir süre defansta oynadım ve dört ay kadar sonra Ümit Milli takımına seçildim. Sarı Mehmet iyileştikten sonra bile benden o formayı alamadı, ve sağ bek oynamaya başladı. Hatta ‘Ben neden defansın ortasında oynamıyorum’ diyerek sitem etmişti. Neticede ben İsmail Dilber ile defansın ortasında dokuz sezon oynadım.

Dokuz sezonun sonunda idareciler ile ters düştüm. O sezon hoca Sabri Kiraz, başkan ise Sabri Mermutlu idi. Takımdan ayrılmam için çok garip söylentiler çıkardılar. Bir idarecinin eşi ile aşk yaşadığım dedikodularını yaydılar. Bunun gerçek ile ilgisi yoktu. Bu söylentiler üzerine idareciler ile ters düştüm. Sonunda istemediğim halde beni Mersin İdmanyurdu’na yolladılar. Çok sıkıntılı zamanlardı. Şöyle bir örnek vereyim, futbolculardan bazıları (Baskın, AliOsman, Adnan) Sabri Hocanın görevden alınmasını sağlamak için Başkana, Sabri Mermutlu’ya çıkmışlar. Takım kaptanı benim ama bu konuda bana bir şey söylemediler. Ben bunu duyunca, takımı Ankara otelinde topladım. Ben bu haberi malzemeci Hacı Osman’dan almıştım, ve otelde ki toplantıya o da geldi. Herkese içki söyledim. Toplantı esnasında ‘Sabri hocanın kovulmasını istediklerini’ neden bana söylemediklerini sordum. Müjdat Yalman ‘Sen Sabri hocayı çok seversin, gitmesini istemezsin, onun için sana söylemedik’ dedi. Ben Ankaragücü’nün menfaatlerini ön planda tutacağımı söyledim. Garsonda bir kağıt istedim. Gene kağıda tarih yazarak ‘Ankaragücü’nün menfaatleri doğrultusunda Sabri Kiraz’ın gitmesi gerektiğini yazdım ve yazının altına en üstte kendi ismimi ekledim. Altına, Müjdat Yalman, Baskın Soysal diye isim eklerken, Müjdat ‘Erman biz bunu yapıyoruz ama Sabri hocaya ayıp olmaz mı ‘ diye sordu. “Hem adamı kovdurmak istiyorsunuz hem de ayıp olur diyorsunuz, bu nasıl bir yaklaşımdır” diye sordum. Onlar bu kağıda itiraz ettiler. Malzemeci Hacı Osman ayağa kalktı ‘Hepiniz sahtekarsınız, kıçınız başka, başınız başka oynuyor’ dedi ve biz toplantıdan kalktık.

O konuşmayı yaptığımız sezon 1976 sezonuydu ve sezon başlayalı beş veya altı hafta olmuştu. O sezonun sonunda (ki galibiyete iki puan verilirdi) on yedi puan farkla Şampiyon olduk. Ve sezon sonunda ben takımdan ayrıldım. Ayrılma nedenim ise futbolculara verilen yüzer liralık Şampiyonluk primini kabul etmemem oldu. Kazan kaldırmış konumuna düştüm, bir de üstüne dedikodular çıkınca Mersin İdmanyurduna transfer oldum. Ankaragücü de bir sezon sonra küme düştü. Ben Mersin^’de bir sezon futbol oynadım. O sezon Aydın ve Selçuk’ta Mersin İdmanyurdu’na geldi. O sezon sarılık geçirdim. Ankaragücünden ayrılmak bana çok dokunmuştu. Sonra yeniden Ankara’ya, Şekerspor’a geldim. İki sezon Şekerspor’da forma giydim. 1980 senesinde futbolu bıraktım ve askere gittim.

Askerlik sonrası ‘Teknik Direktör’ oma konusunu bayağı düşündüm, ama yaşadıklarım beni bu konuda olumsuz etkilemişti. Yöneticilerin cambazlıkları beni antrenörlükten çok soğutmuştu. Hakem olmayı kafama koydum. Bir yandan da Toptancı halinde ticarete atılmıştım 1983 yılında hakemliğe başladım. O yıllarda Tercüman gazetesinde yazılar da yazıyordum. Yani basın ile ilk tanışmam o yıllara denk gelir. İlk zamanlarda hakemlikte de önümü kesmeye kalktılar. Hilmi Ok komitesinin gelmesi ile birlikte ki Hilmi Ok bana çok güvenirdi, (zaten beni de hakemliğe iten Hilmi Ok ve hasta Ankaragüçlü Veli Necdet Arığ’dır) ‘A’ kategorisi hakemliğine yükseldim.

Ankaragücü’nünde unutamadığınız maçlar …

Kupa galipleri kupasında Leeds United’ a elendiğimiz maçı unutamam. O zamanlar Leeds United Avrupa futbolunun en güçlü takımlarından biriydi. Leeds United mükemmel bir takımdı. Onların sahasında oynadığımız maçı 80. dakika da yediğimiz gol ile 1-0 yenildik. Ama elendiğimize çok üzülmüştüm. Bir topumuz direkten dönmüş, bir topumuzu ise gol çizgisinden çıkarmışlardı.

Fenerbahçe’yi sekiz kişi ile kupada elediğimiz maçı unutamam. Zaten benim hakem olmama sebep olan maçlardan birdir o maç. Sarı Mehmet’in attığı gol ile İstanbul’da 1-0 öne geçmiştik. Maç İstanbul Mithatpaşa stadında (şimdiki adıyla İnönü stadı) oynanıyordu. Maç 1-0 iken rahmetli Yılmaz, deniz tarafında ki kaleye röveşata ile ceza yayının önünden çok güzel oldu attı. Yerden kalkarken gole sevineceği yerde “Hepinizin karısına kızına geçirdim, o….. çocukları’ dedi. Maçın hakemi Muzaffer Sarman Oğuz Sarman’ın babası. Hakeme ‘Oyundan atmayacak mısın bu terbiyesizi ‘ diye sordum. Bana ‘Sus yoksa seni atarım ‘dedi. Bende ‘birazdan cezasını ben vereceğim’ dedim. ‘O zaman seni oyundan atarım’ dedi. Aradan iki dakika geçti, Fenerbahçe galibiyet golü için yükleniyordu, ceza sahasına yakın bir yerlerde sırtı kaleye dönük Yılmaz’a top geldi. Ben direk arkadan daldım ve üçümüz yere düştük (ben, Yılmaz ve top). Yerden kalkıp iki defa ayağıma bastı, tekmeliği kırdı ama ayağımı kıramadı. Hakem bunun üzerine onu oyunda attı. Ben ayağa kalkınca Fenerbahçeli futbolcuların baskısı ile beni de oyundan attı. Ben sahadan çıkarken takım kaptanı Selçuk geldi ve hakeme “Allah belanı versin en iyi adamımı attın” dedi. Hakem bu sefer haklı olarak oyundan onu da attı. Bunun üzerine kaleci Baskın hakemin yanına geldi ve Selçuk’u neden oyundan attığını sordu. Muzaffer Sarman’da ‘Allah belanı versin’ dediği için attım dedi. Baskın’da bunun üzerine en ağza alınmayacak küfürleri sayarak hakeme ‘Beni de atsana’ demeye başladı. Ama biraz önce Selçuk’u oyundan “Allah belanı versin’ dediği için atan hakem, bunca küfüre rağmen Baskın’ı oyundan atamadı.

Ben bu hikayeyi hakem seminerlerinde anlatırım. Bu Türkiye’de “Neden hakem olunamadığının” güzel bir örneğidir. Hatta ben bu hikayeyi anlatırken Oğuz Sarvan bana sitem eder.

Sonra maç yeniden başladı. Maçı anlatan Halit Kıvanç, sahada tam bir arbede yaşandığını vurguluyordu. Ben soyunma odasında yerde ağlıyordum. O sırada kapıyı açan bir ‘Fruko’ “Ulan O Çocuğu Erman, İstanbul’a ne zaman gelsen olay yaratıyorsun “ dedi. Önümdeki kola şişesini fırlattım, kapıyı kapatıp gitti. Zaten soyunma odasına girse kesin dayak yerdi. Ben ağlarken ‘birden Ankaragücü gole gidiyor’ diye bir ses duydum. Ne golü filan derken kafamı da alçak merdivene çarpmışım. Köksal 90. dakikada golü attığında ki sevincimi unutamam. Sonrasında Altay ile final oynadık ve onları iki maç sonunda (0-0 ve 3-0) çok rahat yenerek kupayı aldık. Biz kupa galiplerinde Leeds United ile eşleştik. Galatasaray’ da Şampiyon olmuş ve Bayern Munich ile eşleşmişti. Almanya’da oynanan maçı 6-0 kaybettiler. Biz ise Leeds de 1-0 mağlup olmuştuk. Bayern Munich ve Leeds United O zamanlar Avrupa futbolunun iki devi idi..

Ankaragücünde toplam kaç yıl forma giydiniz …

Ankaragücünde toplam dokuz sezon forma giydim.

Sizi uzun yıllar bu takımda tutan neden neydi …

Ben Ankaragücü’nü çok seviyordum. İyi bir takımımız vardı. Taraftarımız muhteşemdi. Bütün maçlarımız dolardı. İstanbul takımlarından transfer teklifleri geliyordu ama Ankaragücü onların verdiği paradan daha iyi para veriyordu. Yani para da sorun değildi. Zaten ben, bu takıma sevdalıydım. İlginçtir, o dönemlerde Beşiktaş’ta para yoktu. Fenerbahçe’de para var, Galatasaray ise idare ediyor konumundaydı. Bizim durumumuz İstanbul takımlarında oynayan futbolculardan daha iyiydi. Fenerbahçe başkanı Faruk Ilgaz, Sarı Mehmet’i almaya geldiğinde Ankaragücü daha fazla para vererek (250,000 peşin 350,000 TL ye) bu oyuncuyu takımda tuttu.

O yılların havasını, taraftar, takım ve yönetim olarak bize anlatabilir misiniz.

Bu sorunun cevabına yönetimden başlamak lazım. Ankaragücü iyi yönetilen bir kulüptü. Başkan Orhan Sorguç çok efendi düzgün bir insandı. MKE’nin de başındaydı. Takımda bir hiyerarşi ve aile havası vardı. Saygı ve sevgi üzerine kurulmuş bir kulüptü. Başkan taraftara para pul vermez, taraftar da takımını karşılıksız severdi. İyi de oynasak kötü de stadımız her maçta dolardı. Şimdilerde düzen bozuk. “Benim Ankaragücü’ne başkan olmam Ankaragüçlülerin ayıbıdır…’ diyen bir başkan var takımın başında. Taraftar bölünmüş. Gerisini siz anlayın.

Jübile yaptınız mı…

Hayır yapmadım. İstemedim. Teklif de gelmedi.

Geldiğimiz noktada arada ne gibi farklılıklar görüyorsunuz…

Düzen bozuk, ne başkanlar eski başkanlar gibi, ne yöneticiler. Her şey kötü yönetimlerden kaynaklanıyor.

Şu anki Ankaragücü’nün görüntüsünü nasıl değerlendiriyorsunuz…

Çok kötü bir görüntü veriyor, zaten çok kötü idare ediliyor. Maalesef her taşın altından Ankaragücü yöneticilerinin adı çıkıyor. Ve durumu bu hale getirende bu yönetim anlayışı. Bu gidişin sonu iyi değil, böyle giderse küme düşerler. Çıkmaları da kolay olmaz. Zira camia giderek o Ankaragüçlülük ruhunu yitiriyor.

Takımı yakından takip ediyor musunuz …

Etmiyorum. Bu yönetim anlayışı olduğu sürece Ankaragüçlülüğümü dondurdum. Ama şu bilinmeli ben Ankaragüçlüyüm, Gecekondu’da büyüdüm.

Ankaragücü’ne kongre üyeliğiniz var mıdır …

Hayır, kongre üyesi değilim. Üye olmak için başvuruda bulunan eski Ankaragüçlü arkadaşlarımın da üye olamadıklarını biliyorum…

Eski takım arkadaşlarınızla görüşüyor musunuz, bir araya gelip eski günleri yad ettiğiniz zamanlar oluyor mu …

Çok azı ile görüşüyorum. Rahmetli Aydın’ı severdim, görüşürdük. Ben futboldan arta kalan zamanlarımda futbol dışında ki insanlarla görüşmeyi yeğliyorum. Futbolun içine kısıtlı kaldığınız zamanlarda hep ayni muhabbetler dönüyor ve işin doğrusu ben biraz sıkılıyorum. Tüm hayat futbol üzerine kurulmamalı. Futbolun dışında kalan zamanlarda futbol konuşmayı sevmiyorum.

Bir gün Ankaragücü’nün veya başka bir Anadolu takımının Şampiyon alacağına inanıyor musunuz …

Bu düzende bir Anadolu takımın Şampiyon olacağına inanmıyorum, ama bu düzeni değiştirebilirsek neden olmasın. Zaten bu düzeni değiştirmenin mücadelesini yapıyoruz. Önce kafaların düzelmesi lazım. Adaletsizliğin değişmesi lazım. Aslında adaletsizlik Avrupa liglerinde de var. Ancak onlarda bu oran yüzde on ise bizde yüzde yetmişlerde, işte bu oranı düşürmek, daha adaletli bir sistem yaratmak lazım.

Türk futbolunda gelinen nokta hakkında ne düşünüyorsunuz, mesela sizce Turkcell Süper Lig kaliteli bir lig midir…

Turkcell Süperlig kesinlikle kaliteli bir lig değil. Aslında Digitürk’te çalışan biri olarak bindiğimiz dalı kesmemiz lazım ama geçeklerde göz ardı edilmemeli.Her türlü şaibe taraftarı futboldan soğutuyor. Yanlış yöneticiler, şike tezgahları, maç ayarlamaları, her türlü şaibe, ligi kalitesiz bir hale getiriyor. Ben bunu otorite noksanlığına bağlıyorum. İşin içine siyaset ve mafya girince geldiğimiz nokta çok belirgin hale geliyor. Bugün futbol federasyonu başkanı bile, Sultanahmet’de mafyaya 250 koyun sözü vererek, pazarlığın sonunda birilerin araya girmesi ile elli koyuna anlaşarak başa gelmiştir. Bunların hepsi daha önce yazılmış ve bilinen şeylerdir.

Türk futbolunda yabancı kısıtlaması hakkında ne düşünüyorsunuz. Türkiye’ye gerçekten kaliteli yabancılar geliyor mu…

Türk futbolunda kesin olarak yabancı kısıtlaması şarttır. Bence en fazla dört yabancı olması lazım. Mutlak süratle maç kadrosunda alt yapıdan gelen iki veya üç oyuncu, ilk on birde ise mutlaka bir alt yapı oyuncusu olmalı. Ben federasyon başkanı olsam mutlaka bunu gerçekleştirmeye uğraşırım…Bugün bizim takımlarımızın transfer ettiği yabancıların pek çoğu yedek kulübesinde oturuyor. Kalitesiz yabancılar ligin kalitesini düşürüyor. Ortada dönen rakamlar ise menejerlerin ve kulübü kendine borçlandıran başkanların işine yarıyor. Dikkat edin, bazı takımlar hep ayni menejerler ile çalışıyor. Bu düzende alan razı veren razı. Ziyanda olan kulüpler oluyor, zira kulüplerin sahibi yok. Ben futbol kulüplerinin denetlenmesi üzerine bir yazı yazdım. Fenerbahçe başkanı beni mahkemeye verdi. Ben Avrupa’da her vatandaşın sorduğu soruyu sordum, ‘Şu ana kadar kulübe kadar kaç para ödediniz, kulüpten alacağınız ne kadardır, kulübün size olan borcu nedir’ diye sordum, soluğu mahkemede aldım.

Ben Türk futbolunun ayrıca “haksız rekabet” üzerine kurulduğunu düşünüyorum. Bunda ki en büyük payda şüphesiz Türk spor medyasınındır. Sizin bu konuda görüşleriniz nelerdir …

Üç İstanbul takımı Türk futbolunun kilometre taşları, koç boynuzları. Ama bunların büyüklükleri dik dörtgenin içinde kısıtlı kalmalı. Unutmayın, bu bir ticarettir reyting olayı konu belirlemektedir. Bu düzende her şey reyting için yapılır. Ama yıllardır bu konuda şikayet eden TRT neden daha adaletli davranmıyor. Üzerinde düşünülmesi gereken budur.

Takımlarımızın “başkanlık’ usulü yönetilmesi hakkında ki görüşleriniz nelerdir, geldiğimiz noktada takımlarımız şirketleşmesi, uzman kişiler tarafından yönetilmesi ve en önemlisi denetlenmesi gerekmez mi…

Bakın üç İstanbul takımının yıllardır vergi borçları maliye bakanının da araya girmesi ile yüzde onlara indirildi. Yani düzen bu. Benim devlete olan borcum benden çatır çatır alınırken, devlet ayni borcu futbol takımlarımızdan alamıyor. Futbol da düzenin değişmesi için yaşamda düzenin değişmesi lazım.

Türk hakemliği hakkında görüşleriniz.

Hakemlik kurumu senelerce yanlış idare edildi. Ama son beş altı yıldır bir iyileşme var. Sekiz, on seneye kadar daha iyi olacak. Hakemlerimiz on senelik bir süreç sonrası Avrupa’da seslerini duyurmaya başlayacaklar, benim tahminim bu yönde.

İtalya’da ortaya çıkan şike skandalının sonuçlarını hep beraber gözlemledik. Mazisi 110 yıla yaklaşan İtalyan devi Juventus küme düşürüldü ve en az iki sene ikinci ligde mücadele edecek. Sizce böyle bir ceza Türk futbolunda mümkün olabilir mi…

Mümkün değil. Zira işin içine siyasiler girer, malum oy korkusu. Bir süre önce bir hakem Merkez hakem Komitesi başkanın, kendisine ‘Samsunspor – Trabzonspor’ maçında Trabzonspor’un yenilmemesi yolunda telkinde bulunduğunu söylemiş ve o hakem içeriye alınmıştı. Sonra zamanla bu olay unutuldu gitti. Daha önce de hakemlere kadın götürdükleri, alemler düzenledikleri tescil edilmiş ama bu olayların üzerine gidilmemişti. Velhasıl Türkiye’de bu işlerin üzerine gidilmesi zor. Zira hemen herkes bu işin içinde. Bir yerde ucu herkes dokunur.

Ben bir Anadolu takımın taraftarı olarak Pazar geceleri ekranlarda ki futbol programlarını ‘Pazar Keyifsizliği’ olarak değerlendiriyorum. Saatlerce üç İstanbul takımının görüntüleri, söyleşileri, yorumları. Anadolu takımlarının taraftarları kendi takımlarının görüntülerini gece yarısına yakın birkaç dakika ile izleme şansını buluyor. Sizin görüşleriniz nelerdir…

Dediğim gibi bu iş reyting de kilitlenip kalıyor…

Türk Milli takımı hakkında ki görüşleriniz nelerdir …

Milli Takım ile Ersun Yanal ile kötü başladı, ama tam sistemi oturtmaya başlarken başını yediler. Tabi burada kendisin de ufak tefek hataları var. Kulüpçülük ön plana çıktı. Şimdi bakıyorsunuz Fatih Terim başta ve yardımcıları dört büyük takımdan. Neden? Bu ülkede başka çalışkan insan yok mudur. Tamamen eyyam ve bu hengamede Ersun Yanal’a yazık oldu. Ben kişisel olarak Ersun Yanal’ı tanımam. Ama teknik Direktör olarak kendisini son derece başarılı buluyorum. Bir kere, gittiği her takıma damgasını, futbol felsefesini, kendi mentalitesini vuruyor. Ben onun başında olduğu takımları izlemekten keyif alıyorum. Gençlerbirliğinin başında iken, biraz şansları olsaydı UEFA kupasını kazanabilirlerdi.

Son olarak Türk futbolunu ilerletme adına ne gibi adımlar atmak gerekir. Rekabeti nasıl yaratabiliriz….

Bir gün futbol federasyonu başkanı olursam düzeni değiştirmek için elimden geleni yaparım. (Bu sırada kendisine böyle bir amacı olup olmadığını soruyorum ve içtenlikle Futbol federasyonun başına geçmek istediğini söylüyor). Neler yapacağımı o zaman görürsünüz. Ancak bu düzenin değişmsinin şart olduğunu ve bunun için birilerinin adım atmaı gerektiğini düşünüyorum…

Söyleşi için teşekkür ederim…

Ziya Adnan

Eylül 2006…

Erman1