Filenin sultanları, potanın perileri, dört büyükler!

Filenin sultanları, potanın perileri, dört büyükler!

 

Uzaklardan…

Kendi liginin kalitesi, Avrupa arenalarında aldığın sonuçların aynasıdır…

Dağlarında kurşun sesleri, sahillerinde eller havaya eşliğinde Serdar Ortaç şarkılarının yankılandığı ülkemdeydim bir süredir. Güzel, yalnız, çelişkilerle dolu bir coğrafyada… Öncesinde Olimpiyat hüsranı, sonrasında Fenerbahçe’nin vasat bir Rus takımı, Trabzonspor’un da futbol fakiri bir Macar takımı karşısında elenip gitmesiyle o berbat, o acıtan, o bir türlü kabullenemediğimiz gerçek bir kez daha öylece baktı yüzümüze. Ülke sporunun en büyük laneti, kendi kendine yaratmış olduğu masalların gerçek olduğuna inanmış olmasıdır. Filenin sultanları, potanın perileri, minderin kaplanları, dört büyükler…

Türk’ün Türk’e masalları…

İşte yine geldi geçti hüsranlar… Tıpkı geçmişte yaşanmış Young Boys, Tromso, Feyenoord, Steau Bükreş, Dinamo Kiev, bu sezon Twente, Vıdeoton hüsranları gibi… Kimi zaman Finlandiya’nın bir köy takımı, kimi zaman transferde iki yabancıya ödediğimiz para değerindeki mütevazı bir Avrupa takımı, kim zaman altılık, sekizlik olduğumuz, sahadan başımız önde ayrıldığımız maçlar…

Bilir misiniz, son on senede dört kez kaybetti Fenerbahçe ön eleme maçlarında, üstelik Avrupa futbolunun pek vasat takımları karşısında… Ne kadar kalabalık katılırsak, Olimpiyatlarda madalya alma şansımızın o kadar çok olacağı kadar büyük bir saçmalık içinde bir yaz daha geçerken ömürden, ülke futbolunda bir hüsran daha…

Oysa mümkün değil o çarpıklığın, o neresinden tutsan elinde kalan yitik, zavallı düzenin içinden peri, sultan, kaplan veya büyük çıkarmak. Bizimkisi inşallahlar maşallahlar eşliğinde yazık bir nakarat… Bizimkisi fena bir Türk masalı… Durmadan, yine, yeniden… Alt yapılarını tümden ıskalamış, dermanını yaşı geçmiş yabancılarda arayan, son 50 senede sadece bir Dünya Kupası görmüş bir ülkenin futbolunda büyük sıfatını kullanmak, en fazlasından Türk’ün Türk’e yalanıdır. Yüz yılı geçmiş tarihinde Şampiyonlar Liginde sadece bir kez gruplardan çıkmayı başarabilmiş bir takımın büyüklüğüne bizden başka kim inanır!

Hükmü ancak Edirne’den Van’a kadar süren topraklarda, nesilden nesile geçen, anlattıkça gerçek olduğuna inandığımız kötü bir masal bizimkisi. Oysa her takım kendi taraftarı için büyüktür ve maç günleri ülkenin dört bir yanında statları dolmayan, futbolunda rekabeti yaratamamış bir ülkenin futbolu o masallar kadar gerçeğe uzaktır. Kendi liginin kalitesi Avrupa arenalarında aldığın sonuçların aynasıdır. Edirne’den ötede başarılı olmanın yolu, önüne eğreti bir “Süper” sıfatı takılmış rekabetsiz bir ligden değil, her maçta tribünleri dolan, kora kor maçların oynandığı adaletli futbol düzeninden geçer.

Zaten büyük dediğin, büyükler arenasına aşina olandır, o arenada ses getirendir. Büyük dediğin, Şampiyonlar Ligini kazanamasa bile, adını hemen her sezon oraya yazdırabilendir. Büyük dediğin büyük gönüllü olandır. Düştüğü zaman mızmızlanmadan kalkmayı bilen, yaşadıklarından ders çıkarabilendir. Şu şike sürecinde gördük ki, bizdeki büyüklük körler ülkesinde tek gözlü misali… Küçük olmayı en başından kabul etmiş onca figüranın içinde abartılı bir Malkoçoğlu filmi…

İşin en hazin tarafı, onca senedir yaşanmış hüsranlardan hiç ders çıkaramayışımız… Alın işte, Fenerbahçe’nin Şampiyonlar Ligi ön eleme hüsranından önce oynanan, ülke medyasının daha fazla gazete, daha fazla dekoder uğruna patlatırcasına şişirdiği, bir şehrin iki takımı arasında oynanan o futbol kalitesi vasat maç… Adı da “Süper Kupa”… Dünya üzerinde hiçbir ülke televizyonunun yayınlamaya değer görmediği, bizden başka kimsenin ilgilenmediği, önemsemediği toz duman “Süper Kupa”. Ne Süper ama!

Mesele ülke futbolunun ilerlemesi değil nasılsa, mesele yayıncı kuruluşun saadeti… Mesele statları doldurma değil nasılsa, mesele maç günleri yurdumun kıraathanelerinin dolması… Her hüsran yeni bir hüsran getirir beraberinde, değişmeyen tek şey beter düzenin kendisidir.

***

Spartak Moskova hüsranından sonra gazetelere bakıyorum: “Fenerbahçe mutlaka değişecek!” diyorlar. “Yeni transfer şart!” diyorlar. “Sezon başı olduğu için yenildik!” diyorlar. “Aykut Kocaman, Alex çekişmesi olmasaydı!” diyorlar. “Hoca’nın kadro tercihi!” diyorlar.

Oysa bir anlasalar Fenerbahçe’yi değiştirmek ülke futboluna yetmeyeceğini… Aykut Kocaman’ı kovmak, Alex’i kadro dışı bırakmak, yeni pahalı transferler değildir çözüm. Bunların hiçbirisi derman olmayacaktır ülke futboluna.

Değişmesi gereken, ülkenin futbola bakış açısıdır; topyekûn… Koca bir ülkeyi tek şehirden ibaret sayan hastalıklı bakış açısıdır değişmesi gereken. Futbolu yönetenler, başkanlar (ki bu bölümde Sayın İlhan Cavcav’a ayrı bir köşe açılmalı), spor medyası, televizyon kanalları, naklen yayın hakları, havuz, üç büyükler yalanı, hedefsiz figüranlar, alt yapılar, maç günleri boş statlar…

Velhasıl futbola dair tutunduğumuz, bizim futbol sandığımız her şeydir değişmesi gereken…

Bir de Olimpiyat meselesi var tabii, o da başka bir yazıya…

Zıya Adnan

9 Eylül 2012

UcBuyuklerYalani

Elveda çizgideki Gladyatör…

Elveda çizgideki Gladyatör…

Uzaklardan…

Telefonum çaldı. Açtım. Telefonun diğer ucundaki ses, “Kötü bir haberim var abi…” dedi. Birgün gazetesinden editörüm, arkadaşım Kemal Ilıkkan, onun ölüm haberini verdiğinde öylece kaldım. Hani bazen o kadar burkulur ya insan, boğazına kocaman bir yumruk tıkanır kalır, kelimeler çıkmaz ya ağızdan, öyle işte. İlk şoku atlattıktan sonra “Nasıl ölmüş?” diye sordum. “Bir süredir kalp yetmezliği tedavisi görüyormuş,” dedi Kemal. “Bilmiyordum,” diyebildim.

24 Ağustos günü, 64 yaşında, Samatya Devlet Hastanesinde…

Oysa yakın geçmişte, yazın habercisi bir Nisan gününde bir araya gelmiştik. Kadıköy’de çok sevdiği Nazım Kültür Merkezinde. Çok zamandır gerçekleştirmek istediğim bir söyleşiydi. Ülke futbolunun 70’li yıllarda yetiştirdiği en önemli isimlerinden biriyle, üstelik onca sene sonra…

Onun zamanının siyah-beyaz yıllarını, şimdiki tatsız zamanları, gelecekte yapmak istediklerini konuşmuştuk. Laf lafı açmış, o anlatmış ben dinlemiştim. Kimi zaman kırgınlık vardı cümlelerinde, kimi zaman değişime dair umut. Yorgun görüntüsünün ardında, inandığı mücadeleden, davasından hiç kopmamış bir adamın inancı vardı. Yüzünde hep o tatlı-ekşi gülümseme. Düzene başkaldırmış, futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden hep dışlanmış, bu yüzden futbol hayatını erken noktalamak zorunda bırakılmış, ama hiç yılmamış, hiç vazgeçmemiş… Futbol oynadığı yılların belki en yeteneklisi, ama bir o kadar da asi, bir o kadar eyvallahsız…

***

15 Aralık 1947’de, Fatih Karagümrük’te dünyaya geldiğini, çocukluk yıllarında abisi profesyonel futbolcu İsmail Kurt’un aileye baktığını, sonrasında o sorumluluğu kendisinin aldığını söylemişti. “Hangi devirde olursa olsun, yıldızlar, daha doğrusu yıldız yapılanlar her zaman avantajlıdır,” demişti. Profesyonel futbolu hiçbir zaman çok sevmediğini, ancak para kazanmak, ailesine bakmak için futbolcu olduğunu söylediği zaman şaşırmıştım. Günümüz futbolunun paraya bulanmış düzeninde böylesine içten bir söylem az bulunurdu.

Futbola amatör olarak oynadığı ilk kulüp olan İstanbul Üniversitesi Spor Kulübünde başlamış, sonra mahalli ligde mücadele eden Alibeyköy Adalet’e geçmişti. Süratli ve yetenekliydi; telefon kulübesinde çalım atabilecek kadar da usta… Gelecek zamanlarda yeşil sahalarda, “Çizgi Metin” olarak nam salacak, 1965-66 sezonunda İzmir’in Altay’ına transfer olacaktı. Bir sonraki sezon soluğu Ankara’da almış, 1970 senesine kadar sarı-siyah PTT’de forma giymişti. Ah PTT, futbola dair ilk göz ağrım…

“1-Cavit, 2-Yetik, 3-Esenali” diye başlayan kadronun en göze batan futbolcusuydu.

“Ben zaten sizi hep PTT’li Metin olarak hatırlarım…” dediğim zaman gülümsemişti.

O sene Galatasaray’a transfer olmuş, 1976 senesine kadar sarı-kırmızlı takımda arka arkaya üç şampiyonluk yaşamıştı. “Size neden Çizgi Metin derlerdi?” sorusuna, haylaz bir çocuğu andıran muzip gülümsemesiyle; “Ben halkçı bir adam değil miyim? Sahada halka en yakın yer neresi? Çizgi! Başka bir yerde mi oynayacaktım?” diyerek cevap vermişti. Futbolun en asi çocuğundan en esaslı cevap… 1976’dan 1978’e kadar Kayserispor’da forma giydiğini, sonrasında futbol hayatına son vererek mücadelesine yeşil sahalar yerine, siyasal platformda devam ettiğini eklemişti.

12 Eylül döneminde Ankara’da kurmuş oldukları amatör sporcular derneği kapatılmış, sendikalaşmanın önüne geçilmişti. Tesadüf olmasa gerek, belediye kulüplerinin köklerinin o zamanlara dayanması… Bugün hemen her futbol sohbetinde birbirimize sorduğumuz “Belediye’nin takımı mı olur?” sorusunu o bizden çok zaman önce sormuştu.

Ülke futbolunu bir batakhane olarak görüyor, spor yasası hayata geçmediği sürece bu kötü düzenin devam edeceğine, bataklığın gençleri yutmaya devam edeceğine inanıyordu. Günümüzde taraftarlar için kullanılan “12. Adam” tanımlamasına karşı çıkıyor, dinde yobazlık neyse futbolda da fanatizm o’dur diyordu. Futbol sektöründe çalışan emekçilerin yaptıkları işin meslek olduğunu ve iş kolu haline gelmesi gerektiğini vurgulamıştı.l

***

Ve bir Ağustos günü aramızdan ayrıldı Çizgideki Gladyatör. Benim kuşağımın tanıdığı muhtemel en yetenekli, en asi, siyah-beyaz yılların en renkli futbolcusu… Kesmeşeker grubunun şarkısındaki “Metin Kurt yalnızlığı” da olmayacak artık. Şarkıcıların selülitlerinin medyada bir döneme damga vurmuş futbolculardan daha fazla yer bulduğu yazık zamanlarda, bir efsane daha kayıp gitti aramızdan. Yaşarken kıymeti bilinmeyenlerin coğrafyasında, biri daha ancak ölümünden sonra hatırlanacak. Onun zamanının futbolcuları televizyon ekranlarında yorumcu olarak boy gösterirken, o kabullenmediği, hep karşı çıktığı düzene karşı verdiği mücadeleyle akıllarda kalacak…

“Tanıdığım onca teknik direktör içinde Brian Birch’in ayrı bir yeri vardır,” demişti. Çok sevmişti futbolcusunu Birch. Ülkemize ikinci gelişinde havaalanında onu karşılayan gazetecilere ilk öğrencisini sormuştu. Söyleşinin sonunda, Birch’in geçmiş yıllarda aramızdan ayrıldığını söylediğim zaman üzülmüştü.

Şimdi o da hocasının yanına gitti…

Mekanın cennet olsun Metin Kurt, huzur içinde yat…

Ziya Adnan

2 Eylül 2012

MetinKurt2SmallSize

 

MetinKurtEski

Büyüklüğünden bir şey kaybetmedi…

Büyüklüğünden bir şey kaybetmedi…

Uzaklardan…

“Rangers geçmiş sezonlarda ülke futbolunun kurallarını dikkate almadan, bütün etik değerleri hiçe sayarak yaşadı. Şimdi yaptıklarının bedelini ödemek zorunda…” Hearts kulübünün başkanı Vladimir Romanov…

Sizi bilemem ama şike sürecinde yaşananlara bakınca, ülke futboluna dair umutsuzluğa kapıldığımı söylemeliyim. Yayıncı kuruluşun saadeti, Kulüpler Birliği’nin menfaatleri, ülke futbolu batar söylemleri, Sayın Cavcav’ın tutarsız açıklamaları, hukuk adamları, futbol programları, yorumcular, tapeler derken son tahlilde elde kalan şey ülke futbolunda güçlü ve zengine dokunulamayacağı gerçeği… Şike süreci aslında beter bir ülke hikâyesi… Alın işte, başladı “Kurşunlu” Süper Lig’in yeni sezonu; tam da bıraktığımız yerden… Tas da aynı, hamam da… Değişen sadece takvim yaprakları…

“Şikeyle suçlanan, ülkenin güçlü ve zengin takımı değil de sıradan bir Anadolu takımı olsaydı?” diye sormuştum bir zaman önce. Mesela Gençlerbirliği olsaydı? Bu soruya en fazla ülke futbolunun duayen başkanı sıfatlı İlhan Cavcav’ın cevap vermesini isterdim. Hatırlayın, o meşhur Kulüpler Birliği toplantısındaki, “Fenerbahçe’siz bir lig olmaz!” söylemini. İstanbul’un sarı-lacivertli takımını çok sevdiğinden değil elbet, o cümlenin altında yatan, “müşteri velinimetimizdir” meselesi… Hiç değişmeyen ve asla değişmeyecek şark tüccarı zihniyeti…

Bir gecede kimselere sorulmadan değiştirilen 58. maddeyi düşünün mesela. “Şikenin cezası bundan sonra küme düşme olmasın, kişilere ceza verilsin!” önerisini, kuralları uygulamak yerine istifa etmeyi tercih eden Federasyon başkanını düşünün. Ankaraspor’un bir gecede yok edilişini hatırlayın mesela. Ülke basınında Guti’nin gece hayatı kadar bile yer bulamamışardı. Güçlünün her daim kollandığı, güçsüzün hep ezildiği adalet anlayışının getirdikleri…

Temizlik amacıyla apar topar göreve getirilmiş, çiçeği burnunda TFF’nin “şike yoktur” kararına karşın ülke mahkemesinin “Beş maçta şike vardır!’’ kararını hatırlayın ve yargılama sonunda bir kulüp başkanına verlen cezaları… Sonra karar verin hangisine inanacağınıza. Kendi adıma, hangi kararın doğruluğuna inandığımi iyi biliyorum ve futbolumuzun önüne çıkmış en büyük temizlik fırsatını, hatalı gol yiyen kaleci misali ellerinin arasında kaçırdığını da…

***

Ülke futbolunun “kurtarma seferini” yaşadığı günlerde, uzaklarda, futbolun doğup büyüdüğü topraklarda…

Kuruluşu 1872 senesine dayanan, Avrupa kupalarında final oynamış ilk Britanya takımının, Glasgow Rangers’ın kaderini oyluyordu İskoç Premier Ligi’nin diğer takımları; bizim söylemimizle “Kulüpler Birliği”. Geçtiğimiz sezon toplam 49 milyon Sterlin’e ulaşmış vergi borcu nedeniyle kayyuma devredilen, kurallar gereği 10 puanı silinen İskoç devi oy çokluğuyla ligden ihraç edilirken, kulübe ait 51.082 kapasiteli Ibrox Stadı, yapımı 14 milyon Sterlin’e mal olmuş “Murray Park” antrenman tesisleri Charles Green adında bir iş adamının kurmuş olduğu konsorsiyuma satılıyordu.

Yapısı itibarıyla bizim ligimize fena benzeyen (bizde üç, onlarda iki takımın hükümdarlığı!) İskoç liginde 54 şampiyonluk yaşamış, 33 sezonda İskoçya Federasyon Kupasını kaldırmış, UEFA Kupasını bir kez kazanıp, 2008 senesinde final oynamış, stadında maç başına taraftar ortalaması 49.000’i bulan Rangers soluğu alt liglerde alırken, Kulüpler Birliği adına açıklama yapan Hearts kulübünün başkanı Vladimir Romanov, verdikleri kararı şu cümlelerle açıklıyordu: ‘‘Rangers geçmiş sezonlarda ülke futbolunun kurallarını dikkate almadan, bütün etik değerleri hiçe sayarak yaşadı. Şimdi yaptıklarının bedelini ödemek zorunda…”

***

Ülkeyi şok eden bu karardan sonra, İskoçya Liginin naklen yayın hakları için imzalanan 80 milyon Sterlin’lik anlaşma tehlikeye giriyor, dünyanın en büyük 10 derbisinden biri kabul edilen “Old Firm”, Glasgow Rangers-Celtic derbisi en azından bir süreliğine tarih oluyordu. 1888 senesinden beri süregelen rekabet artık olmayacaktı. Dünya futbolunun en eski ve en ateşli derbilerinden birinden mahkum kalacaktı ülke futbolseveri. Buna rağmen, ne “yayıncı kuruluş batar!” söylemleri duyuldu, ne de Federasyon Başkanı istifa etti. Ülke olarak dilimizden düşürmediğimiz o berbat klişe “futbolun marka değeri”, kulüpleri değil futbolu koruyarak gerçekleşirdi zira. Ve ilginçtir, kimseler kişilerle kulüpleri ayıralım önerisini getirmedi o tarihi toplantıda…

***

Takvim yaprakları 11 Ağustos 2012’yi gösterirken, yeni futbol sezonunu İskoçya 3. Liginde Peterhead deplasmanında açtı Glasgow Rangers. 4.485 kapasiteli Balmoor Stadı’nı dolduranlar yarı amatör ev sahibi karşısında 2-2 lik beraberliği son dakika kurtaran o köklü takımı izlerken hikâyenin buraya varacağını rüyalarında görseler inanmazlardı şüphesiz. Geçmişte kimler giymemişti ki mavili takımın formasını: Ally McCoist, Barry Ferguson, Chris Woods, Frank de Boer, Tore André Flo ve çokları bilmez ama 1967-1969 seneleri arasında Sir Alex Ferguson…

Ama Rangers yeni macerasına 3. ligden başlamış bile olsa, kendi hikâyesini yazacak, diğerleri o ibret alınası hikâyeden dersler çıkaracaktı. Onlar kadar olmasa da rakipleri de zarar görecekti onların ligde olmayışından. Rakiplere önerilen 20 milyon Sterlin bile kararı değiştirmeye yetmedi. “UEFA A” antrenörlük lisansı eğitimi sırasında aynı sıraları paylaştığımız, şimdilerde ülke futbolunun diğer devi Celtic’in teknik direktörü Neil Lennon, “Rangers’ın ligden ihraçından sonra bir kaç yıldız futbolcumuzu satmak zorunda kalabiliriz!” cümlesiyle özetledi maddi kayıplarını.

Ve belki hikâyenin en ilginç yanı, Rangers taraftarları arasında yapılan anketin sonucunda, taraftarların yüzde 80’inin takımın küme düşmesi gerektiğine inanmış olmasıydı…

Ve o tarihi maçtan bir hafta sonra, yine bir 3. lig maçında bu kez kendi sahasında, East Sterlingshire karşısına çıktı Rangers. Bir ara yenik düştüğü maçı 5-1 kazanırken, İbrox Stadı’nı dolduran 49.118 taraftar, takımların küme düşmekle tarihlerinden, köklerinden ve en önemlisi taraftar sevgisinden hiçbir şey kaybetmeyeceğini gösteriyordu. Zira bir takımı sevmek, armanın peşinde koşmaktı; hangi ligde olursa olsun takımını yalnız bırakmamaktı. Karşılık beklemeden sevmekti takımını, yeri geldiğinde sızlanmadan 3. ligin yalnızlığını kabullenmek, ama yine tribünlerde yerini almaktı.

Ve uzaklarda yazılan o hikâyede kimseler, “Rangers olmadan İskoç ligi olmaz!” demedi…
Ziya Adnan

26 Ağustos 2012

Rangers

Çizgideki ‘Gladyatör’…

Çizgideki ‘Gladyatör’…

Uzaklardan… 

O bir futbol efsanesiydi; ülke futbolunun 70’li yıllarda yetiştirdiği en önemli isimlerinin başında gelirdi. Ona ilerleyen yıllarda “Çizgi Metin” lakabını kazandıracak en bilinen özelliği, sürati ve topu metrelerce çizgi üzerinde sürmesiydi. Ancak düşünceleri ve futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden sistem tarafından dışlandı, futboldan uzaklaştırıldı… Futbol oynadığı döneme ilişkin anıları, 2009 yılında Vecdi Çıracıoğlu tarafından kitaplaştırıldı ve “Gladyatör” adıyla yayınlandı. Yıllar sonra güzel bir bahar günü Kadıköy’de, Nazım Kültür Merkezi’nde hoş bir söyleşi gerçekleştirdik eski yıldızla. Biz sorduk, o her zamanki içten üslubu ile cevapladı. Karşısınızda Metin Kurt, nam-ı diğer “Çizgi Metin”…

Siz Galatasaraylı Metin Kurt olarak biliniyorsunuz ama ben sizi hep PTT’li Metin olarak hatırlarım. Bize kısaca kendinizi tanıtabilir misiniz?

15 Aralık 1947’de İstanbul Fatih Karagümrük’te doğdum. Gençlik yıllarımda abim İsmail Kurt profesyonel futbolcuydu. Önce Galatasaray’da forma giydi, sonra Fenerbahçe’ye transfer oldu. Ailemize o bakıyordu, çünkü babamızı çok genç yaşta kaybetmiştik. İlerleyen zamanlarda aileden bir futbolcu çıkması gerekiyordu; çünkü ailenin ihtiyaçları vardı.

Futbolcular o yıllarda ailelerine bakacak kadar para kazanabiliyorlar mıydı?

Şunu kesin olarak söyleyeyim: Yıldızlar, daha doğrusu “yıldız yapılanlar” hangi devirde olursa olsun her zaman avantajlıdır. Çünkü onlar rol model olacaktır ki onları izleyen binlercesi onlar gibi olmaya çalışsın. Basit bir örnektir: Karagümrük’te sıradan bir genç kızdı, Yeşilçam’la tanıştı, Türkan Şoray oldu. Onun gibi olmak isteyen binlerce genç kız artist olmak, meşhur olmak amacıyla evden kaçmıştır. Diğer bir örnek de İbrahim Tatlıses’in amelelikten ünlü bir türkücülüğe uzanan hayat hikâyesidir.

Futbola nerede başladınız?

Önce Atatürk Erkek Lisesi, sonra amatör olarak oynadığım ilk kulüp İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’dür. Ondan sonra Alibeyköy Adalet’e geçtim. Mahalli ligdeydi. Oradan Altay’a transfer oldum. 1965-66 sezonuydu. Bir sonraki sezonda Ankara’ya PTT takımına geldim. 1970’e kadar sarı-siyahlı takımda oynadım. O sene Galatasaray’a transfer oldum. 1970-76 yılları arasında sarı-kırmızılı takımın formasını giydim. İlk üç yılımda arka arkaya üç şampiyonluk yaşadık. Sonrasında 1976’dan 1978’e kadar Kayserispor’da forma giydim.

PTT’ye dönersek, babamın elimden tutup maçlara götürdüğü çocukluk yıllarımda maç öncesi Ankara 19 Mayıs Stadı’nda takım kadroları sayılırken şöyle bir anons yankılanırdı: “1-Cavit, 2-Yetik, 3-Esenali…” diye devam ederdi. Bize o yılların PTTsini, daha doğrusu Ankara futbolunu anlatır mısınız?

O yıllarda Ankara futbolu, gözü üç İstanbul takımında olan futbolcuların eğitim aldıkları bir yerdi. Ama inanın futbolcular arasında tam bir dayanışma, arkadaşlık, kardeşlik vardı. Biz PTT’de olağanüstü bir dayanışma içindeydik. Eski yoktu, yeni yoktu, abiler abilik yapardı; yeni gelenler adaptasyon zorluğu çekmezdi. Mesela ben 18 yaşında PTT’ye geldiğim halde kısa sürede takımın en önemli futbolcularından biri oldum. Ama o dönemdeki takım arkadaşlarımdan bazıları beni kıskansalardı, belki futbolcu olma şansım kalmayabilirdi.

Size neden “Çizgi Metin” derlerdi? “Halka yakın olmak için çizgide oynadım dermişsiniz, doğru mudur? (Gülüşmeler)

Galatasaray’da oynarken “Çizgi Metin” demeye başladılar. O da zamanın teknik direktörü Brian Birch’in sahayı genişletme amacıyla beni çizgide oynatmasıyla başladı. O yıllarda kanat atakları ve bindirmeler Türkiye’de pek bilinmiyordu. Benim görevim çizgide oynamaktı. Bizim taraftan atak yaparken çizgide oynar, diğer taraftan atak yaparken de ikinci direkte olurdum. O bir espriydi. Bunu bana sıkça soruyorlardı. En sonunda ben de bir gün dedim ki, “Bak arkadaş, ben halkçı bir adam değil miyim? Sahada halka en yakın yer neresi? Çizgi! Başka bir yerde mi oynayacaktım?” (gülüşmeler).

Peki, PTT’nin teknik direktörü kimdi? O yıllarda Ankara takımlarında önemli futbolcular var mıydı?

Teknik direktörümüz Bülent Giz idi. Köksal Mesci, Ertan Adatepe, kaybettiğimiz Zeki abi, Altan abi… Bunlar önemli futbolculardı.

O yıllardaki taraftar profilini bize anlatır mısınız? Maçlarda stat dolar mıydı?

Hayır. Stat ancak büyük maçlarda dolardı. Diğer maçları ise mahalle maçı gibi oynardık. Ama şurası bir gerçek ki stada gelenlerin büyük kısmı futbol oynamış ve futbolu bilen kişilerdi. O dönemde maçlara serbest giriş kartı da verildiği için amatör olarak futbol oynayan birçok izleyici maçlara gelirdi. Maçları futboldan anlayan kişiler izlerdi.

PTT’den Galatasaray’a geçtiğinizde transfer bedeli ne kadardı?

O zaman ben Galatasaray’dan 3 seneliğine 225 bin lira almıştım.

Bu, o zamanın şartlarında bir futbolcu için iyi para mıydı?

Tabii. O zaman başkaları bu kadar kolay para kazanmıyordu. Günümüzde sadece futbolcular değil, futbolun içindeki diğerleri de çok paralar kazanıyorlar. Hattta futbolculardan daha çok para kazananlar var. Mesela televizyonlarda program yapanlar.

Galatasaray’a gittiğinizde bir bocalama devresi yaşadınız mı?

Asla yaşamadım. Aksine kolay uyum sağladım. İşin ilginç yanı büyük risk almıştım. O sene benim de hayran olduğum, Türkiye’nin bir daha yetiştiremeyeceği Metin Oktay abimiz futbolu bırakmıştı ve ben aynı isimle Galatasaray’a transfer olmuştum.

Yani sizden beklenen Metin Oktay’ın yerini doldurmanız mıydı?

Tabii. Zaten üç yıl üst üste şampiyon olduğumuz dönemde en fazla golü ben atmıştım. Üstelik PTT’de yılda ancak iki, bilemediniz üç gol atardım.

Galatasaray’da o yıllarda önemli futbolcular olarak kimler vardı?

PTT’den üç futbolcu gelmiştik. Avni abi, Tuncay ve ben… Kalede Yasin ve Nihat vardı, ikisi de çok iyi kalecilerdi. Sağbek Ekrem vardı, onu da Ankara’dan tanırdım. Anlayacağınız takımda yabancılık çekmedim. Mesela Uğur abi, Ayhan abi, Muzaffer abi vardı. Büyük Mehmet, Gökmen, Çilli Mehmet… Kısacası kadromuz çok iyiydi…

O yıllara baktığınızda… Şimdiki futbolla o zamanları mukayese eder misiniz?

Çok açık ve net söyleyeyim: Sistem sporcunun ahlâkını nasıl bozduysa, medya da taraftarın oyun izleme zevkini elinden aldı. Mesela 12. adam hikâyesi! Bizim zamanımızda 12. adam diye bir şey yoktu. Seyirciyi farklılaştırdılar. Bence dinde yobazlık neyse futbolda da fanatizm odur.

Sizin zamanınızda Fenerbahçe-Galatasaray maçlarında şimdiki gibi ürküten bir gerilim olur muydu?

O zamanlar taraftarlar maçları birlikte, yan yana izlerdi. Kavga olmazdı. Biz futbolcular arasında da büyük kardeşlik vardı. Mesela benim yakın arkadaşım, aynı zamanda aile dostumuz karşımda oynayan Fenerbahçeli Serkan’dı. Eşi Ayşecik ile benim eşim yakın arkadaştı. Ama sahaya çıktığımız zaman karşılıklı mücadelimizi yapardık…

Şimdi her şey çok farklı öyle değil mi?
Elbette… Futbolcular yan yana görüldükleri zaman bile sıkıntı oluyor…

O zaman da şike var mıydı? Size şike teklif edildi mi?

Bana teklif edemediler. Ama bazı şike olaylarına tanık oldum… Üç türlü şike vardır. Para şikesi, hatır şikesi, insanların zaaflarından yararlanılarak yapılan şike… Futbolda şike, doping, mafya, kumar, ırkçılık, küfür, şiddet yoktur diyen yalan söyler. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda olmaması mümkün mü? Kara paranın döndüğü bir ortamda mafyanın olmaması mümkün mü?

Peki, futbolda şike var mıdır?

Kesin vardır… Sporda bir batakhane var günümüzde.

Nasıl görüyorsunuz şu anda ülke futbolunu?

Futbolcular bir batakhanede yüzüyorlar… Bu bataklığın şiddet yasası ile kurutulması mümkün değil… Ancak spor yasası ile çözümlenebilir. Şu anda spor bir meslek olarak bile tanımlanmıyor ülkede.

Sendikaya gelirsek, futbolda sendikalaşma hareketini ilk başlatan sizsiniz. Öyle değil mi?

Evet, 70’li yıllarda başlattık. Futbolcuların bugünlerini ve yarınlarını yöneticilerin iki dudağının arasından almak amacıyla başlattık. Amaç, sporcuların tribünlere saygılı, emeğine saygılı, onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak; geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almak. Mesela ben jübilee yapmadım…

Bu sendikalaşma hareketine karşı çıkanlar oldu mu?

Karşı çıkan olmadı ama beni Galatasaray’dan kovdular. Onlara göre sporcuları galeyane getiriyorduk!

Peki, geriye dönüp baktığınız zaman, böyle bir hareketin Türk futboluna faydalı olduğunu düşünüyor musunuz?

Kesinlikle! Günümüzde sporcular bu konuda biraz aydınlandıysa, bu biraz da bizim verdiğimiz mücadele sayesinde oldu.

Burada şunu belirtmek isterim: Naçizane görüşüm, Türkiye’de futbol belli takımlar üzerinden oynanıyor. Süper Lig, aslında çokları için üç İstanbul takımından ibaret… Ama örneğin 102 yıllık Ankaragücü perişan durumda, futbolcularına öğle yemeği çıkaracak kadar bile parası yok. Ve işin ilginç yanı, böylesine köklü bir kulübün neden bu duruma geldiğini kimseler sorgulamıyor. Doğru mudur?

Doğrudur. Günümüzde sermaye kesimi sporu rasyonalize etmek, kulüplerin yapısını değiştirmek istiyor. Yakın zamanda ülke kulüplerinin isimierinin önünde şirket isimleri görürseniz şaşırmayın. İşte bakın, o tarihi stadın ismi bir anda Fi-Yapı İnönü Stadı olmadı mı? Bugün üç İstanbul takımının borcu 1 milyar Euro’nun üzerinde… Oysa başlarında ülkenin önemli iş adamları var. Neden şirketlerini değil de kulüplerini borçlandırıyorlar?

Peki, ama biz bu gösterilen borçların doğru olup olmadığını nasıl bileceğiz?

İşte bu yüzden spor yasası çıkmalı ve yasa yönetmeliklerle düzenlenmeli; kulüpler de mutlaka bağımsız denetim kuruluşları tarafından denetlenmeli. Tribünlere oynayan, kulübünü borçlandıran, sözde “iş bitiren” yöneticilerin devri kapanmalı. Bugün kulüplerimizi yönetenlerin çoğu kendi reklamlarını yapmak, ön plana çıkmak amacıyla orada bulunuyorlar; asla spor olsun diye değil!

 

Bu söyleşi ilk kez 12 Mayıs 2012 tarihinde yayınlanmıştır…

Ziya Adnan

25 Ağustos 2012

MetinKurt4-min

Arsenal günlükleri: Kasım sıkıntısı biterken…

Arsenal günlükleri: Kasım sıkıntısı biterken…

Uzaklardan…

“Daha önce bir kez öldüm, aylardan kasımdı” demiş Amerikalı şair Anne Sexton. Malum, hüzün ayıdır kasım, artık çok eskide kalmıştır yaz, şairin dediği gibi erken iner karanlık, yağmur yağar inceden. Arsenal teknik direktörü Arsene Wenger’in de hiç sevmediği aymış, Opta’nın düzenlediği aylara dağılmış puan hanesine şöyle bir göz atınca şaşırmadık. 1996 senesinin kasımında göreve gelen Wenger’in belalısı kasım ayı. Öyle ki Arsenal son 19 sezonda en az puan ortalamasını hep kasımlarda yakalamış. Mart aylarında takımın puan ortalaması 2,22 iken kasım aylarının ortalaması 1,60. O süre içinde sadece dört sezon hüzün ayını yenilgisiz kapatmış Arsenal, en fazla hüsranları hep güz zamanlarında yaşamış…

Londra’nın kara kışa hazırlandığı, insanların kış renklerine büründüğü zamanlarda Kuzey Londra… Şampiyonlar Ligi’nde kazanılan tek maç ve puan kayıpları ile geçen sıkıntılı bir kasım ayından sonra, Arsenal kendi evinde, lige kim bilir kaçıncı sezonda tutunmaya çalışan Sunderland karşısında. Bu sezon oynadığı 14 maçta sadece üç kez galip gelebilmiş kırmızı beyazlılar. Ancak onlardan kötüsü de var, Aston Villa sadece bir maçı üç puanla tamamlamış. Premier Lig tarihinde Sunderland deplasmanda Arsenal’i hiç yenememiş. En son Arsenal deplasman galibiyeti 1983 senesinin kasım ayında…

Arsenal cephesinde en büyük sorun takımdaki sakatların fazlalığı. Son 10 sezonda Premier Lig’in en fazla sakatlık yaşayan takımı bu sezonda da geleneği bozmuyor. İlk 11’in değişmezleri olan Coquelin, Cazorla, Wilshere, Walcott ve en önemlisi geçen hafta Norwich City maçında sakatlanan Sanchez. Sadece Arsenal’in değil, Premier Lig’in yıldızı Şilili forvetin sahada yer almadığı maçlarda yokluğu fazlasıyla hissediliyor…

Madem konusu açıldı, takımda her sezon yaşanan sakatlıkların nedenini “Gulliver Teorisi”ne bağlayanların da görüşüne kulak verelim. Teoriye göre, ufak tefek, kısa bacaklı futbolcularda kas sakatlıkları daha fazla görülüyor. Kısa boylu topçuların, kendinden fizik olarak daha güçlü rakiplerine karşı yan ve dikey hareketlerde daha fazla efor sarf etmesinin kaslarda aşırı gerilme yarattığı, zorlamaların kas sakatlıklarına yol açtığı vurgulanıyor. Arsenal takımına ve her sezon yaşanan sakatlıklara bakınca, yabana atılmayacak teori. Hele de takımın iri futbolcuları Olivier Giroud ve Per Mertesacker’in diğerleri kadar fazla sakatlık yaşamadıklarını düşününce. Takımda yer alan orta saha ve hücum oyuncularının boy ortalamasının, Premier Lig ortalamasının dört santim altında olduğunu, spor sakatlıkları üzerine yazılan kitaplarda kısa boylu futbolcuların sakatlanma olasılığının daha yüksek olduğunun vurgulandığını hatırlatalım. Mükemmel fizyoterapi sitesi physioroom.com’un verilerine göre Arsenalli topçular bu sezon 23 farklı sakatlık yaşarken, bu sayı Manchester City’de 35, Manchester United’da 30, Liverpool’da 24, Tottenham Hotspur’da 20 ve Chelsea’de 18…

Takımın kadro derinliğinin kısıtlı olması da sakatlıkları tetikleyen faktörlerden. Bu sezon takımdaki 9 futbolcu 15’den fazla maçta forma giymiş. Bu sayı ligin zirveye oynayan takımlarından City, Liverpool ve Tottenham’dan daha fazla. Hele de Sanchez’in yaz aylarında fazla dinlenme fırsatı bulamadan sezona başladığını, her maçta takımdaki yerini aldığını düşününce…

Taraftar ocak ayı transfer döneminde kadroda yeni yüzler görmek istiyor ama Wenger, ara transfer döneminde yapılan transferlerin verimli olmadığını düşünenlerden. Üstelik haksız da sayılmaz, çünkü Şubat 2009’da takıma katılan Andrei Arshavin, Ocak 2006’ın takviyesi Emmanuel Adebayor, Ocak 2004’ün transferi Jose Antonio Reyes örnekleri ortada…

 

Bu maçtan önce haftanın açılış maçında Manchester City’nin Stoke City deplasmanında üç puan bırakması zirve yarışında Arsenal adına iyi fırsat. Ama iyi başlamıyor ev sahibi, hücumda Sanchez’in ve Wallcott’un eksikliği fazlasıyla hissediliyor. Kanatları kullanamayan Arsenal, pozisyon üretmekte yetersiz bu yarıda. 59.637 taraftarın yer aldığı tribünlerde homurdanmaların başladığı zamanlarda, bir maçta daha Mesut çıkıyor sahneye, müthiş ara pasını Joel Campbell ağlara yolluyor. Geçenlerde bir basın toplantısında Mesut hakkındaki düşüncelerini soranlara, “Böyle bir futbol dehasını izlediğiniz için kendinizi şanslı sayın” demişti Wenger. Katılmamak elde mi? Sonra ilk yarının bitimine saniyeler kala hak ettiği golü buluyor Sunderland. İlk yarı 1-1…

İkinci yarıda yine topa sahip olan ama oyuna genişlik kazandıramayan Arsenal 63. dakikada ikinci golü buluyor. Ramsey’nin ortasına kafayı vuran Giroud. Golden sonra Wallcott’un oyuna girmesiyle hareketleniyor takım. Sahanın en iyisi yine Mesut. Son saniyelerde Ramsey’nin ayağından bulduğu golle zorlandığı maçı kazanıyor Arsenal.

Ve o maçtan kısa süre sonra, Şampiyonlar Liginde var olma maçında Atina’da Olympiakos’u farklı yenip guruplara kalıyor Wenger’in talebeleri. 1998’den beri ilk defa o coğrafyada maç kazanmışlar. 2003-2004 sezonundan beri geleneği bozmadan her sezon Şampiyonlar Liginde guruptan çıkmayı başarmaları takdire şayan. Bir de şu kasım sıkıntısı olmasa!

Ziya Adnan

10 Aralık 2015

 

Premier Lig takımlara göre sakatlık sıralaması

t1

Kaynak: www.physioroom.com

t2

 

Arsene Wenger, Sunderland maçından sonra basın toplantısında…

İyi ki varsın Premier Lig…

İyi ki varsın Premier Lig…

Uzaklardan…

Sen doğduğunda ben 32 yaşındaydım. Takvimler 1992 senesinin Mayıs ayını gösteriyordu. O senenin Haziran ayında, finalde Almanya’yı 2-0 yenen Danimarka, Avrupa Şampiyonası’nı kazanmış; Ada futbolu 1985’de yaşanan Heysel faciasının karanlık izlerini silmeye çalışıyordu. 70’li ve 80’li yıllarda Avrupa sahalarında esip kükreyen İngiliz takımları sessizliğe bürünürken, holiganizm illetinin derin yaralarını taşıyan, tribünleri dolmayan ürkütücü statlarda keyif vermeyen maçlar oynanıyordu.

“Serie A” ve “La Liga” izlenme oranları ve kulüp gelirleri ile Ada futbolunu eziyor; o dönemin yıldız futbolcuları ilk fırsatta kapağı İtalya ve İspanya’ya atıyordu. 17 Temmuz 1991’de İngiltere’de yeni bir lig kurma adına anlaşma sağlanıyor; gazetelerin manşetlerinde ‘London Weekend Television’ (LWT)’nin direktörü Greg Dyke’ın, futbolun 5 önemli kulübü ile hayata geçirmeye çalıştığı anlaşmanın detayları yazılıyordu.
Kurulacak olan yeni lig sayesinde kulüplerin gelirleri artacak; televizyon gelirleri, sponsorluk anlaşmaları ile kulüpler statlarını yenileme fırsatı bulacak ve geleceğe daha güvenle bakacaktı. O dönemki “English 1 Division” ve kurulacak yeni lig arasındaki temel fark, televizyon gelirleri sadece yeni ligde yer alacak takımlar arasında paylaştırılacak olmasıydı. Eski sistemde, televizyon gelirleri tüm takımlar arasında eşit ölçüde paylaştırılıyor; 2. ligde orta sıralarda mücade eden bir takımla, 1. ligin üst sıralarındaki bir takım eşit derecede pay alıyordu.
İngiltere’nin önemli televizyon kanallarından ITV, maçların naklen yayın hakkı için ilk aşamada kulüplere 205 milyon Sterlin önermiş; pazarlıklar sonucu bu rakam 262 milyon Sterlin’e çıkmıştı. O yıllarda Rupert Murdoch’un kurmuş olduğu, abonelerine ücret karşılığında hizmet veren özel televizyon kanalı Sky televizyonu devreye girerken, Tottenham Hotspurs’un başkanlığını yapan iş adamı Alan Sugar’ın tavsiyesi ile naklen yayın ücretini yükseltmişti.
O dönemde ‘big five’ olarak bilinen beş büyük kulüpten (Manchester United, Liverpool, Tottenham, Everton, Arsenal) dördü ulusal televizyon kanalı ITV’nin teklifine olumlu bakarken, sadece Tottenham Hotspurs’un başkanlığını yapan Alan Sugar, Sky televizyonuna destek verdi. Adının baş harflerinden yarattığı ‘Amstrad’ (Alan Michael Sugar Trading) elektronik şirketi, Sky televizyonu ile ticari anlaşmaları ve Sky’ın çanak antenlerini üretmesi ile tanınmıştı. Haliyle bu girişime destek vermesi boşuna değildi…
Beş kulübün dışında kalan kulüpler, maçlarını ulusal kanalda düzenli olarak yayınlama sözü veren ITV’nin teklifini sıcak karşılamıştı. Sky televizyonu ise bu konuda herhangi bir güvence vermiyordu.
Neticede konu mahkemeye taşındı ve yeni bir futbol liginin kurulmasının önünde bir engel olmadığı, ülkenin Futbol Federasyonu’nun bağımsız olduğu kararına varıldı. Naklen yayın ihalesi süresince, İngiltere Futbol Federasyonu’nun rızasını alma adına, Arsenal kulübünün o dönem başkanlığını yapan David Dein’in Federasyon yetkilileri ile görüşmelerde bulunduğu bilinir.
***
Bazıları şiddetle karşı çıksa da o sene yeni bir yapılanma ile 104 senelik İngiltere Lig statüsü değiştirildi ve 22 takımın katılımı ile yeni bir lig kuruldu. Şimdilerde alt liglerde eski günlerini özleyen Coventry City, Crystal Palace, Ipswich Town, Leeds United, Middlesbrough, Nottingham Forest, Oldham Athletic, Sheffield United, Sheffield Wednesday, Southampton, Wimbledon, Luton Town, Notts County ve West Ham United o takımlar arasındaydı.
***
Premier Lig, aradan geçen 20 sene içinde, dünya futbolunun en görkemli sahnesi haline geldi; üstelik izlenme oranlarında Bundesliga hariç Avrupa’nın diğer liglerine fark atarak… Geçtiğimiz sezon maç günleri statların doluluk oranının %92,2 olduğunu belirtmek gerekir. Günümüzde İngiltere’nin en büyük bankası Barclays Bank’ın sponsorluğunu yaptığı ligin beş senelik yayın haklarını 2008-09 sezonunun başında Sky Televizyonu 2 milyar Sterlin karşılığında kazandı. Dünyanın 212 ülkesinde 643 milyon izleyici tarafından izlenen ligin en fazla şampiyon olmuş takımı, 12 şampiyonlukla Manchester United… Kaderin cilvesi, Premier Lig’in kuruluşundan önce yalnız Ada futbolunda değil Avrupa arenalarında da esmis kükremiş Liverpool’un ise Premier Lig şampiyonluğu bulunmuyor. Ligde şimdiye kadar şu beş takım şampiyonluk yaşadı: Manchester United (12), Arsenal (3), Chelsea (3), Blackburn Rovers (1) ve son şampiyon Manchester City.
İngiltere’nin turizm ile ilgili istatistiksel bilgilerini tutan VisitBritain sitesine göre, 2010-11 sezonunda Premier Lig maçlarını statlarda izlemek için ülkeye gelen yabancı futbolsever sayısı 750.000 civarında… Ülkede bulundukları zaman içinde kişi başına harcadıkları rakam 766 Sterlin…
***
Hafta sonu başlayacak olan Premier Lig bu sezon kuruluşunun 20. senesini kutlayacak…
Kendi adıma izlemekten keyif aldığım, futbolun en görkemli sahnesine geçen yıllar içinde bize verdikleri için teşekkür ederim.
Dünyanın dört bir yanında futbolu sevenlere o zaman diliminde izlettiği nice keyifli maçlar, nice unutulmaz futbol şölenleri için… Çocukken sevdalandığımız o güzelim oyunun en acar, en afili, en yetenekli yıldızlarını (Thierry Henry, Cristiano Ronaldo, Ryan Giggs, Van Persie, Didier Drogba, Dennis Bergkamp, Gianfranco Zola, Wayne Rooney, Ruud van Nistelrooy, Eric Cantona, Alan Shearer, Michael Owen ve diğerleri) hangi coğrafyada olursak olalım sayesinde izleyebildiğimiz için… Futbola ve onlara dair anlatacak nice güzel hikâyeleri, heyecanlı serüvenleri yazma fırsatı verdiği için…
Bizden sonra gelecek nesillere futbolu sevdirdiği için…
Teşekkür ederim.
Kendi ülkemde futbolun giderek darbukalı, bıçaklı, bol kavgalı ve karşılıklı çemkirmeli sefil bir düğünü andırdığı, aklı başında futbolseverin futbola sırtını döndüğü zamanlarda yazdım bu yazıyı…
Gönül isterdi ki benim ülkemde de futbol adına içinde iddianame, savcı, şike, teşebbüs, belediye, başkan, yayıncı kuruluş, hapishane kelimelerinin geçmediği yazılar yazılabilsin.
Gönül isterdi ki geçen sezon bir gecede kimselere danışmadan Malta’dan ithal ettiğimiz “Play-off” saçmalığının yerini izlemekten keyif aldığımız futbol şölenleri alsın… Ama ne yazık ki giderek üçüncü sınıf bir filmin senaryosunu hatırlatıyor ülke futbolu… Elle tutulacak bir yeri kalmamışken varsa yoksa yedi tepeli şehrin üç takımının sandalcı kavgaları… Oysa artık bir anlasak, maç günleri statları dolmayan, rekabetsizlikle lanetlenmiş futbolun ilerlemesinin asla mümkün olmadığını…
O yüzden kuruluşunun 20. yılında, nice senelere Premier Lig…
İyi ki doğdun, iyi ki varsın…
Ziya Adnan
19 Ağustos 2012
2012PremierLig

Futbol şehrindeki olimpiyat…

Futbol şehrindeki olimpiyat…

Uzaklardan…

Hiçbir şeyin değişmediği, ama her şeye alıştığımız, Olimpiyat ruhunu unuttuğumuz zamanlarda Servet Tazegül, Nur Tatar, Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut yaralı ruhumuza pansuman oldu…

Takvim yaprakları 27 Temmuz 2012’yi gösterirken, 2012 Londra Olimpiyat Oyunları “28 Days Later”, Slumdog Millonaire”, “Trainspotting” filmlerinin yönetmeni Danny Boyle’un o müthiş gösterisi ile sahne aldı. Doğu Londra’nın göçmen mahallesi olarak bilinen Stratford semtinde, 427 milyon Sterlin’e mal olmuş Olimpiyat Stadı, uzun süre hafızalardan çıkmayacak o şölenin açılışına ev sahipliği yaparken, 20 Ekim 1956 doğumlu dahi İngiliz, yönetmenlik kariyerinin en önemli eserini sahneye koyuyordu. Hazırlığı 7 sene sürmüş, 27 milyon Sterlin’e mal olan, 15 bin gönüllünün yer aldığı o görsel şöleni televizyon ekranında izlerken keşkeler geçti içimden.

Anlatayım… Geçen yazdı. Bir arkadaşım Olimpiyat biletlerinin satışa çıktığını, açılış töreninin biletlerinin de satıldığını söylediği zaman, sporun kalbinin attığı bu şehirde nicedir yaşamış olmanın verdiği rahatlıkla davranmıştım. Öyle ya, acelesi yoktu; nasılsa bulunurdu bir kaç bilet. Zaten futbol sezonu da başlamıştı. Sevinçli bir telaş içinde unutuldu gitti Olimpiyat meselesi; ta ki gazetelerde biletlerin tükendiğini okuyana kadar. Of… Of! Stada çok da uzak olmayan bir mekânda o şöleni izlerken gel de kahrolma…

İngiltere Kraliçesi’ni, James Bond Daniel Craig’i, dahi komedyen Rowan Atkinson’u, David Beckham’ı bir araya getiren, artık aramızda olmayanları da unutmamış o mükemmel gösteri 27 tonluk çanın sesiyle açılırken, o görkemli stadı dolduranlar bir ömürde ancak bir kere yaşanabilecek bir açılışa tanıklık ediyordu. 204 ülkenin katıldığı, ülkeye 10 Milyar Sterlin civarında kazandırması beklenen Londra Olimpiyatı 1948’den 56 sene sonra bir kez daha bu spor şehrinde hayat buldu. Dünyaya televizyonu, radyoyu, penisilini, interneti, unutulmaz müzisyenleri, futbolu armağan etmiş bir ülkenin başkenti, tarihinde üçüncü kez Olimpiyata ev sahipliği yapıyordu.

O görsel şöleninin içinde, tüm dünyanın gözleri önünde, kendi kraliçelerini bile ti’ye almaları gülümsetti doğrusu. Tam da o helikopterden Bond’un atlamasını beklerken! Sanırım kendilerinden çok emin olan ulusların, ileri demokrasinin cesaret edebileceği bir gösteriydi izlediğimiz. Çakma kraliçe uzun paçalı donuyla aşağıya doğru süzülürken, bir an için bu durum bizde olsa diye geçti içimden. Düşünsene, bir devlet büyüğüyle bu şekilde… Hem de dünya âlemin gözü önünde… Karikatürünü çizdiği için gazeteciyi mahkemeye veren bir başbakanın ülkesinde. Düşünsene…

***

Ancak o heyecanın içinde televizyon ekranlarına zaman zaman yansıyan boş tribün manzaraları pek yakışmadı Olimpiyat ruhuna. Yana yakıla bilet arayanlar hayal kırıklığı yaşarken, işin aslı sonradan anlaşıldı. Biletlerin yüzde 25’i sponsorlara dağıtılmıştı! Geldiğimiz çağın para delisi düzeninde kurtuluş yoktu anlaşılan sponsorlardan! Bu da Londra’nın eksi hanesine yazıldı…

***

Bilir misiniz, “Olimpiyat Şehri” Londra aslında bir futbol şehridir. Ülke futbolunun, çoğu üst düzey 14 profesyonel takımının yer aldığı şehirde, 80’nin üzerinde amatör lig mevcuttur. Şehirde yer alan stadların içinde 10’u, 10 binin üzerinde kapasiteye sahip olup, amatör kümede mücadele eden Romford’un 1.100 kapasiteli Mill Field Stadı içlerinde en küçük olanıdır. Şehrin en başarılı üç takımı Arsenal, Chelsea ve Tottenham Hotspurs toplamda 84 kupa kazanırken, geçtiğimiz sezon Şampiyonlar Ligi’ni kazanan Chelsea ilk kez futbolun en görkemli kupasını şehrine getirdi.

1879 senesinde kurulmuş Fulham FC, şehrin en eski takımı… Maçlarını oynadığı 25.700 kapasiteli Craven Cottage Stadı siyah-beyazlıların kuruluşundan beri takıma ev sahipliği yapmaktadır. Kuzey Londra’nın Arsenal’i… 2006 senesinde açılmış 60.000 kapasiteli Emirates Stadı maç başına 3 milyon Sterlin’lik geliriyle Avrupa futbolunda ilk sırayı alır. Nicedir Arsenal’in gölgesinde kalmış diğer kuzey Londra takımı Tottenham Hotspurs, 36.230 kapasiteli White Hart Lane Stadı’nı her maçında tıka basa doldurur. Uzaklarda, kötü yönetimler ve iş bilmez ellerde iflasın eşiğine gelmiş Beşiktaş’ın sattığı kombine sayısının 3.500 civarında olması ise aradaki farkı anlatır…

Geçtiğimiz sezon sonunda doğu Londra’nın köklü takımı West Ham United’ın ülkenin en üst ligine dönmesiyle, 2012-13 sezonunda Premier Lig’de 6 takımla temsil edilecek Londra’da bir sezonda 20 derbi oynanacak.

League One’dan (3. Lig) Championship’e terfi eden Charlton Athletic’in maçlarını oynadığı The Valley Stadı’ndaki taraftar ortalaması 17.429, güney Londra takımı Crystal Palace’ın Selhurst Park Stadı’ndaki taraftar ortalaması 15.219, Ada futbolunun hırçın takımı Millwall’un The Den Stadı’ndaki taraftar ortalaması 11.484…

Alt liglerde yer alan üç takımı, geçtiğimiz sezon evlerinde oynadıklari maçlarda 1 milyonun üzerinde taraftarın izlemiş olması, bizdeki inanışın aksine her takımın kendi taraftarı için büyük olduğunu anlatır… (Kaynak: www.emfootball.co.uk).

İngiltere Ulusal Takımı’nın maçlarını oynadığı, 2007 senesinde açılan ve 783 milyon Sterlin’e mal olan 90.000 kapasiteli Wembley Stadı, Olimpiyata ev sahipliği yapan statların arasında yerini almıştır.

***

Ülke futbolunun gırtlağına kadar pisliğe gömüldüğü, adaletten, eşitlikten, temizlikten umudumuzu kestiğimiz günlerde başladı Londra Olimpiyat Oyunları… Artık içinden çıkmakta zorlandığımız şike sürecinin anlamını yitirdiği, hiçbir şeyin değişmediği, ama her şeye alıştığımız, Olimpiyat ruhunu unuttuğumuz zamanlarda… 1908 ve 1948’den sonra üçüncü kez o futbol şehrinde. Servet Tazegül, Nur Tatar, Aslı Çakır Alptekin ve Gamze Bulut, yaralı ruhumuza pansuman niyetine…

Ziya Adnan

12 Ağustos 2012

2012LondonOlympics

Alkışlar dindiğinde…

Alkışlar dindiğinde…

Uzaklardan..

1994 senesinin yazıydı…

24 takımın katıldığı Dünya Kupası Amerika Birleşik Devletlerinde oynanacak, Afrika takımları tarihte ilk defa turnuvada üç takımla boy gösterecekti. Nijerya, Kamerun ve Fas dünya futbolunun devlerine kafa tutacak, güzel ve yalnız ülkemin takımı bir turnuvada daha yokları oynayacaktı. Bizimle beraber turnuvayı uzaktan izleyenler arasında İngiltere, Fransa, Macaristan ve İskoçya da vardı. 1938 senesinden sonra Britanya adalarının iki takımı İskoçya ve İngiltere ilk kez dünya futbolunun en büyük şölenine katılma hakkını kazanamamıştı. İki takıma nazire yaparcasına, Serbest İrlanda’nın mütevazı yeşilli takımı üst üste ikinci kez bu en görkemli turnuvada Britanya’yı temsil edecekti.

D Grubunun açılış maçında Arjantin, Yunanistan’ı rahat bir oyundan sonra 4 golle geçmiş, gözler grubun ikinci maçına çevrilmişti. Takvimler 24 Haziran 1994’ü gösterirken, turnuvanın figüranı olarak nitelendirilen Nijerya, Dallas’ta Hristo Stoichkov’lu Bulgaristan karşısına çıktı. Maçın 21. dakikasinda,  Daniel Amokachi’nin sağ kanada açtığı topla buluşan Finidi George topu ceza sahasına kesti. Nijerya’nın 9 numaralı 1.90’lık forveti topu Bulgaristan ağlarına gönderirken, bu gol Nijerya Milli Takımının dünya kupalarındaki ilk golü olarak futbol tarihine geçiyordu. O golden sonra uzun süre konuşuldu golü atan uzun siyahi forvetin sevinci. Kale ağlarına sıkı sıkı sarılırken adını haykırışı, o turnuvanın belleklere kazınan unutulmaz anılarından bir olarak kalacaktı.

O maçı 3 golle kazanan Nijerya, bir sonraki maçta Arjantin’e 2-1 yenilecek, grubun son maçında Yunanistan’ı 2 golle geçerek grubunu gol averajıyla Arjantin’in üstünde ilk sırada tamamlayacaktı.

İkinci turda Nijerya’nın karşısında turnuvanın güçlü takımlarından, teknik direktörlüğünü Arrigo Sachi’nin yaptığı İtalya vardı. Normal süresi beraberlikle biten maçı İtalya unutulmaz golcü Roberto Baggio’nun 102. dakikada attığı golle kazanıyor, Nijerya turnuvadan eleniyordu.

İlerleyen zamanlarda, Nijeryalı 9 numara o turnuvada attığı gol sonrası sevinci ile hatırlanacaktı…

***

O dünya kupasından sonra yıldızı parlayan 9 numara, Yunanistan’ın köklü takımı Olympiacos FC’ye transfer oldu. Ancak zaman içinde takıma uyum sağlayamayınca soluğu İspanya’nın Sporting de Gijón takımında aldı. Burada da kalıcı olamayan forvet, 1997 senesinde Portekiz’in Vitória F.C, sonrasında FC Zürich ve Club Athlétique Bizertin takımlarına gitse de Avrupa arenalarında umduğunu bulamadı.

***

1998 senesinin yazında, Fransa’da hayat bulan dünya kupasında bir kez daha yerini aldı Nijerya ve 9 numaralı forvet… Nijerya, grup maçını İspanya’yı 3-2 yenerek kazanıyor, oyuna ikinci yarının ortalarında giren forvet, gol sevinci yaşayamıyordu. Ekranları başına kilitlenenler, o unutulmaz gol sevincine bir kez daha şahit olamamıştı.

Grubun ikinci maçında, Bulgaristan karşısında yine galip gelen Nijerya ikinci tura yükseliyordu. 9 numara golünü atamamıştı ama takımı ikinci turda Danimarka karşısında yer alacaktı. Ama işler beklendiği gibi gitmedi. Bir kez daha ikinci turda elendi Nijerya. Bu kez Danimarka’nın kaptanlığını unutulmaz Michael Laudrup’un yaptığı maçta…

Nijeryalı forvet bu görkemli şölende bu kez umduğunu bulamamıştı…

***

23 Ekim 1963 tarihinde Kaduna’da doğan futbolcu, Nijerya’nın önemli kulüplerinde forma giymiş; 1981 senesinde UNTL Kaduna takımında başlayan profesyonel futbol kariyerinde Shooting Stars of Ibadan ve Portekiz’in Victoria de Setubal takımlarında yıldızı parlamış; 1993 senesinde Afrika futbolunun en iyisi seçilmişti. 41 yaşında futbolu bıraktığında, Nijerya futbolunun yetiştirdiği en önemli futbolculardan biri olarak hatırlanacaktı. Milli takımda 58 maça çıkmış, 37 gol kaydetmişti. Ülkesini, ikisi dünya kupası olmak üzere beş önemli turnuvada temsil etti.

Futbol kariyeri boyunca 14 takımın formasını giymiş, 1981 senesinde başlayıp, 2004’de son bulan futbol macerasında bir kez “African Footballer of the Year” ödülünü kazanmıştı. Nijeryalı defans oyuncusu Sunday Oliseh, kişisel web sitesinde, “Gelmiş geçmiş en iyi Afrikalı futbolculardan biri” olarak tanımlıyordu eski takım arkadaşını…

***

Geçtiğimiz aylarda, takvim yaprakları 4 Mayıs 2012’yi gösterirken onun aramızdan ayrıldığını yazdı gazeteler. Bir süreden beri sağlık sorunları yaşıyor, zor şartlarda hayata tutunmaya çalışıyordu.  Yazılanlara göre son zamanlarında kendini eve kapatmıştı; akli dengesi yerinde değildi. Sahip olduğu hemen her şeyi yakmıştı. Ibadan’da bir hastane odasında hayata gözlerini yumduğunda ne bankada parası vardı, ne de etrafında sevenleri… “Onu yalnızlık ve depresyon öldürdü” diyordu tanıyanlar. Yalnızlık, kimsesizlik, terk edilmişlik, ölümü hatırlatan ne varsa o acı sonu hazırlamıştı. Perdeler kapanıp, alkışlar dindiğinde unutulmuş nice yıldızlar gibi o da yoksulluk içinde kayıp gitti…

O mayıs sabahı, henüz 48 yaşında aramızdan ayrıldı Rashidi Yekini. Ondan geriye, 1994 Dünya Kupasında Bulgaristan’a attığı gol sonrasında ağları yırtarcasına sarsarken çekilen o unutulmaz fotoğrafı kaldı…

Zıya Adnan

5 Ağustos 2012

RashidiYekini

Ülke Futbolu: Katar’dan Önceki Son Durak!

Ülke Futbolu: Katar’dan Önceki Son Durak!

Uzaklardan… 

Beşiktaş’ın sekiz senelik Demirören döneminde kontrolden çıkmış borcunun açıklandığı sıkıntılı günlerde, yedi tepeli şehrin diğer savurgan takımlarının “flaş” transferlerini açıkıyordu ülke medyası. Tarihinde Premier Lig şampiyonluğu bulunmayan, geçtiğimiz sezonu 8. sırada bitirmiş Liverpool’un kadrosuna girmekte zorlanan, sezon başlamadan 32 yaşına basacak olan Hollandalı, Fenerbahçe ile üç sezonluk sözleşme yaparken sezon başına 2,85 milyon Euro, üç yılda yaklaşık 10 milyon Euro kazanacaktı. Sözleşmenin detayında, Fenerbahçe’nin futbolcuya ayrıca maç başına 17.500 Euro prim vereceği de yazıyordu.

Ada takımının 2006 senesinde Feyenoord’dan transfer ettiği forvet/sağ kanat oyuncusu Liverpool’da 6 sezonda 208 maça çıkarken 51 gol kaydetti. Çalışkan ve iyi niyetli olmasına karşılık, çoğu kez gol yollarındaki becereksizliği nedeniyle eleştirilirken, Ada basını bu transferi “Bonkör Türkler”, Hollanda basını ise “Bu parayı Feyenoord veremezdi!” başlıkları ile duyuruyordu. Bir transferde daha kesenin ağzını açtı bizimkiler, bonservis bedelinin düşük olduğuna inanarak. Oysa transfer dediğin ucuza alıp pahallıya satabilme becerisiydi. Ekonomi profesörü Arsene Wenger’in sürekli yinelediği gibi, yakın gelecekte Avrupa’nın transfer konusunda “beceriksiz” kulüplerinin başı hayli ağrıyacaktı.

***

Velhasıl ülkem basını 1 milyon Sterlinlik bonservis bedelini uygun bulmuş olmalı ki, kimseler sorgulamadı 32 yaşındaki bir futbolcunun önüne konan servetin büyüklüğünü, sarı-lacivertlilerin anlaşılmaz bonkörlüğünü. Üstelik son sezonlarda har vurup harman savuran, mali tablosundaki açık nedeniyle gelecek sezon Avrupa kupalarından men edilmiş, köklü tarihinin en onur kırıcı yenilgisini almış siyah-beyazlı örneği yüzümüze öylece bakarken… Bir transfer sezonunda daha anladık ki ülke takımları geçmişten ders almamakta kararlıydı. Alışmıştık, memleketin sonu hep kötü biten transfer hikâyelerine. Alışmıştık, yiğidin kamçısının altında inim inim inlemeye. Kimleri görmemiştik ki havaalanlarında bin bir şatafatla karşılanan ve bir, bilemedin iki sezon sonra sessiz sedasız ülkesinin yolunu tutan…

Hatta kimileri, “Dünya yıldızı uçan Hollandalı Fenerbahçe’de” başlığıyla duyurdu bu transferi. Avrupa’nın hiçbir kulübünden alamayacağı parayı, ülkem takımından alacak olan Kuyt havalara uçmuştur elbet. Ve görünen o ki, ülke futbolu Katar’dan bir önceki durak olma yolunda emin adımlarla ilerlemektedir. Liverpool taraftarlarının, “İşçi sınıfının kahramanı” olarak sevdiği Kuyt gelecek sezon ülkemde top koşturacaktır, müjdeler olsundur!

***

Montpellier olmak varken…

Bu transferden bir ay kadar önce, Fransa…

Geçtiğimiz sezonunun sonunda, ülkenin güneyinde, Languedoc-Roussillon bölgesinde yer alan o küçük şehrin (nüfusu 255.080) takımı şampiyonluğunu ilan etti. Ülkenin ancak 8. büyük şehri olan Montpellier, öğrenci nüfusunun yoğunlugu ile bilinirken, şehrin 1974 senesinde kurulmuş takımı Montpellier HSC, tarihinde ilk kez ülkenin en üst liginde şampiyonluk kupasını kaldırıyordu. 2009-2010 sezonunu 5. sırada bitiren takım, 2010-2011 sezonunu 14. sırada tamamlıyor, bir sonraki sezonda ise ülke futbolunun devlerini geride bırakıyordu.

Tarihinde Laurent Blanc, Roger Milla, Carlos Valderrama gibi yıldızların forma giydiği takımın teknik direktörlüğünü, 2009 senesinden beri René Girard yapıyor. Maçlarını oynadığı 32.900 kapasiteli “Stade de la Mosson” ancak büyük maçlarda dolarken, 18 bin taraftar ortalaması ülke futbolunun devlerinin hayli altında…

Ligi Montpellier’in üç puan gerisinde, 2. sırada bitiren Paris Saint-Germain’in 48.712 kapasiteli stadı “Parc des Princes” hemen her maçta dolarken, takımın sezon ortalaması 42.892’yi buluyor. Ülke futbolunun devleri Paris SG, Lyon ve Marsilya’nın hayli altında kalan bütçesine rağmen rakiplerini geride bıraktı Montpellier; başarının sadece para ve dudak uçuklatan transfer hikâyelerine bağlı olmadığını göstererek…

İşin ilginç yanı, 1974 senesinden beri Fransız işadamı Louis Nicollin’in sahibi olduğu takımın neredeyse tamamının alt yapıdan yetişen futbolculardan kurulmuş olması… Ligi gol kralı olarak bitiren, şampiyonlukta büyük payı olan 1.92’lik Olivier Giroud, 1 Temmuz 2010 senesinde Tours takımından transfer edildi. Aslında bu transfer 2010 senesinin Ocak ayında gerçekleşmiş ve Montpellier, Tours kulübüne iki milyon Euro bonservis ücreti ödemişti. Montpellier, futbolcunun 2009-2010 sezonunun sonuna kadar Tours takımında kalmasına razı oldu. Geçtiğimiz günlerde 12 milyon Sterlin bonservis bedeliyle Arsenal’ın kadrosuna dâhil oldu golcü. İki milyon Sterlin’e aldıkları futbolcuyu iki sezon sonra altı misline satmıştı Fransa şampiyonu…

***

Uzaklarda, her fırsatta Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip olmakla övünen ülkem takımları bir sezon daha kariyerlerinin sonbaharındaki futbolculara çuval dolusu paralar saçarken, o küçük şehrin mütevazı takımı endüstriyel futbola inat rakiplerine kök söktürüyor. Bizde ise “Üç İstanbullu”nun borcu 1 milyar dolara yaklaşırken, bu kara tablonun içine Anadolu takımlarını da kattığınız zaman rakam 1,5 milyar doları buluyor. Türk futbolu yaşı geçmiş, feri sönmüş yabancıların “Katar’dan önceki son durağı” olmakta inatla ve ısrarla diretiyor.

Velhasıl “pastanın çileği”, “uçan Hollandalı” masalları içinde alt yapıları tümden ıskalamış takımlarımız bir Montpellier olmak varken, giderek borca gömülüyor…

Ziya Adnan

29 Aralik 2012

Katar'danOncekiSonDurak

Siyah-beyaz bir istifanın ardından…

Siyah-beyaz bir istifanın ardından…

Uzaklardan…

Ortak bir gazeteci dostumuz vasıtasıyla tanımıştım. O da benim gibi futbola gönül vermişti. Yaşça benden büyüktü, sıkı bir sinema eleştirmeni olduğunu sonradan öğrendim. Hatta bir sohbet esnasında, son yıllarda izlediğim en etkileyici filmin 2004 senesinde Cannes Film Festivali’nde ödül alan Güney Kore filmi “Old Boy” olduğunu söylediğim zaman gülümsemişti. Yarışmadan önce filmi izlediğini, birinciliği alacağını tahmin ettiğini söylemişti.

Futbola gelince… Geçmiş zamanlarda Radikal gazetesinde okurdum yazılarını. Ülkemin alışageldiğimiz taraflı yazarlarından değildi. Farklı bakış açısı, tarafsız yorumlarıyla okumaktan keyif aldığım futbol yazıları yazardı. 2005 senesiydi sanırım, toz duman bir derbinin ardından yazmıştı “Futbol bu değil’ başlıklı yazısını. “Derbiler, derbi olmaktan çıktı. Bir tarafın taraftarı yok. Vahşi bir gerilim var sahada…” cümleleri pek güzel özetliyordu ülke futbolunun perişan durumunu, ama kaç yazar vardı ki meseleye bu pencereden bakabilen. Zaten o yazıdan sonra da düzelmedi derbilerin görüntüsü, gelenek bozulmadı…

***

Beşiktaş’a gönül vermişti, uzun dönemler yönetimlerinde yer almış, İstanbul’un siyah-beyazlı tarihi kulübünü bir Avrupa kulübüne dönüştürmek için mücadele etmişti. 90’lı yıllarda yaşadığı Londra’dan miras, Ada futbolu hakkında yabana atılmayacak bilgiye sahipti. Muhtemel renklerinden olsa gerek, “Fulham” denilince akan sular dururdu. Batı Londra’nın mütevazı takımını yakından takip eder, fırsat buldukça maçlarına giderdi. Onunla sohbet ederken, ülkenin toz duman futbolunun dışına çıkabilmenin, Ada futbolunu, Fulham’ı, Arsenal’ı, Wenger’in bebelerini tartışabilmenin keyfini yaşamıştım.

***

Yakın geçmişte bir Londra ziyaretinde yine bir araya geldik. Spor yazarı eşiyle birlikte gelmişti çok sevdiği, uzak kalınca özlediği futbol şehrine. Beşiktaş’ın yeni direktör arayışına girdiği günlerdi. Hangi teknik direktörleri beğendiğimi sorduğu zaman, geçtiğimiz sezon Swansea’yi çalıştıran Brendan Rodgers’ı, Brighton & Hove Albion’un hocası Gus Poyet’i ve Wigan Athetic’in Martinez’ini takdir ettiğimi, Arsene Wenger’den sonra Arsenal’ın başında Slaven Bilic’i görmek istediğimi söylemiştim. Ancak ülkemde teknik direktörlerden çok alt yapı hocalarına ihtiyaç olduğunu, Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip bir ülkenin o kaynağı ezelden ıskaladığını söylemiştim.

O konuşmadan iki ay kadar sonra Rodgers Liverpool’un başına geçti. Tottenham Hotspurs ise Martinez ile görüşmelere başladığını duyuruyor; sonrasında Chelsea’de kalıcı olamamış Andre Villas-Boas’da karar kılıyordu. Slaven Bilic Avrupa Şampiyonası’ndan sonra Hırvatistan’ı bırakıp Lokomotiv Moskova macerasına başlarken, Tottenham’dan ayrılan Harry Redknapp ise yeni takımını bekliyordu…

***

O hafta Arsenal, evinde Manchester City ile oynuyordu. Hem o maçı, hem de Fulham’ın Chelsea karşısında oynadığı maçı izleyerek döndü yedi tepeli şehrine. Sanırım ikisi de mutlu olmuştu kısa ziyaretlerinden. O günlerde ülke futbolu şike rezilliğiyle çalkanıyor; bir zaman sonra, takımın başkanlığını yapan Demirören, ülke futbolunun başına getiriliyordu. Sekiz senedir başkanlığını yaptığı kulüp borç batağına gömülmüş, üstelik UEFA’dan bir sene men cezası gelmişti. Tarihinin en ağır yenilgisini almıştı siyah-beyazlı takım; zira hiçbir yenilgi bu kadar onur kırıcı olamazdı.

Beşiktaş’ın hal ve gidişini konuşurken, iyiliğin her daim eziyet gördüğü, yeteneksizliğin bolca ödüllendirildiği bir coğrafyada olup bitene uzaklardan bakan niceleri gibi tüm pespayeliğe uzak bir köşeden sessizce bakmayı tercih ettiğini anlamıştım.

Oysa ülke futbolunun bilgili, vizyonu geniş iyi insanlara ihtiyacı vardı. Yönetimlerden, yönetemeyenlereden, haris başkanlardan çok çekmiş, şimdilerde yok olup gitmenin eşiğinde, o unutulmuş sarı-lacivert takımın eski bir sevdalısı olarak bildiğim, o ve onun gibilerin takımlarının yönetimlerinde yer almaları gerektiğiydi.

Hala da değişmiş değildir bu fikrim. O yüzden sevgili Tanıl Bora’nın, Akşit Özkural’ın, Necdet Özkazancı’nın, Ozan Güler’in “Alkaralar”ın yönetiminde yer alması gerektiğine inanırım; ülke futbolunun iyilere, güzel insanlara fazlasıyla ihtiyaç duyduğunu bilerek…

***

Baharın habercisi bir günde, Beşiktaş’ın yeni yönetiminde önemli bir görev üstleneceğini öğrendiğim zaman sevinmiştim. Beşiktaşlı olmadığım halde sevinmiştim. Sadece çok parası olduğu için yönetici koltuğuna oturanlar diyarında, ülke futbolunun onun gibilerine ihtiyacı vardı. Teneke bir kupa adına her şeyi mubah görenlerin yönetimlerde yer aldığı tatsız zamanlarda, temiz futbolu samimiyetle savunan aklı başında bir yöneticinin olması, ülke futbolu adına sevindirici bir gelişmeydi. Arayıp tebrik etmiştim. Her zamanki mütevazı üslubuyla teşekkür etmişti.

***

Geçtiğimiz günlerde, internet sitelerinin birinde Beşiktaş’taki görevinden istifa ettiğini öğrendim. “Taraftarı ve kongre üyesi olduğum Beşiktaş’ta fahri olarak yürüttüğüm, ‘Futbol Takımlarının Yeniden Yapılandırılması Genel Koordinatörlüğü’ ve ‘Futbol Komitesi Üyeliği’ görevimden ayrıldım. İstifamla ilgili spekülasyonları önlemek, konuyu gündemden mümkün olduğunca çabuk kaldırmak ve kapatmak için ilk ve son kez bir açıklama yapmayı gerekli gördüm.” cümleleriyle noktayı koymuştu, takımındaki yaz yağmuru kadar kısa süren macerasına…

Ve İbrahim Altınsay’ın istifasından bir kaç gün sonra, Fikret Orman başkanlığındaki Beşiktaş uzun arayışlardan sonra Samet Aybaba’nın teknik direktörlük görevine getirildiğini duyuruyordu. Hani Gençlerbirliği’nde görev yaptığı dönemde, Mısırlı futbolcu El Saka ile ters düşmüş; Alkaralar’ın durumu protesto etmesi üzerine, “Beni elin Arap’ına tercih ettiler!” şeklindeki ırkçılık sınırına dayanan açıklaması ile şaşırtmış; kariyerinde 14 takımla yollarını ayırmış olan teknik direktör…

Onun Beşiktaş’ta göreve geldiği zamanlarda, geçmişte şu satırları yazan İbrahim Altınsay istifa etmişti: “Ancak ırkçılık sadece siyahları ezerek işlemiyor. Diyarbakırspor sahaya çıktığı zaman ‘PKK dışarı!’ diye bağıracağımıza şu pankartı açabiliyor muyuz: ‘Hepimiz Kürdüz!’”

Ortalama futbol yöneticisinin çok üstünde vasıflara sahip, entelektüel, mütevazı, bilgili ve en önemlisi iyi bir insanın futboldan, sevdalısı olduğu takımından uzaklaştığı zamanlarda yazdım bu yazıyı; Beşiktaş’ın “Feda” sloganıyla yeni sezona hazırlandığı, CAS’ın men cezasını onadığı sıkıntılı zamanlarda… Siyah-beyazlılara doğru yolu gösterebilecek aklı başında bir yöneticinin istifasından sonra yazdım…

Beşiktaşlı olmadığım halde…

Ülke futbolunun iyi insanları fena özlediğı kötü günlerde…

Ziya Adnan

22 Temmuz 2012

IbrahimAltinsay