Ada futbolunda Lig Kupası; bir Bradford rüyası…

Ada futbolunda Lig Kupası; bir Bradford rüyası…
Uzaklardan…

Ada futbolunda, amatör takımlar dahil olmak üzere ilk turuna 758 takımın katıldığı “Federasyon Kupasindan” farklı, sadece 92 profesyonel futbol takımının yer aldığı ‘League Cup” (Lig Kupası) ilk kez 1960 senesinde oynanmıs, bu sezon 53 yaşında. O sezon Rotherham United’ı iki maç üzerinden oynanan finalde 3-2 yenen Aston Villa kupayı ilk kazanan takım. Son 20 senede farklı sponsorların adını taşıyan kupa, günümüzde “Capital One Cup” olarak biliniyor ve kredi kartı şirketinin sponsorluk anlaşması 2016 senesine kadar. Federasyon Kupasından diğer bir farkı, yarı finallerin iki maç üzerinden oynanması. Federasyon Kupasını kazanan takım 2 milyon Sterlin’lik ödülü alırken, Lig Kupasını kazanan takımın sadece yüz bin Sterlin alıyor olması işin başka bir boyutu.

1992–1998 seneleri arasında “Coca-Cola Cup”, 1998–2003 arasinda “Worthington Cup” (bira üreticisi), 2003–2012 arasında “Carling Cup” (bira üreticisi) olarak bilinen kupanın 2012 senesinden beri sponsoru, Kredi Kartı “Capital One” .

Bir zamanlar yalnız Ada futbolunda değil, Avrupa arenalarında esmiş kükremiş Liverpool FC kupayı en çok kazanan takım. En son 2012 senesinde, Cardiff’i penaltılar sonucunda yenerken, ödülü 8. kez Premier Lig şampiyonluğuna hasret kalmış şehrine götürüyordu kırmızılı takım.

Kupayı en çok kaldıran futbolcu ise bir zamanların efsane golcüsü Ian Rush. Kariyerinde sadece bu kuıpada 49 gol kaydetmiş, dile kolay. Onbir finalde yer almış Liverpool’un arkasından, kupayı 5 kez kazanan Aston Villa’yı, 4’er kez kazanan Chelsea, Manchester United, Nottingham Forest, Tottenham Hotspur takip ediyor.

Nottigham Forest denilince, bir ah geçer eskiyi bilenlerin içinden. Bir zamanlar Avrupa futbolunda nam salmış, sonra düşüşe geçmiş, eski şaşaalı günlerine dönmenin özlemiyle yanıp tutuşan, yeni futbol nesillerinin hiç bilmediği, en fazlasından büyüklerinden dinleyebilecekleri Brian Clough’un efsane takımı. Kupayı en son Wembley stadında kaldırdığı 1990 senesinde, Oldham Athletic’i 74,343 taraftarın önünde tek golle geçerken kim bilebilirdi ki bu onların kazanacağı en son kupa olacağını…

Bu sezon West Bromwich Albion’un kalesini koruyan Ben Foster, kupayı iki kez kazanan tek futbolcu (2009 ve 2011).

***

Bradford;

İngiltere’nin kuzeyinde, Leeds şehrinin 14 kilometre batısında, Pennines dağlarının yamacına kurulmuş, 293,717 nüfuslu tarihi yerleşim bölgesi. 19. yüzyılda tekstil üretim merkezi olarak yükselişe geçmiş, sanayi devrimi yıllarında yün üretiminde ilk sırayı almış şehir zaman içinde önemini yitirmiş. Günümüzde Asyalı çoğunluğun yaşadığı şehirde 10 binin üzerinde öğrenci eğitim görürken, şehrin en büyük üniversitesi “University of Bradford” ülkenin en köklü üniversitelerinin başında gelir.

İşte o tarihi şehrin, 1903 senesinde kurulmuş, şimdilerde ‘League Two’ (4. Lig)’de mücadele eden takımıdır Bradford City AFC. 25,136 kapasiteli “Valley Parade” stadı ev sahipligi yapar bordo-sarı renklere sahip, Ada futbolunda “The Bantams” olarak bilinen takıma. 11 Mayıs 1985 tarihinde, 56 taraftarın hayatını kaybettiği stad yangını kulüp tarihinin en kara sayfası olarak yazılmıştır. Yakın geçmişte iki kez kayyuma devredilmiş. 2000 senesinde İntertoto Kupasında yari finale kadar yükselen takım, final şansını FC Zenit Saint Petersburg karşısında kaybetmiş; bu yazının yazıldığı saatlerde 24 takimlı ‘League two’da 10. sırada.

2007 senesinde taraftarlarının başlattığı kampanya sonucu takımın sezonluk bilet fiyatları 138 Sterlin’e kadar düşmüş, Ada futbolunda profesyonel futbol takımlarının içinde en ucuzu. İnanması güç ama, 4. Ligde oynamasına rağmen o sezon 12,019 kombine bilet satmış Bradford City. İngiliz Parlementosunda bile büyük ilgi görmüş bir 4. lig takımına duyulan sevgi, Parlamento’ya davet edilmiş topluca takım kafilesi.

Ve bu sezon, 1961-62 sezonunda ilk kez Lig Kupası finaline yükselen 4. Lig takımı Rochdale AFC’den onca zaman sonra, başka bir 4. Lig takımı finale çıkıyordu. Yarı finalde bu sezon Premier Lig’in hayal kırıklığı Aston Villa’yı eleyen Bradford City AFC Lig Kupası finaline yükselirken, 1 Aralık 1967 doğumlu teknik direktörleri Phil Parkinson bile inanamıyordu takımının finale kaldığına. Maçtan sonraki basın toplantısında, o derin şaşkınlığı üzerinden atamamış olmalı ki, gazetecilerin kendisine yönelttiği ilk soru “İyi misiniz?” olmuştu.

İki maç üzerinden oynanan yarı finalin Villa Park stadındaki 2. ayağına 6,500 taraftarını götürmüştü takım. Ve o tarihi futbol akşamında kupalarda görülen en büyük sürprizi gerçekleştirdi Bradford City AFC. O akşam 4. Ligin orta sıralarında yer alan bir takım, 62 sıra üzerindeki Premier Lig takımını Lig Kupasından eledi.
1972 senesinde ‘Federasyon Kupası’ maçında amatör Hereford United’ın, Newcastle United’ı; 1989 senesinde yine amatör Sutton United’ın, Coventry City’i elemesinden sonra kupalarda yaşanmış en büyük sürpriz bu olmalıydı…

Swansea City ile oynayacakları final maçını heyecanla beklediğini söylüyordu Phil Parkinson; bu sezon Wigan Athletic’i ve Arsenal’ı elemiş takımından bir sürpriz daha beklediğini ekleyerek.

Toplam maliyeti 7,500 Sterlin olan takım finali kazandığı takdirde gelecek sezon ‘Europa Lig’de yer alacak. 24 Şubat’ta Wembley stadında oynanacak final maçında şans yanlarında olsun…

Ziya Adnan
15 Şubat 2012

BradfordCity

Panter Arif’in Ardından…

Panter Arif’in Ardından…
Uzaklardan…

2007 senesinin yaz aylarıydı…

İngiltere’de “UEFA B” antrenörlük kursuna devam ediyor, aynı zamanda deneyim kazanmak için kulüp bakıyordum. İmdadıma Ankaragücü’nün o dönem kaptanlığını yapan Hakan Kutlu yetişti. “Sana kapımız her zaman açık” demişti. Böyle başlamıştı o yaz Ankara’da ki futbol maceram. Güzel bir haziran sabahında Ankaragücü’nün Tandoğan tesislerinde PAF takımıyla ilk antrenmanıma çıktım. Sıcaktı Ankara. Günün erken saatlerinde bile yakıyordu güneş. O sabah takımda yer alan genç futbolcularla tanışmıştım. Abdülkadir, Oğuz, Umut, Murat, Mustafa, Mert, Veli, Hasan, Kaan ve diğerleri…

Altyapının sorumlusu; takımda uzun seneler kalecik yapmış, bir dönem Milli Takımın da kalesini korumuş, döneminin bilinen futbolcularından biriydi. 1959 senesinde Ankara’nın ilçesi Kızılcıhamam’da dünyaya gelmişti. 1976 senesinde Ankara Amatör Kümedeki Güneşspor’da kaleci olarak futbola başlamıştı. Ah Güneşspor! Ankara’nın renkli simalarından, otelci rahmetli Avni Bulduk’un takımı… Avni hoca bizim genç kaleciyi izlemiş, beğenmiş ve takımın kadrosuna dâhil etmişti. 1977-1978 sezonunun başında Genç Milli Takıma, devamında Amatör Milli Takıma çağrıldı yetenekli kaleci. 1980 senesinde, Moskova Olimpiyatları elemelerinde İtalya ve Yugoslavya Milli Takımlarına karşı kaleyi korudu.

1979 yılında, Güneşspor’dan, Şekerspor’a 150 bin TL karşılığında transfer olduğunda, bu onun profesyonelliğe ilk adımı olmuştu. Ankara’nın yeşil-beyazlıları 2. Ligde mücadele etmekteydi. Sonraları kendisiyle yaptığım bir söyleşide o yılları şöyle anlatmıştı:

“O sezon Ankara’nın Birinci Ligde temsilcisi yoktu. İlginç olanı, üçüncü kaleci olarak düşünülmeme rağmen, sezon açılışındaki hazırlık maçlarında gösterdiğim üstün performansla Ankara’nın spor basınında geniş yer buldum. Gülümseten bir anıdır; gazeteci Erol Yaşar, Avni Bulduk’a, ‘Bu kadar yetenekli kaleciyi sen nasıl verdin?’ diye sorunca o da, ‘Bir inek karşılığında verdik…’ demiş. Gazeteci Erol Yaşar, bu hikâyeyi ertesi gün Hürriyet Gazetesi spor manşetlerine ‘İnek karşılığı transfer’ diye taşıdı. Daha sonra bu haber dünya basınında bile mizahi yönüyle yer buldu.

Ancak hırsım, yeteneğim ve oynama arzum sayesinde kendime kadroda kısa sürede yer buldum ve o sezon otuz dört maçın otuz üçünde kaleyi korudum. O sene mukavelem devam ettiği için transferim söz konusu olmadı. Ama ‘İnek Arif’ damgasını gittiğim bütün statlarda, bütün taraftarlar maç başlamadan önce dile getirdiler ama maçın sonunda gösterdiğim performansı herkes takdir etti. İki yıl Şekerspor’da oynadım.

Bu süre esnasında, Ankaragücü Genel Kaptanı rahmetli Nevzat Ayabakan takıma gelmemi istedi. Ben mukavelemin devam ettiğini söyleyince, benden bir sonraki sezon Ankaragücü’ne geleceğime dair söz istedi. O sezon çok iyi maçlar çıkardım. On altı takımlı ligin, on beş takımından transfer teklifi aldım. Ama ben Ankaragücü’ne söz vermiştim ve 1981’de takıma geldim. 12 sezon Ankaragücü formasını giydim.”

O zamanların futbol şartlarını sorduğumda, şöyle özetlemişti geçmiş seneleri:

“O günün şartları her anlamda yetersizdi. Saha koşulları, kulüp yapıları, maddi olanakları bugüne göre çok daha ilkeldi. Şu anda içinde bulunduğumuz tesis 1988 yılında yapıldı. Benim geldiğim yılda Ankaragücü Stadı vardı. Kapalı tribünün altında çok ilkel soyunma odası, ranzalı beş altı kişinin kalabileceği bir baraka vardı. O dönemde yöneticiler kulüpleri yaşatabilmek için kendi ceplerinden para harcarlardı. Geldiğimiz çağın gündelik yaşamında, futbol tamamen bir endüstriye dönüştü. Günümüzde futbol, milyar dolarlarla anılan bir büyük sektör… Bu sektörün içerisinde de kendini belirli bir yere taşıyabilen kulüpler oluştu. Eskinin amatör yapısı, günümüzde tamamen profesyonelliğe dönüştü. Bugün beş ila sekiz bin kişi arasında kemikleşmiş bir fanatik taraftar grubu bulabilirsiniz. Diğer kategoriye girenler, yani sempatizanlar takımdan başarı bekliyorlar. O seneki performansı ne kadar yukarıya çekilirse, tribünler o kadar doluyor.”

Ankaragücü o senelerde de zor zamanlar geçiriyor, adının başına “Süper” eklenmiş lige tutunmaya çalışıyordu. Kırgındı eski kaleci. Bir Başkent takımının bunca yalnızlığını anlayamıyordu ve burukluğu cümlelerine yansıyordu:

“Ankaragücü’nün yönetim kurullarında yer alanların da ellerini taşın altına sokmaları gerekir. Bir çivi çakmak bile kulübe hizmettir. Bugün Ankaragücü takımı, ne yazık ki Ankara’dan çok fazla bir şey alamamaktadır. Ankaralı milletvekilleri, iş adamları, bürokratlar, kulübün kapısını bir kez bile çalmamışlardır. Ankaralı iş adamları kulübe gerekli desteği sağlamıyor. Nihat Özdemir bu kulüpte yöneticiydi. Şimdi Fenerbahçe asbaşkanı ve Fenerbahçe’yi uzaya çıkarmaya çalışıyor. Nurettin Çarmıklı buraya başkan oldu, sonrasında kulübün kapısını bile çalmadı. Geçmişte, isminden faydalanıp kendilerini belli bir platforma taşıyan kişiler, Ankaragücü’ne el uzatmadılar.”

“Neden altyapılar?” diye sorduğum zaman, şöyle cevap vermişti,

2000 yılında Türk Telekom’da Teknik Direktörlük yaptım ve üçüncü ligden İkinci Lige çıkma başarısını gösterdik. Gittiğim her takımda, genç futbolculara fırsat tanıdım. Genç futbolcunun isteği, arzusu ve hırsı, antrenörün bilgisi, deneyimi ile örtüştüğü zaman hedefe daha çabuk varılabileceği düşüncesi beni, her zaman genç futbolculara fırsat vermeye yönlendirdi. Türk futboluna damgasını vurmuş, 2002 Dünya Kupası’nda harikalar yaratmış Hasan Şaş’ı Adanademirspor kulübünden Ankaragücü’ne ben getirdim. Hasan 18 yaşını henüz bitirmişti. Ankaragücü, Hasan’ı,

Galatasaray’a sattığında bu transferden beş milyon dolar kazandı. Altyapılarda çalışmayı, yeni yetenekler keşfetmeyi seviyorum. Ancak Turk futbolu, altyapilardan yeterli derecede beslenmiyor. Burada sistem çok önemli. Ajax kulübü Avrupa futboluna en çok futbolcu kazandıran kulüplerden bir tanesi. Belli bir sisteme bağlı olarak çalışıyor. Her yıl altyapıdan en az üç futbolcunun A takıma kadrosuna çıkmasını hedefliyor. Yani hedef belirliyor. Örnek almak lazım, alt yapıdan ‘A’ takıma futbolcu verilmesi zorunluluğunu getirmek lazım. Altyapılara gereken önemin verilmesini sağlamak devlet politikası olmalı.

Kaliteli olduğu sürece ‘yabanci futbolcu’ transferine karşı değildi, ve şöyle özetliyordu düşüncelerini;

Ulu önderimizin cümlesidir, ‘Geçmişinden ders almayan milletler yok olmaya mahkûmdur.’ Bu konunun özeti budur. Benim futbolculuk dönemimde şöyle bir tabir vardı, Yugoslav futbolcuları, Belgrad’dan vagonlara dolduruyorlar, sonra en öndeki birinci sınıf bölümündekiler İstanbul’a, arkasında gelen bölümler yurt genelinde, üçer beşer Anadolu takımlarına bırakılıyor. Artık bu işin o kadar tadı kaçmıştı ki ‘TIR kamyonu arkasında gelen futbolcular’ olduğu bile söylenirdi. Şimdilerde ülkemize gelen yabancı futbolcuların da birçoğu bu sınıfa girmeye başladı. Menajerlik sistemi doğru bir sistem olmasına karşın, bizde işleyiş tarzı olarak büyük yanlışlıklar var. Kaliteli olduğu sürece yabancı futbolcuya karşı değilim. Ancak o kaliteyi şart tutmak lazım.
Türkcell Süper Ligin kalitesi konusunda ise benimle aynı düşüncedeydi;

Mücadele olarak fena olmamasına karşın, futbol ligimizin çok üst düzeyde bir lig olmadığını düşünüyorum. Avrupa’nın sayılı liglerinden birine yakın bile değiliz.

***

Futbolu bıraktıktan sonra uzun süre antrenörlüğü veya futbolun içinde yer almayı pek düşünmediğini, ancak ailesinin ısrarlarına dayanamayarak 1995 yılında Ankara’da Futbol Federasyonunun üniversiteler ile işbirliği yaparak uyguladığı kursa katıldığını ve (A) lisansını aldığını anlatmıştı. 1996 senesinde, Ankaragüçlü eski gol kralı Ali Osman Renklibay ile Vanspor’da çalıştı. O sezon takımı kümede tutmayı başardılar. 2000 senesinde Türk Telekom’da teknik direktörlük yapmış, takımı 3. ligden 2. lige çıkarmıştı. İlerleyen zamanlarda, bir zamanlar kalesini koruduğu sarı-lacivertli takımın altyapısını devraldı. Altyapılarda çalışmayı çok sevdiğini söylüyordu…

***
Gün sonunda, antrenman bitiminde duşumu aldıktan sonra mutlaka odasına uğrardım. Yardımcısı Gökhan Gedikali ile birlikte takımı konuşur, günün değerlendirmesini yapardık. Kapısı açık olurdu
herkese; kimi zaman taraftarlar, kimi zaman sıkıntısı olan öğrencileri uğrardı. Odasının hemen yanındaki panoda şu cümle yazılıydı: “Sizi buraya getiren yeteneğinizdir; burada tutacak olan ise karakteriniz…”

***

Ve takvimler 29 Ocak 2013’ü gösterirken, uzaklarda gazetelerin birinde okudum Ankara’da geçirdiği kalp krizi sonucu aramızdan ayrıldığını. Bu sezon PTT 1. Lig ekibi TKİ Tavşanlı Linyitspor’un teknik direktörlüğünü yapmaktaydı. Hafta sonunda Boluspor’la oynadıkları maçtan sonra evine, ailesinin yanına gelmişti. Akşam rahatsızlanmış; kaldırıldığı hastanede, henüz 54 yaşında hayata gözlerini yummuştu. İnternet sitelerinin birinde okuduğum taziye mesajında, Ankaragüçlü bir taraftar, Arif’in “Kaptan Adil”den kaleyi devralmasından sonra taraftarlarca Arif için yeniden uyarlanan ve Ankaragücü tribünlerinde yıllarca söylenen o güzel tezahüratı yazmıştı: “Kalemizde panter Arif var. Geri dörtlü geçilmez duvar. Orta saha, hepsi canavar. İleride Halil İbo var…”

***

2007 senesinin sonbaharıydı…

Bir yaz daha geçiyordu ömürden. Şairin dizelerindeki gibi: “Katar katar gidiyordu kuşlar uzaklara, deli deli esiyordu rüzgâr, dağılmıştı yazdan kalan ne varsa…”
Takımla çıktığım en son antrenmanda elimi sıkıp gülümsemiş; “Sen bizim işimizi elimizden alırsın!” diyerek şaka yapmıştı. Ve o sert ama babacan edasıyla da eklemişti: “UEFA (A) lisansını almadan sakın gelme!”

Sonra aradan çok zaman geçti. En son gördüğümde yine Tandoğan tesislerinde genç futbolcuları eğitmekle meşguldü. Saha kenarında öğrencilerine direktifler veriyor, onları yarınlara hazırlıyordu: Hikâyeleri yarım kalmasın diye… Bir üste en kısa zamanda çıkabilsinler ve adları, futbolcu olamayanlar listesine yazılmasın diye…

Beni görünce gülümsedi, “Nerelerdesin?” diye sordu. Konuşmuştuk takımdan, genç futbolculardan, gelecekten. Ankara’da olduğum zaman mutlaka PAF takımının maçlarına geleceğimi söylemiştim. Yaz güneşi yerini yağmurlara bırakıyordu yavaştan, kışa hazırlanıyordu Ankara…

Huzur içinde yat Arif Peçenek… Mekânın cennet olsun hocam…

Ziya Adnan
6 Şubat 2013

Sene 2007-Ankaragucu Alt Yapi

Sene 2007-Ankaragucu Alt Yapi

FC Zenit Saint Petersburg…

FC Zenit Saint Petersburg…

Uzaklardan…

Rusya’nın kuzey batısında, Baltık Denizi’nin kıyısına kurulmuş 5 milyon nüfusa sahip Saint Petersburg, başkent Moskova’dan sonra ülkenin ikinci büyük şehridir. Kuruluşu 1600’lü senelerin başına dayanan, 1905’deki Rusya ihtilalinin başladığı şehrin ismi, geçtiğimiz yüz yıl içinde St. Petersburg, Petrograd, Leningrad olarak üç kez değiştirilmiş, 1991 senesinde yeniden Saint Petersburg adını almıştır. Günümüzde ülkenin en büyük üniversitelerinden birine sahip olan şehir, aynı zamanda dünyanın en büyük sanat müzelerinden “The Hermitage”e ev sahipliği yapar. Bilhassa kış aylarında, insanın içine işleyen soğuğu, tarihi mimarisi, görülmeye değer sarayları, podyumu andıran sokaklarında birbirinden güzel kadınları ile Rusya’nın görülmesi gereken yerlerinin başında gelir…

İşte o tarihi şehrin, köklü takımıdır kuruluşu 1925 senesine dayanan, mavi renklere sahip FC Zenit Saint Petersburg… 2007, 2010 ve 2011-12 sezonunu Rus liginde şampiyon olarak bitiren takım, 2007-2008 sezonunda UEFA Kupasını ve Süper Kupayı kazanırken, 2008-2009 sezonunda ilk kez Şampiyonlar Liginde mücadele ediyordu.

Sovyetler Birliği döneminde sıklıkla ad ve el değiştiren, kaderi o günün siyasi ortamına göre şekillenen kulüp “Murzinka” adı altında 1914 senesinden 1924’e kadar varlığını sürdürdü. 1. Dünya savaşını, Bolşevik ihtilalini ve 1918-1922 seneleri arasında gerçekleşen Rusya iç savaşını yaşadıktan sonra, “Bolşeviklerin takımı” olarak nam saldı. Günümüzde maçlarını oynadığı 21.570 kapasiteli “Petrovsky Stadı”, 1925-1992 seneleri arasında “Lenin Stadı” olarak takıma ev sahipliği yaparken, yeni stadı, 69.000 kapasiteye sahip “Gazprom Arena”nın yapımı halen devam etmekte…

Mazisinde Andrei Arshavin, Bruno Alves, Aleksandr Ivanov, Anatoliy Tymoshchuk, Danny gibi yıldızların formasını giydiği takım, bu yazının yazıldığı zamanlarda Rusya liginde 3. sırada…

***

Başkanlığını 3 Aralık 1967 doğumlu Aleksandr Dyukov’un yaptığı, Rusya’nın en büyük doğal gaz şirketi Gazprom’un sahip olduğu FC Zenit, geçtiğimiz Eylül ayında bu kez Avrupa transfer piyasasında adını duyuruyordu. Batı Londra’nın zenginler kulübü Chelsea başta olmak üzere, Avrupa devlerinin peşinde koştuğu Brezilyalı forvet Hulk’u, Porto’dan 40 milyon Sterlin karşılığında transfer ederken, Belçikalı orta saha oyuncusu Axel Witsel’i de Benfica’ya aynı transfer bedelini ödeyerek kadrosuna kattı.

Hulk ilk golünü yeni takımıyla çıktığı 2. maçında, FC Krylia Sovetov Samara karşısında kaydetti. Ama takımda onun aldığı yüksek ücretten rahatsız olanlar vardı. Eylül ayının sonlarında, takım arkadaşlarından Igor Denisov ve Aleksandr Kerzhakov, Hulk’un sözleşmesine benzer sözleşme istediklerini açıklıyor, takımda başlayan gerginliğin sonrasında kadro dışı kalarak genç takımla antrenmanlara çıkmak zorunda kalıyorlardı.

İlerleyen haftalarda o ikili affedildi, ama bu kez de AC Milan’la oynanan Şampiyonlar Ligi maçında kendisini oyundan alan teknik direktörü Luciano Spalletti’yle sorunlar yaşayan Hulk, Ocak ayında takımdan ayrılmak istediğini açıkladı. Ancak FIFA yönetmeliklerine göre futbolcuların aynı sezon içinde ikiden fazla takımla sözleşme imzalaması mümkün olmadığından, ayrılmak için sezonun bitmesini bekleyecekti Brezilyalı golcü.

***

Bütün bu gelişmelerin yanında, FC Zenit’in başını ağrıtan önemli konuya da değinmeden geçmeyelim. 2004 senesinde takımın teknik direktörlüğünü yapan Vlastimil Petrela’nın, o dönemde, “Siyahi futbolcuları transfer etmek istememe rağmen taraftar tepkisi ve yönetimin destek vermemesi yüzünden başaramadım” cümlesinin üzerinden sekiz sene geçti. Ancak görünen o ki; Rusya futbolunun köklü kulübünün ırkçılkla olan derin ilişkisi hız kesmeden devam ediyor. Her ne kadar taraftar gruplarından birinin başkanı, yakın geçmişte bir maç öncesi Roberto Carlos’a muz atılmasının ırkçılıkla alakası olmadığını pek inandırıcı gelmeyen cümlelerle anlatmaya çalışsa da…

Geçtiğimiz günlerde, kulübün en büyük taraftar grubu Landscrona, “Selection 12 manifesto” adını verdikleri fena bir bildiri yayımlıyor; bildiride, “Irkçı olmadıklarını, ancak Zenith’de siyahi ve eşcinsel futbolcu istemediklerini, geleneklerini korumaları açısından bunun önemli olduğunu” dile getiriyorlardı. Bildirinin devamında, “Sadece kardeş Slav ülkeler ile Baltık ve İskandinav devletlerinden futbolcuları takımda görmek istediklerini, o uluslar ile aynı kültürel mirasa, tarihe ve düşünce yapısına sahip olduklarını” vurguluyorlardı.

Tarihinde hiçbir Afrikalı futbolcuyla sözleşme imzalamamış FC Zenit yönetimi bu bildiri karşısında sessiz kalırken, takımın eski futbolcularından, bir zamanlar Rus Milli takımında da görev yapmış Alexander Panov, “Taraftarların kulübün transfer politikasını etkilemelerinin doğru olmadığını” dile getiriyordu. Yürekten katılıyorum…

***

FIFA’nın uzun zamandır üzerinde önemle durduğu “Kick Racism Out Of Football” (Irkçılığı futboldan defedelim) kampanyasını bilmeyen futbolsever yoktur herhalde. Her Şampiyonlar Ligi maçında, Uluslararası turnuvalarda, Dünya Kupalarında, o ırkçılık karşıtı sloganı gözümüze sokan FIFA’nın, Rusya’da oynanacak 2018 Dünya Kupasında hayli başı ağrıyacak gibi görünüyor. Anzhi Makhachkala’nın savunma oyuncusu Christopher Samba, ırkçılığın Rusya futbolunun önündeki en büyük engel olduğunu dillendirmesi boşuna değil elbet.

Velhasıl, futbolun geleceğini ilgilendiren ırkçılık, şike gibi konularda futbolun patronunun nicedir takındığı sessiz, umursamaz ve hatta ikiyüzlü tutum, o güzel oyunun gelecek nesiller için pek sevilesi olmayacağını gösteriyor.

Gelişmeleri kaygıyla izliyoruz…

FCZenit

2013’den geriye bakarken, ülke futbolunun hatırlattıkları…

2013’den geriye bakarken, ülke futbolunun hatırlattıkları…

Uzaklardan…

Öncelikle bu yazıya ilham olan ‘Eksisozluk’e teşekkürü borç bilirim; zaman içinde ülke futbolunda dökülmüş incileri her daim hatırlattığı, bu Pazar sizi çıkaracağım ülke futbolunun zaman yolculuğunda yol haritam, kılavuzum oldukları için…

Tarih; 27 Kasım 2006… Pazar gecelerinin uykusuz futbol programında, Cihan Oskay’ın Fenerbahçe aleyhine yönelttiği şike iddiaları hararetle tartışılıyor. Tartışma ilerledikçe yüzündeki şaşkınlık ifadesi kalınlaşan Adnan Aybaba’nın dudaklarından şu tarihi cümle dökülüyor, unutmak ne mümkün;

“Vay anam vay neler dönmüş Serhat ya?”

O akşam yurdun dört bir yanındaki kıraathanelerdeki çay satışları patlama yapmıştır muhtemel, malum ülkemde futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir. Maç günleri tribünlerin yerine kıraathanelerin dolduğu bir coğrafyanın futbolunu, ancak böylesine derin bir yorum anlatır…

Tarih; 21 Aralık 2008;
Yine aynı programda, iki yorumcu o akşam oynanan Galatasaray-Beşiktaş maçını yorumlamaktadır. Galatasaray’ın kazandığı ikinci penaltı pozisyonunda, Beşiktaş’ın defansının durumunu şu sözlerle anlatır biri diğerine;

– Ya şimdi ben bunlara, buradan yarım kilo et, bir de mangal göndersem, bir ufak açıp orada piknik yapacaklar!
Devam ediyor;

– Bak hocam konuşuyorlar hala! Belki de akşam ne yapacaklarını konuşuyorlardır. “Maçtan sonra dışarıda takılalım mı yoksa evde yatalım mı?” diyorlar birbirlerine…
Tarih; 17 Ağustos 2010;

Serhat Ulueren: Adnan Polat ve Rijkaard’ın Galatasaray’a zararlı olduğunu mu düşünüyorsunuz?…

Ahmet Çakar: Adnan Polat truva atı olsa bu kadar zarar veremezdi… Ayrıca Rijkaard kadar adam satmayı seven birini daha görmedim…
Programın devamında;

Ahmet Çakar: Beyler yapmayın ya… Hepimize yazıklar olsun… Burada oturmuş neler konuşuyoruz…

Ziya Şengül: Niye bize yazıklar oluyor Ahmet?… Sana yazıklar olsun…

Ahmet Çakar: En başta bana yazıklar olsun; sizin gibi insanlarla program yaptığım için… Bakın dalganıza…

Serhat Ulueren: Arsenal gibi takımlarda hocalar çok uzun süre takımın başında kalıyor?

Ahmet Çakar: Beyler; bir futbol hocasının, 24 sene bir takımın başında olması, anormallik, tuhaflık ve sapıklıktır…

***

Ve şike sürecinden;

Tarih 12 Aralık 2011;

Futbol programında, şike iddianamesinde şifre olduğu öne sürülen “tarla sürmek”in ne anlama geldiği tartışılıyor. Programı hazırlayan Serhat Ulueren, yorumculara bu konudaki düşüncelerini soruyor.

En komik yanıt Gökmen Özdenak’dan;

“Tarıma gönül vermiş bunlar…”

Tarih Nisan 2012;

Serhat Ulueren: Galatasaray maçında 22 futbolcu şike yaptı deniliyor, hangi maç acaba?

Gokmen Özdenak: İki maçta yapılmıştır o zaman!

Serhat Ulueren: Yok, yani sahada 22 futbolcu yer almıyor mu, işte onları söylüyor!

Gokmen Özdenak: Galatasaray, Galatasaray ile mı oynuyor yani? Anlamadım ki ben!

Serhat Ulueren: Ya siz lafları nereden anlıyorsunuz abi ya!

Gökmen Özdenak: Yok, kesinlikle benim oynadığım senelerde hiç öyle şike filan olmadı?

Erman Toroğlu: (gülerek) – Senin oynadıklarının çoğu öldü lan….

Mayis 2012;

TFF’nin şike konusunda verdiği o tarihi , ‘sahaya yansımamıştır!’ kararını yorumlayan Erman Toroğlu, terazinin bir kefesine koyduğu şike iddianamesine itafen, diğer kefedekileri gösterip,
“Şu anda biber, patlıcan ve domates, bu iddianamaden daha pahallı…’ diyor ve devam ediyor;

“Bu alemin yıllardır içindeyim. Bu Türk futbolundan bi cacık olmaz!

Sonra başlıyor cacık yapmaya. Yoğurdun üstüne suyu eklerken de, vuruş cümlesini eklemeyi ihmal etmiyor.

“Ben söylemiştim, bu şike meselesini sulandıracaklar diye… O yüzden biz de sulandıralım. Tuzu da getirin de kokmasın!

Katılıyorum, Türk futbolundan bi cacık olmaz…

Tarih; 3 Aralık 2012; Cübbeli Ahmet hoca programa bağlanmış, Aziz Yıldırım’la birlikte geçirdiği hapisane günlerini kendi üslubu ile tatlı tatlı anlatmaktadır. Diyalog şu şekilde gelişir;

Serhat Ulueren : Hocam haftasonu Galatasaray – Fenerbahçe maçini izleyecek misiniz?

Cübbeli: Yok izlemiyeceğim, vaktim yok.

Serhat Ulueren: Neden hocam?

Cübbeli: Maç izlemeyi boş iş olarak görüyorum…

Eksisozluk’te, ‘bana zarlar hileli’ şu cümle ile özetlemiş o diyaloğu, ‘Neredeyse tüm yaşamlarını futbol üzerine kurmuş, o stüdyodaki dört adama söylendi ya bu cümle, bi şey diyemiyorum… ‘
Konuşmaya devam etti cübbeli hoca, futbol tum hızıyla devam ediyordu…

***

Şimdi geriye dönüp bakınca, çok başka olabilirdi oysa ülke futbolu. 3 Temmuz 2011 tarihinde, önüne kazara çıkmış tarihi fırsatı kullanabilmiş olsaydı eğer. Kişilerle kurumları ayırma komedisine ‘evet’ demeseydi, kendi koyduğu ‘58. maddeyi’ bir gecede değiştirmek yerine, olduğu gibi uygulayabilseydi. Güçlü ve zengini değil de, adaleti koruyabilseydi.
Bütün bu komediyi bitirmek, yeni oyuna yeni aktörlerle başlamak için bundan daha güzel bir fırsat olabilir miydi…

Belki o zaman, bunca acayipliğin yerine futbolun konuşulduğu programlara denk gelirdik televizyon kanallarında. BBC’nin Cumartesi akşamları yayınlanan, “Match of the Day” tadında olmasa bile, futbolu sevdiren programlara yelken açardık, alkış tutardık değişim rüzgarına.

Ama olmadı; o yüzden futbolla değil, yorumcu incileri ile yetinmek zorundayız nicedir alıştırıldığımız gibi. Pazar akşamlarının saatler süren bezirgan futbol programlarında, futboldan çok bir Amerikan ‘sitcom’ unu hatırlatan beter zamanlara tamah etmek zorundayız. Futbol sandığımız o komedinin tam ortasında. Kimi zaman bir cacık yapma parodisinde, kimi zaman bir ruh çağırma seansında gülmek zorundayız ağlanacak halimize…

O yüzden farklı olmayacaktır 2013 geçmiş senelerden, ülke futbolu için tüm yeni yıl dilekleri unutulup gidecektir zamanla. Geçmiş hesabını kapatamamış, kendi gerçeği ile hiç yüzleşememiş futbol düzeninde, “Vay anam vay neler dönmüş Serhat ya?” bizim futbol sandığımız herşeyi anlatan en gerçekçi cümle olarak uzun bir süre daha belleklerimizde kazılı kalacaktır…
Zira tedavi edilmeden aceleyle üstü kapatılmış bir yaradır ülke futbolu. 2013’den geriye bakarken görünen, artık kangren olmuş o yaradır…

Zıya Adnan
8 Ocak 2013

Crystal Palace Başkanı Stephen Browett ile Söyleşi – 2

Crystal Palace Başkanı ile Söyleşi – 2
Uzaklardan…

“Günün birinde, bir cumartesi günü altyapıdan çıkardığımız 11 genç futbolcuyla tıklım tıklım dolu tribünler önünde sahaya çıkmak beni her şeyden daha çok mutlu edecek!”
Stephen Browett (Crystal Palace Başkanı)

Geçen Pazar yine bu köşede, Ada futbolunda, Championship’te şampiyonluğa koşan güney Londra takımı Crystal Palace’ın başkanı Stephen Browett’le, Championship günlerini, Premier Lig hayallerini, başkanlık macerasını konuşmuştuk. Bu hafta bıraktığımız yerden devamla…

Türkiye’de oynamış iki futbolcu şu anda sizin kadronuzda bulunuyor. Türk takımları ile düzenli irtibat içinde misiniz?

Yok, yok! Öyle düzenli bir irtibat yok… Sadece tesadüf… Jedinak bizim yardımcı hocalarımızdan birini tanıyordu ve onunla irtibata geçti. İlk zamanlarında uyum sorunu yaşasa da zamanla takıma alıştı ve şimdi kadronun önemli futbolcularından… Moritz ise Glasgow Rangers’da antrenmanlara çıkarken, eski futbolcumuz ve onun menajeri Andy Gray bize önerdi. Bizimle antrenmalara çıktı ve takımda kaldı. Anlayacağınız iki futbolcuyu da transfer etmek için Türkiye’ye gitmedik (gülümsüyor)…

Eski ile yeniyi karşılaştırdığımız zaman, geçmiş zamanlarda ülkenin güçlü ve zengin takımları ile diğerleri arasında bu kadar fark yoktu. Mesela Wright – Bright döneminde, bir Crystal Palace-Manchester United maçı kıran kırana geçer, hangi takımın kazanacağını önceden kestirmek pek kolay olmazdı. Şimdilerde ise ara iyice açıldı ve Premier Lig’de bile her sezon ilk dörde girecek takımlar belli gibi… Bu değişimi neye bağlıyorsunuz?

Olay “para”da bitiyor. Şöyle bir örnek vereyim: Premier Lig’i sonuncu sırada bitiren takımın bile kasasına 60 milyon Sterlin giriyor. Oysa bir alt lig Championship’te, takım ligi hangi sırada bitirirse bitirsin, kazandığı sadece 4 milyon Sterlin… Şampiyon takımın bile alacağı para, Premier Lig’den düşen takımın alacağının on beşte biri. Üstelik küme düşen takıma, sonraki dört sezonda da “paraşüt” ödemelerle sezon başına yaklaşık 12 milyon Sterlin ödeniyor. Anlayacağınız, Premier Lig’e çıkmanın ödülü en az 100 milyon Sterlin… Bu da çok ciddi bir rakam… Sporda bundan daha büyük bir ödül yok.

Sizce arada bu kadar fark olması yanlış değil mi?

Kesinlikle yanlış… Düşen takıma her sezon verilen 12 milyon Sterlin, bizim total gelirimizden daha fazla. Crystal Palace olarak bizim toplam gelirimiz, yayın haklarından gelen 4 milyon Sterlin, gişe hasılatı olarak 5 milyon Sterlin, sponsorluk geliri olarak 500 bin Sterlin… Küçük bir miktar da ürünlerimizden kazandığımız para var. Yani toplam sezonluk gelirimiz 10 milyon Sterlin civarında… Oysa böyle bir kulübü ayakta tutmanın bedeli sezon başına 15 milyon Sterlin… Yani gelirimizle giderimiz örtüşmediği için futbolcu satmak zorunda kalıyoruz. Satmasak her sezon yaklaşık 5 milyon Sterlin kaybımız olur. Bizimle aynı ligde mücadele eden Bristol City, geçtiğimiz sezon 12 milyon Sterlin zarar etti.

O yüzden bir takım Premier Lig’e adım attığı anda başka bir dünyanın kapıları açılıyor. Parasal anlamda, Manchester United ile Stoke City arasındaki fark büyük boyutlarda ama Stoke City ile bir Championship takımı arasındaki gelir farkı daha da büyük boyutlarda… Biz Premer Lig’e yükselirsek, gelirimiz 80 milyon Sterlin’e çıkacak ki bu da şimdiki gelirimizin sekiz katı… Ancak şunu da eklemek gerek, geçtiğimiz sezonlarda Premier Lig’e terfi eden Blackpool kulübü, futbolcularına sezonluk 4 milyon Sterlin maaş ödedi. Ama günümüzde toplam maaş bordrosu 30 milyon Sterlin olan takımlar bile şampiyon olmayı başaramıyor. Yani para harcayarak şampiyon olmanın da garantisi yok. Bakın, Queens Park Rangers muhtemelen sezon sonunda Premier Lig’e veda edecek. Bu, onlar adına zenginlikten bir anda kriz ortamının, yani ateşin içine düşmek demek… Futbolculara ödenen büyük rakamlar, yüksek maliyetli ve uzun süreli sözleşmeler, yaşı geçmiş, elden çıkarmakta zorlanacağınız futbolcular…

Anlattığınız parasal sorunlar, Championship’te mücadele eden tüm takımlar için geçerli mi?

Evet, günümüzde Championship’te yer alan hiçbir kulüp seneyi kârla kapatmıyor. Belki Premier Lig’den düşenler daha kârlı olabilirler ama onlar da yüksek maliyetli futbolcularından dolayı, zarar ediyorlar. Bildiğim kadarı ile bu sezon Blackpool, Championship’te kâr gösteren tek kulüp… Çünkü Premier Lig’e çıktıkları sezon 60 milyon Sterin aldılar, ancak transfer yapmadılar. İnanması güç ama Blackpool kulübünün futbolcularına ödediği rakam bizden bile az…

Anlattıklarınızdan şu neticeyi çıkarmak mümkün sanırım: Altyapınız ne kadar güçlü ise, altyapıdan gelen genç yeteneklere ne kadar kendilerini gösterme fırsatı verirseniz, kulübün geleceği o kadar sağlam olacaktır. Doğru mudur?

Evet, kesinlikle… Crystal Palace’ın geleceği güçlü bir altyapıya sahip olmasından geçiyor. Ya kendi altyapımızdan yetiştirip parlatacağız ya da alt liglerden bulup çıkartacağız. Geçen sezon Southampton’a sattığımız Nathaniel Clyne’dan gelen para sayesinde kulüp zarar etmedi. Yanlış anlaşılmasın, biz futbolcuyu satmak istemedik, ama kendisi Premier Lig’de oynamak istediği için gitti…

Kombine biletli kaç taraftarınız var?

9.000 kombine biletli taraftarımız var. (Gülümsüyorum. Malum, bizim süper ligde mücadele eden takımlarımızın sattığı kombine bilet sayıları geliyor aklıma. Championship’te oynayan Palace’ın sattığı kombine bilet, ligin üç büyüğünden Beşiktaş’ın sattığı kombine bilet kadar!)

Premier Lig’e çıkarsak, bu sayının 15 ile 20 bin arasında değişeceğini düşünüyorum. Ortalama sezonluk bilet fiyatımız, kale arkası 360 Sterlin, maraton tribünü 520 Sterlin… Çocuklar, öğrenciler ve emekli taraftarlarımız için indirimli sezonluk biletlerimiz var. Gelecek sezon Premier Lig’e çıksak bile bilet fiyatlarını artırmayacağımızın sözünü de verdik. Sezonluk biletiniz yoksa bile, bu statta 20 Sterlin’e maç izleme fırsatınız var. Bu da günümüz şartlarında makul bir rakam. Biz mahallenin ve bölgenin takımıyız ve öyle kalmak istiyoruz. Unutmamak gerek, gişe hasılatı elbette önemli ama televizyon geliri kadar değil…

Crystal Palace’ı yöneten dört başkandan biri olarak (ki sanırım taraftarı olduğunuz kulübün geleceğinde söz sahibi olmak sizi mutlu ediyor) karşılaştığınız en büyük zorluk nedir?

Sadece parasal sorunlar… Beni en çok düşündüren konu kulübün mali tablosu… Günümüzde futbolcular hak ettiklerinden çok daha fazlasını kazanıyorlar ama serbest piyasa ekonomisinde bu gerçeği değiştirmek ne yazık ki mümkün değil. Bizim her sezon futbolcularımıza ödediğimiz rakam yaklaşık 10 milyon Sterlin… Bu, çok ciddi bir miktar ve büyük yükümlülük… İşin ilginç tarafı, Championship’te mücadele eden takımların ortalamasını alsanız, biz orta sıralarda oluruz. Geçen sezon Premier Lig’e çıkan West Ham United’ın futbolcularına ödediği toplam rakam 36 milyon Sterlin… Günümüzde sanırım Blackburn Rovers ödeme konusunda Championship’te ilk sırayı alıyor. Onun için günümüzde kulüp yöneticilerinin parasal konularda çok iyi planlama yapması gerekiyor.

Taraftarlıktan başkanlığa geçtikten sonra, futbola ve kulüp yönetimine dair yeni şeyler öğrendiniz mi ve halen öğreniyor musunuz?

Elbette öğrendim. Ancak ben futbolun dışındaki yaşamımda bir iş adamıyım ve zamanımın büyük bölümünü kendi şirketimde geçiririm. Açıkçası konsorsiyum olduğumuz için kulübü yönetmek biraz daha kolay oluyor. Biz bir taraftar kulübüyüz ve taraftarın kulübün geleceğinde söz sahibi olmasını istiyoruz. (Burada araya girip Swansea City’nin yüzde 20 hissesinin taraftarlara ait olduğunu belirtiyorum. Takdir ettiğni söylüyor.)

Bu arada ben Arsenal’ın yönetiliş tarzından pek memnun değilim. Kulüp, taraftarlarını müşteri gibi görüyor. Günümüzde Emirates Stadı para kokuyor. Crystal Palace yönetimi penceresinden bakarsanız, sizin bu konudaki düşünceleriniz neler olabilir?

Ben burada olduğum sürece Crystal Palace öyle olmayacak! Kim olduğumuzu, nereden geldiğimizi, tarihimizi, köklerimizi, taraftarlarımızı unutmamak lazım… Günün birinde, bir cumartesi günü altyapıdan çıkardığımız 11 genç futbolcuyla tıklım tıklım dolu tribünler önünde sahaya çıkmak beni her şeyden daha çok mutlu edecek!

Kendisine bu içten söyleşi ve bana ayırdığı zaman için teşekkür ediyorum. Ayrılırken Crystal Palace’ın Premier Lig’e yükseleceği maçta tribünlerde yerimi alacağımı söylüyorum…
Gülümsüyor…

Ziya Adnan
24 Aralık 2012

Crystal Palace Başkanı Stephen Browett ile birlikte Aralık 2012

Crystal Palace Başkanı Stephen Browett ile birlikte
Aralık 2012

Crystal Palace Başkanı Stephen Browett ile Söyleşi – 1

Crystal Palace Başkanı ile Söyleşi – 1

Uzaklardan…

“Biz Palace’ı mahallemizin takımı olduğu için sevdik…”

Aralık 2012… Londra…

Noel ve yeni yıl telaşındaki kalabalıkların ışıl ışıl alışveriş merkezlerini doldurduğu zamanlarda, soğuk bir cumartesi günü, bir lig maçı öncesinde Selhurst Park Stadı’nda bir araya geldik Championship’de 2. sırada yer alan, güney Londra’nın aile takımı Crystal Palace’ın başkanı ile.
Palace’ı, Premier Lig takımlarının peşinde oldukları yıldızlarını, Championship günlerini, Premier Lig hayallerini, başkanlık macerasını sorduk, içtenlikle cevapladı.

Karşınızda Stephen Browett…

Sizi tanımayanlar için, bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız?

1959 senesinin Aralık ayında, Selhurst Park Stadı’na çok uzak olmayan Upper Norwood semtinde dünyaya geldim. Bu mahallenin okullarında okudum. Dokuz yaşından itibaren Crystal Palace’ın maçlarına gitmeye başladım. O yıllarda Palace alt liglerde mücadele eden, kendi yağıyla kavrulan bir takımdı. 1969 senesinde ilk kez 1. Lig’e terfi ettiğimiz zaman henüz 10 yaşlarında bir çocuktum ve takımımı ligin devleri karşısında izleyecektim. İlk maçıma 1969-1970 sezonunda gittim. Çoğunluk futbol taraftarı, güçlü ve başarılı takımları destekler. Crystal Palace’ın en fazla taraftar topladığı dönemler de Mark Bright ve Ian Wright’lı kadrosuyla başarılı olduğu senelere denk gelir. Biz Premier Lig’e çıksak, eminim daha çok taraftar maçlarımızı izlemeye gelecektir. Unutmamak gerek, artık aramızda olmayan nice Crystal Palace taraftarı, bu takımı 3. ve 4. ligde izledi ama bırakın Premier Lig’i, 2. ligde bile göremedi. Bu takım kuruluşunun ilk 60 yılında ülke futbolunun en üst liginde oynama fırsatı bulamadı. Biz Palace’ı mahallemizin takımı olduğu için sevdik…

O yıllardaki takımın önemli futbolcuları kimlerdi?

70’li yıllarda Steve Kember adında bir orta saha oyuncumuz vardı; sonraki senelerde takımın teknik direktörlüğüne getirildi. Kendisi şu anda 64 yaşında… 1972 senesinde Swindon Town’dan 147 bin Sterlin karşılğında transfer edilen Don Rodgers, aynı sene Everton’dan gelen Alan Whittle… Sonraları Leicester City’nin rezerve takımından transfer edilen Mark Bright, o yıllarda Leicester’in forveti Gary Lineker ve Alan Smith olduğundan kadroya girmekte zorlanıyordu. Bizim takıma gelince parladı.

Ve Ian Wright, 1985 senesinin Ağustos ayında transfer edilen, 21 yaşına kadar sadece amatör futbol oynamış, hayatını fabrikalarada çalışarak idame ettiren büyük golcü… Ian Wright’ın “yıldız” statüsüne geçişi Arsenal’e transfer olmasından sonradır. Arsenal formasını ilk kez 28 yaşında giymiştir. Ian Wright ve Mark Bright o yılların unutulmaz ikilisidir. Biri son vuruşları mükemmel golcü, diğeri ise güçlü ve topları takım arkadaşlarına indirebilen, asist özelliği yüksek forvet… Ian Wright, 2. Dünya Savaşı sonrası Palace tarihinin en büyük golcüsü olarak yerini almıştır.

O yıllarda düzenli olarak maçlara gider miydiniz?

Elbette… Evimizde oynadığımız maçlarda Arthur Wait Stand’da arkadaşlarımla birlikte yerimi alırdım. O zamanlar o tribünde maçlar ayakta izlenirdi. Deplasmanlara da giderdik. Bugün başkan olmama rağmen, hâlâ aynı arkadaşlarımla maçları izlerim. Onlardan tek ricam maçlarda kravat, gömlek giymeleridir (gülüşüyoruz). Hatta kulübü aldığımız dönemde, eski arkadaşlarımın maçlara benimle birlikte gelmeye devam etmelerini şart koşmuştum. Senelerdir aynı arkadaş grubuyla maçlara gideriz. Başkan olmam bu geleneği değiştirmedi…

Mesleğinizi öğrenebilir miyim?

Güney Londra’da “Farr Wintners” adında bir şirketim var. Özellikle Bordeaux şarapları konusunda uzmanlaşmış, İngiltere’nin en büyük şarap toptancısıyız. 1985 senesinde direktörü olduğum Farr Wintners, bugün dünyanın sayılı şarap toptancılarından biridir.

Taraftarlıktan kulüp yönetimine, başkanlığa nasıl geçtiniz?

1969’dan 2010’a kadar, maçlara giden sade bir taraftardım. 2010 senesinde, kulüp parasal sıkıntı içinde kayyuma devredilmişti. Kulübün paralı taraftarlara yaptığı çağrıya cevap verdik ve zor günlerinde kulübümüze destek olmak amacıyla dört arkadaş, “CPFC Konsortiyum”u kurduk. Ben, Steve Parish, Martin Long, Jeremy Hosking kulübü o dönemde satın aldık. Her birimiz kulübün yüzde 25 hissesine sahibiz. Kulübü satın alırken, uzun pazarlıklar sonucu stadımızı da satın almayı başardık. Crystal Palace bugün kimseye borcu olmayan, geçmişe oranla geleceğe daha güvenle bakan bir futbol kulübü…

Peki, günümüzde Palace mali açıdan geleceğe daha güvenle bakabiliyor mu?

En azından kimseye borcumuz yok ve kendi stadımızın sahibiyiz. Eski başkan Simon Jordan döneminde stadın sahipleri de, kulüp de iflas etmişti. Biz hem kulübü, hem stadı satın alarak Palace’ı düzlüğe çıkardık. Stadın değeri bir ara 12 milyon Sterlin olarak gösteriliyordu, ama biz o kadar ödemedik. Takdir edersiniz ki, bir futbol sahasına değer biçmek zor bir meseledir. Üzerinde bulunduğumuz toprak futbol sahası değil de imara açık bir arazi olsaydı çok daha fazla para ederdi.

Premier Lig’e çıkarsanız stadı yenileme veya yeni bir stat inşa etme gibi bir planınız var mı?

Crystal Palace Parkı’nda (güney Londra’da önemli bir spor kompleksi) yeni bir stat inşa etmek mümkün olabilir. Ancak Belediye’den bu konuda izin almak çok zor… Zaten o bölgenin sakinleri stad yapılmasını istemiyorlar. Bize söylenen, eğer 2 milyon Sterlin harcayıp stadın planını çizdikten sonra gerekli izinlere başvurursak, önümüzdeki 10 sene içinde yeni bir stat yapmak mümkün olabilir. Açıkcası, ben bunu bir rüya olarak görüyorum ve gerçekleşeceğini düşünmüyorum. Oysa şimdiki stadımızı yenilemek nispeten daha kolay… Bence en gerçekçi yaklaşım, Selhurst Park’ı zaman içinde yenilemektir. Hatta stadımız tadilatta iken, komşu bir takımın stadını da kullanabiliriz. Ama ben bu fikre çok sıcak bakmıyorum.

Geleceğe nasıl bakıyorsunuz?

Crystal Palace’ı Premier Lig’de kalıcı olarak görmek isterim. Premier Lig’de olmadığımız zamanlarda, bu bölgenin futbolseveri Premier Lig maçlarını Fulham’da, Chelsea’de, Arsenal’de, West Ham United’da izleme fırsatı buluyor. Oysa Norwich veya Southampton’da sadece o bölgenin Premier Lig takımı var ve hep aynı taraftarlar maçlara gidip takımlarını destekliyor. Oysa biz Premier Lig’e çıksak taraftar desteğimiz mutlaka artacaktır. Size söyle bir istatistik vereyim: Bizim bölgemiz olan Croydon veya komşu Bromley’de yasayan insan sayısı, Manchester şehrinin merkezinde yaşayanların sayısından daha fazla… Biz bölgemizin tek takımıyız. Oysa Manchester bölgesinin 10 takımı var. Ben Crystal Palace’ın büyük potansiyeli olduğuna inanıyorum. Belki Arsenal’ı, Chelsea’yi, Tottenham’ı yakalayamayız, ama ülkenin en büyük 15 takımından biri olabiliriz.

Tabii bu Premier Lig takımlarının transfer listesinde yer alan 20 yaşındaki kanat oyuncunuz Wifred Zaha gibi yıldızlarınızı takımda tutup tutamayacağınıza bağlı, öyle değil mi?

Genç Wilfred Zaha çok yetenekli bir futbolcu… Tabii ondan önce, şu anda Chelsea forması giyen Victor Moses’in de bizim altyapımızdan yetiştiğini unutmamak gerek… Ayrıca şu anda kadromuzda olan 1993 doğumlu Jonathan Williams da, Zaha kadar önemli bir futbolcu… Altyapı bizim için çok önemli, oradan ne kadar kaliteli futbolcu çıkartırsak geleceğe o kadar güvenle bakarız.

Zaha’yı başka bir kulübe satmayı düşünüyor musunuz?

Biz Zaha’nın takımdan ayrılmasını kesinlikle istemiyoruz. Ancak gerçekçi olmak lazım… Büyük bir takımdan red edemeyeceğimiz bir teklif gelirse elbette değerlendiririz. Ancak ocak ayında satmayı düşünmüyoruz. Hedefimiz sezon sonunda Premier Lig’e çıkmak ve bu hedefe ulaşmak için Zaha’nın takımda kalması çok önemli…

Size Zaha için teklif getiren oldu mu?
Biz Zaha ile ilgilenen kulüplerin olduğunu biliyoruz. Sanırım menajeri hayli meşguldür bu aralar (gülümsüyor). Ancak o halen bizim futbolcumuz ve uzun sözleşmesi var.

Ziya Adnan

Haftaya: “Crystal Palace Başkanı ile söyleşi – 2…”
12 Aralık 2012

Crystal Palace Başkanı Stephen Browett ile birlikte Aralık 2012

Crystal Palace Başkanı Stephen Browett ile birlikte
Aralık 2012

Van Persie’yi Islıklarken…

Van Persie’yi Islıklarken…

Uzaklardan…

Geçtiğimiz haftalarda Old Trafford Stadı’nda oynanan maçta Robin Var Persie’yi Arsenal’den ayrıldığı için ıslıklayan taraftarlardan biriyle yaptığım konuşma vesile oldu bu yazıya. Premier Lig’e, bilhassa o köklü kuzey Londra takımına ilgi duyanları bilgilendirme adına yeri gelmişken görüşlerimi aktarıyorum…

Naçizane düşüncem; son 15 sezondur Şampiyonlar Ligine düzenli olarak katılan Arsenal yönetimi, takım her sezon sonunda ligi ilk dört içinde bitirdiği sürece mutludur. En son 2004 yılında Premier Lig şampiyonu olan ve son yedi sezonda kupa kazanamayan takımın hedefinde, Premier Lig şampiyonluğu da, Şampiyonlar Ligi kupası da bulunmamaktadır. En azından yakın gelecek adına ortaya çıkan fotoğraf bunu göstermektedir.

Çünkü geldiğimiz çağın paraya endeksli düzeninde kulübün bu iki kupayı da kazanabilmek için yıldız futbolculara, dişli rakipleriyle başa baş oynayabilecek bir takıma ve kadro derinliğine ihtiyacı vardır. Geçtiğimiz sezonun Premier Lig şampiyonu Manchester City’nin, son beş sezonda transfer harcaması 537.450.000 Sterlin, 2011-2012 sezonunda Şampiyonlar Ligini kazanan Chelsea’nin kadrosunu bir araya getirmek için harcadığı rakam ise 309.300.000 Sterlin… Parayla saadet olmaz diyenlere önemle duyurulur!

Velhasıl, şampiyonluğu yakalayacak kadroyu kurabilmenin bedeli transfer dönemlerinde ciddi paralar harcamaya dayanıyor. Ki Arsenal yönetimi harcamayı değil kazanmayı, parayı tutmayı sever.

Tecrübe ile sabittir…

***

Bilmeyenler için, Deloitte’nin geçenlerde yayınladığı rapora göre, Avrupa futbolunun en zengin 5. kulübü Arsenal… O ligin sıralaması: Real Madrid (£383m), Barcelona (£360m), Manchester United (£293m), Bayern Munich (£321m), Arsenal (£200m), Chelsea (£199m), Milan (£188m), Inter (£169m)…

Yani Arsenal çoklarının inandığı gibi, kendi yağıyla kavrulan mütevazı bir kulüp değil, ez azından gelir olarak… Bu arada, “Arsenal futbolcularına fazla para ödemez!” tezinin de doğru olmadığını anlamak gerek; 2006 senesinde Thierry Henry’e kulüpte kalması için 5 milyon Sterlin bonus ve haftada 130.000 Sterlin ödendiği gerçeğini göz ardı etmeden…

Wembley ve Old Trafford Stadlarından sonra en fazla kapasiteye sahip Emirates Stadı’nda Arsenal’ın maç başına geliri 3 milyon Sterlin’in üzerinde… Televizyon gelirleri, sponsorluk anlaşmaları eklendiği zaman bu rakam sezonda 93,1 milyonu buluyor. Arsenal’in forma sponsoru Emirates’ten elde ettiği gelir sezon başına 5,5 milyon, formasını üreten Nike’ın kulübe ödediği rakam sezon başına 15 milyon Sterlin… Stadın sponsoru Emirates Havayolları, Arsenal’e 42 milyon Sterlin öderken, sponsorluk anlaşması 2020-2021 sezonunda bitecek. Geçtiğimiz günlerde, Emirates ile yeniden anlaşan Arsenal’in 2028 senesine kadar alacağı sponsorluk bedeli 150 milyon Sterlin…

2011-2012 sezonunda Şampiyonlar Liginden 23 milyon Sterlin elde eden kulübün kasası, bu sezon da gruplardan çıktığı için bir sezon daha dolacak. Son 13 sezonda Şampiyonlar Liginde gruplardan çıkmayı başaran Arsenal, son 16’da bir kez daha Avrupa’nın elitleriyle mücadele edecek…

***

Buna karşılık Arsenal son 5 sezonda, Premier Lig’in en az transfer harcaması yapan kulübü konumunda… Manchester City 537.450.000, Chelsea 309.300.000, Liverpool 241.150.000, Manchester United 186.850.000 Sterlin harcarken, Arsenal 137.400.000 Sterlin harcamayla rakiplerinin hayli gerisinde…

Geçtiğimiz sezonlarda Henry, Nasri, Clichey, Fábregas gibi yıldızlarını kaptıran, sezon başında Van Persie’yi Manchester United’a, Alex Song’u Barca’ya satan Arsenal 49,5 milyon Sterlin kâr ederken, aynı zamanda Premier Lig’in en pahalı maç biletlerini satan kulüp olmayı da başarıyordu. Kulübün ortalama sezonluk bileti 1000 Sterlin civarında ve 30.000 taraftar bekleme sırasında.

Arsene Wenger Premier Lig’in en fazla kazanan teknik direktörü olurken (senede 7 milyon Sterlin), mali işlerden sorumlu yönetici Ivan Gazidis 1,336 milyon Sterlin ücret ve 675.000 Sterlin bonus kazanıyordu. Kulüp çalışanlarının senelik maliyeti 143 milyonu bulurken, bir önceki seneye göre bu rakam 19 milyon Sterlin artmıştı.

Arsenal, Premier Lig’in çalışanlarına en fazla ödeme yapan dördüncü kulübü olarak yerini alıyordu…

***

Velhasıl, o maçta Van Persie’yi ıslıklayan taraftarların gözden kaçırdığı şudur:

Şampiyonluk yaşamak isteyen bir futbolcunun, daha kaliteli bir kadroya sahip takıma gitmek istemesinden normal ne olabilir! Üstelik bu futbolcu 8 senedir başarıya hasret kalmışsa! Geçtiğimiz sezon “düşler tiyatrosu”nda ev sahibi takımdan 8 gol yemiş bir takımın yıldızının yerine koyun kendinizi; fırsatınız olsa hangi takımın formasını giymek isterdiniz?

Bu sezon 16 maçta ancak 24 puan toplayabilmiş ve Wenger’in başta olduğu 1996 senesinden beri en kötü başlangıcı yapmış olan Arsenal (1994-95 sezonunda 15 maçta 19 puan), bu sezon evinde oynadığı 8 maçta sadece 3 galibiyet alabildi. En önemli golcüsünü en büyük rakibine satıp kendi takımını zayıflatan ve rakibi güçlendiren Fransız futbol adamını eleştirenler artık çoğunlukta…

Bu durumdan kim zarar ediyor diye sorarsanız, her maçta tribünleri dolduran Arsenal taraftarları derim; bunca zenginliğe, mükemmel bir stada sahip bir kulübün hedeflerinin daha büyük, takımının daha kaliteli, yönetiminin ve teknik direktörünün daha hırslı olması gerektiğine inanarak…

Korkarım bu gidişle Wenger’in Arsenal kariyeri, tıpkı Brian Clough’un Nottingham Forest’teki son döneminde olduğu gibi hüsranla son bulacak. Bir zamanlar efsane iken, Arsenal taraftarlarının unutmak istediği teknik direktör olarak tarihte yerini alacak!

Ziya Adnan

16 Aralık 2012

RVP'yiIsliklarken

Futbolu öldüren tezahüratlar…

Futbolu öldüren tezahüratlar…

Uzaklardan…

Çok zaman önce, “düşler tiyatrosu” Old Trafford Stadı’nda oynanan bir Manchester United–Liverpool maçında duymuştum; insanın içini acıtan, futboldan soğutan o tezahüratı. Kale arkasında yer alan Liverpool taraftarları, kollarını iki yana açmış, bir uçağın havada yalpalayışını andıran hareketlerle hep bir ağızdan söylüyorlardı:

who’s that lying on the runway?

who’s that lying in the snow?

Its Matt Busby and his boys

making all the fucking noise

cause they can’t get the aeroplane to go!

(Pistte yatan da kim?

Karda yatan da kim?

Matt Busby ve çocukları

Kahrolası gürültüyü yapan da onlar

Çünkü uçaklarını hareket ettiremiyorlar!) 

6 Şubat 1958 tarihinde, “Kırmızı Şeytanlar”ın 44 kişilik kafilesini taşıyan uçak Münih’in buzla kaplı Munich-Riem havaalanında kalkış yaparken üçüncü denemesinde piste çakılmış; 23 yolcunun hayatını kaybettiği kaza, tarihe “Münih faciası” olarak geçmişti. O korkunç kazada ölenler arasında United’ın 8 futbolcusu, 3 kulüp çalışanı ve 8 gazeteci de bulunuyordu. İşte o karakış günü yaşanan korkunç kazayı hatırlatıyordu Liverpool taraftarları ev sahibi tribünlere. Futbolun dilinden çok savaşın dilini hatırlatan, “düşmanın” moralini bozmak için söylenen o berbat tezahürat yankılanırken tribünlerde, ne yazık ki futbolun görmek istemediğim yüzünü görmüştüm.

Küçük bir çocuk babasına soruyordu o tezahüratın ne anlama geldiğini. “Neden kollarını yana açıyor o adamlar?“ diye soruyordu. Israrla soruyordu. Susmuştu babası; kim bilir belki ne söyleyeceğini bilememişti. İmdadına United’ın golü yetişti tesadüf. Old Trafford tribünleri golün heyecanıyla takımlarını selamlarken, susma sırası deplasman takımı taraftarlarına gelmişti…

Sonra, başka bir Liverpool–Manchester United maçında, bu kez Anfield Road tribününde yer alan deplasman takımı taraftarlarının tezahüratına şahit olmuştum. Münih kazasını anlatan tezahürat kadar iç acıtan:

 

“Who’s that standing at Hillsborough

Who’s that turning fucking blue

It’s a Scouser and his mate, getting crushed on Hillsborough’s gates

And they won’t be singing Munich anymore”

 

(Kim o ayakta Hillsborough’da

Kim o giderek moraran

Liverpoollu ve arkadaşı, Hillsborough’nun kapılarında eziliyorlar

Ve bir daha Münih tezahüratını söyleyemeyecekler)

1989 senesinin Nisan ayında, Sheffıeld Wednesday’ın Hillsborough Stadı’nda Liverpool–Nottingham Forest arasında oynanan Federasyon Kupası maçında ezilerek ölen 96 Liverpool taraftarını hatırlatıyordu United taraftarları.

Savaşın diliyle konuşma sırası onlara gelmişti…

***

Bilir misiniz, İskoç takımı Dunfermline Athletic’in 3 Mart 1961 doğumlu savunma oyuncusu Norrie McCathie, 8 Ocak 1996 tarihinde, evindeki gaz kaçağı nedeniyle uykusunda vefat etti. Ölümünden sonra, Dunfermline Athletic’in maçlarında rakip takım taraftarlarınca söylenen o çirkin tezahürat yankılandı tribünlerde;

“Where’s you’re Norrie gone, he’s left his heater on!” (Norrie’niz nereye gitti, ocağı açık bırakmış!)

***

Manchester United–Leeds United maçlarında, Manchester tribünlerinde söylenen, ölümü hatırlatan o kötü tezahürat:

“And Mustapha said, would you like a kebab? / Two Leeds fans said yes / Then they got stabbed” (Kebap ister misiniz dedi Mustafa, Evet dedi iki Leeds United taraftarı, sonra ikisi de bıçaklandı!)

İstanbul’da iki Leeds United taraftarının ölümü ile sonuçlanan o karanlık günden geriye kalan, zaman zaman Leeds United takımından pek hoşlanmayan diğer takım taraftarlarının ortak tezahüratı… Hele de o maç Millwall maçı ise… Bir Türk olarak beni en çok üzen futbol katili tezahürat…

***

Diğerlerine göre biraz daha kabul edilebilir gibi olsa da bir şehri kalbinden vuran, o futbol şehrinin yoksulluğunu, çaresizliğini, yoksulluğun getirdiği suç artışını hatırlatan tezahürata çok zaman önce bir West Ham United–Liverpool maçında şahit olmuştum. West Ham United’ın müthiş forveti İtalyan Di Canio’nun Ada futbolunda adını duyurduğu günlerdi. Şöyle bağırıyordu hep bir ağızdan West Ham taraftarları:

“We’ve got Di Canio, you’ve got our stereos!” (Bizde Di Canio var, sizin ise bizden çaldığınız steryo!)

***

Geçenlerde, Londra’nın White Hart Lane Stadı’nda Tottenham Hotspurs–West Ham United maçında futboldan soğutan bir tezahürat daha yankılandı tribünlerde. Deplasman takımı taraftarları, “Yahudiler”in takımı Tottenham Hotspurs’e, “Adolf Hitler sizin için gelecek! “ diye bağırıyorlardı. Hafta içinde Roma’da oynadıkları UEFA Avrupa Ligi maçında Tottenham taraftarları saldırıya uğramış; biri ağır yaralanmıştı. “Viva Lazio!” (Yaşa Lazio!) diye bağırıyordu West Ham United taraftarları.

Maçın bitiminde, maçı 3-1 kazanan ev sahibi Tottenham tribünlerinde “Can we play you every week?” (Her hafta sizinle oynayabilir miyiz?) tezahüratı yankılanırken, West Ham United taraftarları bıraktıkları yerden şöyle devam ediyorlardı:

“Can we stab you every week!” (Sizi her hafta bıçaklayabilir miyiz!)

Maçtan sonra İngiltere Futbol Federasyonu inceleme başlatırken, West Ham United o çirkin tezahüratlara karışan taraftarlarını, maçlarından ömür boyu men edeceğini duyuruyordu…

***

Görünen o ki; birbirlerini düşman gibi gören takım taraftarlarının maçlarında, futboldan soğutan, o güzelim oyunun ruhunu öldüren tezahüratlar haykırılmaya devam edecek. Kimi zaman bir uçak kazası, kimi zaman bir kupa maçında ezilerek hayata veda etmiş taraftarların görüntüleri, kimi zaman da beklenmedik bir kaza sonrası aramızdan ayrılmış rakip futbolcu malzeme olacak insanlık sınavından sınıfta kalmışlara…

İşte o maçlarda, kötülüğün tribünleri esir aldığı zamanlarda, ne sahada oynanan oyunun, ne de maçın sonucunun önemi kalmayacak…

Ziya Adnan

9 Aralık 2012

FutboluOldurenTezahuratlar

Futbolun ‘mavi ekranı’!

Futbolun ‘mavi ekranı’!

Uzaklardan…

“Figüranların sessizliğiydi aslında ülke futbolunun laneti…”

Bilgisayarı çalıştırdığım anda belirdi o asap bozucu mavi ekran…

Benim gibi bilgisayar işlerinden az çok anlayan birini bile afallatan kodlanmış numaralar, ekranı kaplayan hata mesajları, hatanın kaynağını anlatan ama şifreye benzeyen minik minik karakterler… Windows işletim sisteminin görmek istemediğiniz can sıkan yüzü… Tam bir kâbus… İşin en sinir bozucu yanı ekrandan çıkışın mümkün olmayışı… Hangi tuşa basarsan bas, karşında bir kez belirdi mi sistemi teslim alan o mavi ekran! Kaçış yok; en azından sorunun kaynağını bulup çözene kadar…

Mavi ekran; en baba bilgisayar uzmanını bile tedirgin edip can sıkan Windows sorunu, beter bir teknoloji garabeti…

***

Monitörde mavi ekranının belirdiği saatlerde, Fenerbahçe teknik direktörü Aykut Kocaman’ın sinirli halleri yansıyordu televizyon ekranlarına. Verip veriştiriyordu Eskişehirspor maçının hakemine: “Caner nasıl atılır oyundan?” diyordu, “Fenerbahçe gibi yüz yıllık bir takıma bu nasıl yapılır?”

Öyle ya, büyük-küçük ayrımını yolun ta başında kabul etmiş beter bir futbol düzeninde, hakem hataları asla büyütülmüşlerin aleyhinde olmamalıydı!

Fenerbahçe gibi yüz yıllık bir takıma bu nasıl yapılır?

Kasası boşatılmış 102 yaşında Başkent takımı amatör kümeye doğru son sürat yol alırken, sıradan bir lig maçında Fenerbahçe’nin bir futbolcusunun hatalı bir kırmızı kartla oyun dışı kalmasından vahim ne olabilirdi ki! Şike sürecinde, ülkenin zengin ve büyük takımının küme düşürülmesini önleme adına, kendi koydukları hükmü bir gecede değiştirenlerin düzeninde böylesine vahim bir hatayı kabul etmek asla mümkün değildi! O yüzden televizyon ekranlarında saatlerce tartışıldı haksız kırmızı kart meselesi, toz duman oldu ortalık. Kimileri açık açık maçın hakeminin mesleğini bırakmasını isterken (şaka gibi!), anında başladı linç kampanyası…

Oysa Konyaspor’un başındayken, Anelka’nın elle attığı golle Fenerbahçe karşısında yenilgiyi tatmıştı Sayın Kocaman. O maç sonrasında teknik direktörlüğü bırakmak istediğini anlatırken, haksız yere kaybetmiş olmanın öfkesi vuruyordu yüzüne. Ama hatırlıyorum, o zaman çok fazla üstünde durulmamıştı konunun. Çoğunluk mutlu olduğu sürece “küçük takım”ın başına gelen adaletsizlik nasılsa unutulur giderdi. Ama nicedir hakkı yenen, ucuz penaltılara ve haksız gollere kurban giden figüranların başına her zaman gelen sıradan bir olay, sıradan bir maçta Fenerbahçe’nin başına gelince toz duman oldu ortalık; “mavi ekran” misali esir aldı televizyon ekranlarını…

Keşke “Fenerbahçe gibi bir takıma bu nasıl yapılır?” sorusunu sorarken, o günleri de hatırlasaydı Aykut Kocaman… Keşke geçen sezon Türkiye Kupasında, hakem kıyağı ile Kayserispor’u nasıl elediklerini de hatırlasaydı… Keşke dün Kayserispor’un, Konyaspor’un başına gelenlerin, bugün kendi takımının başına gelebileceğini, futbol denilen güzel oyunun doğasında hatalı hakem kararlarının da olduğunu görebilseydi…

***

Caner’in hakem hatasıyla oyundan atıldığı gün, Ankara’da oynanan maçta Gençlerbirliği’nin futbolcusu Sivasspor ceza sahasında düşürülüyor; maçın hakemi net penaltıyı atlarken, pozisyonun hemen ardından gelişen Sivasspor atağında deplasman takımının ofsayttan attığı golü tereddütsüz veriyordu. Berabere biten maçta, Alkaralar’ın 2 puanı hakem hatasına kurban giderken kimseler fazla durmadı o maçın üzerinde. Alt tarafı ülke futbolunun iki figüran takımı, aralarında gazozuna bir maç oynuyordu. Kimseler o maçı ve hakem hatasını konuşmadı bile…

Sonra o maçın akşamında, saatler süren futbol programında, Caner’in ağzından çıkıp çıkmadığı belli olmayan “lan” kelimesi, “mavi ekran” misali ekran başındakileri topyekûn teslim alırken, yorumcunun biri Galatasaray’ı, diğeri Fenerbahçe’yi hararetle savunuyordu. Futbolu sevenler için kaçmak ne mümkün! Ülke futbolun en büyük sorunu da buydu zaten; sadece üç takımın konuşulduğu, tartışıldığı, yazıldığı, yeri geldiğinde ölümüne savunulduğu popüler futbol kültüründe diğerlerinin sesinin hiç duyulmaması!

Figüranların sessizliğiydi aslında ülke futbolunun laneti…

Velhasıl, adalet büyüğü kolladığı sürece mutlu olanların, büyük puntolarla yazılan her şeyi gerçek sananların, adalete değil, adaletin hep kendi yanlarından tecelli etmesine inanmışların düzeninde bir hakem hatası ile karıştı ortalık. Gazetelerin spor sayfalarında ki arsız nakaratlara inandırılmış, futbolu formalara takılan yıldızlardan, köprülere asılan bayraklardan, kupalardan, şampiyonluklardan ibaret sanan, kendi takımının aleyhine yapılan her hakem hatasında ayağa kalkıp, diğerlerinin başına gelenleri görmezden gelenlerin beter düzeninde…

Futbolu üç İstanbul’nun dışında sevmişler için, futbolun kıyısında kalmışlar için, ‘mavi ekrana’ benziyor ülke futbolu. Sistemi esir alan sandalcı kavgaları, üç takımın saatlerce tartışıldığı ucube futbol programları, rekabetsiz, adaletsiz, Edirne’nin ötesinde kimsenin ciddeye almadığı, kaçmanın mümkün olmadığı kurgulanmış bir futbol düzeni…

Büyütülmüşün aleyhine yapılan her hatanın öfke seline dönüşmesi, hakem aleyhine başlatılan linç kampanyaları, televizyon kanallarında programlar, programlar. Oysa dünyanın hiçbir medeni futbol ülkesinde hakem bir maçtaki hatasından dolayı hakemliği bırakmazdı, bırakması da gündeme getirilmezdi…

Format atmak gerekiyor ülke futboluna… Mavi ekrandan kurtulmak, adaletin sadece büyütülmüş ve zengine değil, her takıma gerekli olduğunu anlayabilmek için sistemi sıfırlamak gerekiyor…

Ziya Adnan

2 Aralık 2012

FutbolunMaviEkrani

Malaga CF: Şehri kadar güzel bir futbol hikâyesi…

Malaga CF: Şehri kadar güzel bir futbol hikâyesi…

Uzaklardan…

Malaga…

Dünyanın en eski şehirlerinden, İspanya’nın ikinci büyük liman kenti…

2016 senesinin “Avrupa Kültür Merkezi” adayı… 568.507 nüfuslu, her yıl yaklaşık 6,5 milyon turistin ziyaret ettiği, Pablo Picasso’nun doğup büyüdüğü, güneşin kıyısına (Costa Del Sol) kurulmuş bir tatil beldesi…

O güzel Akdeniz ülkesinin beşinci büyük şehri…

Adını şehrinden alan, kuruluşu 1948 senesine dayanan “Málaga Club de Fútbol” 2011–2012 sezonunu La Liga’nın 4. sırasında tamamlarken, 28.963 kapasiteli La Rosaleda Stadı’nın tribünlerini dolduran Malaga taraftarları geleceğe umutla bakıyordu. Mazisinde böylesine bir başarıyı yakalayamamış olan Malaga CF, sonunda şeytanın bacağını kırmıştı. Son 9 sezonda La Liga’da mücadele veren, 2002 senesinde UEFA İntertoto kupasını kazanan takım ülke futbolunun parlayan yıldızları arasına girmeyi başarmıştı. İspanya futbolunun tüm zamanlar lig cetvelinde 19.sırada yer alırken, geçmiş sezonlarda “asansör takım” kimliğinde sıkıntılı zamanlar geçirmiş; geçtiğimiz sezon öncesinde ligi 7. sıranın üzerinde bitirmeyi başaramamıştı.

***

2006 senesinde, Real Madrid’in eski başkanlarından Lorenzo Sanz, kulübün yüzde 97 hissesini satın alırken yakın geçmişte takımın kaptanlığını yapmış olan 38 yaşındaki oğlu Fernando Sanz’ı kulübün başkanlığına getirdi. Sanz, 2010 senesinin Haziran ayında kulübü Katar’ın Kraliyet ailesinden Abdullah bin Nasser Al-Thani’ye 28 Milyon Sterlin karşılığında satarken, takımın taraftarları geleceğe umutla bakıyordu. En azından gelecek geçmişten parlak olacaktı. Nicedir Barcelona’nın, Real Madrid’in, Valencia’nın çok gerisinde kalmış olsa da şimdi koşullar değişmişti; artık onlar da zenginler kulübünün kapısından içeri girmişti.

Çağımızın düzeninde, para başarıyı getirecekti…

Ada futbolunun son şampiyonu Manchester City’nin izinden yürüyecek, gelecek sezonlarda onlar da şampiyonluğa oynayacaktı…

O sezon ligin ilk yarısında bocalayan Malaga CF, sezonun ikinci yarısında topladığı puanlarla ligi 11. sırada tamamladı. Geçmişte Real Madrid’in teknik direktörlüğünü yapmış olan Manuel Pellegrini ile futbol direktörü Antonio Fernandez’in bu başarıda büyük payı vardı…

***

Bir sonraki sezonda Al Thani, transferlerde harcanan 50 milyon Sterin’in karşılığını almaya başlamış, Julio Baptista, Santi Cazorla, Martin Demichelis, Jeremy Toulalan ve Isco’lu kadrosuyla Malaga, Real Madrid, Barca, Valencia’nın ardından ligi 4. sırada bitirmişti. Ligin son maçında, La Rosaleda Stadı’nı dolduran futbolseverler Şampiyonlar Ligini kazanmışçasına seviniyor; 2012–2013 sezonunun kombine biletleri kısa sürede tükeniyordu. Transferlerle birlikte kulübe 120 Milyon Sterlin harcayan El Thani’nin beş sene içinde Şampiyonlar Liginde yer alma hedefi beklenenden çabuk gerçekleşmişti. Katarlı milyarder Malaga’ya görkemli bir stat, yeni antrenman sahaları, içinde oteli ve yeni bir limanı ile göz kamaştıracak tesisler vaat ediyordu. Malaga yeni bir kimliğe bürünecekti. Gelecek sezonlarda yalnız İspanya futbolunda değil, Avrupa sahalarında da esip kükreyen bir takım olacaktı Malaga CF…

Sezonun en büyük hayal kırıklığı ise bir zamanlar Manchester United’ın da formasını giymiş olan Hollandalı golcü Ruud van Nistelrooy’du. Ama hayal kırıklıkları da futbolun parçasıydı…

***

Ancak işler beklendiği gibi gitmedi. İsponyol basını, geçen sezonun sezonunda futbolculara ödenmesi gereken 16 milyon Sterlin’in ödenmediğini, başta Cazorla olmak üzere takımın yıldızlarının birer ikişer takımdan ayrılacağını yazıyordu. Futbolcular yaz sonuna kadar paralarının ödenmemesi durumunda hukuki yollara başvuracaklarını söylüyorlardı. Aslında mali kriz senenin başında başlamıştı. Osasuna’dan transfer edilen savunma oyuncusu Nacho Monreal’in bonservis bedelinin kulübüne ödenmediği gerekçesiyle UEFA tarafından kulübe transfer yasağı getirildi.

İspanyol basını Katarlı işadamının futboldan anlamadığını ima eden yazılar yazıyor; ülkenin en çok satan spor gazetesi Marca, ona ithafen “iş bilmez Taliban” yakıştırmasını yapıyordu. El Thani ise İspanyol basınını ırkçılıkla suçluyor (bu konuda pek de haksız sayılmaz!); İspanyol futbolunun yozlaşmış olduğunu; naklen yayın gelirlerindeki adaletsiz dağıtımın, gelişimin önündeki en büyük engel olduğunu dile getiriyordu.

Velhasıl 2012–2013 sezonunun başında, İspanya’ya yerleşmiş İngilizler’in takımı (İspanyolca Guiri Army) parlak yarınlara koşarken, bir anda kendini parasal sıkıntı içinde buluverdi…

***

El Thani’nin Malaga yatırımları devam eder mi bilinmez ama sezon başında, başta Cazorla olmak üzere yıldız futbolcularını kaybetmesine rağmen ülkesinde ve Şampiyonlar Liginde can yakmaya devam ediyor Malaga CF…

Milan, Anderlecht ve Zenit’in yer aldığı (C) grubunda oynadığı dört maçta topladığı 10 puanla zirvede ve gruptan çıkmayı büyük ölçüde garantilemiş durumda…

Malaga CF, 2010 senesinde başlayan o güzel hikâyede zaman zaman sıkıntıya düşse de bu yazının yazıldığı saatlerde La Liga’da 5. sırada… Ligde oynadığı son maçta Osasuna deplasmanından bir puanla döndü.

Gelecek ne gösterir bilinmez ama 59 yaşındaki Şilili teknik direktör Manuel Pellegrini yeni başarılar peşinde… Takımın 20 yaşındaki yıldız orta saha oyuncusu Isco, Ada takımlarının listesinde…

Jeremy Toulalan, Gonzalo Arroyo, Saviola, Julio Baptista takımın yıldızları…

Şehri kadar güzel o futbol hikâyesini yakından takip ediyoruz ve nicedir iki takımın domine ettiği ligde mavi-beyaz “Guiri Army”e o farklı lezzet için teşekkür ediyoruz.

Ziya Adnan

25 Kasım 2012

MalagaCF