İşsizler ordusunun izlediği futbol

İşsizler ordusunun izlediği futbol

Uzaklardan…

İşsizler ordusunun ancak ekranlarda izleyebildiği futbol, para kokan statlarda ortalama gelir düzeyinin üstünde olanların, yani zenginlerin doldurduğu tribünler önünde, zenginler tarafından oynanıyor şimdi

Aralık 2011… Senenin en soğuk, en karanlık, kasvetli zamanlarında Londra… İşsiz sayısının 2,64 milyona ulaştığı ülkede Avrupa Birliği’nin yaptırımlarına tepkiler giderek büyüyor. Verilere şöyle bir bakınca, sokaktaki İngiliz’in kızgınlığına şaşırmıyorum. Rekor sayıda işsiz… En son 1994 senesinde böyle kara bir tablo ortaya çıkmıştı. Genç kuşaktaki işsizlik sayısı 1,027 milyon! 16–24 yaş grubunda yer alan gençler arasındaki oran yüzde 22… Geleceğe dair umudu kalmamış insanların kızgın görüntüleri yansıyor sıklıkla ekranlara. Bir zamanlar üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk şimdilerde endişeyle bakıyor geleceğe. Geçtiğimiz günlerde kamu çalışanlarının başlattığı bir günlük grev, ülkedeki genel hoşnutsuzluğu anlatıyor görmesini bilenlere.

Gençler arasındaki işsizliği azaltmak amacıyla kurulan “Prince’s Trust Youth” vakfının direktörü Martina Milburn, “Binlerce gencin yaşamı işsizliğin pençesinde kâbusa dönüşüyor ve biz bunu sadece izlemekle yetiniyoruz!” diyor ama kelimeler acıları anlatmaya yetersiz kalıyor. Tarihinin değilse bile en azından 1930’lardan sonra karşı karşıya kaldığı en ciddi işsizlik belası, teğet değil delip geçiyor bu diyarlarda.

***

Aynı günlerde, İngiltere’nin saygın gazetelerinin birinde Premier Lig’de forma giyen ortalama bir futbolcunun aldığı senelik ücretin futbol tarihinde ilk kez 1 milyon Sterlin’in üzerine çıktığını okuyorum. Diplomasını yeni almış bir doktorun senede ortalama 35 bin, hastanede görev yapan bir hemşirenin 20 bin, öğretmenin 28 bin Sterlin kazandığı, kamu çalışanlarının giderek yükselen enflasyon karşısında kan ağladığı ülkede, futbol giderek zenginliği çağrıştırıyor. 2005-2006 sezonunda Premier Lig’de forma giyen bir futbolcu haftada ortalama 13 bin Sterlin kazanırken, bu rakamın 2010-11 sezonunda 21 bin Sterlin’e yükselmiş olması o zenginliği anlatıyor. 2005 senesinden günümüze, Premier Lig’de forma giyen futbolcuların cebine giren paranın yüzde 62 oranında artmış olması futbolun giderek değişen yüzünü sergiliyor.

Ortalama bir çalışanın, senede 26 bin Sterlin kazandığı ülkede, vasat bir futbolcunun o parayı sadece iki haftada kazanıyor olması işin vahim tarafı. Üstelik bu istatistiklerin içine dudak uçuklatan paralar kazanan yıldızlar dâhil değil. Wayne Rooney, Carlos Tevez, Fernando Torres; onlar haftada 200 bin Sterlin’in üzerinde kazanıyor. Manchester City takımının kadrosunda yer alan her futbolcunun senede 3,5 milyon Sterlin’den fazla kazanıyor olması çoklarını rahatsız ediyor aslında. Arsenal teknik direktörü Arsene Wenger’in, “Bu çılgınlığa son verilmeli!” çağrısı da bu yüzden zaten. Zira, futbol giderek paranın konuştuğu bir zengin eğlencesine dönüşüyor.

İşsizler ordusunun ancak ekranlarda izleyebildiği futbol, para kokan statlarda ortalama gelir düzeyinin üstünde olanların, yani zenginlerin doldurduğu tribünler önünde, zenginler tarafndan oynanıyor şimdi. Manchester United’ın deli dolu kaptanı, unutulmazı Roy Keane’nin, futbolun değişen yüzünü anlatmak için kullandığı, bir zamanlar çok tartışma yaratmış olan “Prawn Sandwich Brigade” (Karides Sandviç Tugayı) ifadesi günümüz tribün profilini anlatıyor aslında.

Artık maçlara seyrek gelen bilge bir futbol adamının Emirates için kullandığı, “Highbury futbol kokardı; Emirates ise para kokuyor!” cümlesini hatırlıyorum. Doğru söylemişti o bilge adam…

Eskiden işçi sınıfının oyunu olarak bilinen ve adına futbol denilen o güzelim oyun, bahis, yayıncı kuruluş ve para üçgeninde giderek bizden uzaklaşıyor.

***

Şimdi çok eskide kalmış, bahis sitelerinin, yayıncı kuruluşun, milyon Sterlin’lik futbolcuların, pahalı kombine biletlerin, zenginlerin ağırlandığı locaların bilinmediği zamanlarda Arsenal’ın “North Bank” tribününde…

Maça giriş 2,5 Sterlin. İşçisi, öğrencisi, emeklisi, hemen her kesimden taraftarın doldurduğu o eski stat. Belki 60 bin kapasiteli değil, sadece 38.500 ama yine de severdi taraftar o küçük, tarih kokan futbol mabedini.

Günlerden Cumartesi olurdu; hava soğuk ama kimin umurunda! Çünkü maçlar sadece o gün oynanırdı. Maç saatlerini yayıncı kuruluş belirlemezdi. Zaten bütün maçlar aynı saate başlardı. Maçın başlamasına yarım saat kala tüm gişeler hâlâ açık olurdu; giriş kuyruğunda 10, bilemedin 15 taraftar bilet sırasını beklerdi. Arsenal metro çıkışının önü buluşma yeriydi. Sonra birlikte yürünürdü Highbury’e. Pahalı arabalar, cipler olmazdı stadın önünde. Takımın ürünlerini satan o küçük mağaza her maçta ziyaretçilerini ağırlardı. Orta yaşlardaki adam, kim bilir kaç zaman önce almış olduğu, sırtında “Tony Adams” yazan formasıyla yürürdü stada. Her sezon formalarını değiştirmezdi takımlar! Ve onun kahramanı, her transfer sezonunda takım değiştirmezdi. O yüzden alt yapısından yetiştiği takımın en sevilen futbolcularındandı. Ve o yüzden günümüzde bile “Mr. Arsenal” olarak bilinir ve sevilir Tony Adams; o unutulmaz defans oyuncusu, yürekli kaptan…

Takımlar sahaya çıkarken, her zamanki tezahürat yankılanırdı tribünlerde. Maç televizyon ekranlarında değil tribünlerde yaşanırdı. Dev ekranlara düşmezdi futbolcuların görüntüleri, çünkü o ekranlar henüz bilinmezdi. Takımların kadroları yankılanırken stat hoparlöründen, ev sahibi takımın taraftarları Tony Adams’ı, Steve Bould’u, Nigel Winterburn’u, Lee Dixon’u, David Rocastle’ı, Paul Merson’u, Alan Sunderland’ı alkışlardı. Astronomik ücretler kazanan yabancılar değil, İngiliz futbolcular çoğunlukta olurdu takımlarda.

Henüz Ruslar, Araplar el atmamıştı futbola…

Roman Abramovich adını bu diyarlarda kimseler bilmezdi! Zaten Chelsea de 2. lige tutunmaya çalışan öylesine bir takımdı o zamanlarda…

•••

“Endüstriyel futbol” diyorlar ya şimdi; her şey daha fazla kombine satmak, ürün pazarlamak, her sezon daha fazla para kazanmak, küreselleşen dünyaya açılmak, takımlardan marka yaratmak ve bir sezon önce kazandığını asla yeterli bulmamak…

İşte bu kavramların bilinmediği zamanlarda, futbol işçi sınıfının oyunuydu. İşçisi, öğrencisi, emeklisi doldururdu statları. Tadı kötü bir çorbaya benzeyen, ama nedense vazgeçemediğimiz “Bovril” içimizi ısıtırdı soğuk maç günlerinde. “Karides Sandviç Tugayı” tanımı taraftar profilini anlatmak için kullanılmazdı. Evet… Şimdiki gibi havalı futbolcuların, görkemli statların, zengin taraftarların, pahalı locaların, yayıncı kuruluşların olmadığı zamanlardı: Biraz sade, biraz mütevazı, biraz bizi anlatan, biraz bize dair… O zamanlarda, işsizler ordusunun hayatlarında görmeyecekleri/göremeyecekleri paraları bir haftada kazanan futbolcular henüz bilinmezdi.

Ve biz futbolu o eski statlarda, çamurlu sahalarda sevdik…

Şimdi ise işsizler ordusunun stada gidemeyip ancak televizyondan izleyebildiği zengin gösterisi…

Ziya Adnan
2 Ocak 2012

IssizlerOrdusununIzledigiFutbol

Elveda Cesc…

Elveda Cesc…

Uzaklardan…

“Herkes bir gün döner hikâyenin en başına…”

Sonunda gitti. Doğup büyüdüğü, ait olduğu topraklara… Artık onun adına yazılmış o müthiş tezahürat yankılanmayacak Emirates Stadı’nda… Artık her transfer sezonunda “gidecek mi, kalacak mı?” sorusu sorulmayacak taraftarlar arasında… Artık takımın yenik duruma düştüğü anlarda gözler onu aramayacak. Sırtında onun adının yazıldığı 4 numaralı forma yok satmayacak. Zira gitti, hep konuşulduğu gibi, hep yazıldığı, hep beklendiği gibi… Yüreğinde sevdasını taşıdığı, pek küçükken dedesinin kucağında o görkemli futbol mabedinde maçlarını izlediği, minicik yaşlarda formasını giydiği o mükemmel takıma. Hiç yadırgamadım gidişini, zira herkes bir gün döner hikâyenin en başına…

Onun acemilikten ustalığa geçişine şahit olmuş bir futbolsever olarak üzgünüm aslında. En azından, Premier Lig’in en iyi orta saha oyuncusunu bir daha Londra’nın o aşina stadında izleyemeyeceğim için… Duvarımda asılı o 4 numaralı kırmızı forma artık sahipsiz kalacağı için…

***

2003 senesinin güz aylarında, öylesine bir kupa maçında, Highbury Stadı’nın yeşil çimenlerine adım attığında oradaydım. İlk kez (A) takım forması giyerek kulüp tarihinin en genç futbolcusu unvanını elde etmişti, çoklarının adını bile bilmediği o küçük çocuk. O gün, önemsiz bir “Lig Kupası” maçında 16 yaşına yeni basmış o orta saha oyuncusunu Rotherham United karşısında izlerken, ilerleyen zamanlarda bir dünya yıldızının doğuşuna şahit olduğumuzu kim bilebilirdi ki?

Takvimler 4 Mayıs 1987’yi gösterirken, Barcelona’nın kuzey doğusunda, Vilassar de Mar kasabasında dünyaya gelmiş, henüz çocuk yaştayken, alt liglerde mücadele eden Mataró takımının miniklerinde oynamaya başlamıştı. Yazılanlara göre, ilk antrenörü, Señor Blai, onu Barca scoutlarından gizleme adına Katalan takımına karşı oynadıkları maçlarda oynatmazmış. Ancak Barcelona’nın onun yeteneklerini keşfetmesi uzun sürmemiş, haliyle hocası da haftanın bir günü Katalan takımıyla antrenmanlara çıkmasına izin vermiş.

1997 senesinde Barcelona’nın akademisine geçiş yapmış. İlk sezonlarında, savunmaya dönük orta saha oyuncusu olarak, Gerard Piqué ve Lionel Messi ile aynı takımda top koşturmuş. Her sezon 30 gol ortalaması ile oynamasına rağmen yıldızlar topluluğu Barca’nın ilk onbirine girmeyi başaramamıştı. Kendisine o yıllarda Barcelona’nın kaptanı Pep Guardiola’yı örnek alan genç futbolcuya, anne ve babasının boşandığı fırtınalı zamanlarda en büyük destek yine Guardiola’dan geldi. O dönemde, Guardiola’nın kendisine verdiği dört numaralı formayı hala sakladığını söylüyor her fırsatta.

Barca’nın ilk 11’inde forma giymesi mümkün olmayınca, 2003 senesinin Eylül ayında soluğu Ada futbolunun o dönem yıldızı parlayan takımı Arsenal’de aldı. Genç yetenekleri bulup çıkarmasıyla namlı “Profesör” lakaplı Fransız teknik direktör yeni bir yıldız adayı katmıştı saflarına. Keşke genç yetenekleri bulup çıkartanlara da bir kupa vermek mümkün olsaydı, “Profesör” de belki o zaman Sir Alex’in gölgesinde kalmazdı.

***

Londra’da geçirdiği ilk zamanlarda, evinden uzak kalmanın zorluğunu fazlasıyla yaşarken, en büyük desteği takım arkadaşı İspanyolca konuşabilen Philippe Senderos’dan gördü. Henüz 16 yaşında, kuzey Londra takımıyla çıktığı antrenmanlarda, o dönemin önemli orta saha futbolcuları Patrick Vieira ve Gilberto Silva’dan çok şey öğrendiği söylenir. 23 Ekim 2003 tarihinde, bir “Lig Kupası” maçında, Rotherham United karşısında ilk kez Arsenal forması giydikten sonra, aynı kupada Arsenal’ın, Wolverhampton Wanderers’ı 5–1 ile geçtiği maçta Arsenal adına ilk golünü attı. O sezon (2003–2004) Arsenal, Premier Lig şampiyonluğunu kazandı, ancak genç futbolcu hiçbir lig maçında forma giymediği için şampiyonluk madalyasını alamadı.

2004–2005 sezonunun başında orta sahanın dinamosu Patrick Vieira’nın sakatlanması ile ilk 11’de forma şansı buldu. Dört maç arka arkaya oynadığı dönemde dikkatleri üzerine çekerken, Arsenal’in 3–0 kazandığı Blackburn Rovers maçında takımının gollerinden birini attı. O gol, onu Arsenal’in lig maçlarında gol atan en genç futbolcu olarak kulüp tarihine yazdırırken, kuzey Londra takımının taraftarları, bu genç İspanyol’u yürekten alkışlıyordu.

2004 senesinin Eylül ayında Arsenal ile profesyonel sözleşme imzalarken, o sezon Şampiyonlar Liginde takımının Rosenborg karşısında 5-1 kazandığı maçta attığı golle Şampiyonlar Ligi tarihinde gol atan en genç ikinci futbolcu ünvanını elde etti.

Giderek parladı Ada futbolunda yıldızı. 24 Kasım 2008’de henüz 21 yaşında Arsenal gibi bir dünya devinin kaptanlığına yükseldi. Sonra her transfer sezonunda Barcelona ile anılmaya başladı adı. Londra’nın kırmızılı takımına gönül verenler, yaz aylarında hep ondan gelecek haberi beklediler. Gazetelerin spor sayfalarında hep o vardı. Son sezonlarda ne gitmek kolay oldu, ne kalmak onun adına. Bir tarafta sevdalısı olduğu, üstelik dünya futbolunun en iyisi olarak gösterilen, örnek aldığı futbol adamının önderliğindeki Barca, diğer yanda “manevi babam” dediği, son sezonlarda para harcamayı sevmemesi yüzünden hedeften hayli uzaklaşmış usta öğretmenin nispeten daha mütevazı takımı ve onu taparcasına seven Arsenal taraftarları…

Son üç sezonda kupalara hasret bir takımın başında sahaya kaptan olarak çıkarken hep alkışlandı, hep sevildi, adına yazılmış şarkılar yankılandı Emirates semalarında…

***

Daha önce de “Buz Adam” Bergkamp’ın ardından yazmıştım buna benzer bir veda yazısını. 2006 senesinin yaz aylarıydı. Tarih ve futbol kokan Highbury’den, para kokan Emirates Stadı’na geçiyordu Arsenal. Şimdilerde Highbury tarih oldu, Bergkamp’tan sonra da onun gibi 10 numara gelmedi o sevilen takıma.

Sonra o müthiş golcü Thierry Henry… Sezon başında düzenlenen Emirates turnuvasında başka bir takımın formasıyla ayak basarken o stada, o alkışlar ona duyulan özlemi anlatıyordu aslında.

Ve geride bıraktığı 212 maçtan sonra şimdi o dört numara…

Elveda Cesc Fabregas…

Mutlu ol doğup büyüdüğün, ait olduğun topraklarda…

Ziya Adnan

28 Ağustos 201
CescFabregas

Mourinho’nun izinden, Andre Villas-Boas…

Mourinho’nun izinden, Andre Villas-Boas…

Uzaklardan…

İki kez (1987–91, 1996–97) AC Milan’ın teknik direktörlüğünü yapmış olan Arrigo Sacchi’ye alaycı bir ifadeyle sormuş gazetecinin biri: “Sizce iyi bir teknik direktör olmak için, futbolculuktan gelmiş olmak önemli mi?”

Kariyerinde hiç profesyonel futbol oynamamış, hatta ilk takımı Baracca Lugo’da forma giyecek kadar yetenekli olmadığı için ancak antrenör olabilmiş, teknik direktörlük kariyerinden önce ayakkabı satıcılığı yapmış, 1 Nisan 1946 doğumlu İtalyan teknik direktör gülümseyerek cevap vermiş gazeteciye: “İyi bir jokey olmak için, ilk önce at olmak gerektiğini bilmiyordum!”

Milan’da geçirdiği ilk yıllarında, her fırsatta futbolcuktan gelmediği hatırlatılmış, dalga geçilmiş, hatta Berlusconi’nin bile en azından amatör takımlarda forma giydiği için ondan daha iyi bir futbolcu olduğu yazılmış İtalyan basınında. Aldırmamış yazılanlara Arrigo Sacchi, sadece gülümsemiş. Zaman içinde takıma kazandırdığı o müthiş üçlü Marco Van Basten, Ruud Gullit ve Frank Rijkaard ile iki sene üst üste UEFA Kupasını’ kaldırırken (1989–1990), hayat haklı çıkarmış teknik direktörü. İyi bir jokey olmak için önce at olmak gerekmezmiş!

Bugünkü yazının konusu, kariyerinde hiç profesyonel futbol oynamamış başka bir teknik direktör… Yaz aylarında, henüz 33 yaşında batı Londra’nın zenginler kulübü Chelsea’nin teknik direktörlüğüne getirilen Portekizli Andre Villas-Boas…

***

17 Ekim 1977’de Porto’da dünyaya gelmiş Portekizli teknik direktör. Henüz 16 yaşında sıkı bir Porto taraftarı iken, o yıllarda yaşadığı sitedeki komşusu ve Porto’nun teknik direktörlüğünü yapan Bobby Robson ile takımın hal ve gidişini konuşur, düşüncelerini dile getirirmiş. İngiliz teknik direktörün hoşuna gitmiş çocuktaki özgüven… Robson’un izniyle takımın antremanlarına gözlemci olarak katılmaya başlamış. Yaşıtlarının profesyonel futbolcu olma hayaliyle top peşinde koştuğu yıllarda, o antrenörlüğe merak salmış. Henüz 17 yaşında İskoçya Futbol Federasyonu tarafından düzenlenen antrenörlük kurslarına katılarak “UEFA C” lisansını, bir sonraki sene de “UEFA B” lisansını almış. Kurs direktörü Jim Fleeting’in onun hakkındaki gözlemi, öğrencisinin geldiği noktayı anlatması açısından önemli: “Çok meraklı ve öğrenmeye istekliydi. Çok iyi bir dinleyici ve öğrendiklerini iyi uygulayan bir öğrenciydi. Kariyerinde geldiği noktaya şaşırmıyorum…’

2000–2001 sezonunda kısa süreliğine British Virgin Islands Milli Takımını çalıştırmış Portekizli teknik direktör. İki yenilgi ile sonuçlanan o kısa macera sonrası Porto’ya, José Mourinho’nun yardımcısı olarak dönmüş.

***

2004 senesinde, José Mourinho Porto’dan ayrılıp Chelsea’ye gelirken, onu da yanında getirdi batı Londra’ya. Rakip takımlar üzerine yaptığı detaylı analizleri ile nam salmıştı o yıllarda. Bir sonraki maçta karşılaşacakları takımın güçlü ve zayıf yanlarını rapor halinde Mourinho’ya sunardı. Hazırlanması dört gün kadar süren raporlar doğrultusunda şekillenirdi Chelsea’nin antrenman programları. En küçük ayrıntıya bile yer verirdi genç antrenör.

2009-2010 sezonunun başında Special One’un kanatları altından çıkıp, Portekiz Primeira takımlarından Académica de Coimbra’nun teknik direktörlüğüne getirildi. Yazılanlara göre, Mourinho’nun hoşuna gitmemiştı bu zamansız ayrılık, ama gidene kal denilmeyeceğini en iyi kendisi bilirdi.

Onun göreve geldiği günlerde ligde galibiyeti bulunmayan, dibe demir atmış Académica de Coimbra, kısa sürede toparlanıp ligi 11. sırada bitirdi. O sezon Portekiz Lig Kupasında çeyrek finale kadar yükselen takım, Porto’ya yenilerek kupaya veda etse de oynadığı hücum futboluyla beğeni toplamıştı.

O sezonun sonunda, Jesualdo Ferreira’nin Porto teknik direktörlüğünden ayrılması ülke futbolunda gözleri onun üzerine çevirdi. 2 Haziran 2010 tarihinde Porto teknik direktörlüğüne getirilirken, Ağustos ayında oynanan Portekiz Süper Kupasında Porto, Benfica’yı 2–0’lık skorla geçiyordu. Göreve geldiği günlerde, futbolcularına o sezon şampiyon olmuş Benfica’nın şampiyonluk kutlamalarının görüntülerini izletmesi çok konuşuldu, çok tartışıldı. İlk sezonunda Porto, Portekiz Primeira Ligini şampiyon olarak bitirirken, daha önce Maurinho tarafından elde edilmiş 33 maçlık yenilmezlik rekorunu 36 maça çıkardı. “Playsatation futbolu”nu andıran oyun felsefesi, topa mümkün olduğu kadar çok sahip olmak, sabır ve oyunun her bölümünde golü düşünmek üzerine kurulmuştu.

Porto, 18 Mayıs 2011 tarihinde UEFA Kupasını kaldırırken, o, Avrupa kupasını kaldırmış en genç teknik direktör olarak tarihe geçiyordu. 33 yaşındaki teknik direktörün liderliğinde, Porto Avrupa sahalarında aldığı 14 galibiyetle kulüp tarihinin en başarılı sezonunu yaşarken, ligi yenilgisiz kapatıyordu. Böylesine önemli bir başarıyı, öncesinde sadece bir takım, Benfica 1972–73 sezonunda yakalamıştı. Sezonun sonunda Porto 2. sıradaki rakibine 21 puan fark atarken, Benfica’yı Estádio das Amoreiras Stadı’nda 2–1’lik skorla geçiyordu.

***

Onun yıldızının Avrupa futbolunda yükseldiği zamanlarda, batı Londra kulübü Chelsea çalkantılı bir sezon geçiriyor, ilk sezonunda takımla Premier Lig şampiyonluğu yaşamış ve Federasyon Kupasını kaldırmış olan Carlo Ancelotti’nin görevine son veriyordu. Mavi-beyazlı takımın, şampiyon Manchester United’ın ardından ligi 2. sırada bitirmesi, egosunun şişkinliği ile bilinen kulüp başkani Roman Abramovich’in hiç hoşuna gitmemişti.

21 Haziran 2011 tarihinde Villas-Boas, Porto’da ki görevinden istifa ediyor, ertesi gün Ada basını onun Chelsea teknik direktörlüğünü kabul ettiğini manşetlerden duyuruyordu. Sözleşmeşinde yer alan 15 milyon Euro’luk “görevi bırakma tazminatı”nı ödeyen Chelsea, 22 Haziran 2011’de genç teknik direktörle üç senelik sözleşme imzaladı.

İngiltere’de “Special One” (özel biri) olarak bilinen ve Chelsea taraftarının asla unutamayacağı Mourinho’nun kariyer olarak bir benzeri Villas-Boas… İkisi de 2009 senesinin Temmuz ayında, 73 yaşında kanser illetinin pençesinde aramızdan ayrılmış olan efsane İngiliz teknik direktör Bobby Robson’un öğrencisi… Diğer bir benzerlik, ikisinin de Porto’da yakaladığı başarı… Ve şimdi Mourinho’nun izinden yürüyor Villas-Boas, gelecekte bir gün onun gibi ”Special One” namını yakalamak umuduyla.

Mourinho kadar agresif olmasa da futbolcularına daha yakın… Kendisinden 7 ay küçük Porto kalecisi Helton onun ayrılığından duyduğu üzüntüyü şu cümleyle dile getiriyor: “Takım olarak sadece çok iyi bir teknik direktörü değil, aynı zamanda çok iyi bir arkadaşı kaybettik. Chelsea’de başarılı olacağına yürekten inanıyorum…”

 

Ziya Adnan

21 Ağustos 2011

 

AndreasVillas

“Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız…”

“Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız…”

Uzaklardan…

“You can not win anything with kids” (Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız)…
Alan Hansen – 1995

Aralık 2008’de yine bu köşede yazmıştım, “Gençleri kazanırken gençlerle kaybeden takım”ın hikâyesini. Geçtiğimiz günlerde, güneşli bir Londra gününde Emirates Kupasında Wenger’in takımını izlerken, gördüğüm değişen çok fazla şey yok bu diyarlarda.

Yine de bıraktığım yerden devamla…

Geçen sezonun bahar aylarında, sezonun ilk kupa hüsranını yaşamıştı Arsenal taraftarları. O gün, o görkemli statta final maçını izleyenler arasındaydım. Birmingham karşısında son dakikalarda yenilen o berbat golle Carling Kupasına havlu atarken, bir kez daha gençlerinin acemiliğine kurban giden takımın buruk görüntüleri yansımıştı ekranlara.

Kalede 18 Nisan 1990 doğumlu Wojciech Szczesny ile defansın göbeğinde iyi niyetli ama ara sıra acemi Laurent Koscielny’nin anlaşmazlığı 46 senedir kupa kazanamayan Birmingham’a kupayı getirirken, oynadığı son beş finalin dördünü kaybeden Arsenal’di. Hoş, o kupa da pek yaramadı Birmingham’a, sezonun son maçında Tottenham’a deplasmanda yenilerek Premier Lig’e veda etti.

***

O buruk yenilgiden kısa bir zaman sonra, bu kez Barcelona karşısında Şampiyonlar Ligi’ne veda etti İngiliz takımı. Hakem kararlarının öne çıktığı maçta Barca tur atlarken, Arsenal bir kez daha dünya devine teslim oluyordu. Bir futbol takımından çok, kusursuz bir makineyi andıran Katalan takımı karşısında hangi takım bir eksikle dayanabilirdi ki? Öyle de oldu zaten. Direnemedi kuzey Londra ekibi. Bir zamanlar Ian Wright’ın, Denis Bergkamp’ın, Thierry Henry’nin mükemmel gollerini izleyen Arsenal taraftarları, şimdi iyi niyetli ama yetenekleri kısıtlı Bendtner ile yetinmek zorundaydı…

***

Ve sezonun son haftalarında kaybettiği puanlarla Premier Lig’i ancak 4. sırada bitirebildi Arsenal. O inatçı Fransız teknik direktör bile hal ve gidişten son sezonlarda sürekli ikmale kalmış takımın kızgın taraftarlarına, takımın son sezonlarda giderek gerilediğini, kadroda yeni yüzler görmenin zamanı geldiğini anlattı. İnanması güç ama bilhassa duran toplardan çok fazla gol yediklerini ve takımın boy ortalamasını uzatmak gerektiğini itiraf etti. Şükür, en sonunda!

Oysa o stadın müdavimi, görmüş geçirmiş Arsenal taraftarı pek güzel özetlemişti durumu: “Arsenallı futbolcular Manchester United’ı yenebileceklerine inanmıyor. Maça kafalarında yenik başlıyorlar.” Oysa her şey farklı olabilirdi, kalesinde Van Der Sar kalitesinde bir kaleci, savunmasında Vidic değerinde bir stoper olsaydı…”

***

Ve bir transfer sezonu daha geçerken diğerlerine göre yine sessiz kaldı kuzey Londra kulübü. Üstelik kadrosundaki önemli isimleri de kaybetmeyi göze alarak… Oysa harcamada sınır tanımayan Manchester City, kadrosunu Sergio Aguero (Atletico Madrid, £38m), Stefan Savic (Partizan Belgrade, £6m), ve Arsenal’ın genç sol beki Gael Clichy (£7m) ile güçlendirirken, geçtigimiz sezon Arsenal’e fark atmış olan Manchester United, kadrosuna David De Gea (Atletico Madrid, £17.8m), Phil Jones (Blackburn, £16.5m), Ashley Young (Aston Villa, £16m) gibi isimleri katıyordu.

Transferin hareketli takımı Liverpool, Premier Lig’de hasret kaldığı şampiyonluğu yakalama adına Stewart Downing, Jordan Henderson, Charlie Adam, Alexander Doni ile güçlenirken, Chelsea koruduğu kadrosuna takviye olarak Sao Paulo takımından Lucas Piazon ve Genk’den Thibaud Courtois ile sözleşme imzalıyordu.

***

2006 senesinin sezon başında Emirates Stadı’na taşındı Arsenal…

38.500 kapasiteli Highbury’den 60 bin’lik görkemli Emirates’e geçerken kulübün gişe hâsılatı yüzde 46 oranında artış gösterdi. 2008 senesinde senelik kâr, 27 milyon Sterlinden 36 Milyon Sterline çıkarken, başkan Peter Hill-Wood, Emirates Stadı’na geçiş ile birlikte kulübün dünya futbol devleriyle hem maddi hem de sportif anlamda rekabet edebilecek güce ulaştığının altını çiziyordu.

Eylül 2010’da Highbury’nin yerine yapılan 700 apartmanın satışından elde edilen 56 milyon Sterlin tutarındaki vergi öncesi kâr, işlerin planlandığı doğrultunda gittiğini gösterirken, kulübün yeni stadının yapımı süresince oluşan borcu, 400 milyon Sterlinden 135 milyon Serline düştü. Emirates Stadı’nda oynadığı maç başına geliri üç milyon Sterlin olan kulübün borcunu ödemesi uzun sürmeyecekti.

“Yıldız futbolcuya değil yıldız yaratmaya” inanan teknik direktörün önderliğinde, bilhassa son sezonlarda sürekli gençlere yöneldi kuzey Londra takımı: Cesc Fabregas, Aaron Ramsey, Jack Wilshere, Theo Walcott, Wojciech Szczesny, Robin van Persie, Craig Eastmond ve diğerleri…

Yeni stadına taşınmadan önceki beş sezonda transfer harcamaları toplamı 84,5 milyon Sterlin iken, taşındıktan sonraki beş sezonda kulüp toplam 85,15 milyon Sterlin harcıyordu. “Transferde en fazla harcayanlar listesi”nde ilk beşe giremeyen takım, hemen her transfer sezonunda kadrosunu Avrupa’nın (özellikle Fransa) liglerinden adı duyulmamış genç futbolcularla takviye etti. Ancak Premier Lig’in diğer ağır topları Manchester United, Liverpool ve Chelsea’ye göre Arsenal’ın kadro olarak hem çok genç, hem de çok tecrübesiz oluşu, üstelik aynı kalitede futbolculara sahip olmayışı kupasız geçen sezonların temel nedeniydi.

Manchester United, Premier Lig’in kurulduğu 1992 senesinden günümüze, transferlerde 430 milyon Sterlinin üzerinde para harcadı. O dönemde sattığı futbolculardan elde ettiği 291 milyon Sterlini çıkartırsak, toplam 139 milyon Sterlin kasasından çıkan toplam paraydı. Şampiyon takımın o dönemde sezon başına transfer harcamaları 7.324.211 Sterlin iken, bu rakam Arsenal’de iki milyon Sterlin’i bile bulmuyordu.

Premier Lig’i en son 2003–2004 sezonunda kazandı Arsenal. Sonrasında 2005 sezonunda Kral Kupası’nı, finalde penaltılar sonunda Manchester United’ı yenerek müzesine götürdü…

Ve ondan sonra bugüne kadar taraftarları kupa görmedi…

***

Velhasıl son sezonlarda gençleri kazanırken, gençlerle kaybetti Wenger’in takımı, her ne kadar zaman zaman Premier ligin göze en hoş gelen futbolunu oynasa da. Kimilerine gore yıldız futbolcu transfer etmeyişi, kimilerine göre takımdan ayrılan yıldızların yerlerinin doldurulamayışı sorunun temeliydi. Başarısız sayıldığı sezonlarda bile mutlaka ligi ilk dört içinde bitiren ve son 13 sezondur Şampiyonlar Ligi’nde yer alan “profesör” lakaplı teknik direktör inandığı futbol felsefesinden asla taviz vermedi.

Çoğunluk Arsenal taraftarı da “Benden sonra borç batağı içinde çırpınan bir kulüp yerine, genç futbolcular ile donatılmış geleceğe güvenle bakan bir takım bırakmak hedefimdir” diyen 61 yaşındaki teknik direktörüne her zaman koşulsuz sahip çıktı.

Ancak geçen sezonun sonunda sabırlar taşmış olacak ki, Wenger’in hep doğru yaptığına inananlar bile sorgulamaya başladı teknik direktörün felsefesini. Üstelik yeni sezonda kombine bilet fiyatlarının yüzde altı artmış olması bardağı taşıran damla oldu. Emirates tribünlerinde giderek hâkim olan düşünceyi, bir zamanlar Liverpool’un kaptanlığını yapmış, Alan Hansen 1995 senesinde şu cümleyle özetlemişti: “You can not win anything with kids” (Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız)…

Ziya Adnan

14 Ağustos 2011

 

CantWinWithKids

Ağalık düzeni…

Ağalık düzeni…

 
Uzaklardan…
Oysa Türk futbolunda ihtiyaç duyulan, nicedir hüküm sürmekte olan ağalık düzenine karşı çıkacak, o bezirgân düzenin yıkılmasına öncülük edecek bir babayiğit… Her fırsatta, “kafamı kızdırmayın, vallaha sataram köyü ha!” diyen ağaya; “satarsan sat!” diyebilecek, makûs talihine asla razı olmayacak bir devrimci…
Telefonun diğer ucundaki ses, “Türk futbolu giderek ‘Kibar Feyzo’ filmini andırıyor” dedi; 1978 senesinde yapılmış, yönetmenliğini Atıf Yılmaz’ın yaptığı, rahmetli Kemal Sunal ve Şener Şen’in birlikte rol aldığı, “ağalık düzeni”ni tiye alan o unutulmaz filmden dem vurarak. Uzaklardan, haftalık futbol sohbetimizi yapıyorduk sevgili Necdet Özkazancı’yla. O da benim gibi Türk futbolunun gidişatından, son dönemde ortaya çıkan karanlık fotoğraftan, haris, tatsız adamların çok sevdiğimiz oyunun önüne geçmiş olmasından son derece hoşnutsuzdu.Devam etti: “Şöyle düşünelim; geçen sezon sonunda Konyaspor ve Bucaspor Süper Lig’de kalsaydı ve ligin bitiminde başkanları ve yöneticileri şike suçlamasıyla gözaltına alınsaydı, Türk medyasının, futbolseverlerin ve Futbol Federasyonu’nun tavrı ne olurdu? Şu anda çoktan küme düşürülmüş olmazlar mıydı?”
“Şüphesiz düşürülürlerdi” dedim, malum hafızalarda taptaze duran Ankaraspor örneği…

“İşte temel sorun burada” dedi Necdet abi. “Türk futbolu ezelden beri üç ağa ve diğer marabalardan ibaret olduğu için, adalet kavramı da sürekli yara alıyor. Zaten kimse adalet filan da istemiyor; istedikleri adaletin kendi taraflarından yana tecelli etmesi! Oysa gerçek adaletin olmadığı yerde haliyle düzen de olmuyor.” Ve sordu:

“Filmdeki o unutulmaz tuvalet sahnesini hatırlar mısın?”

“Nasıl unutulur ki!” dedim, filmi defalarca izlemiş olmanın verdiği rahatlıkla…

Para kazanmak, başlık parasını tamamlamak için şehirde gördüğü gibi köyün ortasına derma çatma bir tuvalet yaptıran Kibar Feyzo, o güne kadar umumi tuvalet görmemiş köylüleri sıraya sokmakta, her girip çıkandan “küçük veya büyük” tuvalet parası almaktadır.
Tam o sırada durumu müzevirci Bilo’dan (bu vesileyle İlyas Salman’a da bir selam çakalım) haber alan ağa çıkar gelir olay yerine… Ve olaylar gelişir:

Feyzo: “Hoş gelmişsin ağam. Bütün marabaların yolunu bekliyirdi.”
Ağa: (umumi tuvalete bakarak) “Bu nedir la; neye yarar ki?”
Feyzo: “Abdesthane, hâşâ huzurdan ağam!”
Ağa: “Kim edecek içine?”
Feyzo: “Parayı basan herkese serbest, yalnız ağamıza beleş!”
Ağa kızmıştır: “Beleş he mi! Ula sizin hiç aklınızda mı yok? Yani ben şimdi girip etcem, sonra sen girip benim pohumun üstüne etceksin öyle mi? Lan siz benimle eğleniy misiniz? Ula ağa pohunun üstüne poh olur mu la? Hangi ağanın kitabında yazıyı bu?”
Ve can alıcı cümle dökülür dudaklarından: “Yıkın ula gözüm görmesin!”
Ve Bilo eline taşı alır, büyük bir zevkle abdesthaneyi parçalar…
Ağa şimdilik kazanmıştır!
***

Şike konuşmalarının ayyuka çıktığı, Fenerbahçe’nin küme düşürülmesinin gündeme geldigi günlerde, “Kulüpler Birliği” (ki bence adları “Ezikler Birliği” olarak değiştirilmeli!) adına konuşan Gençlerbirliği’nin, 4 Ekim 1935 doğumlu başkanı, Fenerbahçe’nin küme düşürülmemesi gerektiğini, aksi halde Türk futbolunun marka değerinin düşeceğini, tüm kulüplerin “tek ses, tek yürek” olarak buna inandıklarını açıklıyordu. Malum müşteri velinimetimizdir zihniyeti!

Oysa hileli bir malın değeri kaç kuruş olur ki?

Cavcav’ın, “töremizin de içine ediysiniz namıssızlar!” tadındaki konuşmasını dinlerken, Ankara takımlarına gönül vermiş bir futbolsever olarak utandım. Hani insan bazen gördüğü manzara karşısında öylesine utanır da, başını başka tarafa çevirir ya, işte öyle utandım. Kendimi bildiğimden beri, Cumhuriyet ile yaşıt Gençlerbirliği’nin başkanlığını yapan, tek hedefi üç İstanbul takımına her sezon futbolcu pazarlamak olan Cavcav konuşurken, sadece Ankara takımlarına değil, Anadolu takımlarına gönül vermişlerin de acıları yüreklerine akmıştır mutlaka. Başarıyı sadece dolu bir kasa olarak gören, bakkal anlayışıyla holding yöneten zihniyet bir kez daha Türk futbolundaki kronikleşmiş hastalığın röntgenini sergilerken, o derme çatma tuvaletin önünde sıra bekleyen, ağa geldiği zaman kaderine hepten razı bir şekilde el pençe, divan duran gariban marabaları hatırlatıyor: “Hoş gelmişsin ağam. Bütün marabaların yolunu bekliyirdi!”

Gelecek sezon Ankara’da oynanacak maçlar için stadının büyük bölümüne kombine çıkarmayı düşünmeyen ve taraftarlarına olmadık zorluklar çıkaran, zamanın gerisinde kalmış yaşlı başkanın konuşmasını dinlerken, Anadolu kulüplerinin önlerindeki en büyük engelin aslında yine kendi yöneticileri olduğunu düşünüyorum.
Kendini geliştirerek ve güçlendirerek büyümek dururken, küçük olmayı peşinen kabul etmek; ağalık düzenindeki marabalar, yanaşmalar gibi üç ağanın gölgesinde onlardan kalanlarla yetinmeye çalışmak; onlar olmadan ayakta duramayacağına inanmak; marabalığa razı gelmek… Hedefsizlik, inançsızlık… Adını ne koyarsanız koyun, neticede kendinize güvenmediğiniz sürece küçük kalmaya mahkûmsunuzdur.Hedef stadını doldurmak değil de, İstanbul takımları ile oynanacak maçlarda bilet fiyatlarını yüksek tutarak kasanı doldurmak olunca, haliyle ortaya böylesine kötü bir fotoğraf çıkıyor. Senelerdir, ülkenin başkentinde kendi stadının tribünlerini doldurmayı başaramamış bir kulüp başkanının en büyük ayıbı da budur zaten. Bir kulübün en büyük başarısızlığı, aslında stadındaki boş tribün manzaralardır!
***
Bu arada çok satan gazetelerin spor sayfalarında büyük puntolarla yazılmış şu haber başlığı yer alıyor: “Fenerbahçe’ye büyük müjde!”. Yazıda, kısaca TFF’nin şike konusunda karar veremeyeceği vurgulanıyor; sanki İtalya’da Juventus’un küme düşürülmesine İtalya Futbol Federasyonu tarafından karar verilmemiş gibi! O zaman, “Ankaraspor’un düşürülmesine kim karar verdi?” diye sormak geçiyor içimden. Şike yapmakla suçlanan, bundan dolayı başkanı ve yöneticileri cezaevinde olan bir takıma büyük puntolarla müjde veren Türk basını her fırsatta ağanın yanında yer alan Müzevirci Bilo’yu hatırlatıyor. Adalet kimsenin umurunda değil aslında, menfaatler konumları belirliyor.
Oysa Türk futbolunda ihtiyaç duyulan, nicedir hüküm sürmekte olan ağalık düzenine karşı çıkacak, o bezirgân düzenin yıkılmasına öncülük edecek bir babayiğit… Her fırsatta, “kafamı kızdırmayın, vallaha sataram köyü ha!” diyen ağaya; “satarsan sat!” diyebilecek, makûs talihine asla razı olmayacak bir devrimci…
Maç günleri tribünleri değil kıraathaneleri dolan, marka değeri dekoder satışına bağlanmış, üç takımın koyu gölgesindeki hastalıklı futbolumuz, Kulüpler Birliği gibi “polim yapmadan” bu beter düzeni yıkacak, uzun zamandır süregelen ağalık düzeninin hakkından gelecek o gerçek devrimciyi arıyor…

Zıya Adnan
7 Ağustos 2011

KibarFeyzo

Amigo Sefa…

Amigo Sefa…

Uzaklardan…

Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın,

Onların tohumunu havaya savurarak
Uzun bir yolculuk yaratacaksın kendine,
Her şeyin, hiçbir şeyin yolculuğu…
Ülkü Tamer
(Varlık, 1 Ağustos 1969)

“Hatırlanacak çok hüzünler bulacaksın” demişti şair. Unutulmaya yüz tutmuş tüm hikâyeler kadar hüzünlü bir hikâye var aklımda, anlatılmayı bekleyen. Her büyümemiş çocuğun belleğine kazınmış, asla silinmeyecek bir çocukluk fotoğrafı kadar eski.

Kurtuluş’ta, dingin bir sokakta, adını mahallenin isminden alan 4 katlı mavi apartmanın küçük bir dairesinde başladı her şey. Arkası o kocaman boş arsaya bakan, asmalı minicik balkonlu o evde…

Küçüktüm… O boş arsada, yaz, kış demeden top oynayacak, mahalle maçları yapacak kadar küçük. Faik yan apartmanda, Babür az ileride, Varol, Halit, Kadir hem en iyi arkadaşlarım, hem de temeli o günlerde atılan çok eski arkadaşlıkların bu günlere kalan mirası. Televizyonu ilk kez Faik’lerin evinde görmüş, küçük Halit’le Konak Sineması’nda ilk filmimi seyretmiş, babamın bana aldığı Ankaragücü’nün sarı-lacivert formasını ilk kez o evde giymiştim.

Babam, kahramanım, şehrine âşık ve futbolu delice seven bir adamdı. Ankara takımlarının maçlarını kaçırmaz, bu yüzden annem ile arasının açıldığı günlerde bir yolunu bulur, ne yapar, ne eder, onun gönlünü alır ama futbol sevdasını her şeyin üstünde tutardı.

Kendimi bilmeye başladığımda, her haftasonu benim elimden tutar, 19 Mayıs Stadı’nda PTT, Ankaragücü, Gençlerbirliği, Şekerspor ve Hacettepe’nin maçlarını seyretmeye götürürdü. Şimdiki gibi kaderine terk edilmemişti o eski stad. Ankara futbolseverleri doldururdu tribünleri renk farkı gözetmeden, sahip çıkardı şehrinin takımlarına. Ankaragücü’nün yanı sıra, kırmızı-siyahlı Gençlerbirliği’ni, sarı-siyahlı PTT’yi, mor-beyazlı Hacettepe’yi, yeşil-beyazlı Şekerspor’u o günlerde tanıdım, sevdim. Hormonlu belediye takımlarından, futbola el atmış haris belediye başkanlarından, Pazar akşamlarının sakil futbol programlarından, fanatik yorumculardan çok önceydi. Ne tribün grupları vardı, ne de rant kavgası…

O yılları bilenler hatırlar, o zamanlar futbol hem Cumartesi hem Pazar günü oynanır ve stadı dolduranlar üst üste iki maç birden izlerdi. Genelde, önce sahaya Hacettepe ya da Şekerspor çıkar ve o maçtan sonra ikinci maç oynanırdı. Fişek gibi çıkardı sahaya takımlar. Haftasonları tam bir futbol şöleniydi…

O zamanlardan aklımda yer eden en önemli maç, PTT’nin Trabzonspor ile oynadığı birinci lige terfi maçıydı. Maç 0–0 devam ederken, PTT’nin müthiş oyuncusu Zeki uzaklardan çakıp golü atınca, bir rivayete göre o gol sevinci Kızılay’dan duyulmuştu.

Sarı-siyahlı takım o sene birinci lige çıktı ama attıkları o gol, onların uzun süren talihsiz futbol serüvenindeki en son hatırlanacak olay oldu. Ondan sonraki yıl küme düştüler ve ne yazık ki o gol sevinci, onlar adına uzak bir hatıra olarak kaldı. Golü atan Zeki vefat ettiğinde, kendisini hatırlayanlar hep o attığı müthiş golü konuştular…

***

Sonra büyüdük. Şimdiki çocuklar kadar hızlı olmasa da büyüdük. Goralı’da sandviç yediğimiz, Arı Sineması’nda film izlediğimiz, Amerikan pasajından kot aldığımız, ara sıra okulu asıp Papazın Bağı’nda soluklandığımız zamanlarda artık maçlara arkadaşlarımla gider olmuştum. Maç çıkışı babama denk gelirsek, Sarı Zephyr’e doluşurduk, içimizde bir sonraki maçın sabırsızlığı…

O zamanlar Ankara’nın fırtına takımı Ankaragücü’ydü. Müjdat’lı, Baskın’lı, Candan’lı. Köksal’lı kadrosu ile rakiplerine kök söktürürdü Ankara’nın sarı-lacivertlileri. Şimdilerde televizyonlarda yorumculuk yapan Erman Toroğlu, o zamanlar sahaların bıçkını, rakip golcülerin belalısıydı. Ankaragücü taraftarı Erman’a tapar, Erman’sız bir Ankaragücü düşünülmezdi…

Bu vesileyle Ali Osman Renklibay’a da selam olsun. Sevgili hocam… Oynadığı tüm liglerde gol kralı olmuş müthiş golcü, efendi insan… Sanırım, ondan sonra topa onun gibi vuran bir futbolcu daha gelmedi Başkent takımlarına.

***

Maçları seyrettiğimiz 19 Mayıs Stadı’nda ise her türlü karaktere rastlamak mümkündü. Maçlardan önce önünde uzun kuyruklar oluşan köfteci Ferit, getirdiği büyük kavonozlarda koca koca turşuları satan turşucu Hurşit, bir de her tribünün bir komiği vardı…

Ama içlerinde en ilginci Amigo Sefa’ydı.

1945 yılında Ankara’nın Çamlıdere ilçesinde dünyaya gelmiş, 1960 yılında Ankara’ya gelerek halen adını taşıyan Anafartalar Çarşısı yanında yer alan “Amigo Sefa Büfesi”nde çalışmaya başlamıştı. 1968 yılında, maraton tribününde yer alanların teşvik etmesi sonucunda PTT-İstanbulspor maçı ile başladı amigoluğa. Kısa sürede tüm Ankara takımlarının maçlarında ona rastlar olmuştuk. Bir orkestra şefi inceliğinde yönettiği taraftarın o yürekten tezahüratı hemen her maçta statta yankılanırdı. Bir zaman sonra namı o kadar yürüdü ki, Malatyaspor, amigoluk yapması için 10.000 lira teklif etmiş, ama o Ankara takımlarını bırakamamıştı.

O yıllarda Ankaragücü’ne mal olmuş “Haydi Bastır!” sloganını yaratmış, Mısır’da yapılan güreş şampiyonasında ”Haydi Bastır!” diye tezahürat yaptırırken, Mısır seyircisi aynı anlamı taşıyan “Yallah Tazyik!”  ile karşılık vermişti.

Sefa Çalışıcı 1990 senesinde amigoluğu bıraktı…

***

Geçenlerde haberi geldi, “Amigo Sefa aramızdan ayrıldı” dediler. Hastaydı, en son gördüğümde omuzları çökmüş, benzi solmuştu… 2005 senesinde, “Çünkü Biz Ankaragüçlüyüz” kitabı için yaptığımız söyleşide, “Benim altı evladım var, yalnızca Ankaragücü değil, Gençlerbirliği, Hacettepe, Şekerspor, PTT, Demirspor maçlarında amigoluk yapar, tribünleri coştururdum” demişti, unutmadım…

1971–72 sezonunu hiç unutmadığını söylemişti; Ankaragücü’nün İstanbul’da 8 kişi kaldığı maçta Fenerbahçe’yi 2–1 yenmiş olduğunu hatırlatarak!

“Onunla bir söyleşi yapalım” demişti Necdet abi, tıpkı o Ankara baharında Amigo Hüsnü ve Uzun Ali ile yaptığımız, eskiyi andığımız, kimi zaman gülüştüğümüz, kimi zaman hüzünlendiğimiz o güzel söyleşi gibi…

“Mutlaka yapalım” demiştim. İlk fırsatta o yılları yâd edecektik, “Haydi Bastır”ın hikâyesini onun ağzından dinleyecektik.

Ama kısmet olmadı…

“Altı evladım” diye sahiplendiği kimsesizliğin şehrinin takımları birer birer tarih olurken, şimdi o da ayrıldı aramızdan…

***

Köfteci Ferit, Turşucu Hurşit, Amigo Sefa…

Hayatımızdan çıkıp giden niceleri gibi, onlar da çekip gitti sessiz, habersiz ve sitemsiz… Geride, sadece o döneme özlemi yansıtan o eski stadı bırakarak…

Mahallelerin steril sitelere dönüştüğü, sokakların adlarını bırakıp birer numara olduğu şimdiki zamanlarda ne sokakta çocuk kaldı, ne balkonda asma, ne arkada o boş arsa, ne de Konak Sineması… Ve Köfteci Ferit, Deli Baki, Turşucu Hurşit, Amigo Sefa…

Hepsi çekip gittiler birer birer ve geride onları hatırlatan o eski stad kaldı…

Ziya Adnan
31 Temmuz 2011

AmigoSefa

Yol Ayrımı…

Yol Ayrımı…

Uzaklardan…

“Oysa kim büyükbabasından gelen genetik hastalık, çocuğunun çocuğuna geçsin ister ki?”

1980’li senelerin başlarında, henüz yirmili yaşlarda yaşıtları gibi kaderi doğru ya da yanlış çözülmüş bir soru neticesinde belirlenmiş bir üniversite öğrencisiydim. Doğup büyüdüğüm, ailemi, arkadaşlarımı, takımımı, stadının kokusunu özlediğim şehirden çok uzakta, üstelik bize çok başka diyarlarda yeni yaşantıma başlarken, belki tek tesellim futbolun beşiğinde maçlara gidebilecek olmamdı. Henüz Premier Lig kurulmamış, Drogba, Torres, Rooney adları yeşil sahalarda duyulmamıştı. Cesc Fabregas henüz dünyaya gelmemişti bile. O senelerde konu futboldan açılınca akla ilk gelen takım Liverpool olurdu. Yalnız Ada’da değil, Avrupa arenalarında da esip kükrüyordu kırmızılı takım. Chelsea ise pek sıradandı, Ferguson’un henüz yıldızı parlamamıştı. Arsenal’ın başında Arsene Wenger değil, Terry Neil adında bir İngiliz vardı. Sonra 1983 senesinde kovuldu, zamanla unutuldu.

Futbol sezonunun başlamasıyla birlikte, haftasonları üniversitede tanıştığım, sonraları nice maçları beraber izleyeceğimiz okul arkadaşım Ossie ile soluğu maçlarda almaya başlamıştık. Endüstriyel futbol hadisesinin henüz bilinmediği zamanlarda maçlar, cumartesi günleri öğleden sonra aynı saate oynanırdı. Sonraları anlayacaktım, o güne dair plan yapılmaması gerektiğini. Cumartesi denilince, mutlaka fikstüre bakılmalıydı, en azından futbol ile ters düşmeme adına. Ayrıca günümüzdeki gibi zengin eğlencesi de değildi futbol, işçi sınıfının oyunu olarak bilinirdi.

İşte o yıllarda ilk kez yakından tanıdım adını semtinden alan kuzey Londra’nın kırmızılı takımını. Alan Sunderland, Sammy Nelson, Pat Rice, Graham Rix, David O’Leary, Frank Stapleton, Pat Jennings Arsenal’ın yıldızlarıydı. Şimdi tarih olmuş Highbury Stadı’nın müdavimleri, amblemi “top” olan o takımı alkışlarken, biz de “East Stand” tribününde hemen her maçta yerimizi alırdık.

Bir zaman sonra aramıza, ODTÜ’den yeni mezun olmuş, iş hayatına Londra’da atılan Umut Sokak’ın tozlu arsalarında top peşınde koştuğumuz çocukluk arkadaşım Faik de katıldı. Üçümüz gitmeye başladık maçlara. Zamanla gişe önünde kuyruğa girme alışkanlığı, yerini sezonluk bilete bıraktı. İlk sezonluk biletim 250 Sterlin civarındaydı. Her Highbury maçında, öğlene doğru stada yakın bir yerlerde buluşur, aynı tribünde yerimizi alır, aynı aşina yüzlerle sohbet eder olmuştuk.

***

Ancak o yıllarda çok farklı bir yüzü vardı futbolun, şimdilerde çoklarının hatırlamak bile istemeyeceği: Holiganizm illeti! The Firm, The Football Factory, Green Street gibi filmlere ilham kaynağı olmuş tribün gruplarının karıştıkları olaylar gazetelerde giderek daha geniş yer bulmaya başlarken, alınan önlemlere rağmen zaman içinde Ada’da futbol şiddeti giderek tırmanmaya devam etti.

1985 senesinin Mart ayında, Ada futbolunun yaramaz çocuğu Millwalll ve Luton Town arasında oynanan Federasyon Kupası çeyrek final maçında çıkan olaylar nedeniyle maç defalarca durmuş, Kenilworth Stadı’nın dışında çıkan kavgalarda onlarca polis ve taraftar yaralanmıştı. İngiltere futbol tarihine “1985 Kenilworth Road Riot” olarak geçen bu kara akşam sonrasında, Luton Town yönetimi gelecekte deplasman takımı taraftarlarını stada almayacaklarını açıklarken, dönemin Başbakanı Margaret Thatcher, futbol terörünü önlemek için sert önlemler alacaklarını duyuruyordu. Futbol şiddeti, dönemin Muhafazakâr Partisinin en önemli gündemi haline gelmişti.

11 Mayıs 1985 tarihinde Birmingham City ile Leeds United arasında oynanacak maçtan önce St Andrews Stadı yakınlarında 14 yaşındaki bir çocuk futbol terörü yüzünden hayatını kaybediyor, ertesi günün gazeteleri bu şiddete bir çare bulunmasını gerektiğini duyuruyordu büyük puntolarla.

29 Mayıs 1985 tarihinde Brüksel’in Heysel Stadı’nda, Liverpool ve Juventus takımları arasında oynanan ‘Şampiyon Kulüpler Kupası finalinin öncesinde çıkan olaylarda 39 Juventus taraftarının hayatını kaybetmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Tüm İngiliz takımları, Avrupa kupalarından beş sene men cezası almış, Liverpool kulübünün cezası ayrıca bir sene uzatılmıştı. 1979’dan 1990’a kadar Başbakanlık yapan “Demir Lady” olarak nam salmış Margaret Thatcher, futbol şiddetine karşı savaş açtıklarını duyuruyor, olaylara karışan holiganlara ağır hapis cezaları verilmesi gündeme geliyordu. Kabinenin Spor Bakanı Colin Moynihan’ın, tüm futbol taraftarına kimlik çıkartılması önergesi Parlemento da uzun süre tartışılmıştır.

O dönemde, “Demir Lady”nin, “Önce holiganizmi kendi içimizden temizlememiz gerekiriyor, eğer bunda başarılı olursak gelecekte bir gün belki yeniden yurtdışına gidebiliriz” cümlesi Ada futbolunda gerçekleşen temizlik operasyonun başlangıcı olarak kabul edilir.

***

Geçtiğimiz günlerde Türk futbolunda su yüzüne çıkan karanlık şike fotoğrafına bakarken İngiltere örneğini yazmak geldi içimden; futbolda kirliliği önlemenin yolunun, önce teşhis, sonra tedaviden geçtiğini, yeri geldiğinde küçük büyük ayrımı gözetmeden en sert cezaları uygulamanın çözüme katkısını gözlemlemiş sade bir futbolsever olarak.

Günümüzde Premier Lig, futbolseverlerin gözdesi olduysa, tribünler tıklım tıklım dolarken her takım deplasmana binlerce taraftarını götürüyorsa, futbol terörü yüzünden bir zamanlar boşalma noktasına gelen tribünler, şimdi her maçta dolup taşıyorsa, futbol şölenlerini kadınların ve çocukların neşeli görüntüleri ekranlara düşüyorsa, sezon sonunda şampiyonluğu kaybeden takım kazanana selam dururken, küme düşen takımın taraftarlarını alkışlıyorsa tribünler, maçlardan sonra sahada oynanan futbolun kalitesi konuşuluyor, futbolseverler maçları izlerken hiç bitmesin istiyorsa, takımların kombine biletine sahip olabilmek için senelerce beklemek gerekiyorsa; bu hikâyeden bizim de çıkaracağımız dersler olmalıdır. Mutlaka olmalıdır!

Ortaya çıkan son rezalet, nicedir kir pas içinde debeleyen, gırtlağına kadar batmış Türk futbolunun temizlenmesi için bir fırsattır. Federasyona düşen görev savcılıktan bilgi talebinde bulunmak, inceleme sonucunda kararını vermektir. Kimseleri kollamadan! Mahkemenin sonucunu beklemek, kiri halının altına süpürmektir. “Kurumları yıpratmayalım!” düşüncesi, çoktan yıpranmış kulüpleri kollamaktan başka işe yaramayacaktır. 2006 senesinde patlak veren İtalya futbol skandalında, Juventus ve diğer futbol kulüpleri hakkındaki cezalar, mahkeme kararı sonunda verilmemiştir. Gazetelerde yayımlanan haberler üzerine Mayıs 2006’da polis soruşturma başlatmış, Ağustos ayında İtalya Futbol Federasyonu elindeki delillere göre karar vermiştir.

Eğer İtalya ve Ingiltere örneğinde yaşandığı gibi kararlılıkla davranıp bataklığı kurutursak, gelecekte bizim de zevk alarak izlediğimiz, ülkenin dört bir yanında tribünleri dolu, rekabete dayalı keyif veren futbolumuz olabilir. Şimdi bize lazım olan, “Önce evimizi temizlememiz gerekiyor, eğer bunda başarılı olursak gelecekte bir gün belki yeniden yurtdışına gidebiliriz” cümlesinin kararlılıkla söylenmesi ve uygulanmasıdır.

Ama sesi en çok çıkanın haklı sayıldığı bu bitik düzende, birilerinin canı yanacak diye görmezden gelirsek olup biteni, her transfer sezonunda üçüncü sınıf futbolcularla para saçan gırtlağına kadar borçlu kulüplere, o kulüpleri kişisel çıkarlarına oyuncak etmiş başkanlara, “üç büyük yalanı”na, “kulüpler birliği” adı altında toplanmış hedefsiz tüccar yöneticilere, tribünleri boşalmış statlara, üç İstanbullu’nun oyuncağı olmuş spor basınına, sonu ta başından belli kötü bir tiyatro oyununa ve belki de en önemlisi tat vermeyen şaibeli futbola devam edeceğiz demektir.

Ne yazık ki, şimdi elimizin tersi ile itersek kapımıza kadar gelmiş bu tarihi fırsatı, bizden sonra gelecek nesillere bırakacağımız sadece ‘bu hastalıklı’ düzenin devamı olacaktır. Oysa kim büyükbabasından gelen genetik hastalık, çocuğunun çocuğuna geçsin ister ki? Kim her öksürdüğünde mendilinde kan görmek ister ki?

Velhasıl, Türk futbolu yol ayrımındadır. Ya bataklık kurutulacaktır, ya da her şey eskisi gibi üç büyütülmüş ve kollanmış takımların gölgesinde, “eski tas eski hamam” devam edecektir.

Ziya Adnan
24 Temmuz 2011

 

SikeDavasi

Adalet olmadan düzen olmaz!

Adalet olmadan düzen olmaz!

Uzaklardan…

Fenerbahçe gelecek sezon gerekirse Birinci Lig’de oynar ve hak ederse lige yeniden dönerdi; en azından futbolun da bir adabı olduğunu biraz daha iyi anlamış olarak… En azından biraz daha sempati duyulan bir takım olarak..

 

Takvimler 14 Mayıs 2006’yı gösterirken, kökleri 1897 yılına uzanan, İtalyan futbolunun devi Juventus 38 maçta 91 puan toplayarak en yakın rakibi AC Milan’ın üç puan önünde tarihindeki 29. şampiyonluğuna erişti. Renklerini Ada futbolunun eski takımlarından biri olan Notts County’den almış, İtalya’da “Vecchia Signora” (Yaşlı Kadın) olarak bilinen siyah-beyazlı takımın taraftarları bir şampiyonluğu daha kutlarken, yakın gelecekte kulübün başına geleceklerden habersizdi.

O şampiyonluktan kısa süre sonra İtalyan gazetelerinde, kulübün genel menejeri Luciano Moggi ve İtalya Hakem Komitesi Başkanı Pierluigi Pairetto arasında gerçekleşen “sakıncalı” telefon görüşmelerinin metinlerinin yayınlanması gündeme bomba gibi düştü. Yürütülen soruşturmalar sonucunda Juventus başkanının, maçlara istediği hakemlerin atanması ve hakem komitesini yönlendirdiği konusunda bulgulara ulaşıldı. 2004-2005 sezonundaki bazı maçlarda şike yapıldığı konusunda şüpheler su yüzüne çıkarken, o sezon 19 maçta şikeye önayak oldukları iddiası ile 41 kişi gözaltına alındı.

Juventus ile birlikte Milan, Fiorentina, Lazio ve Reggina kulüplerinin karıştığı şike skandalının detayları zamanla ayyuka çıkarken, Juventus kalecisi Gianluigi Buffon, üç eski Juventus oyuncusu Antonio Chimenti, Mark Luliano, Enzo Maresca Serie A’da oynanan maçlarda, büyük miktarlarda bahis oynadıkları iddiaları ile sorgulandılar.
4 Temmuz 2006 tarihinde, İtalya Futbol Federasyonu, şikeye karıştıkları gerekçesiyle Juventus ile birlikte dört köklü kulübün Serie A’dan ihraç edilmesini gündeme getirirken, Federasyonu temsil eden savcı Stefano Palazzi, skandalın baş aktörü konumunda görünen Juventus’un Serie C1’e düşürülmesini savunuyordu. Ayrıca 2005 ve 2006 senelerinde, kazanmış oldukları şampiyonlukların da geçersiz sayılması konusunda ısrar ediyordu.

Turin savcılığı, Juventus’un, geçmiş sezonlarda gerçekleştirdiği transferlerin belgelerinde, sahtekârlık yapıldığını, kulübün büyük miktarlarda vergi kaçırdığını, idari işlerinde usülsüzlükler gözlendiğini iddia ediyor, kulübün eski yöneticilerinden Antonio Giraudo, suçlamaların baş zanlısı konumunda gözaltına alınıyordu. Roma’da, GEA adlı futbol menajerliği şirketi de bu soruşturma kapsamında araştırılıyor, futbol yaşamını İtalya’da sürdüren 220 profesyonel futbolcunun bu şirkete bağlı olduğu ortaya çıkıyordu. Şirketin başında, Juventus kulübünün genel menajeri Moggi’nin oğlu Moggis vardı.

Kararlılıkla yürütülen soruşturmanın sonucunda Juventus Serie B’ ye düşürülürken, lige önce eksi 30 puanda başlamasına karar veriliyor, kulübün yaptığı itirazlar sonucu bu ceza eksi 9 puana iniyordu. Son iki sezonda kazanılan şampiyonuklar geçersiz sayılırken, kulüp yaklaşık 31 milyon Sterlin para cezasına çarptırılıyor, kulüp başkanı Luciano Moggi futboldan hayat boyu men ediliyordu. Şikeye karıştığı belgelenen hakemlerin ve yöneticilerin bir kısmı bir sene ile üç sene arasında değişen hapis cezalarına çarptırılırken, suçlu bulunanların hepsi futboldan uzun süre men edildi.

Bu olay futbol tarihine “Calciopoli” olarak geçti.

***

Juventus’un küme düşürüldüğü 2006 yılından yaklaşık beş yıl sonra; güzel ve yalnız ülkemde…
Fenerbahçe “Kurşunlu” Süper Ligin son maçında deplasmanda Sivasspor’u basit kaleci hatalarının öne çıktığı gollerle yenerek şampiyonluk kupasını kaldırıyor, ligi 2. bitirmiş Trabzonspor camiası kendilerini “gönüllerin şampiyonu” ilan ediyordu. Tıpkı Juventus taraftarı gibi, şampiyonluğu kutlayan sarı-lacivertli takıma gönül verenler kulübün yakın gelecekte başına geleceklerden habersizdi.

Önce kulüp başkanı Aziz Yıldırım’ın gözaltına alındığı haberi geldi bir pazar sabahı. Takvimler 3 Temmuz 2011’i gösteriyordu. Arkasından Fenerbahçe Asbaşkanı Şekip Mosturoğlu, Eskişehirspor Teknik Direktörü Bülent Uygun, Sportif Direktörü Ümit Karan, Sivasspor Başkanı Mecnun Odyakmaz, Sivasspor’dan Eskişehirspor’a transfer olan Mehmet Yıldız, Karabükspor’dan Fenerbahçe’ye transfer olan Emmanul Emenike…

Gözaltına alınanların sayısı kısa sürede 49’a ulaştı…

Bu vesileyle, takımıyla sözleşmesi devam eden bir futbolcuyla sezon içinde, üstelik “kritik haftalara” girildiğinde söz kesmenin, üstüne bu futbolcunun Fenerbahçe’ye karşı oynanan maçta yer almamak istememesinin, sezon sonunda da Fenerbahçe’ye transfer olmasının hiç etik olmadığını ben dâhil birkaç spor yazarının daha önceleri dile getirmiş olduğumuzu hatırlatalım…

Henüz şike iddalarının yarattığı toz bulutu dağılmamışken, bu sefer Fenerbahçe taraftarlarının yürüyüşü yansıdı ekranlara. Orta yaşlarda bir bayan taraftar, takımının asla böyle bir tezgâh içinde olmayacağını savunuyordu. Genç bir Fenerbahçe taraftarı ligden çekileceklerini belirtirken, aynı akşam televizyon kanallarının birinde Fenerbahçe ile özdeşleşmiş yorumcu, “Fenerbahçe’siz bir ligin marka değeri olmayacağını” söylüyordu kızgın cümlelerle…

Oysa zaman susmayı ve beklemeyi gerektirirdi. O yüzden bekledim bu yazıyı yazmadan. Toz bulutunun arkasında olanları görebilmek için en azından. Zira ahkâm kesmek için henüz çok erkendi. Kaldı ki nicedir Fenerbahçe dâhil, Türk futbolunun köklü takımlarının haris adamların ellerinde oyuncak haline gelmiş olduğu gerçeği öylece bakıyordu yüzümüze. Kaç zamandır Türk futbolunda kişiler, kulüplerin önüne çıkmıştı.

Oysa kaçınız bilirdiniz Arsenal kulübünün başkanının adını?

Velhasıl tozlu arsalarda sevdalandığımız, adına futbol denilen güzel oyunda dönen para büyüdükçe, gönül verdiğimiz, sevdiğimiz bir spor olmaktan çıkıp, siyah takım elbiseli, zengin adamların güçlerini daha bir perçinleştirdikleri, ortada dönen rakamların baş döndürdüğü bir gayya kuyusu haline geldiğini görmemek, aslında o sevdiğimiz oyuna yapılabilecek en büyük ihanetti.***

Bu yazının yazıldığı saatlerde Aziz Yıldırım’ın tutuklanarak Metris Cezaevi’ne gönderildiği haberi düştü ekranlara. BBC, bu haberi “Turkey football club boss charged” başlığıyla ana sayfasından duyuruyordu. Sonra “hasta Fenerbahçeli” spor yazarı konuşuyordu kanalların birinde; “Fenerbahçe küme düşerse ligin marka değeri ne olur?” diye soruyordu. Hangi marka değeri? Kimseler Türk futbolunun marka değeri abartılmış bir ülke efsanesidir demedi, tıpkı “üç büyükler masalı” gibi… Zaten İçinde her türlü katkı maddesi bulunan bir malın marka değeri kaç kuruş olabilir ki?

Bir başka yorumcu, “Ağlayan 20 milyon insana devlet birşeyler yapmalı!” diyordu. Zengine ve güçlüye ayrı bir kanun olmalıydı bu yoruma göre. Sonra Kulüpler Birliği adına baklayı ağzından çıkardı, köklü Ankara takımın bakkal mentalitesi ile futbol takımı yöneten yaşlı başkanı. Fenerbahçe’nin küme düşürülmemesi gerektiğini üstü kapalı da olsa açıkladı, “tek ses, tek yürek” klişesiyle. Malum müşteri velinimetimizdir zihniyeti!
Hani dediler ya “artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” diye, siz inanmayın, zira her şey eskisi gibi olacak o köhne tiyatroda. Malum Perşembe’nin gelişi Çarşamba’dan bellidir! Başkanı ve yöneticileri şikeye karıştıkları gerekçesiyle mahpuslara atılmış bir takımın, ülkeyi Şampiyonlar Ligi’nde temsil edecek olmasının başka nasıl bir açıklaması olur ki?

Alın işte, 5 Ağustos’ta başlatacaklarmış çivisi çıkmış ligi! Sanki hiçbir şey olmamış gibi! Ezelden hastalıklı Türk futbolunu dekoder satışına endeksleyip tribünleri boş bırakanlar, Fenerbahçe’yi velinimet olarak gören “Ezikler Birliği”, adaleti değil adaletin kendi taraflarından tecelli etmesini isteyen Fenerbahçe taraftarı pek memnun olmuştur bu duruma. Sesi en çok çıkanın haklı sayıldığı, hukuk sisteminde adaleti sağlayamamış bir ülkenin futbolu ne kadar adil olabilir ki zaten? Malum, futbol fena halde hayata benzer!***
Oysa verilecek ceza ne olursa olsun, o ceza aslında kulüplere değil, nicedir kulüpleri kişisel hırslarına oyuncak etmişlere verilmiş olurdu ve Fenerbahçe bu cezadan zarar görecek, küme düşürülecek bile olsa, kökünden, tarihinden ve gücünden hiçbir şey kaybetmezdi. Büyüklüğünden demiyorum, çünkü her takım kendi taraftarı için büyüktür!

Tıpkı o köklü İtalyan takımının kaybetmediği gibi…

Fenerbahçe gelecek sezon gerekirse Birinci Lig’de oynar ve hak ederse lige yeniden dönerdi; en azından futbolun da bir adabı olduğunu biraz daha iyi anlamış olarak… En azından biraz daha sempati duyulan bir takım olarak…
Ve Fenerbahçe’siz bir lig bal gibi de olurdu, tıpkı 2006 yılında Juventus’un olmadığı bir ligin olduğu gibi. Önemli olan, adalet kavramının küçük büyük ayırt etmeden her takım için eşit tecelli edebilmesiydi. Albert Camus’un cümlesini hatırlayalım: “Adalet olmadan düzen olmaz!”

Ve “Ben şampiyonlukların sahada kazanıldığını zannediyordum, yanıldığımı öğrendim. Bundan sonra göreceksiniz!” diye meydan okuyanların, kendini en dokunulmaz görenlerin, arş-ı alaya erdim sanarken tepetaklak olanların yazık hikâyesiydi ders alınması gereken, zira hayat öğretirdi…

Velhasıl büyük dediğin, yeri geldiğinde susmayı, mızmızlanmadan yaşadıklarından ders çıkarmayı, büyük gönüllü olmayı, en kötü zamanlarda bile dik durmayı, düşse bile yeniden ayağa kalkmayı becerebilendi…

Ve sen, ahlaka dair ne biliyorsan futbola borçlusundur…Not: “Mafya babalarının değil, Baba Hakkılar’ın Beşiktaş’ı” diyen tüm Beşiktaşlıları gösterdikleri onurlu duruş nedeniye kutlarım. Budur…

Ziya Adnan
17 Temmuz 2011

FenerbahceSike

Bazen büyükler de düşer…

Bazen büyükler de düşer…

Uzaklardan…

“Just one more thing!” (Yalnız son bir şey daha var!)
Komiser ColumboÜlke futbolseveri arasında çok yaygın bir inanış var: Büyük takımlar asla küme düşmez! Hatta bazılarına göre düşmemeli de… Malum, dekoder satışları meselesi…Bu yüzden dünya futbolunun devlerinden, kuruluşu 1901 senesine dayanan, tarihinde 33 şampiyonluğu bulunan 110 senelik River Plate’in küme düşmesi büyük yankı uyandırdı ülke basınında. Gençlik günlerimin televizyon kahramanı Columbo dizisinin kahramanı Peter Falk’un, Alzheimer hastalığının pençesinde 83 yaşında hayata gözlerini yumduğu günlerde, Arjantin futbolunun en üst ligine veda etti mavi-beyazlı takım. Üstelik anlı şanlı tarihinde ilk kez! Futbolseveri şaşırtarak! Tıpkı, o külüstür arabanın sahibi, eski pardösülü, dağınık görünümlü, bir gözü iyi görmeyen pejmurde dedektifin her maceranın final sahnesinde son vuruşu yaptığı o unutulmaz cümlesindeki gibi: “Just one more thing!” (Yalnız son bir şey daha var!)

Buenos Aires’te, El Monumental Stadı’nda oynanan karşılaşmada River Plate kümede kalma macında ilk maçta 2-0 yenildiği rakibi ile 1-1 berabere kalınca tarihinde ilk kez küme düştü. 65.645 kapasiteli, ülkenin en büyük stadını dolduran River Plate taraftarları maç sonunda o tarihi futbol mabedinden başları önlerinde ayrılırken, gelecek sezon Primera (B) Nacional’da oynayacak olmanın hayal kırıklığını yaşıyordu.

Oysa şampiyon olmak kadar küme düşmek de vardı takımların kaderinde. Bazen büyükler de düşerdi. Her ne kadar güzel ve yalnız ülkem taraftarı, bizim hastalıklı sistemin yarattığı “üç büyüğün” bu duruma asla düşmeyeceğine ölümüne inanmış olsa da…

***

Futbolun beşiğinde, kuruluşu 1919’a dayanan, tarihinde üç kez şampiyonluk yaşamış (1968–69, 1973–74, 1991–92) Leeds United FC, 2003–2004 sezonunun sonunda önce Championship’e düşecek, bir sezon sonra soluğu League One’da (üçüncü lig) alacaktı. Ancak, hangi kümede olursa olsun 39.460 kapasiteli Elland Road Stadı’nı doldurmaya devam etti Leeds United’a gönül verenler. Geçtiğimiz sezon, Championship’i 7. sırada bitiren takımın evinde oynadığı maçlardaki taraftar ortalaması 27.299’u bulurken, bizim büyüklerden Galatasaray kötü geçen sezonun ardından yeni stadını doldurmakta güçlük çekiyor, sattığı kombine sayısı 20 bini bulmuyordu.

Günümüzde Premier Lig’in en zengin kulübü Manchester City de bir zamanlar pek yabancısı değildi “düşmeler ve çıkmalar”ın. Tarihi boyunca 10 kere düşüp 11 kere dönmüş olan mavili takım, 1996 senesinde ikinci lige düşecek, iki sezon sonra da üçüncü ligde boy gösterecekti. 1998–1999 sezonunu üçüncü lig şampiyonu olarak bitirirken, bir sezon sonra yeniden Premier Lig’e dönecek, ancak 2001 senesinde bir kez daha düşecekti. Ne olursa olsun, alt liglerde oynadığı dönemlerde bile taraftarları takımı yalnız bırakmadı. Önce Maine Road, 2003 senesinden sonra da 47.726 kapasiteli City of Manchester Stadı’ndan “Blue Moon” tezahüratı tribünlerden hiç eksik olmadı.

Batı Londra’nın zenginler kulübü Chelsea de, “Chelsky” olmadan önce 6 kere düşüp 7 kere dönmüştü ülke futbolunun elitlerinin arasına. Kuruluşu 1905 senesine dayanan, geçtiğimiz sezon Stamford Bridge Stadı’nda 41.435 taraftar ortalaması yakalayan mavi-beyazlı takım, 80’li yıllarda inişleri ve çıkışları ile bilinirdi. 1983–1984 sezonunda 2. lig şampiyonu olurken, 1987–1988 sezonunda bir kez daha küme düşecek, bir sonraki sezon ligi şampiyon bitirip yeniden dönecekti. 2003 senesinin Haziran ayında Rus milyarderi Roman Abramovich’in 140 milyon Sterlin karşılığında satın aldığı kulüp, o tarihten sonra Premier Lig’i üç kez şampiyon olarak tamamladı.

Ama belki de en şaşırtıcı olanı 5 kere düşüp 6 kere çıkmış Manchester United… Premier Lig’in kuruluşundan önce eski adıyla 1. ligde 7, Premier Lig’in kurulduğu 1992 senesinden sonra 12 kez şampiyon olan “Kırmızı Şeytanlar” 1974 senesinde 2. lige düşüyor, bir sonraki sezon yeniden 1. lige yükseliyordu.

Yalnız Ada futboluna mahsus değildi elbet nam salmış takımların 2. ligi boylama durumu. İspanya’da 2 defa lig şampiyonu olmuş Real Sociedad 6 kez 2. lige düşüp çıkmıştı. 2000 yılının şampiyonu Deportivo La Coruna bu sene 9. defa düştü La Liga’dan. İtalya’da Lazio beş kez inip çıkarken, 1893 senesinde kurulmuş İtalyan futbolunun “Old Lady”si Juventus adının karıştığı şike skandalı nedeniyle küme düşürülmüş, eksi 30 puanda başladığı 2006–2007 sezonunu Serie B’ de geçirmişti.

2000’li yılların başından günümüze kadar dört kere düşüp çıkan FC Köln taraftarları için olağan hale gelmişti düşmeler-çıkmalar. Tribünlerden yükselen o tezahürat düşmenin o kadar da kötü olmadığını anlatıyordu görmesini bilenlere: “Önce bir düşeriz/ Sonra geri çıkarız/ Sonra yine düşeriz/ Sonra yine çıkarız/ Böyle neşemizi buluruz/ Kafayı yemişiz çünkü biz…”

***

Velhasıl, “büyük takımlar asla küme düşmez!” diye bir kural yoktu endüstriyel futbol evresinden çok önce tozlu arsalarda sevdalandığımız o güzel oyununun doğasında. Zaman içinde kimler düşmemişti ki! Sonu, ta başından belli “annemizin ligi”nde, amaç her sezon daha fazla dekoder satmak ya da çoğunluğun mutlu olmasını sağlamak olmasaydı eğer, adil bir futbol düzeninde kendi kendimize yarattığımız, sorgulamadan doğruluğuna inandığımız “üç büyük masalı”nın kahramanları da kötü geçen sezonların ardından River Plate’in akıbetini yaşardı belki. Mesela kim garanti verebilirdi ki, geçtiğimiz sezon, tarihinin en kötü sezonunu geçiren, 2000’li yılların başında UEFA Kupası’nı kazanmış Galatasaray’ın, daha adil ve rekabetin yüksek olduğu bir ligde River Plate’in akıbetine uğramayacağına?

O eski pardösülü, dağınık görünümlü, bir gözü iyi görmeyen pejmurde dedektifin her maceranın final sahnesinde son vuruşu yaptığı o unutulmaz cümlesindeki gibi: “Just one more thing!” (Yalnız son bir şey daha var!) diyebilecek kadar sürprizlere açık, adil, her takıma eşit yaklaştığımız, kollanmaya değil rekabete dayalı futbolumuz olsaydı eğer…

Hikâyenin sonu ta başından belli olmasaydı eğer…

Belki o zaman, her firsatta milyonlarca taraftarı olduğu söylenen, ancak alınan iki yenilgi sonrası tribünleri boş kalan takımlarımızın gerçek “büyüklüğü”nü anlardık…

Ziya Adnan
10 Temmuz 2011

 

Chelsea1987-88

Dalglish’in Liverpool’u…

Dalglish’in Liverpool’u…

Uzaklardan…

İnanması güç ama bir zamanlar Avrupa futbolunda esip kükremiş, şampiyonluk kupasını 18, Şampiyonlar Ligi’ni 5 kez kazanmış, İngilizlerin efsane takımı Liverpool’un Premier Lig şampiyonluğu yoktur. Liverpool’un en son şampiyon olduğu sene doğan çocuklar günümüzde yirmili yaşlarını yaşarken, o sene Sammy Davis Jr. hayata gözlerini yummuş, Berlin duvarı yıkılmış, Doğu ve Batı Almanya birleşmiş, günümüz Almanya’sının temelleri atılmıştır. O süre içinde Manchester United, Premier Lig şampiyonluğunu 13 kez kazanmıştır. Kaderin cilvesi, Liverpool’un şampiyonluk kupasını en son kaldırdığı sene takımın teknik direktörü Kenny Dalglish, aradan geçen onca seneden sonra yeniden bir döneme damgasını vurmuş olan kırmızılı takımın başındadır.

Bu yazı yakın geçmişte Liverpool taraftarları arasında yapılan ankette kulüp tarihinin gelmiş geçmiş en başarılı futbolcusu seçilen, 2009 senesinde Four Four Two dergisi tarafından savaş sonrası Ada futbolunun yetiştirdiği en önemli golcü ünvanına layık görülen, Liverpool’u yeniden eski günlerine döndürmeyi hedefleyen “King Kenny” lakaplı İskoç teknik direktöre…

***

4 Mart 1951’de İskoçya’nın Glasgow şehrinde doğdu. Futbola 1968 senesinde Celtic genç takımıyla adım atarken, 1971 senesinde (A) takımda oynamaya başladı. 1975 senesinde, 24 yaşında takımın kaptanlığına getirilirken Celtic, 1971–1977 arasında onun önderliği ve golleri ile şampiyonluk kupasını dört kez kazandı. 1977 senesinde Liverpool’un unutulmaz teknik direktörü Bob Paisley, dönemin transfer rekoru 400 bin Sterlin karşılığında onu kadrosuna dâhil ederken, Liverpool taraftarları o sezon takımdan ayrılan Kevin Keegan’ın yasını tutuyordu.

Takvimler 13 Ağustos 1977’i gösterirken, Charity Shield Kupası’nda, Keegan’dan miras 7 numaralı Liverpool formasıyla ilk maçına Manchester United karşısına çıkarken, ilk golünü o maçtan bir hafta sonra deplasmanda oynanan Middlesborough maçında attı. O maçtan üç gün sonra, bu kez Newcastle United karşısında golünü atıyor, o sezonu oynadığı 62 maçta attığı 31 golle tamamlıyordu.

Kısa sürede Liverpool taraftarlarının sevgisini kazanan Dalglish’in kariyerinde yeni bir sayfa 1980 senesinde açılacaktı. O senenin Nisan ayında, Liverpool 300 bin Sterlin transfer bedeli ödeyerek Chester’in 18 yaşındaki golcüsü Ian Rush’ı kadrosuna dâhil etti. İlerleyen zamanlarda, “Dalglish–Rush” ikilisi rakiplerin kâbusu olurken, sezon sonunda Liverpool ligi şampiyon olarak bitiriyor, Lig Kupası finalini uzatmalarda Rush’ın attığı golle kazanıyordu.

“My Liverpool Home” adını verdiği kitabında, Rush’la ilk tanışmalarını anlatırken, ona Mısırlı aktör Omar Shariff’i andıran bıyıklarına itafen “Omar” lakabını taktığını, kısa sürede tüm takımın bu lakabı benimsediğini anlatır. Sonraları, büyük golcü hava toplarında çok kötü oluşu nedeniyle Dalglish tarafından “Tosh” adıyla çağrılmaya başlanır! (Bilmeyenler için küçük bir not: “Tosh”, Liverpool’un unutulmaz futbolcusu John Toshack’ın lakabıdır ve futbol kariyeri boyunca hava toplarındaki hâkimiyeti ve kafa gollleri ile nam salmıştır).

***

1982–1983 sezonun sonunda Ada’da “yılın futbolcusu ödülü”nü alan Dalglish, 18 golle Liverpool’un şampiyonluğunda pay sahibi olurken, bir sonraki sezon Liverpool, Luton Town’un forveti Paul Walsh’u kadrosunda dahil eder.

1985 senesinde, Joe Fagan’dan boşalan teknik direktörlük görevine “player-manager” olarak gelen Dalglish, sezonun ilk yarısındaki maçlarda düzenli olarak forma giyerken, ikinci yarısında Walsh’a forma şansı verir. Liverpool o sezonu lig şampiyonluğu ve Federasyon Kupası zaferiyle kapatır. Sezonun final maçında deplasmanda Chelsea’yi 1–0 lık skorla geçerken, tek golü unutulmaz İskoç atmıştır.

Bir sonraki 1986–1987 sezonunda, takımda gençlere şans veren, sadece 18 maçta forma giyen Dalglish altı gol kaydetti. 1987 senesinde yalnız Liverpool’u değil, Ada futbolunu sarsan Rush’un Juventus’a transferi sonucunda, Liverpool ileri uçta John Aldridge ve Peter Beardsley ikilisi ile sahaya çıkıyor ve bu ikili, Rush’un bıraktığı yerden gollere devam ediyordu. 1987–1988 sezonunda Liverpool’u 17. şampiyonluğuna taşırken, 1988–1989 sezonunda forma giymeyen Dalglish, son resmi maçına 5 Mayıs 1990 tarihinde, oyuna sonradan girdiği Derby County karşısında çıktı.

O gün, ben dâhil o statta bulunanlar 39 yaşındaki futbolcunun ilerlemiş yaşına rağmen oynadığı müthiş futbolu son kez ayakta alkışladı. O sezon sonunda, “King Kenny” üçüncü kez ligin en iyi teknik direktörü ünvanını kazanmıştı.

Ve Kenny Dalglish, 22 Şubat 1991 tarihinde, Liverpool’un şehirdaşı Everton’la 4–4 berabere kaldığı maçtan sonra sağlık sorunları nedeniyle görevinden istifa etti.

Forma giydiği 515 maçta 172 gol kaydeden, takımının başında teknik direktör olarak 307 maçta sahaya çıkan bu müthiş futbolcu geride 8 lig şampiyonluğu, iki Federasyon Kupası, dört Lig Kupası zaferi bıraktı. Onun döneminde Liverpool bir kez Süper Kupa’yı kazanırken, bir kez “yılın futbolcusu” seçilen Dalglish, istifasından sonra teknik direktörlük kariyerine uzun süre dönmek istemediğini, artık ailesi ile zaman geçirmek istediğini dile getiriyordu.

***

Takvimler Ekim 1991’i  gösterirken, futbolseveri şaşırtan bir kararla teknik direktörlüğe dönen Dalglish’li Blackburn Rovers, o sezon sonunda 1966 senesindan beri uzak kaldığı ‘Premier Lig’e terfi ediyor, takım bir sonraki sezon ‘Premier Lig’i 4. sırada tamamlıyordu. Daha sonraki yıllarda Ada futbolunda yıldızlaşacak Alan Shearer, 3,5 milyon Sterlin karşılığında Rovers’in kadrosuna dâhil olmuştu.

Liverpool’da yakaladığı  şampiyonluğu, bu kez Premier Lig’de 1994–1995 sezonunda Blackburn Rovers’da yaşayan teknik direktör, Ray Harford’u göreve getirerek futbol direktörlüğünü denedi; ancak alınan kötü sonuçlardan sonra o sezonun sonunda görevinden istifa etti.

***

8 Ocak 2011 tarihinde, Roy Hodgson’dan boşalan teknik direktörlük görevine bir kez daha getirilen Dalglish, üç gün sonra deplasmanda oynanan ve 2–1 kaybedilen Blackpool maçı sonrasında takımın özgüvenini yeniden kazanması gerektiğini vurguluyordu.

Ve o tarihten sonra Premier Lig’de oynadığı maçların yüzde 65’ini kazanan, sadece üç maçta mağlup olan Liverpool onun liderliğinde yükselişe geçti. Öyle ki, Premier Lig sezonu o tarihte başlamış olsaydı, topladığı 33 puanla Unıted’ın arkasında 2. sırada olacaktı. Haliyle bu başarı sonrasında Liverpool’un Amerikalı sahipleri, Dalglish ile üç senelik sözleşme imzalarken, Liverpool taraftarlarının maçlarda açtığı dev flama o futbol şehrinin takımıyla özdeşleşmis futbolcusunun dönüşünü anlatıyordu:  “King Kenny is back! – Kral Kenny geri döndü”

Kaynak: Kenny Dalglish – My Liverpool Home with Henry Winter

Ziya Adnan
3 Temmuz 2011

 

KennyDalglish