Unutulmayan Futbolcular, Unutulacak Teknik Direktörler…

Unutulmayan Futbolcular, Unutulacak Teknik Direktörler…

Uzaklardan…

5 Şubat 1965 doğumlu Gheorge Hagi sadece müthiş bir futbolcu değil, aynı zamanda her teknik direktörün takımında görmek isteyeceği gerçek bir liderdi. Bu cümleye itiraz edecek futbolseverin olacağını pek sanmıyorum. 1982 senesinde Romanya’nın Farul Constanţa takımında başlayan ışıltılı kariyerinde, Steau Bükreş (1987–1990), Real Madrid (1990–1992), Brescia (1992–1994), Barcelona (1994–1996) formalarını giyerken, futbol oynadığı dönemlerde “Karpatlar’ın Maradonası” olarak anılması bile onu anlatmaya yeterdi. Ülkesinde altı kez yılın futbolcusu seçilirken, 1994 Dünya Kupasında Kolombiya’ya karşı oynadığı maçta, orta sahadan attığı o müthiş gol uzun süre hafızalardan silinmedi.

 

1996 senesinde Barca’dan Galatasaray’a geldiğinde, ben dâhil çoğunluk futbolsever 31 yaşındaki futbolcunun en parlak günlerinin mazide kaldığı düşüncesindeydi. Ama kısa sürede yanıldığımızı anladık. O dönem yalnız ülkemde değil, Avrupa’da yıldızı parlayan Galatasaray’ın bir anda en önemli silahı oluverdi. Henüz ilk sezonunda, sanki ta en başından beri Galatasaray forması giyiyormuşçasına gösterdiği azmi, disiplini, çalışkanlığı ile taraftarların gönlünde taht kurdu. Onu dünya gözüyle izlemiş futbolseverlerden biri olarak kendimi şanslı sayıyorum. Rüyada görsek inanamayacağımız o unutulmaz serüvende, bir Türk takımının UEFA Kupası’na uzanışında onu hep başrolde izledik. Müthiş golleri, asistleri, liderliği, hırsı, takımı ateşlemesi, onu futbolumuza gelmiş en önemli yabancılar listesinin zirvesine açık ara ile taşıdı.

Bilbao maçında attığı son dakika golünü kim unutabilir ki!

O eski şarkıdaki gibi: “Bir şarkısın sen ömür boyu sürecek! / Dudaklarımdan yıllarca düşmeyecek!” tadında bir maceraydı onun Galatasaray yılları; sarı-kırmızılı taraftarlar adına asla unutulmayacak…

***

Sonra, 2003 senesinde bu kez futbolcu olarak değil, teknik direktör olarak Bursaspor ile bir kez daha boy gösterdi bizim topraklarda. Ama pek kısa sürdü “yeşil timsahlar”da yaşadığı başarısız teknik direktörlük serüveni. Ve sonra 2004–2005 sezonunda Galatasaray’da bir kez daha şansını denedi. O sezonun kupa finalinde Fenerbahçe’yi 5–1 ile geçtiği maç, onun adına şampiyonluğu ezeli rakibe kaybetmenin yegâne tesellisi olurken, onun zamanının sarı-kırmızılı takımının yerinde yeller esiyordu.

Sonra, bu kez Frank Rijkaard’dan boşalan teknik direktörlük görevine 2010 senesinin Ekim ayında geliverdi, apansız. Ancak ikinci denemede de başarısız olurken, bu sefer sezonu bitiremeden gönderildi.

Ben yine de iyi bir futbolsever olarak teşekkür ederim futbolculuk yıllarında bizlere yaşattıkları adına. UEFA (A) lisansımdaki zamanlarımda, hocaların hocası Nigel Best’in söylediği gibi, “iyi futbolcu olmanın iyi teknik direktör olmaya yetmeyeceğinin” kanıtıydı onun yaşadıkları. Ve onun gibi nice müthiş futbolcular, hayal kırıklığından öteye geçemediler teknik direktörlük kariyerlerinde.

Bu yazı, yeşil sahalarda parlamış, sonrasında teknik direktörlük maceralarında hüsranlar yaşamış o “unutulmaz futbolcular, unutulacak teknik direktörleri” hatırlama adına…

Roy Keane
Ada futbolunun unutulmaz orta saha oyuncusu… Çivi kadar sert, katır kadar inatçı… 10 Ağustos 1971, Cork City (İrlanda) doğumlu… Manchester United’ın unutulmaz kaptanı… 1993–2005 yılları arasında, Manchester United formasıyla 326 kez sahaya çıktı, 33 gol attı. Onun oynadığı dönemde, Lig şampiyonluğu da dâhil olmak üzere, dokuz önemli kupayı müzesine götüren “kırmızı şeytanlar”ın tarihine en başarılı kaptan olarak geçti. Onun futbolculuk kariyerini en iyi anlatan cümle yine kendi kitabından:

“Mutluluk, hiçbir şeyden korkmamaktır!”
Ancak teknik direktörlük kariyerinde aynı başarıyı yakalayamadı. 2006 senesinde Sunderland takımıyla başlayan macerası, 2008 senesinde son bulurken, aynı hüsranı yakın geçmişte Ipswich Town takımında yaşadı.

Graeme Souness
6 Mayıs 1953 doğumlu İskoç orta saha oyuncusu… Liverpool’da geçirdiği yedi sezonda (1978–1984) beş lig şampiyonluğu yaşamış, Avrupa Kupaları kaldırmış unutulmaz kaptan… 1991 senesinde, 38 yaşında futbolu bıraktığında geride az futbolcuya nasip olacak sezonlar bırakmıştı. Ancak teknik direktörlük kariyeri beklendiği gibi gitmedi. Rangers, Liverpool, Galatasaray, Southampton, Benfica, Blackburn Rovers ve en son 2004–2006 sezonunda Newcastle United maceralarında umduğunu bulamadı. 2009 senesinin Kasım ayında, adının İskoçya Milli Takımının teknik direktorlüğü için anıldığı günlerde, artık teknik direktörlüğe dönmek istemediğini dile getirdi. Günümüzde Sky Sports ve ESPN kanallarında futbol yorumculuğu yapmaktadır.

Bryan Robson
Ada futbolunda forma giymiş, “Düşler Tiyatrosu” Old Trafford’da unutulmaz maçlar çıkarmış, uzun zaman İngiltere Milli Takımının kaptanlığını yapmış, 11 Ocak 1957 doğumlu orta saha oyuncusu… 1974 senesinde West Bromwich Albion’da başlayan futbol kariyerinin ilerleyen yıllarında (1981–1994)Manchester United forması giydi. O dönemde iki kez Premier Lig şampiyonluğu yaşadı, UEFA Kupasını kazandı. Ancak futbolu bıraktıktan sonra Middlesbrough, Bradford City, Sheffield United ve West Brom takımlarındaki teknik direktörlük deneyimlerinde başarılı olamadı. 2009 senesinin Eylül ayından beri Tayland Milli Takımını çalıştırmaktadır.

John Barnes
7 Kasım 1963 Kingston, Jamaica doğumlu sol kanat oyuncusu… 1981 senesinde Watford takımında başlayan futbol kariyeri, 1987 senesinde Liverpool takımına geçişi ile hız kazanırken, 1997’ye kadar formasını giydiği takımda lig şampiyonlukları yaşadı. 90’lı yıllarda Liverpool taraftarlarının gönlünde taht kuran “Digger” lakaplı yıldız, futbolu 1999 senesinde Charlton Athletic takımında bıraktı. 1999–2000 senesinde futbol direktörü olarak Celtic’de görev yaptı, ancak başarılı olamadı. Kısa süre Jamaica Milli Takımını, daha sonra Tranmere Rovers’ı çalıştırdı. Yakın geçmişte, Liverpool taraftarları arasında yapılan “Kop’u sallayan en iyi 100 futbolcu” sıralamasında 5. sırayı alan Barnes, günümüzde futbol yorumculuğu yapmaktadır.

Rudi Voller
13 Nisan 1960 doğumlu, 1990 Dünya Kupasını kazanan Almanya Milli Takımının değişmez forveti… 1977 senesinde Kickers Offenbach takımında başlayan futbol kariyerinde 1860 Münih, Werder Bremen, Roma, Marsilya, Bayer Leverkusen takımlarında forma giydi. 557 maçta 258 gol kaydetti. Almanya Milli Takımıyla sahada yer aldığı 90 maçta 47 gol attı. Futbolu bıraktıktan sonra, 2000–2004 seneleri arasında milli takımda teknik direktörlük yaptı ancak kalıcı olamadı. 2004 senesinin yaz aylarında A.S. Roma takımının başına geçti, ancak bir ay dayanabildi ve alınan kötü sonuçlardan sonra kovuldu. 2005 senesinde bir süre Bayer Leverkusen’de şansını denedi ama başarılı olamadı.

Paul Gascoigne
Ada futbolunun yetiştirdiği en yetenekli futbolculardan… 27 Mayıs 1967 Gateshead doğumlu yaratıcı orta saha oyuncusu, 1985 senesinde Newcastle United ile başlayan futbol kariyerinde, Tottenham Hotspurs, Lazio, Rangers, Middlesbrough, Everton takımlarında forma giydi. Özel yaşantısındaki çalkantılar, bilhassa alkol düşkünlüğü nedeniyle sıklıkla manşetlere taşınırken, 2005 senesinde alt liglerde Kettering Town’da başladığı teknik direktörlük kariyeri yaz yağmuru kadar kısa sürdü.

Ve o da diğerleri gibi, “unutulmayan futbolcular, unutulacak teknik direktörler” listesinde yerini aldı…

Ziya Adnan
17 Nisan 2011

 

Hagi

17 Mayıs 2000’den günümüze, Galatasaray’dan Arsenal’e…

17 Mayıs 2000’den günümüze, Galatasaray’dan Arsenal’e…

Uzaklardan…

“Delilik aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir…”
Albert Einstein

Takvimler 17 Mayıs 2000’i gösterirken, Danimarka’nın Başkenti Kopenhag Türk futbolu adına önemli bir organizasyona ev sahipliği yapıyordu. O akşam Parken Stadı’nın tribünlerini dolduran 38.919 taraftar, tarihte ilk kez bir Türk takımını UEFA Kupası finalinde izliyor, uzaklarda güzel ve yalnız bir ülke nefesini tutmuş bu maçın sonucunu bekliyordu. Benim gibi 8-0’lık hezimetleri yaşamış, Avrupa sahalarında orta sahayı geçmeden (Çanakkale geçilmez!) alınmış beraberliklere sevinmiş, konu futboldan açılınca her daim alaycı bakışlara hedef olmuş ümitsiz futbol dilencileri için bir rüyaydı o akşam; hani insanın hiç uyanmak istemediği…

Bir Türk takımının UEFA Kupası finalinde oynaması! Birileri bize “kamera şakası” yapıyor olmalıydı…

O akşam sarı-kırmızılı takımın karşısında yer alan Arsenal, 1 Kasım 1996 senesinde göreve gelmiş Arsene Wenger’in teknik direktörlüğünde küllerinden doğmuş, 1997-1998 sezonunda Premier Ligi ve Federasyon Kupasını kazanarak Ada futbolunda esmiş kükremişti. 1998-1999 sezonunda Premier Lig şampiyonluğunu ligin son maçında sadece bir puan farkıyla Manchester United’a kaptırırken, Federasyon Kupası yarı finalinin uzatma dakikalarında Ryan Giggs’in golüne engel olamıyor ve kupadan eleniyordu. Ancak yine de Wenger adına söylenen şarkılar yankılanıyordu Highbury semalarında… Artık her maçta tıka basa doluyordu o tarihi stat. Onun göreve geldiği gün, “Wenger Who?” (Wenger de Kim?) başlığı atmış olan Evening Standard gazetesi bile, artık Arsenal’ın zaferlerini yazıyordu…

Kimler yoktu ki kuzey Londra takımında! Kalede David Seaman, defansın göbeğinde Tony Adams, orta sahada Emmanuel Petit, Patrick Vieira, Marc Overmars, hücumda müthiş 10 numara Dennis Bergkamp ve ilerleyen zamanlarda tüm gol rekorlarını alt üst edecek olan Thierry Henry… Wenger’in görevi kabul ettiği zamanlarda, Arsenal, Patrick Vieira ve Rémi Garde’nin kadroya katılmasıyla, tarihinde bir devrim yaşıyordu…

O akşam hiç beklenmedik bir olay gerçekleşiyor; normal süresi golsüz biten maçta kalede Cláudio Taffarel uzatma dakikalarında yaptığı mükemmel kurtarışlarla takımını penaltılara taşıyor; sonrasında Galatasaray koca bir ülkenin sevinç çığlıkları arasında kupayı kaldırıyordu. Maçın sonunda kuzey Londra sessizliğe bürünürken, uzaklarda futbol adına yeni bir sayfa açılmıştı….

Aynı sene Süper Kupayı da kazandı sarı-kırmızılı takım… UEFA’nın yayınladığı Dünyanın en iyi futbol takımları listesinde 1. sıraya yerleşmişti…

***

Sonra…

Sonra başta teknik direktörleri olmak üzere, birer ikişer yıldızlarını kaybetmeye başladı UEFA şampiyonu. Türk’ün istikrarla olan sorunu nüksetmişti. Fatih Terim, İtalya Serie A takımlarından AC Fiorentina’nın yolunu tutarken, takımı o efendi teknik adam Mircea Lucescu devralıyor; sarı-kırmızılılar 2000-2001 sezonunu Fenerbahçe’nin arkasından ikinci sırada bitiriyordu. 6 Kasım 2002 tarihinde Şükrü Saraçoğlu Stadı’nda Fenerbahçe’ye karşı alınan 6-0’lık mağlubiyet bir güzel ama kısa bir rüyadan sarsılarak uyanışın fotoğrafıydı. Ondan sonraki sezonu da ikinci sırada bitirken, 2003-2004 sezonunu 6. sırada tamamlıyor, UEFA’yı kazanmış takımın yerinde artık yeller esiyordu.

Her ne kadar 2005-2006 sezonunu şampiyon olarak bitirmiş olsa da, iş bilmez yöneticilerin ellerinde, yanlış transferler, maddi sıkıntılar, gel-geç teknik direktörlerle geçen zaman diliminde 2000’nin ruhunu kaybetti o takım. Bir zamanlar sahip olduğu müthiş alt yapıyı tümüyle ıskalarken, kişisel hırsların, ego tadilatını tamamlamış yöneticilerin ön plana çıktığı sıkıntılı zamanlarda eridi gitti. UEFA’yı kazandığı o tarihten günümüze, 11 teknik direktörle çalıştı ama hiçbiriyle yıldızı barışmadı.

Bu yazının yazıldığı saatlerde, “Kurşunlu Süper Ligimiz”de 11. sırada ve oynadığı 27 maçta 14 mağlubiyet aldı Galatasaray… Türkiye Kupasından elenerek gelecek sezon Avrupa hayalleri suya düşerken, tarihinin en kötü sezonunu yaşıyor. Geçtiğimiz günlerde teknik direktör Hagi ile yollar ikinci kez ayrılırken, başkan Adnan Polat da protestoların damga vurduğu bir mali kurulun ardından muhtemelen “tarih” olacak!

Bu süreçte Galatasaray’da yaşanan sürekli değişimler Albert Einstein’in cümlesini hatırlattı: “Insanity is doing the same thing over and over again and expecting different results.” (Delilik aynı şeyleri tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir.)…

***

Aynı zaman diliminde uzaklarda…

UEFA finalinin mağlubu Arsenal, 2000-2001 sezonunu Manchester United’ın ardından ikinci sırada bitiriyor, kupasız geçen üçüncü sezonunun ardından yine de Wenger ile yola devam etmekte ısrar ediyordu. Genç takımından kadrosuna kattığı 19 yaşındaki sol bek Ashley Cole Premier Lig’de adını duyurmaya başlarken, Fransız teknik direktör takımı gençleştirmenin sinyallerini vermeye başlamıştı.

2001-2002 sezonunu şampiyon olarak bitiren takım, maç başına 2,6 gol ortalaması ile oynuyor, Thierry Henry 32 golle dikkatleri üzerine çekiyordu. Bir sonraki sezonu 2. sırada tamamlarken, Wenger hala görevinin başındaydı.

2003-2004 sezonunu yenilgisiz kapatarak açık ara farkla şampiyon oluyor, 26 Temmuz 1985 doğumlu Gael Clichy ve 4 Temmuz 1987 doğumlu Cesc Fabregas takıma katılıyordu. Wenger’in inşa ettiği o takımın (kurduğu demiyorum!) defansının toplam bedeli 10 milyon Sterlin’e mal olmuştu; Galatasaray’ın kovduğu teknik direktörlere ödediği tazminatın yanında devede kulak!

2004-2005 sezonunu yine 2. sırada bitirdi Arsenal. Bu kez şampiyon Chelsea’nin ardındaydı. Mayıs ayında oynanan Federasyon Kupası finalinde Manchester United’ı penaltılar sonunda geçip kupayı kaldırıyor, ancak günümüze kadar geçen sürede başka kupa kazanamıyordu.

2006 senesinin Mayıs ayında, bu kez Şampiyonlar Liginde Barca’ya karşı kaybeden takım bir kez daha eli boş dönüyor, ancak inandığı teknik direktörle yola devam ediyordu. Cesc Fabregas, Robin Van Persie, Theo Walcott, Samir Nasri, Jack Wilshire, Aaron Ramsey de Wenger’in geleceğe yatırımıydı.

Arsenal son altı sezonda kupa kazanamazken, sezonluk bilet için bekleme sırası sekiz seneye yaklaşan Emirates Stadı’nın tribünlerinde hala onun adına şarkılar söylenen tezahüratlar yankılanıyordu.

***

O tarihi akşamdan bugüne 11 teknik direktör görev yaptı Galatasaray’da. Oysa uzaklarda, 2005 senesinden beri kupa kazanamamış Arsenal’ın başında Arsene Wenger 15. senesini dolduruyordu. Kim bilir, 1996 senesinin Ekim ayında Japonya’nın Grampus Eight takımdan Türk futboluna gelmiş olsa, ülkemizde acaba ne kadar dayanırdı?

Yıldız futbolcuya değil, yıldız yaratmaya inanmış bir teknik adama kaç sezon sabrederdi ülkem taraftarı?

Meselenin özü budur aslında. Her takımın başarısız olduğu sezonlar olacaktır mutlaka…

Önemli olan aynı şeyi tekrar tekrar yapıp, farklı sonuçlar beklememektir…

 

 Ziya Adnan
10 Nisan 2011
GalatasarayArsenal

Gençlerbirliği’nden West Bromwich Albion’a…

Gençlerbirliği’nden West Bromwich Albion’a…

Uzaklardan..

Gençlerbirliği’nin Trabzonspor’a 2–1 yenildiği maçtan sonra Ankara takımının başkanı İlhan Cavcav’ın açıklamalarını okuyorum: “Yensek memleketimizde linç edilecektik” diyor 76 yaşındaki başkan. Devam ediyor: “Otuz küsur senelik başkanım, Gençlerbirliği olarak hiçbir yere satılmayız. Ben neden Fener ya da Trabzon için oynayayım? Ben kendi canımı kurtarmakla uğraşıyorum!” Trabzonlu taraftarların kendisine küfür ettiğini iddia eden Cavcav, “Demek ki sahamızda Trabzon’u yensek, kendi memleketimizde ve sahamızda linç edecekler!” diye serzenişte bulunuyor.

Siyasetten spora, bir inanış var ülkede. Bir koltuğa çakılıp kalınca insan, kendini başarılı görüyor. Zira ülkede başarı koltukta kaldığın senelerle ölçülüyor. Otuz küsur senelik başkansan senden iyisi olmuyor. Takvim yaprakları düştükçe dev aynası giderek büyüyor. Oysa bildiğim, başarının o süre içinde elde edebildiklerinle ölçülmesi gerektiği… Mesela, sormak isterdim Sayın Cavcav’a: “30 küsur senedir başkansın. Üstelik ülkenin başkentinde, Cumhuriyet ile yaşıt bir kulübün başkanısın. Ama stadını doldurmayı beceremiyorsun. Nüfusu yedi milyona yakın Ankara’da sattığın kombine bilet sayısı dört binin altında. Bu mudur başarı?”

Devam ediyorum… Yakın geçmişte teşvik primini normal karşıladığını, Türk futbolunda teşvik priminin yeri olduğunu açıklamıştı Sayın Cavcav. “Eğer teşvik primini kabulleniyorsan, rakip takım futbolcusunun üslubu hoş olmasa da, ‘teşvik mi aldınız?’ sorusuna da muhattap kalacağını bilmelisin” diyorum.

İşin gerçeği; Sayın Cavcav, Cumhuriyet ile yaşıt Gençlerbirliği’nin kasasındaki paranın miktarı ile övüne dursun, iki sezonda yedi teknik direktörle çalıştığı, son sezonlarda sürekli kan kaybettiği, geçtiğimiz sezon Birinci Lig’in kapısından döndüğü gerçeği bir Ankaralı olarak içimi acıtıyor. Tıpkı Gençlerbirliği maçlarındaki boş tribün manzaralarının acıttığı gibi… Tıpkı hedefsizliğin acıttığı gibi…

1935 doğumlu İlhan Cavcav’ın geçmiş yıllarda Gençlerbirliği’ne ve ülke futboluna kazandırdıklarını inkâr etmiyorum. Ancak kulübün günümüzdeki görüntüsü giderek tacir bir zihniyetin fotoğrafı olarak karşımıza çıkıyor: Futbolcuların kulübü basamak olarak kullandıkları, her gelenin gideni arattığı, başarının kümede kalmakla ölçüldüğü, taraftarın yönetimde asla söz sahibi olamadığı, zamanın hayli gerisinde kalmış padişah sıfatlı bir başkanın deplasman takımı taraftarlarını para olarak gördüğü bir zihniyet… 60’lı yıllarda kalmış mahalle bakkalı anlayışı ile futbol kulübü yönetmenin dayanılmaz hafifliği… Evinde oynadığın maçta, tribünlerini deplasman takımına ayırmanın mantığını, kendi stadında adeta deplasmandaymış gibi oynamanın garipliğini anlayamıyorum. Bu mudur başarı?

Sayın Cavcav’ı dinlerken, 1996 senesinde 100 yaşında aramızdan ayrılan Amerikalı komedyen George Burns’un cümlesini anımsıyorum;

“İnsan yaşlandıkça daha çok şey öğrenir. Ancak bu kez en büyük sorunu, öğrendiklerini hatırlayamamak olur!”

***

Gençlerbirliği’nin Trabzonspor’a yenildiği günlerde, uzaklarda…

Günlerden Cumartesi… Üniversite yıllarımdan futbol hastası bir arkadaşımın davetiyle West Bromwich Albion’un 26.500 kapasiteli Howthorns Stadı’nda…

Kümede kalma savaşındaki ev sahibi takım, Premier Lig’de şampiyonluğa oynayan Arsenal karşısında… M1 karayolunda iki saatlik bir araba yolculuğundan sonra Londra’nın kuzeyinde, West Midlands bölgesinin 136.940 nüfuslu sakin kasabasına ulaşıyoruz. İngiltere’nin en büyük sanayi şehri Birmingham’a sekiz kilometrelik mesafede, Sandwell bölgesine bağlı bu şirin kasaba sakinleri o gün oynanacak maçın telaşında… Stada akan yollarda lacivert-beyaz formalı taraftarlar, hemen her yaşta…

Maçtan önce gezdiğimiz o küçük ama tarih kokan statta, takımın formasını giymiş, iz bırakmış futbolcuların duvarlarda asılı fotoğrafları karşılıyor bizleri. Bir zamanlar Ada futboluna damga vurmuş, şimdilerde gırtlak kanseri ile savaşan Bryan Robson’un imzalı formasına takılıyor gözüm. 11 Ocak 1957 doğumlu müthiş orta saha oyuncusu 1974 senesinden 1981’e kadar West Brom forması giymiş, o senenin Ekim ayında o zamanların rekor transfer ücretı 1,5 milyon Sterlin karşılığında Manchester United’a transfer olmuştu.

Duvarlarda, Don Howe, John Osborne, John Wile, Derek Statham, Laurie Cunningham, Cyrille Regis’in fotoğrafları… O günün maç sponsoru, maçtan sonra takımın bu maçtaki en iyi futbolcusunun imzalı formasını çekiliş sonucu bir davetliye hediye edeceklerini, mutlaka kalmamız gerektiğini söylüyor. Küçük ama etkileyici stadı gezerken, bu maçın Arsenal adına zor bir deplasman olacağını hissediyorum.

Kuruluşu 1878 senesine dayanan, geçtiğimiz sezon Premier Lig’e terfi eden, 2002 senesinden bu yana ligden beş kez düşmüş  “Baggies” lakaplı takım sahaya çıkarken 25.000’e yakın taraftarının uğultusu yükseliyor tribünlerden. Bu maçta, Arsenal’e ayrılan bilet sayısı 1.500 civarında. Stada girerken, “Richardson Suite”in önündeki güvenlik görevlisi, boynumdaki Arsenal atkısını çıkarmamı, o bölüme deplasman takımı atkısıyla giremeyeceğimi hatırlatıyor kibarca. Sonra da ekliyor: “Ama isterseniz size bir West Brom atkısı hediye edebiliriz!”.

Sezonluk bilet fiyatlarını soruyorum oradaki görevliye. Premier Lig’in en ucuz sezonluk biletlerinden birine sahip olduklarını, normal sezonluk biletin 399 Sterlin olduğunu, 16 yaşından küçük taraftarlar için 129 Sterlinlik kombine bilet çıkarttıklarını anlatıyor.

2–0 geriye düştüğü maçta, son 15 dakikada bulduğu iki golle beraberliği zor kurtarıyor Arsenal. Tribünleri dolduran binlerce West Brom taraftarı güçlü rakibi karşısında kora kor mücadele eden takımını yürekten selamlıyor.

***

Maç sonunda stattan ayrılırken, bir sonraki Liverpool maçının biletlerinin tamamen satıldığı yankılanıyor stadın hoparlörlerinde.

O maçtan bir sonraki gün, uzaklarda, Türkiye’nin başkenti Ankara’da oynanan maçta, tribünlerinin hatırı sayılır bir bölümünü deplasman takımı taraftarlarına vermiş olan kırmızı-siyahlı takımımı Trabzonspor karşısında izlerken, Sayın Cavcav’a sormak istiyorum:

“Bir futbol kulübünün başarı ölçüsü sadece kasasının dolu olması mıdır?”

Ziya Adnan

3 Nisan 2011

 

West Brom

Oysa dekoder satışı ile ölçülmeyecek kadar değerlidir takım sevgisi…

Oysa dekoder satışı ile ölçülmeyecek kadar değerlidir takım sevgisi…

Uzaklardan…

Adı Patrick… 37 yaşında… Londra’nın merkez karakollarından birinde kriminolojist olarak çalışıyor. İyi bir sporcu Pat… Geçtiğimiz yılın Nisan ayında Londra maratonuna katılıp bitiş çizgisini göğüslemiş. En büyük tutkusunun Sheffield Wednesday olduğunu söylüyor. İngiltere’nin kuzeyinde, adını içinden geçen Sheaf nehrinden alan, 19. yüzyıldan günümüze adını çelik üretimi ile duyurmuş 534.500 nüfuslu tarihi bir şehrin takımı Sheffield Wednesday… 80’li ve 90’lı yıllarda Ada futbolunun en üst liginde mücadele etmiş. En son kupasını aldığı 1991 senesinden sonra kupa kazanamamış. Şimdilerde League One’da mütevazı mücadelesini sürdürüyor.

Patrick’e, “Neden Sheffield Wednesday?” diye soruyorum. “Babadan miras!” olduğunu söylüyor. Çok küçük yaşlarda babasının elinden tutup götürdüğü maçlardan dem vurarak, “Babamın bana aldığı o formayı hala saklarım…” diyor.

Geçtiğimiz sezon Championship’den düşerken evinde oynadığı maç başına 23.179 taraftar ortalaması, Pat ve onun gibilerin mavi-beyazlı takıma duyduğu sevgiyi anlatıyor.

Bu yazının yazıldığı saatlerde, Sheffield Wednesday League One’da (üçüncü lig) 16. sırada, kümede kalma savaşında ama 39.812 kapasiteli Hillsborough Stadı’nda oynadığı her maçında taraftarları onu yalnız bırakmıyor.

***

Adı Jon… 40 yaşında… O da Pat gibi kriminolojist… Doğu Londra’nın Dagenham semtinde dünyaya gelmiş. Küçük yaşlarda doğup büyüdüğü semtin takımına, Ada futbolunda “Çekicler” (The Hammers) olarak bilinen, zaman içinde nice yıldızları futbola kazandırmış West Ham United’a sevdalanmış. Bu yazının yazıldığı saatlerde Premier Lig’in 17.sırasında lige tutunmaya çalışıyor bordo-mavili takım. Jon’un çalışma masasının hemen yanıbaşında, duvarda asılı West Ham United’ın posterinin altında, takımın maçlarında söylenen o çok bilindik slogan göze çarpıyor: “I’m forever blowing bubbles, / Pretty bubbles in the air.”

Geçtiğimiz sezon West Ham United’ın Upton Park Stadı’ndaki taraftar ortalaması 33.370…

***

Adı Craig… 40’lı yaşlarda… Londra’nın merkez karakollarından birinde polis… Masasının üzerinde yer alan “MK Dons takımının posteri onun futbol sevdasını özetliyor. Kombine bileti olduğunu söylüyor ve takımın hiçbir maçını kaçırmadığını ekliyor. Geçenlerde bir sohbet esnasında, Şampiyonlar Liginin o unutulmaz maçına dair konuşmanın tam ortasında, yanındaki Arsenal taraftarına dönerek, “Siz hiç Rochdale’i dört farkla yendiniz mi?” sorusunu hatırlıyorum. Şampiyonluğa oynayan MK Dons’un deplasmanda Rochdale’i 4–1 yendiği maçtan sonraydı.

Arsenal–Barça maçı ne umurunda!

Bu yazının yazıldığı saatlerde, League One’da mücadele eden MK Dons’un geçen sezon evinde oynadığı maçlarda taraftar ortalaması 8.009…

***

Adı Barry… 30 yaşına yeni basmış… O da Craig gibi polis… Everton hastası… Liverpool şehrinin sakinlerine has kalın “scouse” aksanıyla, “Londra’da yaşadığım için Everton’un maçlarına gitmem zor oluyor. Ama mümkün olduğunca maç kaçırmamaya çalışıyoru,” diyor. Sezonluk bilet fiyatlarındaki artıştan yakınıyor bir ara. “Sezonluk biletin var mı?” diye soruyorum. “Çok küçük yaşlardan beri beri sezonluk bilet sahibiyim” diyor. Everton’un Goodison Stadı’nın yakınlarında dünyaya gelmiş Barry. “Babam artık yaşlandı, deplasmanlara gidemiyor ama Everton’un Goodison’da oynadığı hiçbir maçı kaçırmaz,” diye ekliyor.

Everton’un geçen sezon Goodison Stadı’nda oynadığı maçlarda taraftar ortalaması 35.854…

***

Adı Tony… 28 yaşında… Ada futbolunun yaramaz çocuğu Millwall taraftarı… Bir zamanlar tersaneleri ile ün yapmış, şimdilerde eski ve yeninin birbirine karıştığı, Thames nehrinin hemen kıyısında yer alan tarihi Bermondsey semtinde yer alan köklü futbol takımı… Tony’nin masasının üzerinde duran Millwall posterinin altındaki “No one like us We Don’t care” (Kimseler sevmez bizi ama umurumuzda değil) cümlesi göze çarpıyor. Millwall, maçlarını 20.146 kapasiteli The New Den Stadı’nda, takımına ölesiye bağlı taraftarlarının önünde oynuyor; yakın gelecekte bir gün yine Premier Ligde boy göstermek umuduyla… “Son üç sezondur hiçbir maçını kaçırmadım,” diyor Bermondsey  doğumlu Tony.

Bilmeyenler için belirtmeliyim, renkleri mavi-beyaz olan kulübün kuruluşu 1885 senesine dayanır ve günümüzde League One’da mücadele etmektedir.

Millwall’un geçen sezon evinde oynadığı maçlarda taraftar ortalaması 12.094…

***

Yukarda adı geçen futbol sevdalıları gerçektir. Küçük bir departmanda birlikte çalışanların futbola dair sevdalarının özetidir. Bu yazıya ilham olmuş yirmi kişiye sorduğum, “Hangi takımı tutuyorsun?” sorusuna aldığım 13 ayrı takımın taraftarlarının yanıtlarından bir kaçıdır: Arsenal, Chelsea, Fulham, Birmingham, Leeds United, Charlton Atlethic, Leyton Orient ve diğerleri…

O yüzden uzaklarda nüfusu bizden daha az bir ülkenin statları dolar taşar maç günleri. Championship’de oynayan Leeds United’ın kombine biletli taraftar sayısının, Beşiktaş ve Galatasaray’ın toplamından daha fazla olmasıdır üzerinde düşünülmesi gereken… Geçtiğimiz günlerde Championship’de oynanan QPR–Crystal Palace (18.116), Norwich City–Bristol City (24.428), Leeds United–Ipswich Town (27.432) maçlarındaki taraftar sayılarının toplamı her takımın kendi taraftarı için büyük olduğunu anlatır.

Bakmayın kimilerinin bizdeki durumu ekonomik dengelerle açıklamaya çalışmasına. Gerçek olan, ülkemde naklen yayıncı kuruluşun senelik üyelik bedelinin, çoğu Anadolu takımının kombine bilet bedelinden kat be kat fazla olduğudur. Ülkenin dört bir yanında takımlar boş tribünlere oynarken, kıraathaneler dolar taşar; patlama yapar dekoder satışları. Kendi şehrinin takımını tribünlerde desteklemek yerine, televizyon ekranları karşısında üç takımdan birini desteklemek bizim diyarlarda olağandır.

Geçenlerde oynanan İstanbul derbisinden sonra, yurdun dört bir yanında Fenerbahçe’nin zaferini halay çekerek karşılayan taraftarların görüntüsü yansıdı ekranlara. En batıdan, en doğuya; kimi yerde halay, kimi yerde kavga! Kaçı Şükrü Saraçoğlu Stadı’nı dünya gözüyle bir kez olsun görmüştür acaba? Oysa bir şehri tribünden sevmektir taraftarlık, ah bir anlasalar!

***

Sonra televizyon kanallarının birinde Şansal Büyüka anlatıyordu: Kötü giden sonuçlardan sonra binlerce Galatasaray ve Beşiktaş taraftarı dekoderlerini iade etmiş. Bu gelişme üzerine, naklen yayın haklarına büyük paralar yatıran yayıncı kuruluş kara kara düşünüyormuş. Kaybettikleri para çok büyükmüş. Vesaire vesaire…

Oysa koca bir ülkeyi üç takıma endekslemiş olmanın bedelidir ödenen. Tele-taraftarlık kültürü ile yoğrulmuş, takım sevgisi dekoder satışı ile ölçülen, “Hangi takımı tutuyorsun?” sorusuna verilecek cevabı büyük çoğunlukla üç şıkdan ibaret futbol nesillerinin hazin fotoğrafıdır. Ta en başından rekabetsizlikle lanetlenmiş, çocuklarını yedi tepeli bir şehrin abartılı futbol ninnileri ile büyüten nesillerin yazık hikâyesidir. Üçlü oligarşinin bir heyula misali üzerine çöktüğü, adalet, eşitlik, rekabetten yoksun kocaman bir futbol yalanıdır.

Oysa dekoder satışı ile ölçülemeyecek kadar değerlidir takım sevgisi…

Ve taraftarlık, sevinmek için sevmek değildir…

Ziya Adnan
27 Mart 2011

 

TakimSevgisi

Takım Kurmak mı, Takım İnşa Etmek mi?

Takım Kurmak mı, Takım İnşa Etmek mi?

Uzaklardan…

Mucize işçisinden alınacak dersler…

“Beş milyon Sterlin harcayarak, Şampiyonlar Ligi finalini oynayabilecek bir takımın iskeletini yaratmak… İşte mesele budur!”

22 Ekim 1949 Strazburg doğumlu, “Profesör” lakaplı Arsene Wenger, 1996 senesinden günümüze kadar dünya futbolunun devlerinden Arsenal’ın teknik direktörlüğünü yapmaktadır. Onun görevde bulunduğu ilk dokuz sezonda, kuzey Londra ekibi Premier Ligi ikinci sıranın altında bitirmezken, bu dönemde üç Premier Lig şampiyonluğu, dört Federasyon Kupası zaferi yaşamış; 2005–2006 sezonunda Şampiyonlar Liginde Barcelona ile final oynamış ve kupayı finalde kaybetmiştir. Buraya kadar her şey pek bilindik gibi görünse de çoklarının bilmediği, finale gelene kadar oynadığı 10 maçta kalesinde gol görmeyen o takımın defansını yaratmak için Wenger’in sadece beş milyon Sterlin harcamış olduğudur.

Beş milyon Sterlin harcayarak, Şampiyonlar Ligi finalini oynayabilecek kalitede bir takımın iskeletini yaratmak… İşte mesele budur!

***

O maçta defansın sağında oynayan 4 Haziran 1983 doğumlu Fildişili Emmanuel Eboué, 2005 senesinde Belçika’nın Beveren takımından Arsenal’e gelmiş; bir sezon rezerve takımında yer aldıktan sonra ilk on bire girmeyi başarmış; sonrasında takımın değişmezlerinden olmuştur. Defansın solunda oynayan 20 Aralık 1980 doğumlu Ashley Cole, Arsenal’ın alt yapısından yetişmiş; 2006 senesinin yaz aylarında Chelsea’ya 5 milyon Sterlin’e transfer olurken, anlaşmanın parçası olarak Chelsea’nin stoperi William Gallas Arsenal’e gelmiştir.

Kolo Toure’nin hikâyesi ise daha ilginçtir. 2002 senesinin Şubat ayında Fildişi Sahilleri’nin ASEC Mimosas takımından sadece 150.000 Sterlin karşılığında transfer edilen 19 Mart 1981 doğumlu stoper, 2009 senesine kadar formasını giydiği takımda 226 maça çıkmış; Premier Ligi şampiyonluğu yaşamış; 2009 senesinin Temmuz ayında 16 milyon Sterlin ödeyen Manchester City’e geçmiştir. 150 bin Sterline transfer edilen futbolcuyu 16 milyon Sterline, üstelik yedi sezondan sonra satabilmek her futbol kulübünün rüyasıdır…

Mesele pahalıya alıp yok pahasına elden çıkarmak değil, mesele transferden para kazanabilmektir.

Yetenek keşfetme ve yıldızlaştırma konusunda Wenger’den daha iyisini bulmak zordur. Kendi tanımıyla, “yıldız futbolcuya değil yıldız futbolcu yaratmaya” inanır Fransız teknik direktör. Zamanı geldiğinde takımdan ayrılmak isteyen futbolcuya taviz vermez. 1998 senesinde Paris Saint–Germain’den 500 bin Sterline transfer ettiği Nicolas Anelka, iki sene sonra takımdan ayrılmak isteyince, 23,5 milyon Sterlin karşılığında Real Madrid’in yolunu tutmuştur.

Mesele Real Madrid’den miadı dolmuş futbolcu transfer etmek değil, mesele Real Madrid’e futbolcu satabilmektir…

O transferden gelen parayla kadroya dâhil edilen Thierry Henry, Robert Pirès ve Sylvain Wiltord, Ada futbolunda yıldızlaşırken, 2001–2002 sezonunda lig ve kupa şampiyonluğu yaşamış, 2003–2004 sezonunda ise şampiyonluk kupasını bir kez daha kaldırmıştır.

Mesele çuvalla para harcayıp transfer yapmak, takım kurmak değil, mesele elindeki olanakları doğru kullanarak zaman içinde takım inşa edebilmektir…

***

Gençlere verdigi önem ile bilinir Arsene Wenger. Belki çokları bilmez ama Monaco’yu çalıştırırken Liberyalı George Weah’yı keşfeden Arsene Wenger’dir. 1988 senesinde transfer ettiği forvet ilerleyen zamanlarda dünya futbolunda yıldızlaşacak, 1995 senesinde “World FIFA Player of the Year” ödülünü kazanacaktır. Hocasını, “futbol kariyerindeki en önemli kişi” olarak tanımlar Weah…

Günümüzde Arsenal’ın kaptanlığını yapan 4 Mayıs 1987 doğumlu müthiş İspanyol Cesc Fàbregas, henüz 16 yaşında Barcelona alt yapısından Arsenal’e transfer olduğunda adı sanı duyulmamış bir genç yetenektir. 2004–2005 sezonunda Wenger’in diğer keşfi Patrick Vieira’nın sakatlığı nedeniye takımdan ayrı kalması üzerine orta sahada onun yerinde oynamaya başlamış, bir lig maçında Blackburn Rovers’a attığı golle Arsenal tarihinin en genç golcüsü ünvanını elde etmiştir. Şimdilerde Barcelona dâhil tüm dünya devlerinin peşinde koştuğu yıldız, Arsene Wenger’i “manevi babası” olarak tanımlar.

Mesele genç futbolcuya birkaç maç şans vermek değil, mesele genç futbolcuya güvenmek, onu motive edebilmek, onu kazanmaktır….

***

Futbolcusunun özel hayatından, diyetine ve antrenman programına kadar tüm detaya önem verir Arsene Wenger. Kurallarına uymayan futbolcuların takımda kalıcı olması mümkün değildir. Arsenal’ın başına geldiği gün, takımın diyet programını tamamen değiştirmiş, alkol kullanımını yasaklamıştır. İngiltere’de çok fazla şeker ve kırmızı et tüketildiğinin altını çizerken, Japonya’da geçirdiği senelere dair gözlemi kayda değerdir;

“Their diet is basically boiled vegetables, fish and rice. No fat, no sugar. You notice when you live there that there are no fat people…” (Diyetleri kaynamış sebze, balık ve pirinçten ibarettir. Yağ ve şeker kullanmazlar. Orada yaşadığınız zaman dikkatinizi çeken, kilolu insanların olmayışıdır…)

Mesele sadece iyi bir teknik direktör olabilmek değil, mesele gençleri doğru yönlendirebilmektir…

***

2006 senesinde, 38 bin kapasiteli tarihi Highbury Stadı’ndan 66 bin kapasiteli Emirates Stadı’na geçişin fikir babasıdır Arsene Wenger. Onun vizyonu sayesinde bugün Arsenal’ın kendi evinde oynadığı maç başına geliri üç milyon Sterlin’in üzerindedir. Emirates Stadı’nda hiç şampiyonluk kupası kaldırmamış olsa da, her maçını tıka basa dolduran takımın sezonluk biletine sahip olabilmek için yaklaşık sekiz sene beklemek gerekir.

Mesele yeni bir stat inşa etmek değil, takım kurmak hiç değil, mesele o statta izleyenlere keyif verecek takımı zaman içinde inşa edebilmektir.

***

Her transfer sezonunda, güzel ve yalnız ülkem takımları kadrolarını alışılmış bir arsızlıkla şişirirken, eloğullarına, taraftara şirin görünme adına çuval dolusu paralar saçılırken, uzaklarda eski başkanı tarafından “miracle worker” (mucize işçisi) olarak tanımlanan 61 yaşındaki teknik adam futbol felsefesini şöyle özetliyordu:

“At a young age winning is not the most important thing… The important thing is to develop creative and skilled players with good confidence.” (Genç futbolcular için kazanmak en önemli şey değildir… Önemli olan yaratıcı ve kabiliyetli gençlerin kendilerine güvenmelerini sağlayarak onları geliştirebilmektir…)

Ziya Adnan
20 Mart 2011

MiracleWorker

Fenomen’in vedası…

Fenomen’in vedası…

Uzaklardan…

“Love to score goals after passing all the defenders as well as the keeper. This is not my specialty, but my habit.” (Tüm savunmayı ve kaleciyi de geçtikten sonra gol atmaya bayılıyorum. Bu benim özelliğim değil, alışkanlığım!)

2006 senesinin yaz aylarında, Birgün’de, yine bu köşede yazmıştım buna benzer bir yazıyı. Yeri hala dolmamış mükemmel 10 numaranın futbola veda ettiği zamanlardı. O gün, onu son kez yeşil sahada görmek için Emirates Stadı’nın yolunu tutanların arasındaydım. Tribünlerde 54.000 taraftar, ona “elveda” demek için toplanmıştık. Bir jübile maçına bu kadar büyük ilgi gösterilmesine ilk kez şahit oluyordum. Benim futbol belleğimdeki en büyük usta o gün son kez selamladı tribünleri…

Ve geçtiğimiz günlerde bir futbol fenomeni daha veda etti yeşil sahalara. Aslında ona dair daha önce yazacaktım ama Şampiyonlar Ligindeki o müthiş maç önceliği aldı. Yine de geç de olsa yazmak gerekti büyük ustayı. Kariyeri boyunca geçirdiği üç ciddi sakatlığa rağmen Avrupa’nın en büyük kulüplerinde boy göstermiş, FIFA tarafından üç kez yılın en iyi futbolcusu ödülüne layık görülmüş, iki kez Dünya Kupasını kaldırmış müthiş Brezilyalı… 1998, 2002 ve 2006’da Brezilya Milli Takımı ile boy gösterdiği Dünya Kupasını 2002’de havaya kaldırırken, bu turnuvalarda 15 gole imza atmıştı. Dünya futbolunda, onunla birlikte sadece Zinadine Zidane, kariyerinde üç kez yılın futbolcusu seçilmişti.

18 Eylül 1976 tarihinde Rio de Janeiro’da dünyaya gelmiş, ilerleyen zamanlarda çocukluğundan taraftarı olduğu takımın, Flamengo’nun seçmelerini kazanamamış, Brezilya’nın efsane futbolcularından Jairzinho’nun yönlendirmesiyle Cruzeiro takımına imza atmıştı. 1993 senesinde Cruzeiro takımıyla adını duyururken, o yıllarda futbolseverler o isimle bir kaleciyi ve forvet oyuncusunu tanırdı. Ama sonraki yıllarda futbol sohbetlerinde o isim telaffuz edildiğinde, akla gelen tek futbol yıldızı vardı.

Cruzeiro takımındaki ilk sezonunda 14 maçta 12 gol atarak takımının Copa De Brasil’i kaldırmasında önemli pay sahibi oldu.1994 Dünya Kupasında Brezilya Milli Takımı kadrosuna seçilen, ancak henüz 17 yaşında olduğu için turnuvada forma şansı bulamayan forvet, kupa sonrasında Hollanda’nın PSV takımıyla sözleşme imzalıyor, ilk sezonunda 30 gol atıyordu. İkinci sezonun büyük bölümünde sakatlığı yüzünden forma giyemezken, oynadığı 13 maçta 12 gol attı. PSV, onun müthiş goleri ile Hollanda kupasını kazanırken, dünya devlerinin gözü yıldızı parlayan golcüdeydi.

Barcelona, 2009 senesinde aramızdan ayrılan Bobby Robson’un ısrarları üzerine dönemin transfer rekorunu kırarak 17 milyon Dolar karşılığında onu kadrosuna kattı. Robson’un tanımıyla, “Pele kadar iyi, Maradona kadar çabuk, George Best kadar kıvrak” futbolcu, hocasını haklı çıkararak 1996–1997 sezonunda oynadığı 59 maçta 47 gol attı. Barca o sezon UEFA Kupasını kazandı…

O sene La Liga’yı gol kralı olarak bitirirken, forma giydiği 37 lig maçında 34 gol atmıştı. 1996 senesinde, henüz 20 yaşında FIFA tarafından yılın futbolcusu seçildikten sonra, 1997 senesinde 19 milyon Sterlin karşılığında İnter Milan takımına transfer oldu.

***

Sert futbolun oynandığı İtalya’ya kısa sürede uyum sağlarken, ilk sezonunu en golcü futbolcular sıralamasında ikinci sırada tamamladı. 1997 senesinde FIFA tarafından bir kez daha büyük ödüle layık görülürken, 1998 Dünya Kupasını turnuvanın en golcü futbolcusu olarak bitiriyordu.

1999 senesinin Kasım ayında takımının Lecce ile oynadığı maçta dizinden sakatlanıp, uzun süre sahalardan uzak kaldıktan sonra 2000 senesinin Nisan ayında sahalara döndü. Ancak, takımının Lazio’ya karşı oynadığı kupa finalinde sahada ancak 7 dakika kalabildi. Bir kez daha dizinden sakatlanırken, iki ameliyat ve uzun rehabilitasyon süreci onu bekliyordu. 2002 senesinde Brezilya Milli Takımı ile futbola dönüyor, Brezilya onun müthiş golleri ile Dünya Kupasını 5. kez ülkesine götürüyordu. İtalya’da oynadığı senelerde “Il Fenomeno” lakabı ile anılırken, 2002 senesinde Real Madrid’e transer oldu. İspanya devi onun transferine 39 milyon Euro harcarken, rekor sayıda forma satışı ona duyulan sevgiyi özetliyordu. Sakatlığı nedeniyle o sezonun Ekim ayına kadar forma giyemezken, takımıyla çıktığı ilk maçta golünü atıyor, maç sonunda Santiago Bernabeu Stadı’nı dolduran futbolseverler onu ayakta alkışlıyordu. Barca’da kazanamadığı La Liga şampiyonluğunu 2003 senesinde Real Madrid’le kazanırken, o sezon ligde 23 gol kaydetti.

Bir sonraki sezon Şampiyonlar Ligi çeyrek finalinde Manchester United’a karşı hat-trick yaparken, İngiliz ekibini kupa dışına itiyor, ligde kaydettiği 24 gole rağmen takımı, ligi Valencia’nın ardından ikinci sırada bitiriyordu. O sezonun sonunda Ruud van Nistelrooy’un takıma katılmasıya gözden düşerken, 30 Ocak 2007 tarihinde 7,5 milyon Euro karşılığında AC Milan’a transfer oldu. 99 numaralı formasıyla o sezon oynadığı 14 maçta 7 gol atmıştı. 13 Şubat 2008 tarihinde, Milan’ın Livorno ile oynadığı maçta, bu kez sol dizinden sakatlanıyor, sözleşmesi sezon sonunda yenilenmiyordu.

İyileşme sürecinde Flamengo ile antrenmanlara çıkarken, 9 Ocak 2009’da Corinthians takımıya sözleşme imzalıyor, o sezon oynadığı 14 maçta 10 gol atıyordu. 2011 senesine kadar formasını giydiği takımda 31 gol atarken, ikinci kez Brezilya Kupasını kaldırdı. Kazandığı onca başarıya rağmen kariyerinde Şampiyonlar Ligi kupasını kaldıramayan golcü, Şubat 2011’de Corinthians’ın kupadan elenmesinden sonra futbolu bırakacağını açıkladı.

***
Eduardo Galeano, futbolu “zevkten zorunluluğa doğru uzanan hüzünlü bir öykü” olarak tanımlar. İşte o hüzünlü öykünün afili kahramanı takvimler 14 Şubat 2011’i gösterirken veda etti yeşil sahalara. Geride futbol belleklerimize kazınmış o güzel gollerini bırakarak… Sevgililer Gününde, ne kadar ironik! Ağrılarına dayanamadığını, kullandığı ilaçlar yüzünden kilo problemi yaşadığını anlatırken gözleri dolmuştu o buruk basın toplantısında. Herhalde ona “şişko” lakabını takanlar üzülmüşlerdir, o kiloları yaşadığı sağlık sorunları nedeniyle aldığını öğrendiklerinde. Mutlaka üzülmüşlerdir. Futbolu seven herkesi acıtmıştır bu veda. Her ne kadar 2002 Dünya Kupasında bir ulusun çocuklarının yüreklerini dağlamış olsa da. Zira onun gibi bir golcü uzun süre gelmeyecektir yeşil sahalara. İtalya’da AC Milan’ın, Inter’in, İspanya’da Barca’nın, Real Madrid’in formalarını giymek, ya da “Dünya Kupalarının en büyük golcüsü” unvanı kaç futbolcuya nasip olur ki?

2006 senesinin yaz aylarında Birgün’de yazmıştım buna benzer bir yazıyı. Yeri hala dolmamış mükemmel 10 numaranın futbola veda ettiği zamanlardı.

Ve şimdi bir veda daha…

Hoşçakal fenomen…

Hoşçakal Ronaldo Luís Nazário de Lima…

 

Ziya Adnan
13 Mart 2011
RonaldoBrazil

La Cantera’dan Türk Futboluna Bakarken…

La Cantera’dan Türk Futboluna Bakarken…

Uzaklardan…

Gençlerine güvenmeyen bir ülkenin lanetidir inandığı tüm futbol masalları…

Barca’nın Arsenal ile oynadığı Şampiyonlar Ligi maçı öncesinde Xavi’nin Ada basınında geniş yer bulmuş şöyleşisinde okumuştum: İlk 11’inde altyapısından yetişmiş sekiz futbolcu bulunan, dünya futbolunun en iyi akademisine sahip Barca’nın o akademiyi kurması sekiz milyon Avro’ya mal olmuş. Günümüzde dünya futbolunun parlayan yıldızları Xavi Hernandez, Lionel Messi, Andres Iniesta, Cecs Fabregas, La Cantera’nın, yani Barca’nın kurmuş olduğu futbol akademisinin mezunları. Hikâyenin can alıcı noktası, dünya futbolunda en üretken “futbolcu fabrikası”nın değeri sekiz milyon Avro!

Şöyle bir düşününce, Beşiktaş’ın Filip Holosko, Rodrigo Tabata ve İsmail Köybaşı’na ödediği bonservis ücretleri (20 milyon Avro) ile La Cantera ayarında iki buçuk akademi kurmak mümkün!

Sekiz milyon Avro! Beşiktaş’ın İsmail Köybaşı’nın transferi için Gaziantepspor’a ödedigi miktara yakın… Daniel Guiza’nın üç sezonda Fenerbahçe’den alacağının altında… Beşiktaş’ın kovduğu Vicente del Bosque’ye üç aşağı beş yukarı ödediği tazminat kadar…

***

Her sezon başlangıcında, çok aşina, çok eskimiş hikâyeler düşer gazetelerin spor sayfalarına, televizyon ekranlarına, büyük puntolarla, büyük cümlelerle. Futbolumuza dair can alıcı, umut yeşerten hikâyeler… Yazık bir nakarat tadında, hep yaz aylarında tekrarlanan… Bomba transferler, ayağının tozu ile Avrupa şampiyonluğundan dem vuran teknik adamlar, kalabalık yöneticiler, egoları şişkin başkanlar, milyon Dolarlık yıldız oyuncular, gidecekler, gelecekler…

Son sezonlarda transfer edilen Roberto Carlos, Guti, Ferrari, Quaresma, Guiza, Baros, Aurélio, Hilbert, Juan Pablo Pino, Misimović ve diğerleri…

Hep ayni hikâyeleri okur beter düzenin çocukları, hep ayni teranede yuvarlanır… Bir koca yalan esir alır bir ulusun futbolsever neslini… Gazetelerin spor sayfalarındaki cümlelere inanırsan eğer, gerçekten dev aynasında görürsün kendini, kocaman olduğuna inanırsın. Kanarsın. Edirne’den Van’a, malum reyting meselesi…

İnanırsın, aldanırsın…

Döneminin faşist diktatörü Franco’nun, o muhteşem Santiago Bernabeu stadının yapılışına dair söylediklerini hatırlatır,

“Bana 150,000 kişilik bir uyku tulumu yapın, halkımı uyutayım…”

Sonra başlar “Hiç bitmesin!” dedikleri Kurşunlu Süper Ligimiz! Filler tepişirken, karıncalar ezilir. Pazar akşamlarının futbol programlarında üç esas oğlanlı, bol figüranlı rekabetsiz, kalitesiz bir ligin berbat görüntüleri düşer ekranlara. Birileri Türk futbolunun marka değerinden dem vurur, Avrupa’nın en iyi altıncı ligi olduğundan, formadaki yıldızlardan, gelen yabancıların kalitesinden filan.

Roberto Carlos, Guti, Ferrari, Quaresma, Guiza, Baros, Aurélio, Hilbert, Juan Pablo Pino, Misimović ve diğerleri…

İnanırsın, aldanırsın…

***

Oysa biraz uzaktan bakınca ortaya çıkan fotoğrafa, gırtlağına kadar borçlu kulüpler, maç günleri boş tribünler, ıskalanmış altyapılar, üç takıma endeksli rekabetten uzak futbol fukarası bir coğrafya bakar, görmesini bilenlerin yüzüne. Avrupa’nın en genç nesline sahip olmakla övünen, kafayı üç takımla bozmuş bir ulusun dermanını misyoner yabancılarda aramasıdır meselenin özeti.

Siz 34 yaşındaki Guti’den medet umarken, uzaklarda eloğlu 19 yaşında alt yapısından yetişmiş Jack Wilshire adında bir bebeyi sürer sahaya, üstelik Şampiyonlar Liginde Barcelona karşısında! Siz 27 yaşındaki Semih Şentürk’e hâlâ “Genç Semih” derken, 23 yaşındaki Cesc Fabregas Arsenal takımıyla Premier Ligde 200’ün üzerinde maça çıkmıştır. Siz 34 yaşına gelmiş, feri sönmüş yıldıza altın tepside iki sene sözleşme sunarken, 30 yaşını aşmış hiçbir futbolcusuna bir seneden fazla sözleşme vermez futbol profesörü, uzaklarda…

Siz son altı senede altı teknik direktörle çalışıp, üstüne çuval dolusu paralar saçarken, dünyanın en zengin üçüncü kulübü Arsenal’de Arsene Wenger 1996 senesinden beri takımının başındadır, her ne kadar son altı sezonda kupa kazanamamış olsa da…

***

Bütün bu toz bulutunun arkasında, kandırılmış çocuklar diyarında Edirne’den öteye, daha ilk maçta ortaya çıkar en büyük Türk yalanı. Yalancının mumu Avrupa kupalarına kadar yanar. Narkozun etkisi geçene kadar! Sonra acıyı hissedersin. Mazisini mumla arayan bir Ukrayna takımı bile senin dünya yıldızlarını (!) transfer etmiş olan gırtlağına kadar borç içindeki büyüğüne iki maçta sekiz gol atarken, acıyı fazlasıyla hissedersin. Cümleler tersine döner, inandığın her yalan yüzüne alaycı bir gülümsemeyle bakar; o feri sönmüş yıldızların hiçbiri derman olmaz yarana…

Gençlerine güvenmeyen bir ülkenin lanetidir inandığı tüm futbol masalları…

***

Gençlerbirliği tribünlerinin sevilen simalarından Necdet Özkazancı anlatmıştı, Özkan Karabulut’un hikâyesini. 16 Ocak 1991 doğumlu 1.86 boyundaki kaleci, daha 11 yaşındayken, 2002 yılında yapılan “Danone Dünya Minikler Şampiyonası”nda kendi yaş grubunun en değerli kalecisi seçilmiş… Bugüne kadar genç takımlarda 10 kez Milli Takımın kalesini koruyan Özkan, Gençlerbirliği’nin (A2) takımında sabırla (A) takımın kalesini devralacağı günü bekliyor. Oysa ondan bir sene önce dünyaya gelmiş Wojciech Szczesny, dünya devi Arsenal’ın değişilmez kalecisi olma yolunda…

***

Bilirim, zamanla kaybolup gidecektir bu yazılanlar, suya yazılmışcasına… Tıpkı, birkaç hafta sonra Beşiktaş’ın Kiev kazasının unutulacağı gibi… Tıpkı Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Liginde kendi bütçesinin çok altındaki Young Boys’a elenip gidişinin unutulduğu gibi… Tıpkı Galatasaray’ın Karpaty faciasının unutulduğu gibi… Kendi ligimizin şampiyonun, Şampiyonlar Liginde averaj takımı olmaktan öteye geçemediği gibi…

Her şey unutmaya programlanmıştır nasılsa… Ummak, beklemek, unutmak üçgeninde geçer zaman… Bak şimdi nasıl mutlu Fenerbahçe taraftarı!

Oysa La Cantera’dan Türk futboluna bakarken, gençlerine güvenmeyen, alt yapılarını tümden ıskalamış bir coğrafya görünür. Siz Guti, Ferrari, Quaresma, Hilbert, Misimović ve diğerleri ile oyalanırken, adına altyapı dedikleri futbolumuzun ücra köşesinde kalmış göstermelik futbol okullarında, hikâyeleri hep yarım kalacak gençlerin izleri durur öylece.

Gençlerine güvenmeyen bir ülkenin lanetidir inandığı tüm futbol masalları…

İnanırsın, aldanırsın…
Ziya Adnan
6 Mart 2011
LaCantera

Lionel Messi’yi İzlerken…

Lionel Messi’yi İzlerken…

Uzaklardan…

Geçenlerde, Ada futbolunda yetişmiş ve futbol tarihinde ilk milyon Sterlin’lik transfere imza atmış olan Trevor Francis’in The Guardian gazetesinde yer alan söyleşisinde okumuştum:

“I wonder in my lifetime whether I’ll ever see a £100m footballer. If I do, maybe it’s Lionel Messi. He’s the only one.But where would he go?” (Merak ediyorum, acaba yüz milyon Sterlin’e imza atacak futbolcuyu görebilecek miyim? Eğer bu mümkün olacaksa, isterim ki o futbolcu Lionel Messi olsun. Bunu gerçekten hakediyor. Ama kim böyle bir transferi gerçekleştirebilir ki?)

***

Şubat 2011…

Bu sezon La Liga’da oynadığı 23 maçtan yirmisini kazanan, sadece bir yenilgisi olan Barcelona, Şampiyonlar Ligi maçında Arsenal karşısında… Üst üste 16 maç kazanarak lig tarihinin rekorunu kırarken, 24 Haziran 1987 doğumlu 10 numara bu sezon attığı 40 golle futbolseverleri büyülüyor.

Onun hikâyesi 2000 senesinde Barça’ya gelişiyle başlıyor. Henüz 12 yaşında, Arjantin’in Rosario şehrinden kopup, Barcelona’ya yerleşirken, bu transferi gerçekleştiren kulübü, “growth hormone deficiency” hastalığının tedavisini de üstleniyor. Fabrika işçisi bir baba, temizlikçi bir annenin dört çocuğundan biri, başka bir ülkede yeni bir yaşama başlarken geride annesini ve kız kardeşini bırakıyor.

“İlk zamanlarında çok utangaçtı” diyor onun yıldız takımındaki hocası Calres Folguera. Gülümseyerek devam ediyor, “pek konuşmaz, hep önüne bakardı…”

16 Ekim 2004’te, Espanyol ile oynanan lig maçında kendisine ilk 11’de oynama şansı veren hocası Frank Rijkaard önemli bir yer alıyor kariyerinde. O sezon Barça şampiyonluk kupasını kaldırırken, o da kulüp tarihinin en genç golcüsü unvanını kazanıyor. Bir sonraki sezonda Barça, lig şampiyonluğu ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanırken, sakatlığı nedeniyle Şampiyonlar Ligi finalinde Paris’te oynanan maçta Arsenal’e karşı forma giyemiyor.

2006–2007 sezonunda düzenli olarak takımda forma şansı buluyor henüz 20 yaşındaki futbol sihirbazı. El-Clasico’da hat-trick yaparken, oynadığı 26 maçta 14 gol atan 1.69 boyundaki futbol ustasını alkışlıyor futbolseverler. Bir sonraki sezon ise hayal kırıklığı oluyor Barça ve onun için… Lig şampiyonluğunu ezeli rakip Real Madrid’e kaptırırken, Şampiyonlar Ligi’nin yarı final maçında Manchester United karşısında elenmenin üzüntüsünü yaşıyor.

Ama 2008–2009 sezonunda o üzüntü sevince dönüşüyor. O sezonda 38 gol atarken, Barça taraftarları üç kupayı kazanmanın mutluluğunu yaşıyor. 2009–2010 sezonunda 47 gol atıp, Ronaldo’nun gol rekoruna erişirken, yeşil sahalarda yeni bir yıldız parlıyor.

2010–2011 sezonunu İspanya Süper Kupası’nda, Sevilla FC karşısında hat-trick ile açarken, ilerleyen haftalarda müthiş gollerinin ardı arkası kesilmiyor. La Liga gibi zor bir ligde üst üste 9 maçta gol atıp, sezonun üçte ikisi geride kalırken, adına yazılan beş hat-trick, onu dünya futbolunun zirvesine taşıyor.

***

Maç öncesinde Blackstock caddesinde…

Soğuk bir Şubat akşamında, kim bilir kaçıncı kez Emirates stadına doğru yürürken, pahalı apartmanların yer aldığı Highbury Stadı’nın önünden geçiyorum. Az ilerde ne kadar da ihtişamlı görünüyor Emirates stadı! Bir Şampiyonlar Ligi maçında, bir kez daha futbolun günümüzde ışıl ışıl parlayan yıldızını ağırlamaya hazırlanıyor o yeni stad. Lionel Messi’li Barça’yı izleyecek olmanın heyecanı yüzlerde okunuyor.

O yıldızın dünyaya geldiği sene, Arsenal finalde Liverpool’u devirerek Lig Kupası’nı kazanmış, o takımın aslarından Rocastle yirminci yaşını kutlamıştı. Takvimler 31 Mart 2001’i gösterirken, aramızdan ayrıldığında henüz 33 yaşındaydı “Rocky”. Ölümünün 10. senesinde Arsenal taraftarı onu unutmadı…

***

Takımlar sahaya çıkarken, 60.000 taraftar alkışlıyor iki takımı. O futbol yıldızının karşısında, yine aynı futbol akademisinin ürünü 4 Mayıs 1987 doğumlu başka bir yıldız ev sahibi takımı ateşlemeye çalışıyor. Arsenal’in kalesini koruyan Szczesny, Şampiyonlar Ligi’nde ilk maçına çıkarken, tribünler bu sene yıldızı parlayan Samir Nasri’yi alkışlıyor.

İlk 11’inde alt yapısından yetişmiş sekiz futbolcu bulunan Barça’da 31 yaşındaki Xavi, geçtiğimiz günlerde kendisiyle yapılan bir söyleşide Arsenal’ın oyun stili olarak Barça’ya çok benzediğini, ancak Kuzey Londra takımı adına kupasız geçen altı sezonun Barça’da asla kabul edilemeyeceğini dile getirmişti. İki takım arasında oynanan son beş maçta galibiyeti bulunmayan ev sahibi takım hızlı başlıyor maça… Şampiyonlar Ligi’nde Emirates Stadı’nda oynadığı 27 maçta 20 galibiyet almış, sadece bir kez mağlup olmuş Arsenal bu kez kazanmak için saldırıyor. İlk yirmi dakikada Van Persie ile iki net pozisyondan yararlanamayan ev sahibi takım, 26. dakikada David Villa’nın golüne engel olamayınca geriye düşüyor. Orta sahada çok çabuk top çeviren, bilhassa 2 numaralı Alves’in kanat bindirmeleri ile sağdan sürekli tehlike yaratan Barça oyuna hâkim olurken, Messi’nin çizgi üzerinden kaydettiği kafa golü ofsayt gerekçesiyle sayılmıyor. Bu yarıda kanatları iyi kullanamayan, oyuna genişlik kazandıramayan Arsenal golden sonra pozisyon bulmakta zorlanıyor.

İkinci yarıya hızlı başlıyor Arsenal. Sahanın en iyisi, 19 yaşındaki Jack Wilshire’in yıldızlaştığı anlarda Katalan takımı zor anlar yaşıyor. İlk yarıda varlık gösteremeyen Nasri, sol kanatta etkili olmaya başlarken, sağda Walcott bu kanadı daha çok kullanmaya başlıyor. Oyunun kırılma noktası bu devrenin ortalarında geliyor. Messi kaleci ile karşı karşıya kaldığı pozisyonda topu dışarı atınca Arsenal yürekleniyor. Maçın 68. dakikasında Song’un yerine Arshavin, 77. dakikasında da Walcott’un yerine Bendtner oyuna girerken, son 12 dakikada iki gol buluyor Arsenal. 78. dakikada kaleci Valdes’in büyük hatası sonucu Van Persie’nin golüyle beraberliği yakalarken, o golden beş dakika sonra Arshavin takımına galibiyeti getiren golü kaydediyor.

Maçın bitiş düdüğü ile birlikte tribünlerdeki 60.000 taraftar, böylesine keyifli bir futbol şölenine tanıklık etmiş olmanın mutluluğu ile takımlarını ayakta alkışlarken, yakın gelecekte müthiş bir rövanş maçı futbolseverleri bekliyor.

***

80’li yıllarda Arsenal’ın çok sevilen bir fanzini vardı: “One Nil Down, Two One Up” (1–0 mağlubiyetten 2–1 galibiyete)… İşte o fanzini hatırlatan maçın bitiminde, dev ekranda maçın gollerini yeniden izlerken, yanımda oturan yaşlı Arsenal taraftarı, Elvis Presley’nin Arsenal ile özleşmiş unutulmaz şarkısını mırıldanıyor…

When no-one else can understand me
When everything I do is wrong
You give me hope and consolation
You give me strength to carry on…

 

Ziya Adnan
27 Şubat 2011
LionelMessi

Robin Hood’un Takımı…

Robin Hood’un Takımı…

Uzaklardan…

We are the best; Nottingham Forest…

İngiltere’nin kuzeyinde, East Midlands bölgesinde, Leicester ve Derby şehirlerinin hemen yanıbaşında yer alan Nottingham, 300 bine yaklaşan nüfusu ile şehirden çok tarihi bir kasabayı andırır. 1800’li yılların sonundan beri şehir statüsüne sahip olmasına rağmen nüfusu fazla artmamıştır. Robin Hood efsanesi, üniversitesi ve katedrali ile başkent Londra’nın kalabalık, gürültülü manzarasından uzakta kendi halinde yaşamını sürdürür. Öğrenci nüfusun yoğunlukta oldugu şehir, Londra’nın ardından en hareketli gece hayatına sahip olmakla ün yapmış; ülkenin en eski pub’u olan Ye Olde Trip to Jerusalem 1189 senesinden beri ayakta kalmış, ziyaretçilerini ağırlamaktadır.

Şehrin iki profesyonel futbol kulübü Nottingham Forest ve Notts County, Trent nehrinin karşılıklı kıyılarında, özlemle eski günlerine dönmeyi beklerler. Biri dünya futbolunun en eski profesyonel kulübü olmasıyla bilinirken, 1862 senesinde, “Gentlemans Club” olarak kurulmuş, ilk senelerinde maçlarını Nottingham kalesinin surları içinde oynamıştır. Renkleri siyah-beyaz olan Notts County, İngiltere futbol liginin kurucu kulüplerinden biridir ve “Magpies” adıyla bilinir. İtalyan futbolunun en eski kulüplerinden olan Juventus, renklerini Notts County’den almıştır. Günümüzde maçlarını 20.300 kapasiteli Meadow Lane Stadı’nda oynayan takım, Premier Lig’in iki küme altında League One’da mücadele vermektedir. Tarihi boyunca 12 kez bir üst lige terfi ederken, 15 kez de küme düşmenin acısını yaşamış Notts County, Premier Lig’in kurulduğu sene küme düşmüş, bir daha da lige geri dönememiştir. Buna rağmen hemen her maçını tıka basa dolu tribünler önünde oynar.

Diğeri ise bir zamanlar Avrupa futbolunda nam salmış, sonra düşüşe geçmiş, eski şaşaalı günlerine dönmenin özlemiyle yanıp tutuşan bir takımın hikâyesini anlatır. Bu yazı Robin Hood’un takımına…

***

Nottingham Forest FC…

Kuruluşu 1865 senesine dayanan kulüp, tıpkı kapı komşusu Notts County gibi futbol liginin kurucu kulüplerinden biridir. Yazılanlara göre, “Forest” lakabı Robin Hood’un yaşadığı Sherwood Ormanları’ndan gelmektedir. Şehrin kuzeyinde yer alan “Forest Recreation Ground”, takımın maçlarını oynadığı ilk saha olduğundan takımın adına “Forest” eklenmiştir

İlk kupasını 1898 senesinde kazanmış, aynı kupayı bir daha kazanabilmek için 1959 yılına kadar beklemek zorunda kalmıştır. 1970’li yılların ortalarına kadar Ada futbolunun vasat takımlarından biri olan, hatta uzun zaman ikinci ligde çile çeken Forest’e hayat veren teknik direktör, 20 Eylül 2004 tarihinde mide kanserine yenik düşerek 69 yaşında aramızdan ayrılan Brian Clough’dır.

Takvimler 6 Ocak 1975’i gösterirken, o dönemde Forest’in kapı komşusu Derby County’nin başında şampiyonluk yaşamış, ancak yönetimle yaşadığı sorunlar nedeniyle görevden ayrılmış Brian Clough, Forest’in teknik direktörlüğüne getirilir. Futbol tarihini yazan kitaplar, o günü Forest’in makûs talihinin değiştiği gün olarak kabul eder. Göreve geldigi dönemde ikinci ligin 13. sırasında yer alan takımla ilk zaferini Federasyon Kupası maçında Tottenham Hotspurs’e karşı yaşayan Clough, bir sonraki sezonda takımı toparlar ve o sezon ligi 8. sırada bitirirler.

1976 senesinin Haziran ayında, eski yardımcısı Peter Taylor’un göreve gelmesiyle takım çıkışa geçer ve 1976–1977 sezonunda birinci lige terfi eder. Bir sonraki sezon, Lig Kupası finalinde Liverpool’u 1–0’lık skorla geçerek kupayı kazanırken, şampiyonluk kupasını da müzesine götürür.

O sezon Forest, en yakın rakibi Liverpool’a yedi puan fark atmıştır. 1978–79 sezonun sonunda, Münih Olimpiyat Stadı’nda Molmö’yü 1–0 ile geçip, eski adıyla “European Cup”, yeni adıyla Şampiyonlar Ligi’ni kazanarak kupayı şehrine götürür. Bir sonraki sezon, bu kez Madrid’de oynanan finalde yine onlar vardır. Unutulmaz kaleci Peter Shilton’un mükemmel oynadığı maçta, Hamburg’u 1–0 yenerek ikinci kez kupayı kazanır.

Döneminin en önemli kalecilerinden Shilton’la birlikte, o takımda Viv Anderson (sağ bek, İngiltere Ulusal takımında forma giymiş ilk zenci futbolcu), orta sahada Martin O’Neill, forvette Ada futbolunun ilk milyon Sterlin’lik transferi Trevor Francis, kanat oyuncusu John Robertson, golcü orta saha Archie Gemmill, ve Kenny Burns yer almıştır.

***

1983–84 sezonunda, bu kez UEFA Kupası’nda yarı finale yükselen Forest, Anderlecht takımına yenilerek kupadan eleniyor, ancak o maçtan sonra Belçika takımının hakeme rüşvet verdiği ortaya çıkıyordu. Kısa süre sonra, gazeteler o maçın hakeminin bir trafik kazasında hayatını kaybettiğini yazdılar.

Brian Clough’un, Nottingham Forest’le 18 yıl süren birlikteliği 1993 senesinin Mayıs ayında son bulur. O sezon, Clough’un oğlu Nigel’ın da forma giydiği Forest küme düşer.

İngiliz futbolunda 16 sene süren Forest kasırgası son bulmuştur…

***

Günümüzde, Premier Lig’in bir alt ligi olan Chamspionship’de eski parlak günlerine dönmeyi bekliyor; yeni futbol nesillerinin hiç bilmediği, en fazlasından büyüklerinden dinleyebilecekleri futbol efsanesi ”Forest”. Bu yazının yazıldığı saatlerde lig lideri QPR’ın gerisinde dördüncü sırada… Hemen her maçta, 1865 senesinden bu yana takımına ev sahipliği yapan 30.576 kapasiteli The City Ground Stadı’nın kalabalık tribünlerinde, o çok bilindik tezahürat yankılanır:

Far have we travelled

And much have we seen
Goodison, Anfield are places we’ve been
Maine Road, Old Trafford still echo to the sounds
Of the boys in the Red shirts from City Ground
City Ground,
Oh mist rolling in from the Trent
My desire is always to be there
On City Ground…

 

Biz çok uzak yerlere gittik;
Ve çok şeyler gördük
Goodison, Anfield, Maine Road, Old Trafford;
Hala seslerimiz yankılanır
City Ground’un kırmızı formalı çocuklarının sesleri;
City Ground
Trent nehrini bir sis bulutu kaplar
Ve benim tek isteğim
Hep orada olmaktır
City Ground…

 

Ziya Adnan

20 Şubat 2011
RobinHoodunTakimi

Futbolun Geleceği: “Financial Fair Play” Meselesi…

Futbolun Geleceği: “Financial Fair Play” Meselesi…

Uzaklardan…

Debt is the worst poverty… (Borç en büyük yoksulluktur).

Thomas Fuller

Geçenlerde The Guardian gazetesinde okumuştum, bir zamanlar üzerinde güneş batmayan imparatorluğun günümüzdeki perişan halini. Son yirmi senenin ekonomik anlamda en karanlık dönemini geçiriyormuş İngiltere. İşsizler ordusunun iki buçuk milyona yaklaştığı umutsuz zamanlarda, önümüzdeki üç sene içinde yarım milyona yakın kamu çalışanının işlerini kaybedecek olması ekonomik krizin fotoğrafıymış. Yapılan kamuoyu araştırmalarında mutsuz halkın yüzde 95’i, ülkenin Avrupa Birliği’nden çıkmasını istiyormuş. Malum kötü gidişin hayata yansımaları…

İşte bu sıkıntılı günlerde, dudak uçuklatan transfer haberleri hayli yankı uyandırdı Ada futbolunda. Yeni futbol düzeninin yeni zengin takımı, tüm zamanların Ocak ayı transfer rekorunu Edin Dzeko ile kırarken, 27 milyon Sterlin ödedi Bosnalı forvete. Aynı günlerde, Aston Villa 24 Milyon Sterlin karşılığında Darren Bent’i transfer ederken, kısa süre sonra Chelsea Torres’i yeni rekor, 50 milyon Sterlin karşılığında kadrosuna dâhil ediyor; Liverpool da İspanyol golcünün satışından gelen parayla, Newcastle United’ın 21 yaşındaki genç golcüsü Andy Carroll’a dokuz numaralı formayı veriyordu…

Bu transfer furyasında, Premier Lig takımlarının Ocak ayı transfer harcamaları yüz milyon Sterlin’i aşarken, bir sene öncesinin Ocak ayı transfer giderlerini ikiye katlıyordu. Bu çılgın gidiş, futbolun geleceği hakkında soru işaretleri uyandırırken, inandığım şey kişisel zenginliklere çok güvenmemek gerektiği… Hele de para babası Sasha Gaydamak’ın arkasına bile bakmadan kapıyı çarpıp çıkarken kaderine terk ettiği Portsmouth örneği hafızalarda taptaze dururken… Yakın geçmişte Premier Lig’e renk katmış, Federasyon Kupası’nda final oynamış Portsmouth, bu yazının yazıldığı saatlerde Championship’de 18. sırada. Acı ama gerçek! Tıpkı bir zamanlar esmiş kükremiş Liverpool’un içinde bulunduğu maddi kriz üzünden esamesinin okunmadığı gerçeği gibi…

Kim garanti edebilir ki, günün birinde Roman Abramovich’in futboldan fena sıkılıp, hastası olduğu ‘Formula 1’ heyecanına yeni bir hevesle dalmayacağını. Torres’in bir gece ansızın gelişine sevinirken, senelik maaş bordrosunun 175 milyon Sterlin’e yakın olduğu kulübün geleceğinin, Rus iş adamına bağlı olduğu gerçeğini unutmamalı Chelsea taraftarı…

***

UEFA, bu freni patlamış kamyon misali gidişin sonunu kötü görmüş olmalı ki, “Financial Fair Play” meselesine giderek önem veriyor, her ne kadar bizim savurgan takımlar dahil bazıları bu konuyu şimdilk göz ardı etse de. Oysa şakası yok bu kuralın! Hafife almamalı…

UEFA’nın getirdiği kuralın özeti şu:

Bir takımın transfer harcamaları, senelik gelirinin yüzde yetmişinden fazla olamaz. Kulübun geliri; gişe hâsılatı, naklen yayın gelirleri, transferden elde ettikleri ve sponsorluk anlaşmalarından ibarettir. Başkanların veya yöneticilerin kulüplerine verdiği ya da hibe ettiği paralar, senelik gelirin içine dâhil edilemez. Senelik transfer harcamaları, gelirinin yüzde yetmişinden fazla olan takımlar, 2014’den itibaren Şampiyonlar Ligi’ne veya UEFA Kupası’na katılamayacaktır.

Bilmeyenler için belirteyim, UEFA’nın bu kuralı getirmesindeki en büyük neden, birçok kulübün transfer çılgınlığı içinde borç batağına gömülerek yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalmasıdır. Geçmiş sezonlarda, Portsmouth, Leeds United, Crystal Palace, Southampton, Luton Town gibi köklü takımlar bütçelerindeki açık nedeniyle kayyuma devredilme veya puan silme cezası ile karşılaşırken, Liverpool gibi bir futbol devinin bile ciddi bir maddi krizin içinde olması futbolun geleceğine dair tehlikelerin en önemlisi…

***

UEFA’nın diğer kulüplere gelir yaratma konusunda örnek olarak gösterdiği Arsene Wenger’in Arsenal’inin senelik geliri yaklaşık 222 milyon Sterlin… 2006 senesinde Arsenal’e ev sahipliği yapmaya başlayan 60.000 kapasiteli Emirates Stadı’nda, Kuzey Londra takımının maç başına geliri 3 milyon Sterlin civarında… Kombine biletli taraftar sayısı 40 binin üzerinde. Geçmiş sezonlardaki transfer harcamaları (futbolculara ödenen senelik ücretler de dâhil) Arsenal’in gelirinin ancak yüzde 50’si… Geçtiğimiz senenin Nisan ayında, Forbes dergisinin yayınladığı dünya futbolunun en zengin kulüpleri sıralamasında Real Madrid ve Manchester United’ın ardından 3. sırayı alan kulübün değeri 1,2 milyar dolar civarında…

Geçtiğimiz sezon Cristiano Ronaldo’yu dudak uçuklatıcı bir meblağ olan 80 milyon Sterlin’e Real Madrid’e satan Manchester United rahat konumda… İngiliz devinin futbolcularına ödediği 123 milyon Sterlin, kulübün gelirinin yüzde 43’ünü temsil ederken, evinde oynadığı maçlardaki ortalama taraftar sayısı 70 binin üzerinde…

Oysa günümüzün yeni zengin takımı Manchester City hayli sıkıntıya düşecek bu konuda. Futbolcularına senelik 150 milyon Sterlin öderken, kasasına giren miktar bu rakamın altında… Sadece bir futbolcuya (Yaya Toure) haftada 220 bin Sterlin ödeyen City, şimdilerde Ada futbolunun şımarık çocuğu konumunda…

Sezon başında, Ricardo Carvalho, Joe Cole, Deco ve Michael Ballack’ı elinden çıkaran Chelsea giderlerini düşürme yolunda adımlar atsa da futbolcularına ödediği rakam senelik 149 milyon Sterlin ve kulüp gelirinin yüzde 70’ine yakın… Transferin son gününde Torres için ödedikleri ücretin yanı sıra bu futbolcuya haftada 200 bin Sterlin ödeyecek olmaları kulüp adına düşündürücü…

***

Bütün bu verilerin ışığında, güzel ve yalnız ülkemin bonkör takımlarının har vurup harman savurmalarına şaşırmadan edemiyorum. Sadece Beşiktaş’ın, bu sezon transfer piyasasında yaptığı harcamalar bile ürkütücü boyutlarda… Devlete olan 96 milyon liralık vergi borcunun bize özgü bir kıyak sayesinde silinmesine rağmen, 200 milyon Euro’nun üzerinde borcu olduğu bilinen siyah-beyazlı takımda taraftarlar şimdilik mutlu gibi görünse de kulübü bekleyen tehlike çok açık…

Görünen o ki, “Financial Fair Play” uygulaması gelecek senelerde bazı kulüplerin kaderini belirleyecek. Bütçesini iyi ayarlayan kulüpler ayakta kalırken, bazılarının canı fena yanacak. İsterseniz bu konuda son sözü, İngiliz tarihçi Thomas Fuller’e bırakalım:

“Debt is the worst poverty…” (Borç en büyük yoksulluktur).

Ziya Adnan

13 Şubat 2011
FinancialFairPlay