Paul Scholes; Yeşil sahaların kızıl yıldızı…

Paul Scholes; Yeşil sahaların kızıl yıldızı…

Uzaklardan…

“Bence o, Premier Lig’in en iyi futbolcusu…”

Cesc Fabregas

Efsane Zinedine Zidane’ın, “Undoubtedly the greatest midfielder of his generation” (Şüphesiz kuşağının en iyi orta saha futbolcusu) cümlesi onu anlatmaya yeter sanırım…  Yeşil sahalarda birkaç  sezon parladıktan sonra kayıp giden nicesini düşününce, 1994 senesinden 2011’in Mayıs’ına kadar Avrupa futbolunun devlerinden birinde 676 maça çıkmış gerçek futbol ustasını ayrı bir yere koymak gerekiyor. Malum, yakın geçmişte oynanan Şampiyonlar Ligi finalinin bitiş düdüğü ile birlikte, Andres Iniesta’nın onun formasını kapma çabası taptaze hafızalarda…

Bu yazı, geçtiğimiz günlerde futbolu bıraktığını açıklayan, küçük yaşlardan beri astım hastası olmasına rağmen 14 yaşında genç takımında formasını giymeye başladığı Manchester United ile 36 yaşına kadar 10 kez Premier Lig şampiyonluğu yaşamış, 24 kupa kaldırmış, takım arkadaşları tarafından müthiş pas kabiliyeti nedeniyle “Sat Nav” olarak bilinen, unutulmaz orta saha yıldızına…

***

16 Kasım 1974 tarihinde Manchester’ın Salford kasabasında dünyaya geldi. Çocukluk yıllarındaki ilk futbol takımı Langley Furrows’da top peşinde koştururken scoutların dikkatini çekti ve henüz 14 yaşında kendini Manchester United’ın alt yapısında buldu. İşin ilginç yanı, akranlarının büyük bölümünün United taraftarı olmasına karşın Scholes, Oldham Athletic taraftarıydı.

O yıllarda “Kırmızı Şeytanlar”ın alt yapısında ilerleyen zamanlarda yıldızı parlayacak önemli futbolcular vardı: David Beckham, Nicky Butt, Gary Neville, Ryan Giggs… 1992 senesinde genç takımlar şampiyonluğunu kazanan United’ın kadrosunda yer almasa da, bir sonraki sezonda finale çıkan takımda Phil Neville ile birlikte adını duyurdu. 23 Temmuz 1993 tarihinde ilk profesyonel sözleşmesine imza atacak, ancak 1994–1995 sezonunda (A) takıma yükselecekti. İlk sezonunda 17 maça çıkan orta saha oyuncusu o sezon 5 gol attı.

“Düşler Tiyatrosu” Old Trafford Stadı’nda ilk golünü 3 Ocak 1995 tarihinde, ev sahibi takımın 2–0 kazandığı maçta Coventry City’e karşı kaydetti.

1995–1996 sezonunda United’ın unutulmaz forveti Mark Hughes, Chelsea’nin yolunu tutmuş, o da cezalı Eric Cantona’nın yerine forvette Andy Cole ile birlikte oynamaya başlamıştı. O sezon 22 numaralı formasıyla 14 gol kaydederken, United, Ada futbol tarihine çifte kupayı ikinci kez kazanan ilk takım olarak tarihe geçti.  United, 1996–1997 sezonunun sonunda Premier Lig’i bir kez daha kazanırken, onun forma numarası 18 olarak değişmişti.

***

1997–1998 sezonunda United orta sahasının dinamosu Roy Keane’nin sakatlığı nedeniyle onun bölgesinde görev alırken, bir sonraki sezonda Premier Lig’i ve Şampiyonlar Ligi’ni kazanan takımın yıldızları arasındaydı. O sezon sonunda Newcastle United ile oynadıkları “Federasyon Kupası” finalinde iki gol atmıştı.

2001–2002 sezonunda Juan Sebastián Verón’un kadroya katılmasıyla, forvette unutulmaz golcü Ruud van Nistelrooy’un hemen arkasında yer alacak, ancak “4-4-1-1” sistemine kolay alışamayacaktı.

Bir sonraki sezon tekrar eski formunu yakalarken 20 gol kaydedecek, sonraki sezonda ise 14 golde kalacaktı. Her futbolcu gibi büyük hayal kırıkları yaşadığı anlar da olacaktı elbette. 2005 senesinin Federasyon Kupası finali penaltılara kalmış; onun kullandığı penaltıyı Arsenal’ın deli-dolu kalecisi Jens Lehman kurtarmıştı. Maç sonunda Arsenal kupayı kaldırırken, onun üzüntüsü yansımıştı ekranlara.

2005–2006 sezonunun ikinci yarısında “görme bozukluğu” nedeniyle takımda yer alamazken, bir sonraki sezon yine “Kırmızı Şeytanlar”ın orta sahasında görev yapacak, 22 Ekim 2006 tarihinde 500. maçına çıkacaktı. Takımın tarihinde, aralarında Sir Bobby Charlton, Bill Foulkes ve Ryan Giggs’in de bulunduğu sadece dokuz futbolcu 500 maçta o formayı giyme şansına sahip olabilmişti.

2007 senesinin Ekim ayında Şampiyonlar Ligi’nde Dinamo Kiev ile oynayacakları maç öncesinde antremanda dizinden ciddi sakatlık yaşayacak, 2008 senesinin Ocak ayına kadar yeşil sahalardan uzak kalacaktı.

2008 senesinde, Ada futbolunda iz bırakmış önemli futbolcuların yer aldığı “English Football Hall of Fame”ye layık görülürken, ondan sonraki sezonda Şampiyonlar Ligi’nde Beşiktaş karşısında golünü atıyor, United grup maçlarına üç puanla başlıyordu. 5 Aralık 2009 tarihinde West Ham United karşısında 99. lig golünü kaydederken, 6 Mart 2010’da Premier Lig’de 100 gol atan 19. futbolcu olarak tarihe geçiyordu.

1997 senesinde Güney Afrika’ya karşı ilk kez yer aldığı İngiltere Ulusal Takımı ile 66 maça çıkan, 2004 senesinde ailesi ile daha çok zaman geçirmek istediğini söyleyerek ulusal takımdan affını isteyen futbolcu, o maçlarda 14 gol attı.

İngiltere’nin 2010 Dünya Kupası hüsranından sonra, ulusal takımı erken bırakmakla belki de hatta ettiğini, o kupada forma giyemediği için üzgün olduğunu açıkladı.

***

31 Mayıs 2011 tarihinde United ile kazandığı 10. Premier Lig şampiyonluk kupasını kaldırdıktan kısa süre sonra yeşil sahalara veda ettiğini açıklayan “orta saha diktatörü” geride yalnız gollerini değil, o süre zarfında gördüğü 90 sarı ve 4 kırmızı kart ile Premier Lig’in en fazla kart gören üçüncü futbolcusu ünvanını bırakıyordu…

Oynadığı tüm maçlarda, 10’u kırmızı olmak üzere, 130 kez kart görmüş, Şampiyonlar Ligi tarihinin en fazla kart gören futbolcusu (32) olarak tarihe geçmişti.

Sert futbolu nedeniyle sıklıkla eleştirilirken, Arsene Wenger tarafından bazen sertliğini dozunu kaçırmakla (!) suçlanıyor, Liverpool’un unutulamaz kaptanı Alan Hanson onu Premier Lig’de forma giymiş en iyi beş futbolcu arasında gösteriyordu.

***

Gelecek yıllarda Manchester United’ın teknik kadrosunda yer alacak “Ginger Ninja” (Kızıl Ninja) lakaplı orta saha oyuncusu, günümüz futbol yıldızlarının çalkantılı yaşantıları manşetlerden eksik olmazken, ortalama gününü sabah antremanı, öğleden sonra çocukları okuldan almak, akşam erken yatmak olarak tanımlayan gerçek bir profesyoneldi. Takım arkadaşı kaptan Rio Ferdinand’ın söylediği gibi, “mutlaka çok özlenecek!”

Elveda Paul Scholes…

Zıya Adnan
26 Haziran 2011

 

PaulScholes

Memleketimden futbol manzaraları…

Memleketimden futbol manzaraları…

Uzaklardan…

O Arjantinli yıldız futbola bizim ülkemizde başlasaydı…

Türk futbolunun duayen başkanlarından 4 Ekim 1935 doğumlu İlhan Cavcav, ülke futbolunda nam salmış “futbolcu izleme komitesi”ni Arjantin’in Rosario şehrine, futbol dünyasında adı sanı duyulmamış, üstelik “growth hormone deficiency” (büyüme hormonu yetersizliği) teşhisi konulmuş genç bir yeteneği izlemeye gönderiyor…

24 Haziran 1987 doğumlu genç futbolcu adayını, “Newell’s Old Boys” takımının antrenmanlarında on beş dakika kadar izleyen Cem Onuk başkanlığındaki teknik heyet, çocuğu pek cılız, pek küçük, pek zayıf bulduklarını, aslında yetenekli olduğunu, ancak “sert ligimiz”in müthiş temposuna dayanmasının zor, hatta imkânsız olacağını dile getiriyor. “Bilica’nın, çelimsiz çocuğun bacağını eline vereceği!” korkusuyla bu transfere sıcak bakmadıklarının altını çizip, konuyu başkanlarına “tek sayfalık rapor” halinde sunuyor.

Ancak daha önce nice transferlere imza atmış, hatta Real Madrid’e futbolcu satmış olan kurt başkan, “canım kaybedecek ne var, en fazlasından bir uçak bileti!” düşüncesiyle yola çıkarak, fabrika işçisi bir baba, temizlikçi bir annenin dört çocuğundan biri olan küçük Arjantinliyi babası ile birlikte, asil ve kibar belediye başkanı Melih Gökçek’in dört dönem yönettiği, yapma fıskiyeleri ile sakil bir Arap şehrini andıran Başkent’e getiriyor.

Tabii çocuğun ayda 1000 dolara yaklaşan tedavi masraflarını da üstleniyor.

“İlk zamanlarında çok utangaçtı” diyor onun yıldız takımındaki hocası. Gülümseyerek devam ediyor, “pek konuşmaz, hep önüne bakardı…”

***
YILDIZ ADAYI TÜRK FUTBOLUNDA

Kısa sürede genç takım antremanlarında göz doldurmaya başlıyor küçük futbolcu. Ancak o sezon Gençlerbirliği (A) takımını beş ayrı teknik direktör çalıştırdığı, hiçbiri de alt yapıya kadar gidip maçları izleyecek kadar zaman bulamadığı için, sadece alt yapıda düşük ücretlerle çalışan hocalar, simit ve çay eşliğinde yakından izleme fırsatı buluyor yetenekli gencin hünerlerini.

O sezon, Ankara takımı “Kurşunlu Süper” ligi 14. sırada, küme düşen takımların hemen üzerinde bitiriyor…

Sezon bitince, yeni sezon için anlaştıkları teknik direktörle, iki hafta sonra anlaşamayıp sorunlar yaşayan kulüp yönetimi, hocanın mukavelesini daha ilk antremanına çıkmak nasip olmadan feshediyor. Haliyle, Başkent’e Alex Ferguson gibi kalıcı olma hayaliyle gelen teknik direktör de bavullarını toplamak zorunda kalıyor. Böylece Başkent’in Cumhuriyet ile yaşıt al-karalı kulübü, 2000 senesinden günümüze kadar gelen 11 sezonda, 18. hocayla da yolunu ayırıyor.

İstikrardan söz açılmışken, Sir Alex Ferguson’un görevde bulunduğu 6 Kasım 1986 tarihinden bu yana, Gençlerbirliği’ne 42. hocanın veda ettiğini belirtelim.

Haliyle bizim Arjantinli gencin de (A) takıma çıkma umudu da başka bir bahara kalıyor…

***

İlk sezonunu genç takımda attığı 42 gol ve 35 assistle tamamlayan Arjantinliyi, bir sonraki sezon “pişmesi için” Gençlerbirliği’nin alt yapısı konumunda olan üçüncü lig temsilcisi Hacettepe’ye yolluyor başkan…

O sezon, Cebeci Stadı’nın boş tribünlerinde oynanan maçlarda yıldızı parlayan, sezon sonunda üçüncü lig gol kralı olan 1.69 boyundaki futbolcu bir anda futbolun gündemine oturuyor. Pazar akşamları yayınlanan ve sabaha kadar süren futbol programlarından birinin dördüncü saatinde, kirli sakallı yorumcunun, ”Vay anam vay, neler dönmüş Serhat ya!” cümlesi üzerine, genç yıldızı transfer etmek için ülke futbolunun en zengin üç kulübü kıyasıya yarışa giriyor.

“Kara Kartallar”ın, futbol aleminde “tüpçü” lakabıyla anılan başkanı, bu transfer için kesenin ağzını açtıklarını, bu futbolcuya karşılık geçtiğimiz sezon Gaziantepspor’dan aldıkları iki forvet ve bir orta saha oyuncusu ile 5 milyon Euro para verebileceğini söylüyor.

Bunun üzerine harekete geçen “Sarı Kanaryalar”ın sempatik ve kimseyi kırmayan başkanı, yıldırım hızıyla cipine atlayıp bizzat Ankara’ya kadar giderek Gençlerbirliği kulübü ile yarısı peşin, 12 milyon Euro karşılığında Arjantinli futbolcuyu renklerine bağlıyor. Bu arada futbolcunun babası fiyat konusunda artış istese de başkan, onu ikna ediyor.

Ülke basını, direksiyon koltuğunda başkan, arka koltukta “UFO görmüş sincap” misali bakan futbolcunun yedi tepeli şehre gelişini manşetlere taşıyor.

O esnada Ankara’da, bir uçak bileti fiyatına getirdikleri futbolcudan “un çuvalı” dolusu para kazanan Cavcav ve ekibi sevinçle ellerini oğuşturuyor.

***

GENÇ SEMİH Mİ, O MU?

İlk sezonunda 28 yaşındaki “Genç” Semih’in yedeği olarak genelde kulübede geçiren futbolcu yeteri kadar forma şansı bulamazken, oynadığı 26 maçta 14 gol atıyor, ancak kimine göre çok zayıf oluşu, kimine göre ise İstanbul gecelerinde kız arkadaşı ile fazla görünmesi futboluna olumsuz yansıyor. Bu arada İstanbul basını düzenli olarak “Semih mi, o mu?” sorusuna cevap arıyor.

Bir ara, vatandaşlığa geçirildikten sonra, “Musa” adını alıp Türkiye Milli Takımı’na seçilmesi gündeme gelirken, Cuma namazlarına gitmediği için bu düşünceden vazgeçiliyor…

12 Kasım’da, Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi’nde Valencia ile oynadığı maçta ciddi sakatlık geçirirken, üç ay sahalardan uzak kalıyor genç futbolcu. Bu dönemde, Sabah gazetesindeki köşesinde futbolcuyu yazan Hıncal Uluç, “korkak futbolu nedeniyle sakatlandığını, sahada çok zayıf ve çelimsiz göründüğünü, bu çocuktan kesinlikle futbolcu olmayacağını” dile getiriyor.

Bu yazı üzerine ikiye bölünen spor yazarlarından Erman Toroğlu’nun başını çektiği bir kısım yazar, “boyuna değil işlevine bakmak gerektiğini” savunurken, karşı görüşü savunan başka bir yazar, “bu futbolcunun kalıcı olması halinde bikini giyip Taksim meydanında dolaşacağını” iddia ediyor.

4 Mart günü oynanan Türk futbolunun “El Clasico”sunda 10 kişi kalan Fenerbahçe, genç futbolcunun ayağından kazandığı gollerle maçı 3-3’e taşırken, Beşiktaşlı futbolcular kaçan galibiyete yanıyor.

O maçta sakatlanan ve altı hafta sahalardan uzak kalan futbolcu için ülkenin ileri gelen futbol yorumcularından biri; “sakatlığın çok fazla seks yapmaktan meydana geldiğini, futbol oynadığı zamanlarda kendisinin de bu sorunu yaşadığını” dile getiriyor.

Mesele, kendisine danışılan Haydar Dümen’in konuya açıklık getirmesi sonrası kapanıyor.

O sakatlıktan sonra sahalara dönen genç futbolcu, oynadığı üç maçta iki gol atarken, 28 Nisan tarihinde oynanan Galatasaray maçında bir kez daha sakatlanıyor. Basında çıkan haberlere göre, bazı yöneticiler ikinci kez aynı sakatlığı yaşayan futbolcuyu göndermenin yollarını arıyor.

***

Arjantinli futbolcu, geçirdiği üç sezondan sonra elinde bavulu tek başına havaalanında, ülkesi Arjantin’in yolunu tutarken, Türkiye’yi, Boğaz’ı, kebabı ve lokumu çok sevdiğini, ancak uyum sorunları yaşadığını, bir gün mutlaka yeniden ülkemize gelmek istediğini söylüyor.

Fenerbahçeli yazarlardan birinin “gol makinesi diye aldık, çamaşır makinesi çıktı!” cümlesinin hatırlatılması üzerine gülümserken, kendisini geçirmeye gelen menajerine el sallıyor.

Bu arada, onu kulüp yönetiminden ve taraftarlardan kimsenin uğurlamaması gözlerden kaçmıyor.

Onun uçağının kalktığı saatlerde, üç büyük takımın başkanları Gençlerbirliği’nin 20 yaşındaki yeni yıldız adayını transfer etmek için kolları sıvadıklarını, bu transferi gerçekleştirme adına hiçbir özveriden kaçınmayacaklarını dile getiriyor.

Uzaklarda, Gençlerbirliği’nin duayen başkanı bir kez daha ellerini oğuşturuyor…

Ziya Adnan

20 Haziran 2011

LionelMessiYildiz

Swansea City; Kuğuların Dansı…

Swansea City; Kuğuların Dansı…

Uzaklardan…

Premier Lig’e yükselme maçında, Londra’nın Wembley Stadı’nda 86.581 taraftarın önünde, tarihinde Premier Lig’de yer almamış Galler takımı Swansea FC, Premier Lig’in yabancısı olmayan Reading karşısında… İki Championship takımı arasında oynanan maçta, 90 bin kapasiteli Wembley Stadı’nın tribünlerinin neredeyse tamamen dolu olması Ada futbolunda rekabetin, şehir milliyetçiliğinin göstergesi…

Darısı, ezelden bu kavramları ıskalamış ülkem takımlarının başına!

Bu maçı kazanacak takım gelecek sezon Ada futbolunun devlerine kafa tutacak ve Premier Lig’de geçireceği bir sezon bile kulübe 90 milyon Sterlin kazanç sağlayacak. Maçın bitiminde, Reading’i dört golle geçen Swansea FC, Ada futbolunun en üst ligine terfi ederken, o tarihi günde o müthiş futbol mabedini dolduranlar “Kuğuların Dansı”na şahit oluyordu.Bu yazı, 1982–1983 sezonunda ülkenin en üst ligine veda etmiş, uzun seneler alt kümelerde mücadele ettiği sıkıntılı zamanlarda kapısına kilit vurulmasına ramak kalmış, sonrasında yükselişe geçmiş, 28 sene aradan sonra gelecek sezon Old Trafford, Anfield, Emirates, Stamford Bridge Statlarında devlere kafa tutacak, adını duyuracak Galler takımına…

***

Galler’in güney batısında, 169.880 (2001 sayımı) ile ülkenin en kalabalık şehri Cardiff’den sonra ikinci sırada yer alan, 19. yüzyılda adını “bakır şehri” olarak duyurmuş, sahip olduğu maden yataklarından dolayı bir zamanlar “Copperopolis” olarak bilinmiş, günümüzde büyük bir üniversiteye sahip bir sahil şehri…
Kalabalık nüfusa sahip olmamasına karşın, bilhassa yaz aylarında ziyaretçilerin akınına uğrayan şehir; 50 kilometreye yakın sahil şeridi, görülmeye değer koyları, tarihi kaleleri, akıllardan çıkmayacak tabiat manzaraları ile ülkenin görülesi yerlerinden biridir.

O şehrin 1913 senesinde siyah-beyaz renkleriyle ve “Swansea Town” adıyla kurulmuş, günümüzde maçlarını 20.532 kapasiteli Liberty Stadı’nda oynayan “The Swans” (Kuğular), 2011–2012 sezonunda Premier Lig’de adını duyuracaktır.

50’li ve 60’lı yıllarda asansör takım görüntüsü içinde kimi sezonlarda ikinci, kimi sezonlarda 3. ligde oynayan “Kuğular”, 1967 senesinde 4. lige kadar düşmüştür. 1 Mart 1978 tarihinde, henüz 28 yaşında teknik direktörlük görevine gelen John Toshack’ın liderliğinde çıkış yakalayan takım, dört sezonda üç kez terfi etmiş, o takımdan sonra gelen süreçte sadece Wimbledon FC aynı başarıyı gösterebilmiştir.

Kaderin cilvesi olsa gerek, Swansea City’nin düşüşe geçtiği yıllar, Wimbledon FC’nin yükselişe geçtiği zamanlara denk gelir…

***

Sözü geçmişken, zamanının önemli futbolcusu 22 Mart 1949 doğumlu John Toshack’ı da hatırlamak gerek…

1965–1970 seneleri arasında ezeli rakip Cardiff City’nin formasını giymiş, 1970 senesinde transfer olduğu Liverpool takımıyla önemli zaferler yaşamış, 1978–1984 seneleri arasında Swansea City takımında forma giymiştir. Yakın geçmişte Liverpool taraftarları arasında yapılan geniş katılımlı “Kop’u sallayan 100 futbolcu” anketinde 34. sırayı alan Toshack, 1997–1999 seneleri arasında Beşiktaş’ı çalıştırmıştır.

Toshack’dan söz açılmışken, Swansea City’de göreve geldiği günlerde yardımcılığını yapan, 15 Nisan 1978 tarihinde Swansea’nin kendi evinde oynadığı Scunthorpe maçı öncesinde geçirdiği bir kalp krizi sonucu aramızdan ayrılmış olan Harry Griffiths’i unutmamak gerekir.

Tıpkı Toshack gibi, onun da Swansea FC tarihinde önemli yeri vardır.

***

1981–1982 sezonuna 5-1’lik Leeds United zaferi ile başlayan, ilerleyen haftalarda ligin dişli takımlarına kök söktüren Swansea FC, o sezonu 6. sırada bitirirken, bir sonraki sezon küme düşmüş, sonrasında Toshack kovulmuştur. 1985 senesinin Aralık ayında kayyuma devredilmesi gündemde iken, “Doug Sharpe” adında bir iş adamı tarafından satın alınmış, ancak yine de kümede kalmayı başaramamıştır. Toschack’ın 4. ligden alıp 1.lige kadar çıkarmayı başardığı o takım, sekiz sene aradan sonra hikâyenin başına dönmüştür.

1988 senesinde, play-off maçları sonunda bir kez daha 3. lige terfi eden takım, sekiz sene bu ligde mücadele edecek, 1996 senesinde bir kez daha küme düşecektir. 90’lı yılların ortalarında Liverpool’un unutulmaz Danimarkalı orta saha oyuncusu Jan Molby teknik direktörlük görevine getirilmiş ama umduğu başarıyı yakalayamamıştır.

2000’li yılların başlarında bir düşüp bir yükselen takımı, 2001 senesinde kulübün direktörlerinden Mike Lewis 1 Sterlin (!) karşılığında satın alır. Ancak kulüpte süregelen karışıklık son bulmaz. Taraftarların kurmuş olduğu Swansea City Supporters Trust yönetimde söz hakkı kazanırken, 2002–2003 sezonunda siyah-beyazlı takım amatör kümeye düşmekten ligin son haftasında kurtulmuştur.

2005 senesinin yazında, “Kuğular” yeni evine, Liberty Stadı’na taşınır. Yeni stadında ilk sezonu 6. bitiren takım, play-off finalini penaltılar sonucu kaybederken, 2007–2008 sezonunda 18 maç yenilgi almadan Championship’e yükselecektir. Sonraki sezonu 8. sırada bitirerek, play-off şansını bir puanla kaybederken, geçtiğimiz sezonu 3. bitirip, Reading’i play-off finalinde yenerek Premier Lig’e terfi eder.

***

Gelecek sezon Premier Lig’de boy gösterecek “Kuğular”, tıpkı uzaklarda 5 sene sonra yeniden Süper Lig’e yükselen Samsunspor’un yanı sıra 26 sene aradan sonra ülke futbolunun en üst liginde mücadele edecek Orduspor ve 29 seneden sonra futbolun elitlerinin arasına katılan Mersin İdmanyurdu gibi…

Kalıcı olurlar mı bilinmez ama darısı bir zamanlar en üst liglerde esmiş kükremiş, sonra zaman içinde futbolun görünmez köşelerinde kalmış, özlemle eski günlerine dönmeyi bekleyen diğer takımların başına…

Ziya Adnan
13 Haziran 2011

SwanseaCity

Düşerken bıraktığın bütün renkler siyah oldu…

Düşerken bıraktığın bütün renkler siyah oldu…

Uzaklardan…

“Büyük Altay”ın ardından…

Neredeyse tüm ülkenin Fenerbahçe’nin şampiyonluğunu kutladığı günlerde, Türk futbolunun gözlerden uzakta, görünmez bir köşesinde, feri sönmüş bir yıldızın daha sessiz sedasız kaydığını yazdı gazeteler.

Tıpkı Ahmet Kaya’nın şarkısındaki gibi: “İki satır yazıyla…”

Adanaspor’a deplasmanda 4-1’lik skorla teslim olan Altay, Birinci Lig’e veda ederken, siyah-beyazlı takıma gönül verenler o gün başları önlerinde terk ediyorlardı Adana 5 Ocak Stadı’nı… O maçtan sonra küme düşen Altay’ın Başkanı Ahmet Taşpınar, “Sadece Altay’ın değil, İzmir’in de küme düştüğünü” vurguluyor, bir grup Altay taraftarının Facebook’da açtığı sayfa, Altay’ın makûs talihini özetliyordu: Düşerken bıraktığın bütün renkler siyah oldu…

***
Kuruluşu 1914 yılına dayanan, kurucularının ilerleyen zamanlarda Cumhuriyeti kurduğu, camiasından iki başbakan, çokça da bakan çıkarmış, iki başkanını Futbol Federasyonu’na başkan olarak yollamış, Türk futbolunda iz bırakmış köklü İzmir kulübü Altay… (kaynak: www.altay.org.tr)

Türk futbolunda “Büyük Altay” olarak anılmış, eski adı “Fuar Şehirleri Kupası” olan UEFA Kupası’na katılan ilk Türk takımı olarak tarihe geçmişti. 15 kez İzmir şampiyonluğu yaşamış, üç İstanbul takımının dışında Türkiye Kupası’nı kazanan ilk takımdı. Türkiye Kupası’nda 7 kez final oynayan siyah-beyazlılar, iki kez kupayı kazanırken, 1969–1970 sezonunu 1. Lig’de 3. sırada bitirmiş, 1976–1977 sezonunda da aynı başarıyı tekrarlamıştı.

Türk futbolunda İstanbul takımlarının “ilk üç hegemonyası”nı bozan ilk takımdı. Aynı zamanda deplasmanda maç yapan ilk Türk takımı olarak tarihe geçti. Futbol tarihimizin en üst liginde 41 sezon yer alarak, ligde en fazla mücadele eden takımlar içinde 6. sırayı alırken, Süper Lig’e veda ettiği 2002–2003 sezonundan günümüze kadar geçen zaman içinde dört kez play-off oynamış, ancak bir türlü eski günlerine dönmeyi başaramamıştı.

Play-off oynadığı 2005–2006 sezonunun finalinde Sakaryaspor’a, 2006-2007’de de yine finalde Kasımpaşa’ya yenilmişti. Oysa ne kadar ümitlenmiştik, “Büyük Altay”ı yeniden ülkenin en üst liginde görecegiz diye… Malum, ülke futbolunun, tarihi olan takımlara ihtiyacı vardı.

***

Sonra zaman içinde eridi eskinin köklü takımı. Kötü yönetimlerde, işbilmez ellerde, borç batağında ilgisizlik ve sahipsizligin kader olduğu zamanlarda hep kurtarılmayı bekledi. Tarihi ve geçmişi olmayan belediye takımları ile bezenmiş annemizin liginde, birilerinin yardım elini uzatmasını bekledi. En azından ülke futbol tarihine “Büyük Altay” olarak geçmiş olmanın hatırına… En azından futbolumuzda neredeyse bir asırdır iz bırakmışlığın hatırına… En azından Türk futboluna kazandırdığı onca futbolcunun hatırına…

Ama beklediği yardım eli bir türlü gelmedi! Kim bilir, belki nicedir futbolsuzluğun kader oldugu İzmir’in takımı olması nedeniyle… Oysa alt yapısından yetişmiş futbolcular içinde pek tanıdık isimler vardı: Eskilerden Mustafa Denizli, kaleci Hayrettin, yakın geçmişte Alpay Özalan, Necati Ateş, Ufuk Ceylan, İbrahim Akın ve diğerleri…

Günümüzde Türk futbolunda teknik direktör olarak isim yapan, efendiliği ile her zaman öne çıkmış Mustafa Denizli 1965–1983 seneleri arasında siyah-beyazlı takımın formasıyla 576 maça çıkmış, 173 gol atmıştı. “Büyük Altay” onun ilk göz ağrısıydı…

***
Önümüzdeki sezon Spor Toto 2. Lig’inde mücadele edecek “Büyük Altay”… Ülkenin modern yüzü güzel İzmir’in 97 senedir ayakta kalmayı başarmış ulu çınarı… Gözlerden ve ilgiden uzakta, daha önce Türk futbolunda kayıp gitmiş nice takım gibi yeniden eski günlerine dönmenin özlemiyle, sabırla, umutla bekleyecek.
Tıpkı ondan önce yeşil sahalardan kayıp gitmiş nice feri sönmüş yıldızlar gibi…

PTT, Şekerspor, Ankara Demirspor, Vefa, Beykoz, Sarıyer, Adana Demirspor, Altınordu, İzmirspor, şehirdaşı Göztepe ve son olarak Hacettepe… Ah Hacettepe! O zamanları bilen Ankaralıların futbol belleklerinde yer etmiş, o bıçkın mahallenin şehri gibi unutulmuş mor-beyazlı takımı…

Ve görünen o ki, Türk futbolu İstanbul’un üç kulübüne endeksenmiş paranoyak aşk masalını her daim yaşarken, yalnızca başarıya, kupalara, güçlüye ve zengine tapan zihniyet hâkimken Edirne’den Van’a, daha çok yıldızlar kayıp gidecek yeşil sahalarımızdan sessiz, habersiz.

Kimi zaman internet sitelerinde dolaşırken gözümüze çarpan, ”Düşerken bıraktığın bütün renkler siyah oldu!” cümlesi, kimi zaman da eski bir posterde mor-beyaz renkli bir forma hatırlatacak zaman içinde birer birer yitirdiğimiz futbolumuzun feri sönmüş yıldızlarını…

Ziya Adnan
6 Haziran 2011

BuyukAltay

Bir Sezon Daha Geçerken, Futbolsuz Şehirlerden…

Bir Sezon Daha Geçerken, Futbolsuz Şehirlerden…

Uzaklardan…

“Şimdi futbolsuz şehirlerde kırk gün kırk gece kutlanacaktır şampiyonluk...”

Fenerbahçe’nin bitime iki kala Ankaragücü’nü yarım düzine golle geçtiği maçtan önce, NTV Spor’da Başkent ekibinin onursal başkanı (!) Melih Gökçek konuşuyor. Her zamanki asil üslubu ile doğuştan Fenerbahçeli olduğunu, adının eski zamanlarda Fenerbahçe’de forma giymiş Melih Kotanca’dan geldiğini, ancak Aziz Yıldırım’dan dolayı Fenerbahçeli kimliğini bir süreliğine dolaba kaldırdığını açıklıyor. Ne şirin! Mazisi yüz yıllık bir kulübün kendi kendini onursal ilan etmiş başkanı konuştukça, Başkent takımının sevdalılarının acısı yüreklerine akıyor. Ondan önce Başkent takımında oniki sene başkanlık yapmış, Fenerbahçe kongre üyesi kır saçlı adamın yerine gelen de bu vesileyle gideni aratmıyor.

***
“Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabının yazarı Eduardo Galeano, futbolu, “zevkten zorunluluğa doğru uzanan hüzünlü bir öykü” olarak tanımlar. Uzaktan baktıkça, Andy Wachowski tarafından yönetilmiş, dünya sinema tarihinin en başarılı filmlerinden, başrolünü Keanu Reeves ve Laurence Fishburne’nun oynadığı 1999 yapımı ‘Matrix’ filmini hatırlatıyor Türk futbolu, içinde bolca Gökçek’ler barındıran hüzünlü öykümüz… Gerçek olduğundan çok emin olduğun bir rüya tadında… Uyanmadığımız sürece gördüğümüz rüyada yaşayıp gitme halleri…

***

Bir sezon daha geçti futbolsuz şehirlerden…

Bir sezon daha sahada oynanan futbolun kalitesinden başka herşey konuşuldu, yazıldı, çizildi. Kimilerinin kulağına fısıldandı, kimileri hakem odalarında azarlandı, kimilerinin yüreği yetmedi verilmesi gereken kararları vermeye, kimileri kararlar verdi çoğunluğu mutlu etme adına. Neticede ülkenin yüzde sekseni üç takımdan birinin taraftarıydı; neticede bizim futbol anlayışımız biraz farklıydı.

Sapır sapır dökülürken takımlarımız Avrupa arenalarında, Ulusal Takımını son 50 senede Dünya Kupalarında sadece bir kez görebilmiş futbolseverler futbol yalanıyla kandırılırken, gelenek bir sezon daha bozulmadı. Gary Lineker’in o güzel tanımlaması futbolumuza uyarlansaydı, “Futbolun 90 dakika süren ve sezon sonunda mutlaka bir İstanbul takımının şampiyonluğa ulaşacağı bir oyun olduğu” söylenirdi muhtemel… Ve bir sezon daha, rekabetsizlikle lanetli futbolumuzda şampiyonluk kupası yedi tepeli şehrin sınırlarından çıkmadı…

Bir sezon daha geçti futbolsuz şehirlerden…

Ama hakkını yememek lazım, bir sezon daha tribünler boş kalırken, dekoder satışları tavan yaptı; yurdun dört bir köşesinde televizyondan maç izleyenlerle doldu taştı kıraathaneler. Avrupa arenalarında dikiş tutturamamış misyonerler, transfer aylarında havaalanlarında davullar, zurnalar eşliğinde karşılanırken, alt yapılar bir sezon daha topyekün ıskalandı.

Gazetelerin spor sayfalarını o çok bilindik üç takımlı masallar süsledi yine. Gırtlağına kadar borçlu takımların transfer bombalarını yazdı gazeteler. Ama takımların kasalarında patladı o bombalar. Pazar akşamlarının saatler süren baygın spor programlarında spor yorumcusundan çok amigoyu andıran bilmiş adamlar, üç esas oğlanın maceralarını anlatırken, bol darbukalı bir mahalle düğününü andıran hazin fotoğrafa futbolun görünmez bir köşesinden bakanlar, kötü bir filmin figüranı olmaktan öteye geçemedi bir sezon daha…

Kurulduğu tarihten bu yana sadece beş takımın şampiyonluk yaşadığı, son 25 senedir şampiyonluk kupasının sadece bir kez yedi tepeli bir şehirden çıktığı futbolsuz bir sezon daha perdelerini indirerek geçip gitti futbolsuz şehirlerden.

Türk futbolu… Ta en başından rekabetsizlikle lanetli hazin öykümüz…

***

Bilirim, şimdi yurdun dört bir köşesinde kutlanacaktır görkemli şampiyonluk. Fenerbahçeli Gökhan Gönül özetlemiştir aslında ülkenin futbola bakış açısını: “Ülke futbolseverlerinin dörde biri kutlayacaktır şampiyonluğu!” Muhtemelen Ankaragücü’nün onursal başkanı da ailecek kutlayacaktır yedi tepeli şehrin renkdaş takımının başarısını. Tabii başka takımların Fenerbahçeli başkanları ve yöneticileri de katılacaktır kutlamalara. Futbolsuz şehirlerde balkonlardan, köprülerden sallanacaktır flamalar, bayraklar. Ülkenin dört bir yanında, ahir ömürlerinde stadını bile görmedikleri, belki de bir kez bile tribünden izlemedikleri bir takımın zaferini ballandıra ballandıra anlatacaktır taraftarlar… Ve forma satışları patlayacaktır.

Ne diyelim, kutlu olsundur…

Ve aynı saatlerde, uzaklarda altı sene aradan sonra Premier Lig’e bu sezon çıkmayı başarmış 259 bin nüfuslu Norwich şehinin takımı 22 bine yakın kombine bilet satarken, beş milyonluk başkentimde boş tribün manzaraları düşecektir ekranlara. Premier Lig’den düşmüş West Ham United’ın sattığı kombine bilet sayısı 25 binin üzerindeyken, Anadolu takımlarının tribünleri ıssızları oynar maç günleri… Championship play-off mücadelesinde, Swansea–Nottingham Forest arasında oynanan maçı 19.816 taraftar izlerken, League Two play-off maçında AFC Wimbledon 18.195 taraftarın önünde League One’a (üçüncü lig) terfi ederken, uzaklarda asırlık çınar Altay’ın sessiz sedasız ikinci lige düştüğünü yazar gazeteler iki satır…

Ama kimin umurunda?

Üçüncü lige düşen Sheffield United’ı evinde oynadığı son Barnsley maçında 22.366 taraftar uğurlarken, Anadolu’nun dört yanında çorak ve yalnız kalır stadlar. O yüzden onlar dört takımla Şampiyonlar Liginde temsil edilirken, biz gruptan çıkmayı başarı sayarız. Kendi liginde rekabeti sağlayamamış bir ülkenin, Avrupa’da başarılı olması hayaldir oysa.

Zira Türk futbolunda aslolan İstanbul masalıdır. Nasılsa, yurdun dört bir yanında futbolsuz şehirlerin sessizliğini bastırır esas oğlanların gürültüsü… Nasılsa, küçük büyük ayrımı gözetmeden her takıma eşit yaklaşan, izlenmesi keyif veren, yurdun dört bir yanında stadları dolu, televizyon programlarında her takımın eşit tartışıldığı, medyanın tarafsız olduğu, havuzdan gelen gelirin her takıma adaletli dağıtıldığı, hakemlerin baskı altında olmadığı, başkanların arka planda kaldığı, şaibeden, şikeden arınmış, temiz ve gerçek rekabete dayalı futbol Kaf dağının ardındaki Anka kuşu kadar uzaktır.

Şimdi futbolsuz şehirlerde kırk gün kırk gece kutlanacaktır kurgulanmış şampiyonluk…

Ama…

Ama her hikâyenin bir sonu vardır. Yaz bitince başlar bizim bilindik hikâyenin son perdesi. Okullar açılırken, tatil beldeleri boşalırken, güz zamanlarının Avrupa arenalarında esen kasırgalarla savrulur balkonlarda bayraklar, köprülerde flamalar… Zira güz zamanlarında toz duman olur Avrupa arenalarında takımlarımız… Ve bir büyük yalan orada biter. Öylece biter. Türk futbolunun marka değeri yalanı toz duman olur. Futbol, kendini şampiyonluk yalanıyla aldatanlardan, hayata 1–0 önde başladığında inananlardan intikamını fena alır. İşte o zamanlarda, tepetaklak döneriz kendi yalanımıza.

Portekiz’in, 300 bin nüfuslu o küçük şehrinin takımı Braga, Porto karşısında UEFA finalinde oynarken, biz daha ön elemelerde havlu atarız Avrupa arenalarına… Rekabetsizlik kader olmuştur, futbolumuzun lanetidir güz zamanları…

Gerçek olduğundan çok emin olduğun bir rüya gibidir Türk futbolu. Uyanmadığınız sürece gördüğünüz rüyada yaşayıp gidersiniz. Ancak şimdi kırk gün kırk gece kutlanmalıdır şampiyonluk… Köprülerde bayraklar, balkonlarda flamalar…

Bir sezon daha geçerken futbolsuz şehirlerden, nasılsa uyanmaya daha zaman vardır…

Ziya Adnan
29 Mayıs 2011

 

FutbolsuzSehirler

Şehri gibi unutulmuş, Hacettepe…

Şehri gibi unutulmuş, Hacettepe…

Uzaklardan…

Baharın habercisi bir günde, Ankara 19 Mayıs Stadı’nda oynanan Gençlerbirliği–Kasımpaşa maçının bitiş düdüğünden hemen sonra… Başkent’in nicedir şehri gibi kaderine terk edilmiş, günümüzde pek viran, pek yalnız kalmış Cebeci Stadı’nda… Çocukluk yıllarımda, o zamanların gözde semtlerinden Cebeci’de, mahallenin tam orta yerine inşa edilmiş 37.000 seyirci kapasiteli o eski stad, ikinci ligde mücadele eden Hacettepe’ye ev sahipliği yapmakta… O pazar gününde, ara sıra çiseleyen yağmur altında, boş tribünler önünde ev sahibi takım, kendi gibi can çekisen Akçaabat Sebatspor karşısında, bir sezon daha lige tutunma savaşında… Son dakikalarda yediği gollerle sahadan 3–2 yenik ayrılan mor-beyazlılar, bir sonraki hafta Bugsaşspor’a da mağlup olunca, geçen sezondan sonra bir kez daha küme düşüyor.

Değerlerini birer ikişer yitiren Atatürk’ün Başkent’inden bir futbol takımı daha karanlık akıbete doğru yol alırken, yaşlı bir Hacettepe taraftarı başı önünde ayrılıyor staddan. Gözlerden uzak bir yerlerde, kendi haline terk edilmiş akıbetini bekleyen yaşlı bir huzur evi sakini gibi, geçmişine ağıt yakan takımlar diyarında, o gün, o eski statta gözlerden uzak bir Ankara takımı daha tarih oluyor.Tıpkı Şekerspor, Ankara Demirspor, PTT gibi…

***

Hacettepe, Şekerspor, Ankara Demirspor, PTT…

1959 yılında kurulmuş ligimizin başına, “Süper” yakıştırması yapıştırılmadan çok önce, 60’lı yılların başlarında, onlar kâh çim, kâh toprak sahalarımızda mücadele etmişler, hiç şampiyon olmamış olsalar da eskiyi bilen futbolseverlerin hafızalarına kazınmışlardı.

Yeni futbol nesilleri hiç tanımamış olsa da mor-beyazlı Hacettepe bir zaman hayatımızda yer etmişti. Daracık sokakları, eski esnafı, şarapçıları, dumancıları, kalaycıları, halkacıları, kabadayıları ile namlı bir Ankara semti idi Hacettepe. Ve o semtin bıçkın takımıydı mor-beyazlılar. Mahallelerine ölesiye bağlı Ankaralıların takımıydı. 1961–1962 sezonunun bitiminde, olaylı bir final sonrası birinci lige çıkmışlardı. 1968 senesine kadar oynadığı birinci ligden düştüğünde, geride bir mahallenin enkazı üzerine yükselmiş, adını mahalleden alan bir hastane bıraktı. Yalnız mahallesini değil, mor-beyazını da yitirdi mahalle sakinleri.

Sevgili Tanıl Bora ve Levent Cantek’in çalışması, (Ankara Futbolu: Memleket Futbolunun Kenar Semti) Hacettepe’nin yok oluşunu şu cümlelerle anlatır,

“Bu kendine mahsus camia, bu Hacettepe takımı, mahallesiyle birlikte battı. İhsan Doğramacı’nın hastane projesi, başkentin huzurunu kaçıran Hacettepe’yi tedip hatta tenkil harekâtına dönüştü. Tüm mahalle istimlâk edilip meskûnlar ‘dağıtıldı’. Hacettepeliler doğup büyümedikleri, asla mahalleleri gibi sevemeyecekleri yerlere saçıldılar.”

Sonra, bir ara adı “Hacettepe Camuzoğlu” oldu. Bir süre sonra da o zamanlar, yani 80’li yılların ortalarında Keçiören Belediye Başkanı olan Melih Gökçek aldı kulübü ve “Hacettepe Keçiörengücü” adını verdi. Ve en sonunda kulübün adından “Hacettepe” sözcüğü de çıkarıldı. Artık Hacettepe yoktu, Keçiörengücü vardı! Ne yazık ki “Hacettepe” adı tarihe karışmıştı.

***

Sanayi Barbaros, ASAŞ, OFTAŞ ve yeniden Hacettepe…

1949’da kurulan kahverengi-sarı renkli Sanayi Barbarosspor. 1968–1972 arasında 3. ligde oynamış, 1998’de Asaşspor adını almış ve renklerini mavi-beyaz yapmış. 2001’de adını Gençlerbirliği Asaşspor, renklerini de kırmızı-siyah olarak değiştirmiş.

Bu değişimi, 25 Haziran 2001 tarihli gazeteler şöyle yazıyordu:

“Gençlerbirliği, geçen sezon ikinci ligde mücadele eden ve hiçbir maça çıkmayarak Üçüncü Futbol Ligi’ne düşen ASAŞ Spor’u satın aldı.

Konu ile ilgili olarak Gençlerbirliği’nin Basın Sözcüsü Muammer Akyüz, ASAŞ Spor yetkilileriyle görüşmelerin tamamlandığını ve her konuda anlaşıldığını belirterek, ‘ASAŞ Spor yetkilileriyle görüşmelerimizde olumlu sonuçlar aldık. 30 Haziran’da yapılacak genel kurul ile ASAŞ Spor’u şampiyonluğa taşıyacak yeni yönetim kurulunu oluşturacağız,’ dedi.

Akyüz, ASAŞ Spor’un Gençlerbirliği’nin alt yapısı gibi çalışacağını ve Gençlerbirliği’nde forma giyemeyen ve tecrübe kazanması gereken futbolcuları ASAŞ Spor’da oynatacaklarını kaydetti. (aa)”

Ve 2005–2006 sezonunda 1. lige çıkan Gençlerbirliği Asaş kulübünün adı “Gençlerbirliği Oftaş” oldu. 2006–2007 sezonunda 1. Lig şampiyonu olarak Süper Lig’e yükselen Gençlerbirliği Oftaş, 2008 yılında adını “Hacettepe”, renklerini de “mor-beyaz” olarak değiştirince, bir gece apansız yeniden futbol sahalarına dönmüş oldu tarihi kulüp… Sevindi, eskiyi bilmeyen genç Ankara futbolu sevdalıları bu beklenmedik dönüşe… Ama “Mor-Beyazlılar döndü!” diye sevinenlerin mutluluğu uzun sürmedi. Malum bu yaşamda hiçbir şey aslı gibi olmazdı; taklitler en fazlasından belki bir süreliğine aslını yaşatırdı. Öyle de oldu zaten, sevinçler yaşandı, en fazlasından bir süreliğine…

***

Ve Nisan 2011…

Tarih kokan eski Ankara evlerinin tam ortasında yer alan, ama mahallenin kaderine terk ettiği o hüzünlü stattan Hacettepe’nin zamana yenilişini görmüş olarak ayrılırken geçmişi düşünüyorum. Evlerimizde yayıncı kuruluşun, naklen yayın pazarlarının, dev ekran plazma televizyonların, saatlerce süren hep İstanbul odaklı futbol programlarının, amigo futbol yorumcularının, kökü olmayan hormonlu belediye takımlarının, futbola el atmış belediye başkanlarının olmadığı siyah-beyaz yıllarda hayatımızda onlar vardı.

***

Gelecek sezon 3. ligde ve sonra belki de amatör kümelerde mücadele edecek Hacettepe. Kim bilir, gelecekte bir gün futbol tarihini yazan kitaplar, o bıçkın, o renkli mahallenin, şehri gibi unutulmuş o takımının hazin hikâyesini yazacak.

Ve giderek eksilirken Ankara futbolu, bir zamanlar renkleri mor-beyaz olan, zaman içinde mahallesini, sevenlerini, renklerini, ruhunu, özünü kaybetmiş o bıçkın takımı muhtemel kimseler hatırlamayacak…

Ziya Adnan

22 Mayıs 2011

 

MorBeyazHacettepe

Norwich City; “Kanaryalar”ın Dönüşü…

“Kanaryalar”ın Dönüşü…

Uzaklardan…

İngiltere’nin doğusunda, East Anglia bölgesinde yer alan 259 bin nüfuslu tarihi bir şehirdir Norwich. 11. yüzyılın sonlarına kadar ülkenin en büyük ikinci şehri iken, zaman içinde önemini yitirmiş olsa da günümüzde ziyaretçi akınına uğrayan katedrali, eğitim alanında önemli bir yere sahip üniversitesi, ışıltılı alışveriş merkezleri ile görülesi şehirlerden biridir. Yapımına 1076 yılında başlanmış, 1278 senesinden günümüze ayakta kalmış Norwich Katedrali ülkenin en görkemli tarihi eserlerinin arasında gösterilir.

2006 senesinde, Ada’nın en yeşil şehri seçilirken, senede 5 milyonun üzerinde turistin ziyaret ettiği şehirde yer alan, 1964 senesinde kurulmuş ‘University of East Anglia’ ülkenin en iyi 20 üniversitesi içinde yer alır.

Bu yazı, o yeşil şehrin altı sene aradan sonra Premier Lig’e dönüş yapan sarı-yeşil renkli “kanaryaları”na…

***

Kuruluşu 17 Haziran 1902 senesine dayanan sarı-yeşil renkli takım, ilk yıllarında “Citizens” (Hemşeriler) olarak anılsa da ilerleyen yıllarda “Canaries” (Kanaryalar) olarak bilinmeye başlandı. Tarih kitaplarında, 15 ve 16. yüzyıllarda şehir sakinlerinin Karayip denizindeki Hollanda kolonilerinden getirdiği kanaryalara düşkünlüğü nedeniyle şehrin adının bu sevimli kuşlarla anılmaya başlandığı yazılır.

Futbolun sekteye uğradığı  1. Dünya savaşı yıllarında maddi sıkıntılar nedeniyle tasfiye edilen kulüp, 1919 senesinin Şubat ayında yeniden kuruldu. İlk lig maçını 28 Ağustos 1920’de, Plymouth Argyle’a karşı oynayan takım, 1933–1934 sezonunda 2. lige yükseldi. İlerleyen zamanlarda maddi sıkıntılar nedeniyle 3. lige düşerken, 1958–1959 sezonunda Federasyon Kupası’nda yarı final oynadı.

1962 senesinde, Ron Ashman’ın teknik direktörlüğünde Lig Kupası’nı kazanırken, o zaferden 10 sene sonra 1971–1972 sezonunu 2. lig şampiyonu olarak bitirip ülkenin en üst ligine terfi etti. 1974 senesinde bir kez daha ligden düşerken, inişli çıkışlı zamanlar yaşayan Kanaryalar, 1985–1986 sezonunda yeniden 1. lige yükseldi. 1986–1987 ve 1988–1989 sezonlarında ligi üst sıralarda bitirerek Avrupa Kupalarına katılma şansını yakalamış olsa da o yıllarda İngiliz takımlarının Avrupa Kupalarından yasaklanmış olması nedeniyle Avrupa futbolunun devlerine karşı kendini gösterme fırsatı bulamadı.

Premier Lig’in kurulduğu 1992–1993 sezonunda ligi uzun süre zirvede götürmesine rağmen, son haftalarda tökezleyerek ligi şampiyon Manchester United ve ikinci Aston Villa’nın ardından üçüncü sırada bitirdi. Bir sonraki sezon, tarihinde ilk kez katıldığı UEFA Kupası’nda Bayern Münih’i deplasmanda 2–1 yenerken, Münih Olimpiyat Stadı’nda kazanan ilk İngiliz takımı olarak tarihe geçti. O sezon, üçüncü turda Inter Milan’a yenilerek kupaya veda etti.

1993–94 sezonunu 12. sırada bitiren Norwich City, sonraki sezonda Premier Lig’den düştü. Amatör kümeden aldığı Wycombe Wanderers takımını, üst üste gelen şampiyonluklardan sonra 2. lige kadar çıkarmayı başaran Martin O’Neill, takımın yeni teknik direktörü oldu ama tıpkı ondan öncekiler gibi o da takımın başında ancak yarım sezon kalabildi. 2003–2004 sezonunu 1. lig şampiyonu olarak bitiren Norwich City, sonraki sezonda ligin son maçını deplasmanda Fulham’a farklı kaybederek küme düştü.

***

Martin Peters, Chris Woods, Steve Bruce, Dale Gordon, Robert Fleck, Adam Drury, Dion Dublin gibi bir dönemin yıldızlarının formasını giydiği “Kanaryalar” şimdi yeniden Premier Lig’de… Küme düştükleri 1994–1995 sezonunda 8.800 kombine biletli taraftara sahipken, bu sayı 15 sene sonra, üstelik Champıonship’de oynadığı 2010–2011 sezonunda 19.671’e yükseldi. Gelecek sezon Premier Lig’de yer alacak olan Kanarya’ların, bu yazının yazıldığı saatlerde sattığı 21.063 kombine bilet, “her takım kendi taraftarı için büyüktür!” tezini doğruluyor gibi sanki…

Kulüp başkanı Alan Bowkett’e göre, Premier Lig’de sadece bir sezon bile yer almanın kulübe getirisi 90 Milyon Sterlin civarında… Ki bu rakam şimdiki gelirin neredeyse dört katı… 2009 senesinin güz aylarında kayyuma devredilmesi gündeme gelen “Kanaryalar”ın yakaladığı çıkışı küçümsememek gerek…

1935’den günümüze kadar takıma ev sahipliği yapan, inşaatı 82 günde tamamlanmış 27.033 kapasiteli Carrow Road Stadı’nın kapasitesinin 8.000 koltuk artırılması planlanırken, o tarihi stad uzun bir aradan sonra yeniden futbolun devlerini ağirlayacak. Premier Lig’in kuruluşundan bugüne kadar 11 teknik direktörün görev yaptığı takımın başında 1997–2005 seneleri arasında Celtic forması giymiş İskoç Paul Lambert bulunuyor.

Ev sahibi takımın maçlarında, Carrow Road Stadı’nın tribünlerinde yankılanan, “On the Ball City” şarkısı dünya futbolunun en eski şarkısı olmasıyla bilinirken, ezeli rakip yakın şehrin takımı Ipswich Town da, Norwich City taraftarlarının alaycı tezahüratlarından nasibini fazlasıyla alır.

Taraftarları arasında ünlü İngiliz komedyen ve yazar Stephen Fry’in da bulunduğu Kanarya’lar, iki sezonda iki küme terfi ederek Premier Lig’e adını yazdırırken bu kez kalıcı olmayı umuyor.

 

 Ziya Adnan
15 Mayıs 2011
KanaryalarinDonusu

Sahil Kasabasının Mütevazı Takımı: Blackpool FC…

Sahil Kasabasının Mütevazı Takımı: Blackpool FC

Uzaklardan…

“Always look on the seaside of life” (Hayata daima sahil tarafından bak)

İngiltere’nin kuzeybatısında, Lancashire bölgesinde, bilhassa yaz aylarında ziyaretçilerin akınına uğrayan sevimli bir sahil kasabasıdır Blackpool. 143 bin nüfuslu o şirin kasaba, 2010 senesinde Which Holiday dergisi tarafından yapılan ankette İngilizlerin ülke içindeki favori tatil beldesi olarak yerini alırken, eski kuşaklar tarafından “The Jewel Of The North” (Kuzeyin Zümrütü) olarak bilinir. Her sene 16 milyonun üzerinde turistin akınına uğrarken, sekiz kilometrelik sahil şeridini süsleyen göz kamaştırıcı ışıklandırması, küçüklü büyüklü üç bine yakın otel ve pansiyonu, ülkenin en büyük eğlence parkıyla yaz kış demeden ziyaretçilerini ağırlar. Çoklarına göre, “İngiltere’nin Las Vegası”dır Blackpool; bazı bölgelerindeki yüksek suç oranına rağmen görülesidir.Bu yazı, o sevimli sahil kasabasının bu sezon Premier Lig’e renk katmış, diğer takımlara nispeten kısıtlı bütçesiyle mücadelesini sürdüren o mütevazı takımına…Blackpool FC…

Formasının rengi nedeniyle ”The Tangerines” (Mandalinalar) olarak bilenen takımın kuruluşu 1887 senesine dayanır. Tarihi boyunca çok fazla kupa kazanamamış olsa da, 1953 senesinde kazandıkları Federasyon Kupası müzelerini süsler. O kupayı kazandığı zamanlarda, İngiltere Ulusal Takımına dört futbolcusunu gönderecek kadar da zamanının iyi takımlarındandı Blackpool FC.

Bu sezon tarihinde ilk kez Premier Lig’de mücadele eden ve lige renk katan takım, dokuz sezonda dört küme terfi ederek ülke futbolunun en üst liginde mücadele etme hakkını kazanmıştır. İşin ilginç yanı, terfi ettiği sezonlardaki başarısının play-off maçlarındaki mücadelesi sonucu gelmiş olmasıdır.

Kuruluşu 1880 senesine dayanan ezeli rakibi, yakın yörenin takımı Preston North End, günümüzde Championship’te lige tutunmaya çalışırken, son sezonlarda kapı komşusunun gölgesinde kalmıştır.

Maçlarını oynadığı, 1901 senesinden beri takıma ev sahipliği yapan 16.220 kapasiteli Bloomfield Road Stadı’nı oynadığı her maçta dolduran kasaba sakinlerinin tutkusudur portakal renkli takım. En ucuz sezonluk bileti 339 Sterlin olan “Mandalinalar”ın küçük taraftarları için ortalama sezonluk bileti 180 Sterlin civarındadır. Tarihinde formasını giyen yıldız futbolcular içinde Jimmy Armfield, Alan Ball, Peter Doherty, Stanley Matthews, Stan Mortensen gibi önemli isimlerin bulunduğu Blackpool’un başkanlığını, 1999 senesinden günümüze İngiliz işadamı Karl Oyston yapmaktadır.

Tarihi boyunca sadece İngiliz teknik direktörlerle çalışan, kurulduğu günden bu yana 32 teknik direktörün görev yaptığı takımı günümüzde bir zamanların isim yapmış futbolcusu İan Halloway çalıştırmaktadır. 12 Mart 1963 doğumlu İngiliz teknik direktör, Mayıs 2009’dan beri takımın başındadır. Futbolculuk zamanlarında Bristol Rovers, Wimbledon, Brentford, Queens Park Rangers takımlarında orta sahada görev yapmış Halloway, futbolu bıraktıktan sonra 1996–2001 seneleri arasında Bristol Rovers’i, sonrasında QPR, Plymouth Argyle takımlarını çalıştırmış olup, en son Blackpool’da teknik direktörlük kariyerini sürdürmektedir.

Görev yaptığı takımlarda hücum futbolunu benimseyen Holloway, oyun felsefesini şu cümlelerle anlatıyor:

”Sadece bir kez hücum futbolu düşüncemden şüphe duydum. Zayıf bir rakiple oynuyorduk ve maç golsüz devam ediyordu. Ama o gün eşim yanıma oturdu ve şöyle dedi: ‘Şimdi değiştiremezsin. İnandığın futbol felsefesinde devam etmelisin. İnandığın yolda devam etmelisin. Senin başında olduğun takımları izlemek futbolsevere keyif veriyor, bunu asla aklından çıkarma…’ Eşim haklıydı. Belki Barcelona olamayacaktık ama izleyenlere seyir zevki vermek bile aslında yeterdi.”

***
Bu yazının yazıldığı saatlerde, Blackpool FC, Premier Lig’in bitişine altı hafta kala topladığı 35 puanla ligin 17. sırasında… Küme düşme potasının hemen üzerinde, üstelik sadece gol averajıyla… Geçtiğimiz haftalarda kendi evinde, 16.030 taraftarının önünde Arsenal’a yenildiği maçtan sonra Wigan’a da mağlup olurken, artık biraz daha kaygılı bakıyor geleceğe. Premier Lig takımlarının aksine, çok kısıtlı bütçeyle ayakta kalmaya çalışırken, kadrosundaki tüm futbolcularına ödediği ücretin toplamı, Manchester City’nin Yaya Toure’ye ödediği rakamın altında. Hiçbir futbolcusuna haftada 10 bin Sterlin’den fazla ödemeyen kulüp, kısıtlı bütçeyle neler yapılabileceğini kanıtlıyor.

Yeri gelmişken, Premier Lig’in ağır topları Manchester United, Arsenal, Liverpool ve Chelsea’nin kadrolarına katmak istedikleri, Blackpool orta sahasının dinamosu Charlie Adam’a da bir kaç satır ayırmak gerek. 10 Aralık 1985 Dundee İskoçya doğumlu orta saha oyuncusu bu sezon yıldızı parlayanlardan… Profesyonel futbol kariyeri 2003 senesinde Glasgow Rangers’da başlayan Adam, 2009 senesine kadar İskoç devinin formasını giydi. O sene Ross County ve St Mirren’de kiralık oynadıktan sonra 2009 senesinin Ağustos ayında, kulübün transfer rekorunu kırarak 500 bin Sterlin karşılığında Blackpool’a transfer oldu.

Geçtiğimiz Ocak ayında, futbolcuyu kadrosuna katmak isteyen Liverpool’un 4,5 milyon Sterlin’lik transfer teklifini geri çeviren Blackpool’un, gelecek sezonlarda yıldız futbolcusunu tutmasının zor olacağı aşikâr…

***
Kendi adıma, Blackpool FC gibi futbolun görünmez köşesinde kalmış, etrafındaki zenginliğe aldırmadan küçük stadında, amatöre yakın ruhla kaygısızca mücadelesini sürdüren takımların Premier Lig’de diğerlerine kafa tutuşuna seviniyorum. Günümüzün paraya bulanmış endüstriyel futbol çılgınlığında, o küçük sahil kasabasının mütevazı takımını izlerken, futbola olan sevgim artıyor.

Nicedir yitirdiğimiz amatör ruhun, derebeylerine başkaldırısını keyifle izlerken, hayata daima sahil tarafından bakanların yazdığı mandalina kokulu peri masalının mümkünse daha uzun sürmesini diliyorum..

Ziya Adnan

8 Mayıs 2011

 

BlackpoolFC

Amigo Hüsnü ve Uzun Ali…

Amigo Hüsnü ve Uzun Ali…

Ankara’dan…

“Biz Cebeci’den ‘Sarı’ çektiğimizde, Polatlı’dan ‘Lacivert’ diye bağırırlardı!”

Endüstriyel futbol hadisesinden, yayıncı kuruluştan, milyon dolarlık futbolculardan, futbola el atmış belediye başkanlarından, tribün gruplarından, tribün liderlerinden çok zaman önce onlar vardı: Amigolar! Es es’in Amigo Orhan’ı, Ankaragücü’nün Amigo Sefa’sı ve diğer amigolar bir el hareketi ile tribünleri ayağa kaldırır; doksan dakikalara ayrı bir renk, heyecan kazandırırlardı. Sonra zaman içinde giderek değişen tribün manzaralarında onların yerini tribün grupları, tribün liderleri ve rant kavgaları aldı…

Ankara futbolunun giderek geçmişine ağıt yaktığı zamanlarda, güneşli bir Ankara gününde, bir zamanlar Ankara tribünlerinde nam salmış iki amigoyla, iki güzel insanla bir araya gelip sohbet ettik. Necdet Özkazancı ile birlikte biz sorduk, onlar yanıtladı.

Karşınızda Amigo Hüsnü ve Uzun Ali…

Ziya Adnan: Hüsnü Abi, kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Hüsnü Söğüt (Amigo Hüsnü): Bilecik, 1944 doğumluyum. Çok uzun yıllardan beri Ankara’da yaşıyorum.

Ziya: Amigoluk hikâyeniz nasıl başladı?

Hüsnü: Şu anda 67 yaşındayım. Aşağı yukarı 50 yıl önce Amigo Sefa’nın yanında maçlara gidip geliyorduk. Sonra Sefa amigoluğu bırakınca Ali ile ben devam ettik. Ali ile çok güzel günlerimiz oldu.

Necdet Özkazancı: Ali Bey, kısaca sizi de tanıyabilir miyiz?

Ali Çıklaçandır (Uzun Ali): Ankara, 1958 doğumluyum. Ankaragücü’nde amigoluğum, takımın 2. lige düştüğü 1975–1976 sezonunda kendiliğinden başladı.

Necdet: Peki bu sevda nereden geldi?

Ali: Takım tutmak bir gönül işidir. Ankaragücü de bizim gönlümüzün takımıdır. Ankaragücü için Türkiye’nin birçok vilayetinde 4–5 kez maça gitmişliğimiz vardır. İstanbul’a en az 10–15 kez gitmişizdir. O zaman tabii gençtik, heyecanlıydık. Ben özel sektörde çalıştığım halde hiçbir maçı ve deplasmanı kaçırmazdım. Şimdi üstüne para verip deplasmana git deseler, deplasmana gitmemiz biraz zor. 1981’de Türkiye Kupasını kazandıktan sonra deplasmanlara 40–50 otobüsle giderdik. Otobüslerin dışında özel arabalarıyla gelenlerin sayısı ise bilinmezdi.

Ziya: O zamanlar, tribünlerde “Amigoluk” diye bir kavram vardı. Amigonun bir el hareketiyle binlerce kişi tek vücut ve tek ses halinde tezahürata başlardı. Amigolar bu kadar etkiliydi. Size göre bunun sırrı neydi?

Ali: Sefa Abi, maç başlamadan önce tribünleri dolaşır ve taraftarla kısım kısım konuşmalar yapardı. Bu bir tür provaydı. Taraftarlarla birebir diyalogu vardı. Sonra demirin üstüne çıkıp da elini kaldırdığında taraftarlar müthiş bir tezahürata başlarlardı.

Hüsnü: O zamanlar tabii seyirci potansiyeli çok yüksekti. Taraftarlarda birlik ve beraberlik vardı. Sefa Abi’nin de taraftarlarla iletişimi çok iyiydi.

Ziya: O zamanki taraftar profiline baktığınız zaman, bugünkü taraftarlık arasında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?

Hüsnü: (Gülerek) Çok fark var. Bir defa, o zamanki taraftarların hepsi gerçek Ankaragüçlü idi. Şimdi ise Ankaragüçlüyüm diye geçinenlerin birçoğu çıkarcı kişiler…

Ziya: Sadece Ankaragücü’nün maçlarına mı giderdiniz?

Hüsnü: Hayır. Gençlerbirliği, PTT, Şekerspor, Demirspor, Petrolofis, kısacası tüm Ankara takımlarının maçlarına da giderdik.

Necdet: Polatlıspor üçüncü ve ikinci ligdeyken Polatlı’ya da geldiğiniz olmuştu.

Hüsnü: Evet. Polatlı’da da çok maça gittik ve Polatlıspor’u destekledik. Güzel günlerdi.

Ziya: Ali Bey, o zamanlardaki Ankaragücü ile günümüzdeki Ankaragücü’nü camia olarak nasıl görüyorsunuz?

Ali: Çok farklı görüyorum. O zamanlar, futbolcularda da taraftarlarda da forma aşkı vardı. Bir Ankaragücü ruhu vardı. Aslında bu, yani takım ruhu bütün takımlar için geçerli bir şey. Günümüzde destek yine var ama maalesef tribün gruplarının öne çıktığı ve her grubun kendini ön plana çıkarmaya çalıştığı bölünmüş bir ortam mevcut…

Ziya: Nasıl yani, sizin zamanınızda tribün grupları yok muydu?

Hüsnü: Bizim zamanımızda tribün grubu diye bir şey yoktu. Amigo olarak ben ve Ali vardık. Ali ile birlikte tüm stadı ayağa kaldırırdık.

Ziya: Sizce takımın ateşlenmesinde amigoluğun rolü var mı?

Hüsnü: Olmaz olur mu? Bir defa taraftarlar amigoyu severlerdi. Amigo bir grubun değil, bütün taraftarların amigosuydu. Biz binlerce taraftarla deplasmanlara giderdik. Hele yakın yerlere konvoy halinde gidilirdi.

Ali: 1985 yılına kadar takım sahaya çıkarken tribünlerden neredeyse bir kamyon konfeti atılır, maçlar 5–10 dakika geç başlardı. Çok net anımsıyorum. O muhteşem görüntüyü izlemek için maçtan anlamayan kişiler bile maça gelmek isterlerdi.

Necdet: O zamanlar bedava bilet diye bir kavram var mıydı?

Ali: Ben şahsen, amigo olmama rağmen her maça biletimi gişeden satın alıp girmişimdir. Parası olmayan ya da yetmeyen arkadaşlarımız için de kendi aramızda para toplayıp, gişeden biletlerini alır, kimseyi dışarıda bırakmazdık.

Ziya: Herkes parasıyla bilet alıp girerdi öyle mi?

Ali: Tabii… Ankara’da maç olduğu zaman, 19 Mayıs Stadı’na konvoylar halinde gelinirdi. İnanın, kapıların önünde metrelerce kuyruklar olur ve gişelerin açılması beklenirdi. Sıra beklerken de güzel sohbetler olur; tavla, dama, pişpirik gibi oyunlar oynanırdı. Zaten maçın başlamasına 3–4 saat kala da stat tamamen dolardı. Şimdi bakıyorum, maç başlayıncaya kadar dışarıda gezip, maç başladıktan 20 dakika sonra içeri girenler var.

Ziya: Sevgili Volkan Karaman’ın o zamanlara dair bir sözüdür: “19 Mayıs Stadı’nda bir çöpçüler, bir de biz olurduk!”

Ali: Aynen öyle… Volkan çok güzel söylemiş.

Necdet: O dönemde, sizde iz bırakmış Ankaragüçlü futbolcular kimlerdi?

Hüsnü: Bana göre 1970’lerdeki futbolcular, 1981’de kupayı alan kadro, bunların hepsi iyi çocuklardı. Onlarda takım ruhu vardı. Ben o zamanlardaki takımı hala ezbere sayabilirken, maalesef şimdi sahaya çıkan Ankaragücü takımındaki futbolcuların çoğunu tanımıyorum; kadroyu da ezbere sayamıyorum.

Ali: İşin doğrusu, son sezonlarda ben de kadroyu tanımakta zorlanıyorum.

Hüsnü: Hele bir dönem, Cemal Aydın’ın başkanlığı zamanında 50 kere gönderilip geri alınan futbolcular var. Takımı oyuncağa çevirdiler.

Ziya: Hüsnü Abi, kulübü bu hale getiren sebepler ve kırılma noktaları sizce nelerdir?

Hüsnü: Öncelikle kötü yönetimler… Ve sonra Ankaragücü tarihine kara bir leke olarak geçen 8-0’lık Galatasaray mağlubiyeti… Bu mağlubiyet ve sonrasındaki hoş olmayan söylentiler Ankaragücü taraftarına çok ağır geldi.

Ali: Cemal Aydın döneminde, Ankaragücü’ne tarihinin en başarılı sezonlarından birini yaşatmış olan Ersun Yanal’ın gönderilmesi affedilemez hatalardan biridir. O sezonda Ankaragücü Galatasaray’ın ardından en çok gol atan takım olmuştu. Sonra takıma Cezayirli, Mısırlı ne olduğu belli olmayan birçok futbolcu gelip gitti. Bir takım bu kadar bozulmaz. Ayrıca Hasan Şaş ve Ahmet Yıldırım’ın transferlerinden milyonlarca dolar kazanıldığı halde bu paralar takım için harcanmadı.

Necdet: Sizce bu tribün grupları sorunu nasıl çözülebilir?

Hüsnü: Yönetim o gruba 300 tane, bu gruba 500 tane, öteki gruba 800 tane bileti bedavadan veriyor; onlar da bu biletleri stat dışında karaborsa satıyorlar. Böyle Ankaragüçlülük, böyle takım sevgisi, böyle taraftarlık olmaz. Yönetim istesin, gruplaşmalar anında biter. Gruplara bedava bilet vermeyi kesin, biletler makul fiyatlarla gişede satılsın, kısa sürede grup falan kalmaz.

Ziya: Genel olarak, o yıllarla karşılaştırdığınızda Ankara futbolunu şimdi nasıl görüyorsunuz?

Hüsnü: Bana göre şu anda Ankara’da futbol bitmiş durumda… (Eliyle stadı göstererek) Ankara’ya şu stat yakışıyormu hiç? Ankaragücü bitmiş, Gençlerbirliği bitmiş. Stat yok, takım yok, taraftar yok, yönetim yok, hiçbir şey yok! Her şeyin yeniden yapılanması lazım… Bu gidişle Ankara futbolunun sonu İzmir futbolu gibi olacak.

Necdet: Size göre şu anda Ankaragücü’nün bu yapısıyla yönetime talip olmak isteyen bir babayiğit çıkar mı?

Hüsnü: Kesinlikle çıkmaz. Parası olan ve Ankaragücü’ne hizmet etmek isteyen hiçbir başkan bu kadar taraftar grubuyla uğraşmak ve parasıyla rezil olmak istemez.

Ziya: Biraz da anılardan söz edelim. Sizde acı-tatlı birçok anı vardır.

Ali: Tabii ki birçok acı-tatlı anımız olmuştur. En çok sevindiğim iki maçtan biri 1981 yılında İstanbul’da 2–0 yenildiğimiz Beşiktaş’ı Ankara’da 3–0 yenerek kupadan elediğimiz maç, diğeri ise yine 1981 yılında Bolu’da Boluspor’la 0–0 berabere kalarak Türkiye Kupasını kazandığımız maçtır. Ben özel sektörde çalışmama rağmen, Çarşamba günü oynanan bu maçı izlemek için arkadaşımın idare etmesiyle Bolu’ya gidebilmiştim. Unutamadığım en acı maçlardan biri de benim gibi binlerce taraftarın stada kadar gelip kışın ayazında dışarıda kaldığı Ankaraspor-Ankaragücü maçıdır. Sayın Melih Gökçek ve Sayın Cemal Aydın arasındaki çekişme bilet fiyatlarına yansımış ve Ankara futbol tarihinin en yüksek bilet fiyatı olan 250 TL gibi bir bedel ortaya çıkmıştı. Bu yüzden hiçbirimiz maça girememiştik.

Hüsnü: Bizde anı çok tabii… Birini kısaca anlatayım: Bir gün Kayseri’ye deplasmana gitmiştik. Taraftarlardan birisi sırtında “AMİGO HÜSNÜ” yazan eşofman üstünü giymek istedi. Ben, “Bu eşofmanı giyme. Döverler seni!” diye uyardım. Ama o ısrar etti ve ben de kendisini kıramadım. Eşofmanı üstüne giyerek gitti. Çok geçmeden ağzı burnu dağılmış, üstü başı kan içinde geldi. “Ne oldu oğlum, kamyon mu çarptı?” diye sorunca, “Beni, sen zannedip giriştiler. Senin yüzünden dayak yedim!” diye cevap verdi.

Ziya: (Gülerek) Yeri gelmişken sormak istediğim bir tezahürat var. Ankaragücü taraftarları, rakip takım taraftarlarına neden “HÜSNÜ BABANIZ! HÜSNÜ BABANIZ!” diye tezahürat yaparlardı.

Hüsnü: (Gülerek) Rakip takımların, en çok da İstanbul takımlarının taraftarları statta beni gördükleri zaman bana çok takılırlardı. Bu takılmalar arasında hafiften argo tezahüratlar da olurdu. Tabii bizim arkadaşlar da bu tezahüratları cevapsız bırakmaz ve onları kızdırmak için “HÜSNÜ BABANIZ! HÜSNÜ BABANIZ!” diye tezahürata başlarlardı.

Necdet: Diğer takımların amigolarıyla ilişkileriniz nasıldı?

Hüsnü: İyiydi. Çok sıkıntımız yoktu. Tabii maç sırasında tribünde karşılıklı atışmalar, takılmalar, kızdırmalar olurdu ama ona da alışmıştık.

Necdet: (Gülerek) Hüsnü Abi, geçenlerde birlikte olduğumuz bir yemekte söylediğiniz bir cümleyi anımsadım. “Biz Cebeci’den ‘Sarı’ çektiğimizde, Polatlı’dan ‘Lacivert’ diye bağırırlardı!” demiştiniz. Nasıl oluyordu bu iş?

Hüsnü: (Gülerek) O işin esprisi tabii… Bazen, bağırma konusunda bana takılan arkadaşlara laf yetiştirmek için söylediğim bir sözdür.

Ziya-Necdet: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.

Hüsnü-Ali: Biz de teşekkür ederiz.

Necdet Özkazancı – Ziya Adnan
1 Mayıs 2011
Birgun(AmigoHusnu-UzunAliFoto1)-min

Doğu Londra’nın Futbol Akademisi, West Ham United FC…

Doğu Londra’nın Futbol Akademisi, West Ham United FC…

Uzaklardan…

I’m forever blowing bubbles,

Pretty bubbles in the air.
They fly so high,
Nearly reach the sky,
Then like my dreams,
They fade and die.
Fortune’s always hiding,
I’ve looked everywhere,
I’m forever blowing bubbles,
Pretty bubbles in the air.

Doğu Londra… Newham…

Beyaz nüfusun azınlıkta kaldığı, çoğunluğu Asyalı göçmenlerin oluşturduğu Newham, 2001 sayımında %24,2 Müslüman nüfusuyla İngiltere’de Müslümanların en yoğun yaşadığı ikinci bölgedir ve şehrin en kozmopolit bölgelerinin başında gelir. İşçi Partisi’nin kalesi olarak bilinen bölgede yer alan University of East London, 23 binin üzerinde öğrencisi ile İngiltere’nin en popüler üniversitelerinin arasında yerini almıştır.

Newham’ın güneyinde bir zamanlar tersaneleri ile bilinen Docklands, uğradığı büyük değişim sonucu günümüzde görkemli binaların, pahalı malikânelerin yer aldığı, eskinin ve yeninin birbirine karıştığı yer olarak göze batar. Avrupa’nın en yüksek ikinci binası, 90’lı yıllarda IRA tarafından hedef seçilmiş Canary Wharf’ın yakınlarında, 1700’lü senelerden bu yana ayakta kalmayı başarmış, “The House They Left Behind” pub’u bilhassa hafta sonlarında ziyaretçi akınına uğrar.

Bu yazı, o tarihi semtin Upton Park mahallesinde yer alan, Ada futbolunda “Çekiçler” (The Hammers) olarak bilinen, demir işçileri tarafından kurulmuş, zaman içinde nice yıldızları futbola kazandırmış, o köklü takıma…

***

West Ham United FC…

1895 senesinde, Thames Ironworks çalışanları tarafından “Thames Ironworks FC” adıyla kurulan kurulan kulüp, 1900 senesinde “West Ham United FC” olarak isim değiştirdi. Günümüzde takıma evsahipligi yapan Upton Park Stadı’nda, ilk maçını 1904 senesinin yaz aylarında ilerleyen zamanlarda ezeli rekabetin içine gireceği güney Londra’nın Millwall’una karşı, 10.000 taraftarının önünde oynadı ve o maçı 3–0 kazandı.

1950’li yılların sonuna kadar ikinci liglerde mütevazı mücadelesini sürdüren takım, 1958 senesinde Ted Fenton’un teknik direktörlüğünde 1. lige yükseldi. 1961 senesinde Fenton’un yerine göreve gelen Ron Greenwood’un takımı, 1964 senesinde Federasyon Kupasını, bir sonraki sezon da Avrupa Kupa Galipleri Kupasını kazandı. 1966 senesinde Dünya Kupasını kazanan İngiltere Milli Takımında, o yıllarda West Ham United forması giyen üç önemli yıldız vardı: Bobby Moore, Martin Peters ve Geoff Hurst…

Şimdilerde Upton Park Stadı’nı ziyaret edenleri karşılayan “Championship” abidesi, bu üç futbolcuyla birlikte o Dünya Kupasını kazanmış Evertonlu Ray Wilson’un kupayı kaldırışını anlatır.

1976 senesinde, bir kez daha Kupa Galipleri Kupasında final oynayan West Ham, o maçı 4–2 kaybederken, 1978 senesinde ikinci lige düştü. 1980 senesinde, daha önce hiçbir takımın başaramadığını başaran bordo-maviler, Federasyon Kupasını kazanan ilk 2. lig takımı oldu. Ertesi yıl aynı başarıyı, uzaklarda bir ikinci lig takımı olan Ankaragücü Türkiye Kupasını kazanarak yakalayacak ve tarihe geçecekti. West Ham, 1981 senesinde tekrar 1.lige dönerken, 1986 senesinde ligi 3. bitirerek tarihindeki en başarılı lig derecesini elde ediyordu.

***

1989 sezonunun sonunda bir kez daha küme düşerken, inişli çıkışlı sezonlardan sonra 1993 senesinde Premier Lig’e dönüş yaptı. 1994 senesinin Ağustos ayında teknik direktörlük görevine gelen doğu Londra kökenli ve ailecek West Ham United taraftarı Harry Redknapp’le birlikte çıkışa geçerken, 1998–1999 sezonunu 5. sırada bitirdi. O yıllarda takımın öne çıkan isimleri arasında, günümüzde Manchester United’ın kaptanlığını yapan savunma oyuncusu Rio Ferdinand vardı.

2000–2001 sezonunun sonunda, Redknapp kulübün başkanı ile anlaşmazlığa düşüyor, yerini genç takım hocası Glenn Roeder’a bırakıyordu. Yeni teknik direktörün ilk sezonunda ligi 7. sırada bitiren “Çekiçler”, bir sezon sonra bir kez daha küme düşüyor, beyin tümörü teşhisiyle tedavi gören Roeder 24 Ağustos 2003’de görevi bırakıyordu.

2003 senesinin Ekim ayında göreve gelen Alan Pardew, 2004–2005 sezonunun sonunda West Ham United’ı tekrar Premier Lig’e çıkarmayı başardı. Bir sonraki sezonu 9. bitirirken, Mayıs ayında Liverpool’a karşı oynanan Federasyon Kupası finalini penaltılar sonucunda kaybediyordu.

2006 senesinin Ağustos ayında doğu Londra takımının iki Arjantinli yıldızı kadrosuna kattığını yazdı gazeteler. Carlos Tevez ve Javier Mascherano. O senenin Ekim ayında Eggert Magnússon başkanlığındaki İzlandalı konsorsiyum, West Ham United’ı satın aldı. Alan Pardew kovulurken, yerine Charlton Athletic takımında başarılı bir sezon geçiren Alan Curbishley getirilmişti. Tevez ve Mascherano transferlerindeki yolsuzluk söylentileri üzerine İngiltere Futbol Federasyonu’nun başlattığı soruşturma, kulübe kesilen 5,5 milyon Sterlin’lik para cezası ile sonuçlandı. Kaderin cilvesine bakın, son 9 maçın yedisini kazanan takımın kümede kalmasında en büyük pay sahibi Tevez olacaktı…

Düşme korkusu geçirmediği 2007–2008 sezonunu 10. sırada bitiren West Ham, yeni sezonda yeniden çalkantılarla gündeme geliyordu. Başarılı teknik adam Alan Curbishley, 2008 senesinin Eylül ayında takımı bırakıyor, yerine Chelsea’nin eski yıldızı İtalyan Gianfranco Zola geliyordu. O sezonu ezeli rakibi Tottenham’ın üzerinde, 9. sırada bitiren takım Avrupa kupalarına katılmayı kıl payı kaçırıyordu.

West Ham, geçtiğimiz sezonu maddi sıkıntılar ve küme düşme korkusu içinde geçirirken, bu sezonun başında Zola ile yollarını ayırıp, göreve Avram Grant’ı getirdi…

***
Ada futbolunun “futbolcu fabrikası” olarak bilinen, bilhassa akademisi ile ünlü West Ham United’ın yetiştirdiği yıldızlar arasında Paul Ince, Tony Cottee, Rio Ferdinand, Joe Cole, Frank Lampard, Michael Carrick, Glen Johnson, Jermain Defoe, John Terry yer almaktadır.

2009 senesinin Aralık ayında, henüz 26 yaşında sakatlık yüzünden futbolu bırakmak zorunda kalan Dean Aston’la birlikte yakın geçmişte takımın formasını giymiş yıldız futbolcular arasında Paolo Di Canio, Carlos Tevez, Craig Bellamy, Javier Mascherano bulunmaktadır.

Bu vesileyle, profesyonel futbola Crewe Alexandra takımında başlamış, 2000–2005 seneleri arasında adını duyurmuş Dean Ashton’u da anmak gerekir. Ocak 2006’da Norwich City’den West Ham’a 7 milyon Sterlin karşılığında transfer olan golcü, Ada futbolunun parlayan yıldızlarından biriydi. Ancak ayak bileğinden geçirdiği sakatlık nedeniyle kariyerini erken noktaladı.

West Ham United’a dönersek… Tarihi boyunca sadece 15 teknik direktörle çalışmış takımın ilk yabancı teknik direktörü 2008 senesinde göreve gelen, sonrasında yerini Avram Grant’a bırakan, yakın geçmişte Chelsea forması giymiş Gianfranco Zola’dır.

Futbol kitapları, güney Londra’nın yaramaz çocuğu Millwall ile aralarında ciddi husumetin nedenini iki aileye bağlarlar. Bir tarafta azılı “Kray kardeşler” (West Ham United) taraftarları, diğer tarafta Millwall fanatiği çingene kökenli “Richardson ailesi”… Bu iki ailenin fertleri birbirlerinin bölgelerine girmemeye özen gösterirler. Zaman içinde aradaki kan davası o kadar büyür ki, bu iki takımın aralarında oynadıkları maçlarda şiddet görüntüleri hiç eksik olmaz.  İşte o husumetin anlatıldığı “Green Street Holigans” filmi izlemeyenlere şiddetle tavsiye edilir.

***

Bu yazının yazıldığı saatlerde, West Ham United, Premier Lig’in 19. sırasında, oynadığı 33 maçta topladığı 32 puanla küme düşme potasının tam içinde… Evinde oynadığı son maçta, 34.672 taraftarın önünde Aston Villa’ya son dakikada yediği golle yenilirken, kalan beş maçında Premier Lig’e tutunmaya çalışacak.

Ve bordo-mavili takıma gönül verenler, tıpkı 2006 senesindeki gibi yeni bir mucizenin, bu kez Tevez’siz gerçekleşmesini bekleyecek…

Ziya Adnan
24 Nisan 2011

 

WestHamUnited