Zafere Kaçış…

Zafere Kaçış…

Uzaklardan…

Bilir misiniz, yönetmenliğini John Huston’un yaptığı, başrollerinde Michael Caine, Sylvester Stallone ve Max von Sydow’un oynadığı 1981 yapımı Escape to Victory (Zafere Kaçış) filminin ilham kaynağı, 1961 yapımı Macar filmi Két félidő a pokolban (Cehennemde İki Devre)’dir. Zoltan Fabri’nin yönettiği siyah-beyaz filmde; 2. Dünya Savaşı’nda, komünist ve Yahudi Macarların çalıştırıldığı bir kampta, Hitler’in doğum gününde savaş tutsakları ile Almanlar arasında oynanan bir futbol maçı müthiş bir senaryoda anlatılır.

“Zafere Kaçış” filminde rol alan futboluculardan bazıları, kuruluşu 1878 senesine dayanan, 80’li senelerin başında Avrupa arenalarında esmis kükremiş, 1980-1981 senesinde UEFA Kupası’nı kazanmış Ipswich Town takımının formasını giymiş, o yıllarda Ada futbolunda nam salmışlar. Günümüzde Championship’te yer alan, maçlarını 30.311 kapasiteli Portman Road Stadı’nda oynayan “Tractor Boys” (Traktör Çocukları) lakaplı takım eski şaşaalı günlerine dönmeyi beklerken, ezeli rakip Norwich Town 2010-2011 sezonunda yükseldigi Premier Lig’de sesini duyurmakta… Birinin yükselişi diğerinin düşüşü olmuş anlayacağınız…

Yaz güneşinin içimizi ısıttığı, futboldan uzak kaldığımız zamanlarda, çevrilmiş en güzel futbol filminde yer almış futbolcuları tanıyalım bu hafta. Hatırlayalım, şimdilerde ne yaparlar bakalım, hal hatır soralım, aramızda olmayanları yâd edelim. Kim bilir, belki bu yazıdan sonra o unutulmaz filmi yeniden izlemek farz olur, en azından Pele, Bobby Moore, Ardiles gibi efsaneleri hatırlama adına…

***

O filmde Alman’ların karşısında defansta 5 numaralı formasıyla yer alan 14 Şubat 1959 doğumlu 54 yaşındaki Russell Osman (Doug Clure), ilk profesyonel maçına 13 Eylül 1977 tarihinde Chelsea karşısında çıkmış. 1977-1985 seneleri arasında 400’e yakın maçta Ipswich Town forması giyen stoper Leicester City, Southampton, Bristol City, Plymouth Argyle, Brighton & Howe Albion takımlarında da forma giymiş. Ayrıca 11 kez İngiltere Milli Takımı’yla boy göstermişliği var. 1981 senesinde UEFA Kupası’nı kazanan Ipswich Town’un önemli futbolcularındanmış. Futbolu bıraktıktan sonra Bristol City, Plymouth Argyle, Cardiff City takımlarında teknik direktörlük yapmış. Şubat 2011’den beri Ipswich Town’un akademisinin başında.

Filmde 6 numaralı futbolcu Terry Brady’i canlandıran 12 Nisan 1941 doğumlu Booby Moore, 1993 senesinin Şubat’ında aramızdan ayrıldığında 51 yaşındaydı. Pele’nin, futbol kariyerinde karşısında oynamış en iyi savunma oyuncusu olarak anlattığı Moore, 108 maçta İngiltere Milli Takımı’yla sahaya çıkmış. 1966 senesinde Dünya Kupasını kazanan İngiltere Milli Takımı’nın önemli futbolcularındanmış. 1958-1974 seneleri arasında West Ham United, sonrasında 1977 senesine kadar Fulham’da forma giyen Moore’un ölümünden sonra, Franz Beckenbauer şunları söylemiş: “Futbol gerçek bir centilmeni, ben ise çok iyi bir dostu kaybettiğim için çok üzgünüm.”

2008’in Ağustos ayında, ölümünün 15. yıldönümünde West Ham United tarafından 6 numaralı formasının ebediyete kadar saklanacağı açıklanırken, günümüzde Wembley Stadı’nın girişindeki büstü o muhteşem futbol mabedinin ziyaretçilerini karşılar.

Orta sahanın sağında, 8 numaralı Carlos Rey rolündeki 3 Ağustos 1952 doğumlu Osvaldo Ardiles, 1978 senesinde Dünya Kupası’nı kazanan Arjantin Milli Takımı’nın önemli futbolcularındandı. Kupadan sonra Ada futboluna Tottenham Hotspurs takımıyla giriş yaptı. Paris Saint Germain’de kiralık oynadığı 1982-1983 sezonu hariç, Kuzey Londra takımında 10 sezon forma giydi. 63 kez Arjantin Milli Takımı’yla sahaya çıkan, 1984 senesinde Tottenham Hotspurs’de UEFA Kupası’nı kazanan yaratıcı orta saha oyuncusu futbolu bıraktıktan sonra İngiltere, Japonya ve Güney Amerika takımlarında teknik direktörlük yaptı. 2012 senesinin Ocak ayından beri Japonya’nın F.C. Machida Zelvia takımında teknik direktörlük yapan Ardiles’in İngiltere’de adına kurmuş olduğu futbol okulları bulunuyor. Vatandaşı Ricky Villa ile birlikte Tottenham formasını giymiş en başarılı yabancı futbolcular listesinin başlarında yer alır.

7 numaralı formasıyla Arthur Hayes’i canlandıran 4 Ağustos 1957 Glasgow doğumlu John Wark, 1975 senesinden 1984’e kadar Ipswich Town’da forma giydi. Parlak futbol kariyerinde dört kez yılın futbolcusu seçilen İskoç oyuncu, çoğunlukla defansif orta saha görevini üstlenmesine karşın, bilhassa Liverpool’da oynadığı senelerde attığı gollerle manşetlerden hiç düşmedi. 1984-1985 sezonunda oynadığı 61 maçta 27 gol atmış ve takımın en fazla gol atan futbolcusu olmuş. O zamanların müthiş golcüsü Ian Rush’dan bile fazla gol kaydetmiş gol canavarı. Liverpool’da geçirdiği 1984-1988 seneleri arasında 108 maçta 42 golü var unutulmaz orta saha oyuncusunun. Yakın geçmişte 100 bin Liverpool taraftarı arasında yapılan “Kop’u Sallayan 100 Futbolcu” anketinde 10. sırada yer alması tesadüf değil elbet. Ipswich Town’un tarihinde en fazla gol atan 3. futbolcu olan Wark, günümüzde aynı kulüpte halkla ilişkilerden sorumlu… Zafere Kaçış filminde sadece bir sahnede konuşmuş, ancak kalın İskoç aksanı nedeniyle dublajlanmış!

Orta sahanın solunda, 11 numaralı formasıyla Erik Ball karakterini canlandıran 2 Şubat 1957 doğumlu Danimarkalı futbolcu Soren Lindsted, 1979-1982 seneleri arasında FC Twente ile adını duyurmuş. Sonrasında Belçika’nın KFC Winterslag ve RFC de Liège takımlarında forma giymiş, futbolu 1990 senesinde Holbæk takımında bırakmış.

İleri uçta, efsane Pele’nin hemen yanıbaşında, 9 numaralı Sid Harmor karakterini canlandıran 15 Aralık 1942 doğumlu Mike Sumerbee 1959 senesinde Swindon Town’da başlayan futbol kariyerini, 1965-1975 seneleri arasında Manchester City’de sürdürmüş; sonrasında Burnley, Blackpool ve Stockport County takımlarında forma giymiş. Futbolu bıraktıktan sonra tekstil işine dalmış, kendi üretimi erkek gömlekleri ile ünlenmiş. Önemli müşterileri arasında Sylvester Stallone ve David Bowie de bulunuyor. Günümüzde Liverpool yakınlarındaki o sevimli Cheshire kasabasında yaşamakta…

Ve yedek futbolculardan Polonyalı Paul Wolchek’i canlandıran Kazimierz Deyna… 23 Ekim 1947 doğumlu ofansif orta saha oyuncusu jenerasyonunun en iyilerinden. 1966-1978 seneleri arasında Legia Warsaw forması giymiş ve kulübün yakın geçmişte yenilenen stadının önüne heykeli bulunuyor. 1989’da Polonya’da yüzyılın futbolcusu seçilmiş O yıllarda takım arkadaşları “General” lakabı takmışlar bu futbol ustasına. Oynadığı dönemlerde Inter, Bayern ve Real Madrid’den transfer teklifleri almış ama o dönemde Doğu Avrupa ülkelerinde uygulanan dışarıya transfer yasağı nedeniyle gidememiş. 1978 Dünya Kupası’ndan sonra, milli takımı bıraktığında transfer izni çıkmış ve 31 yaşında Ada’nın yolunu tutmuş. 1981 senesine kadar formasını giydiği Manchester City’de 38 maçta 12 golü var. 1978 sezonun son 8 maçında 7 gol atarken küme düşme potasındaki City’nin ligde kalmasında payı büyük olmuş. 1981 senesinden 1987’e kadar Amerika’nın San Diego Sockers takımında forma giyen Deyna, o dönemde alkole düşmüş. Takvim yaprakları 1 Eylül 1989’u gösterirken San Diego’da geçirdiği araba kazası sonucu 41 yaşında hayatını kaybetmiş. Kimlerine göre intihar, kimilerine göre alkollü araba kullanmanın sonucu, kim bilir…

2008 senesinde Legia Warsaw kulübünün, tarihinin en büyük futbolcusu Deyna’nın 10 numaralı formasını hiçbir futbolcuya vermeme kararı aldığını hatırlatalım…

Ziya Adnan

10 Haziran 2013

ZafereKacis

Justin Soni Fashanu; Kimsesiz çocuklar yurdundan yeşil sahalara…

Justin Soni Fashanu; Kimsesiz çocuklar yurdundan yeşil sahalara…

Uzaklardan…

 “Suçlu olduğumu sanıyorum. Ailemi ve arkadaşlarımı daha fazla utandırmak istemiyorum.”

Ada futbolunun parlayan yıldızı Robin van Persie’nin geçen sezon dudak uçuklatan o sözleşmeye imza attığı zamanlardan çok önce bu diyarlarda yaşamış, iz bırakmış bir futbolcu vardı; yeni futbol kuşağının fazla bilmediği, en fazlasından büyüklerinden dinleyebilecekleri…

Bir milyon Sterlin’lik sözleşmeye imza atan ilk zenci futbolcu olarak adının futbol kitaplarına yazıldığı zamanlarda, onu izlemek için statlara koşardı futbolseverler. Henüz Premier Lig kurulmamıştı. Endüstriyel futbol hikâyelerinin gazetelerin spor sayfalarından eksik olmadığı, Liverpool efsanesinin Ada futbolunda kasırga gibi estiği zamanlardı. Sir Alex Ferguson Manchester United’ın başına geçmemişti daha. Rooney henüz dünyaya gelmemiş, Highbury yıkılmamıştı. Chelsea, 2. ligde kalma savaşındaydı…

Bu yazı, şimdi çok eskide kalmış zamanların hiç unutulmayacak o siyahi futbol yıldızına…

***

Takvimler 19 Şubat 1961’i gösterirken, doğu Londra’nın yoksulluğu ile tanınmış Hackney semtinde avukat bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş. Henüz çocuk yaşlarda annesi ve babası ayrılınca, kendisinden bir yaş küçük kardeşi ile birlikte soluğu, İngiltere’de “Barnardo’s Home” olarak bilinen “Kimsesiz Çocuklar” yurdunda almış. Bu vesileyle tanıtalım “Barnardo’s Home” vakfını: 1866 senesinde İrlandalı doktor Thomas John Barnardo tarafından kurulan vakıf, yardıma muhtaç çocuklara el uzatmasıyla bilinir.

Altı yaşına kadar vakfın himayesinde yaşayan iki kardeşi, 1967 senesinde Alf ve Betty Jackson evlat edinmiş. İngiltere’nin güneyinde yer alan Norfolk bölgesinin Shropham kasabasında yaşayan ailenin yanına yerleşen iki kardeş burada yeni yaşantılarına başlarken, ilerleyen zamanlarda büyük kardeş boks sporuna merak salmış ve iri, güçlü fiziği ile kısa sürede bölgede adını duyurmuş. Profesyonel boks hayatına adım atması beklenirken, şaşırtan bir kararla şansını futbolda denemeye karar vermiş ve 1978 senesinde bölgenin önemli takımlarından Norwich City’nin genç takımına katılmış.

***

Genç takımda kısa sürede parlarken, o senenin aralık ayında profesyonel takımla sözleşme imzaladı. Takımla ilk maçına, 13 Ocak 1979 tarihinde West Bromwich Albion’a karşı çıktı. Kısa sürede güçlü fiziği ve attığı gollerle adını duyurdu. 1980 senesinde, Liverpool’a karşı oynadığı maçta attığı mükemmel gol, BBC’nin “Match Of the Day” programı tarafından sezonun golü seçildi.

1981 senesinin Ağustos ayında, Brian Clough’un teknik direktörlüğünü yaptığı Nottingham Forest’e 1 milyon Sterlin karşılığında transfer oldu. Milyon Sterlinlik sözleşmeye imza atan ilk zenci futbol olarak futbol kitaplarına geçerken, takımdan ayrılan Trevor Francis’in yerini doldurması planlanmıştı…

***.

Ancak işler beklendiği gibi gitmedi. Sert mizacı ve disiplinden taviz vermemesiyle bilinen Brian Clough’la yıldızı bir türlü barışmamıştı. Onun gece hayatına düşkünlüğünü, eşcinsellerin gittiği kulüplerin müdavimi olduğunu oğrenen Clough, bir süre sonra takımla antremanlara çıkmasını yasakladı. Hayatını anlattığı kitabında, futbolcu ile olan gerilimi bir soyunma odası dialoğunda anlatan Clough’un sözlerine kulak verelim…

“Bir gün soyunma odasında, diğer futbolcuların içinde sordum ona:

Sen bir somun ekmek istersen nereye gidersin?

Fırına, diye cevap verdi.

Peki dedim; Canın pirzola çekerse nereye gidersin?

Kasaba, dedi.

O zaman, neden sürekli o boktan eşcinsel kulüplerine takılıyorsun? diye sorduğum zaman susmuştu.”

***

Clough ile ilişkisini bir türlü yoluna koyamayan futbolcu, 1982 senesinin Ağustos ayında Southampton’a kiralandı. Nottingham Forest’te 32 maçta forma giymiş, o maçlarda sadece üç gol atabilmişti. O dönemde takımın yıldızı Kevin Keegan takımdan ayrılmış, taraftar hayal kırıklığı içindeydi. Ancak kısa sürede Keegan’ın yerini doldururken, oynadığı dokuz maçta üç gol atarak taraftarın gönlünü kazandı. O yıllarda Southampton’un teknik direktörlüğünü yapan Lawrie McMenemy onu bırakmak istemedi. Ancak bonservis ücretinin yüksekliği ve iki takım arasındaki rekabet nedeniyle bu transfer gerçekleşmedi.

O senenin Aralık ayında, 150 bin Sterlin karşılığında Ada futbolunun en eski takımlarından Notts County’e transfer oldu. Forma giydiği 64 maçta 20 gol kaydetti.  Burada geçirdiği üç sezondan sonra, 1985 senesinin Haziran ayında Brighton & Hove Albion’a, 115 bin Sterlin bedelle geçiş yaptı. Ancak dizinden geçirdiği sakatlık yüzünden iki sezonda ancak 16 kez forma şansı bulabildi. Ameliyat olmak için gittiği Amerika’da, Los Angeles Heat takımıyla anlaştı. Bir süre burada forma giydikten sonra, soluğu Kanada’nın Edmonton Brickmen takımında aldı.

1989 senesinin Ekim ayında İngiltere’ye dönüş yaparak, Manchester City’de antremanlara çıkmaya başladı. Takımda sadece iki maçta görev yaptıktan sonra aynı sezon West Ham United’a geçiş yaptı, ancak kalıcı olamadı. Sonrasında alt liglerde, Leyton Orient, Southall, Leatherhead takımlarında şansını denedi. 1991-1993 sezonları arasında, alt liglerde Torquay United’da 41 maçta 13 gol attı, ama takımını üçüncü ligden düşmekten kurtaramadı.

***

Bütün bu transfer furyasının ortasında, 1990 senesinde bulvar gazetelerinin birine yaptığı söyleşide eşcinsel olduğunu açıkladı. Kim bilir, belki en büyük hatasıydı bu! 22 Ekim 1990 tarihinde, İngiltere’nin en çok satan bulvar gazetesi The Sun’un manşeti şöyleydi: “£1m Football Star: I AM GAY” (1 Milyon Sterlinlik futbol yıldızından: Ben Eşcinselim!) Futbolcunun, yakın geçmişte Muhafazakâr Parti’den bir milletvekiliyle eşcinsel ilişki yaşadığı, o ilişkinin en mahrem detayları, yatak odası hikâyeleri Ada basınında uzun süre gündemden düşmedi.

Haber Ada futboluna bomba gibi düştü. Futbol dünyası ayağa kalkmış, eski ve yeni futbol yıldızları eşcinsel bir futbolcunun yeşil sahalarda yeri olmadığını, onun yeni futbol nesillerine kötü örnek oluşturduğunu dile getiriyordu. Kısa zamanda taraftarların hedefi haline gelirken, ünlü bir futbolcu olan öz kardeşi bile ona cephe aldı. O haberden bir hafta sonra The Sun gazetesinin manşetinde, o ünlü futbolcunun eşcinsel kardeşini artık görmek istemediği, onu hayatından sildiği yazıyordu.

Gittiği her takımda sürekli eşcinselliği ile gündeme gelen futbolcunun ilerleyen zamanlarda kariyerini Ada futbolunda devam ettirmesi zorlaştı. Hiçbir kulüp onunla sözleşme imzalamaya yanaşmıyordu. Bir süre İskoçya’da forma giydikten sonra, 1995-1996 senelerinde Avustralya’nın Adelaide City, sonrasında Yeni Zelanda’da Miramar Rangers takımlarında oynadı.

1998 senesinin Mart ayında 17 yaşında bir genç, onun kendisini Maryland’deki apartmanında taciz ettiği iddiasıyla polise şikâyette bulundu. Hakkında tutuklanma kararı çıktığı günlerde, o İngiltere’ye, doğup büyüdüğü topraklara dönmüştü.

2 Mayıs 1998 sabahı, Doğu Londra’nın göçmen nüfusu yüksek Shoreditch semtinde terk edilmiş bir garajda ölüsü bulundu. Kendini asmıştı. Geride bıraktığı bir kaç cümlede intiharının nedenini anlatıyordu,

“Suçlu olduğumu sanıyorum. Ailemi ve arkadaşlarımı daha fazla utandırmak istemiyorum. Umut ediyorum ki çok sevdiğim İsa Mesih beni yanına kabul eder, nihayet huzur bulurum…”

Futbolcunun intiharından sonra başlatılan soruşturmadan bir süre sonra, takvimler 9 Eylül 1998’i gösterirken, Amerikan polisinin dava hakkında yeterli kanıt olmadığı için hakkında açılan davanın düştüğünü, futbolcunun suçsuz olduğunu yazıyordu gazeteler.

Eşcinsel futbolcunun ölümü, kayıtlara intihar olarak geçti.

***

Geçtiğimiz günlerde BBC tarafından yayınlanan bir makalede, onun eşcinsel olduğunu açıkladığı 23 sene içinde başka hiçbir futbolcunun eşcinsel olduğunu açığa vurmadığını, ancak bunun günümüz futbolunda eşcinsel futbolcuların olmadığı anlamına gelmediği yazıyordu.

Çok küçük yaşlarda hayata yenik başlamış, “Kimsesiz Çocuklar Yurdu” ile tanışmak zorunda bırakılmış, sonrasında evlat edinilmiş, İngiltere futbolunda bir milyon Sterlin’lik sözleşmeye imza atan ilk siyah futbolcu olarak adını duyurmuş, İngiltere Genç Milli takımına kadar yükselmiş, Şubat 1980’de Liverpool’a attığı gol sezonun golü seçilmiş, sonrasında eçcinselliği nedeniyle çokları, hatta ailesi tarafından bile dışlanmış, ama futboldan asla kopmamış, bir Londra sabahında henüz 37 yaşında hayatına son vermiş o futbolcunun adı Justin Soni Fashanu idi…

Ziya Adnan

15 Mayıs 2013

JustinFashanu

 

Premier Lig’de bir Mussolini hayranı…

Premier Lig’de bir Mussolini hayranı…

Uzaklardan…

Hatırlıyorum, daha dün gibi… Zaten zaman dediğin nedir ki? 1998 senesinin Eylül ayında, yağmurlu bir günde oynanan unutulmaz maçta taşınmıştı manşetlere. Bir lig maçında, Arsenal deplasmanda Sheffield Wednesday karşısında puan arıyordu. Bir pozisyonda rakibine sert girmiş, gördüğü kart sonrasında o kızgınlıkla maçın orta hakemi Paul Alcock’u itmiş ve düşürmüştü. Cezası ağır oldu elbette. O maçta gördüğü kırmızı kartın üstüne 11 maç ceza aldı İngiltere Futbol Federasyonundan; futbol sahalarından uzun süre uzak kaldı…

90’lı yılların ortalarında Ada futbolunda adını duyurmuş, yeteneği kadar agresifliğiyle namlı İtalyan futbolcuyu her izlediğimde haylaz, deli dolu bir çocuğun hallerini gözlemlerdim. Yetenekli ama bir o kadar da uslanmaz! West Ham United formasını giydiği zamanlarda attığı o müthiş golü kim unutabilir ki? 2000 senesinin Mart ayında, Wimbledon’a karşı oynanan maçta voleyle attığı gol BBC tarafından sezonun golü seçilmişti Aradan geçen onca zamana rağmen günümüzde bile Premier Lig’in en güzel gollerinden biri olarak sıklıkla ekranlara gelen o golün kahramanını, o deli dolu İtalyanı asla unutmadı doğu Londra takımının taraftarları…

***

9 Temmuz 1968 tarihinde, Roma’nın banliyölerinden Quarticciolo’da işçi sınıfı bir ailenin oğlu olarak dünyaya gelmiş. Bölgenin en popüler takımı Roma olmasına rağmen, küçük yaşlarda Lazio takımına gönül vermiş. Yazılanlara göre çocukluk yıllarında hayli tombul ve obezmiş; o yüzden doktorlar ortopedik ayakkabı giymesini tavsiye etmişler. “Bir kez olsun bile giymedim!” diyor asi futbolcu! Futbola başlamadan önce aktörlüğe merak salmış; hatta “Zorro” adlı televizyon programının ön elemelerini kazanmış. Ancak ailesi fotoğraf seansları için gerekli parayı bulamadığı için programda rol alamamış. Ele avuca sığmayan bir çocukluk geçirdiğini, henüz 12 yaşında kardeşinin bisikletini çalıp sattığını, eline geçen parayı dondurma, çikolata ve video oyunlarında harcadığını anlatır biyografisinde.

İlerleyen senelerde futbola merak salmış ve kısa sürede kiloları vermiş. Lazio’nun genç takımında başladığı futbol kariyerini, 1985 senesinde profesyonel sözleşmeye imza atarak devam ettirmiş. 1990 senesine kadar formasını giydiği takımda düzenli olarak kadroya girmekte zorlanmış ve 1990 senesinde Juventus’a transfer olmuş. Genç takımda oynadığı senelerde Lazio’nun hiçbir maçını kaçırmadığını, hatta “Irriducibili” olarak bilinen ırkçı taraftar grubunun aktif üyelerinden olduğunu, çoğu maçlarda kavgaların içinde yer aldığını anlatıyor. Sağ kolundaki “Dux” dövmesi Mussolini’nin lakabı Duce’nin (lider) Latincesi… Anlayacağınız Mussolini hayranlığı o yıllara dayanıyor.

1993 senesine kadar formasını giydiği Juventus’da aradığı huzuru bulamamış İtalyan futbolcu. O dönemde takımın teknik direktörlüğünü yapan Giovanni Trapattoni ile ters düştüğü için bu kez Napoli’ye transfer olmuş. 1993-1994 sezonunda geldiği Napoli’de iki sezon geçirdikten sonra AC Milan’a geçmiş. Burada da yıldızı Capelllo ile barışmayınca, 1996 senesinde soluğu İskoçya’nın Celtic takımında almış. 1996 senesinde, Celtic’de ilk sezonunda 37 maçta 15 gol atarak adını Ada futbolunda duyurmuş. O senenin sonunda 4,2 milyon Sterlin karşılığında Premier Lig takımlarından Sheffield Wednesday’e transfer olurken, yeteneği ve attığı jeneriklik gollerle Wednesday taraftarlarının gözdesi olmuş.

Juventus’da forma giydiği senelerde, örnek aldığı futbolcunun Gianluca Vialli olduğunu söylüyor her fırsatta. Yakın geçmişte Four Four Two dergisi ile yaptığı bir söyleşide Vialli’nin çok zengin bir aileden geldiğini, Cremona’da 40 odalı bir malikâneye sahip olmasına rağmen asla şımarmadığını, futbolu her zaman paranın önünde tuttuğunu anlatır. Her antrenman sonrası Vialli’yi izlermiş hayranlıkla: “Diğer futbolcular soyunma odasının yolunu tutarken, o yağan yağmura aldırmadan 40 dakika daha şut çalışması yapar ve hiç şikâyet etmezdi. Vialli’den çok şey öğrendim ve ona hayranlık duymamak elde değildi!”

***

1999 senesinin Ocak ayında, 1,7 milyon Sterlin bedelle West Ham United’a transfer oluyor, o sezon doğu Londra takımı Premier Lig’i 5. sırada bitiriyordu. 2001 senesinde FIFA’nın Fair Play ödülünü kazandığını da hatırlatalım. Everton’a karşı oynanan maçta, rakip takım kalecisi Paul Gerrard sakatlanmış, yerde yatmaktadır. İtalyan futbolcu sağdan ortalanan topu boş kaleye yollamak yerine, iki eliyle tutarak yerde yatan kaleciyi gösterir. Kendi deyimiyle ırkçı değil faşist olduğunu anlatan futbolcudan böylesine sportmence bir davranış… Takdire şayan…

2001-2002 sezonunun ortasında Sir Alex Ferguson onu transfer etmek icin kulübü ile görüşür ama o 2003 senesine kadar West Ham United’da kalır. Kariyerinin devamında Charlton Athletic, Lazio, Cisco Roma takımlarında top koşturan futbolcu, 2008 senesinin Martı ayında, 23 senelik profesyonel futbol kariyerini noktaladığını açıklar. Bundan sonraki hedefinin de, sevdalısı olduğu West Ham United’ın teknik direktörlüğü vardır…

Futbol kariyeri boyunca, golleri kadar siyasi görüşünün de tartışma konusu olduğunu hatırlayalım…

Sicili zaten kabarık… 2005’te Roma’ya attığı golden sonra verdiği faşist selamı sonrası kendisine verilen para cezasına aldırmayışı sicilinden bir not… Zaten sonraki maçlarda da verdi aynı selamı. Suçlamalara “Irkçı değil sadece faşistim!” diye cevap vermesi ise ayrı bir tartışma konusu… Anılarını yazdığı “Paolo Di Canio: The Autobiography” kitabında İtalya’ya son yıllarda çok fazla göçmen geldiğini, gelenlerin İtalyan kültürüne ayak uyduramadığını, Bu gidişle İtalya’nın on yılda bir Müslüman ülkesine dönüşeceğini yazması da…

***

Teknik direktörlük kariyerine 2011 senesinde Ada futbolunun 3. lig takımlarından Swindon Town’da başlarken, henüz ilk sezonunda takımı 2. Lig’e çıkarıyordu. Şampiyonluğu yakın geçmişte vefat eden annesi ve babasına ithaf ederken, sezonu 93 puanla şampiyon olarak bitiren takımın başında 3. ligde sezonun teknik direktörü ödülünü kazandı. Ancak geçmişte dile getirmekten sakınmadığı faşist görüşleri nedeniyle zaman zaman sıkıntıya düştüğünü de söylemeden geçmeyelim. Swindon Town’nun başına getirildiği gün, sponsorlardan The GMB Union, kulüple yapılan 4 bin Sterlin’lik sponsorluk anlaşmasını feshettiğini duyurmuştu…

Ve geçtiğimiz Mart ayının son günlerinde, bu sezon Premier Lig’e tutunma mücadelesi veren Sunderland, teknik direktörü Martin O’Neill’i kovarak onu göreve getirdi. Akabinde faşist bir teknik direktörün kulüpte varlığını kabullenemeyen eski Dışişleri Bakanı Ralph Miliband kulüp yönetiminden istifa ediyor; bazı taraftarlar da kombine biletlerini iade etmek için kulübe başvuruyordu.

Futbolculuk yıllarında yeteneği kadar hırçınlığı ve faşist görüşleri ile de nam salmıştı Paolo Di Canio… Kaybetmeyi asla kabullenemezdi. Sunderland’ı Premier Ligde tutar mı bilinmez ama görünüşe göre teknik direktörlük kariyeri de futbolculuğu kadar fırtınalı geçecek…

Ziya Adnan
28 Nisan 2013

MussoliniHayrani

Fuat Çapa ile Söyleşi – Bölüm 2…

Fuat Çapa ile Söyleşi – Bölüm 2…

Ankara’dan…

Geçen Pazar günü, yine bu köşede Gençlerbirliği teknik direktörü Fuat Çapa ile yaptığımız söyleşinin ilk bölümünü yayınlamıştık. Bu Pazar bıraktığımız yerden devamla…

“Ama bizim topraklarda uzun vade yok ki! Ben üç yıldır Türkiye’deyim, üç Federasyon Başkanı, üç alt yapı sorumlusu gördüm. Nasıl yönlendireceksiniz bu futbolu!”

Burada bir şey sorabilir miyim? Hani ortamlar farklı dediniz ya, Türkiye’de adapte olmakta zorlandığınız en zor şey neydi? Bunu futbol olarak soruyorum, mesela antrenman metotları mı, insanlara yaklaşım mı? Nerede zorlandınız?

İşin doğrusu her şeyde… Bir kere yaklaşım çok değişikti. Bakıldığı zaman, söylenen her şeye direkt olarak inanmamak, biraz daha mesafeyi korumak, işin detaylarına fazla girmemek gerektiğini burada öğrendim. O süreçte yaş ortalaması yaklaşık 30 olan bir takımla çalıştım. Bazı şeyleri bu futbolculara yeniden öğretmeye kalkarsanız haliyle sıkıntı yaşarsınız. Ben biraz da o detaylarla boğuldum. Ancak şunu da belirtmem gerekir: Ben, benzer süreci başka bir zamanda, başka bir takımda da olsa bir şekilde yaşayacaktım.

Sonra ne oldu?

O dönemde Kasımpaşa genel menajeri Süha Sidal ile tanışmıştım. Kendisi bana benim çalışma şeklimi ve oynattığım futbolu beğendiğini ve fırsat olursa gelecekte benimle birlikte Kasımpaşa’da çalışmak istediğini söylemişti. Belçika’ya döndükten sonra kısa süre orada çalışıp, devamında 3 yıl Hollanda’da görev yaptım.

Hangi takımda?

MVV Maastricht… Takım o dönem 2. ligdeydi. İki sezon çalıştım. İlk sezon çok iyi geçmişti. O sezon sonunda play-off’a kaldık ama finalde kaybettik. İkinci sezon biraz sancılı geçti. Kulübün bütçe sıkıntısından dolayı deneyimli futbolcuları göndermek zorunda kaldılar. Genç futbolcularla devam ettik. Yine de ligi yönetimle anlaşmış olduğumuz yerde bitirdik. O dönem Türk takımlarının yöneticileri sürekli bizi izliyorlardı. Ben RBC Roosendaal takımında göreve başladığımda, sözleşmeme, Türkiye’den bir teklif gelirse ayrılabileceğime ilişkin madde koydurmuştum.

Yani hayatınızda Türkiye hâlâ vardı…

Şundan dolayı: Burada başarısız olarak nitelendirilip gönderildiğim için… Yoksa Türkiye’ye dönmeyi açıkçası çok fazla düşünmeyebilirdim… Ama bir şekilde bunun böyle olmadığını, bir teknik adamın beş haftada değerlendirelemeyeceğini göstermeliydim.

Hocam sözünüzü balla keserek araya gireyim. Sir Alex Ferguson Manchester United’da göreve başladığı 1986 senesinden sonra ilk yedi senesinde bırakın kupa kazanmayı, kümede kalmaya oynadı ama hiç kimse onu kovmayı düşünmedi…

Türkiye ile Avrupa’yı bu konuda ayırmak lâzım. Şu anda kulüplerimizin yönetim tarzı Avrupa kulüplerinin 90’lı yıllarını andırıyor. İstikrar yok. Gerçi Gençlerbirliği için böyle bir şey söz konusu degil. İlhan bey 30-35 senedir başkanlık görevinde, kulüp menajeri 25 senedir görev yapmakta… Ama diğer kulüplere bakıldığında üç yılda bir başkan, iki yılda bir kulüp menajeri değişiyor. Her yıl bir yönetici çıkıp yerine yenisi giriyor. Böyle olunca bu olumsuzluk doğal olarak teknik adamlara da yansıyor. Çünkü başarısızlıkta, yönetici başarısız olduğunu kabullenmediği için sorumluluğu teknik direktöre yüklüyor…

Peki, sizce bu durum doğru mu?

Bence doğru değil. Kurumsallaşmadığımız için böyle olaylarla karşılaşıyoruz. Türkiye’de başkanlar çok önemli liderler… Çünkü sistemi, vizyonu onlar belirliyor. Avrupa’da ise oluşturulmuş bir sistem var. Göreve gelenler o sistemin üzerine çalışıyor ve sistemi nasıl geliştirebileceklerini düşünüyor. Örneğin Belçika üç buçuk sene hükümetsiz, başbakansız idare edildi. Açıkcası bunu Türkiye’de yapabilmek çok kolay değil…

Sizce gelecekte Türk futbolunda bu istikrarı sağlamak mümkün olacak mı?

Ben olacağına inanıyorum. Abdullah Avcı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyespor’da 4-5 sezondan fazla çalışmış olması, Ertuğrul Sağlam’ın Bursaspor’da üç buçuk sezon görev yapması, Mehmet Özdilek’in Antalyaspor’da beşinci sezonunu yaşaması, Aykut Kocaman’ın yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Fenerbahçe’nin başında olması, Fatih Terim’in Galatasaray’da istikrarlı olarak devam etmesi bence olumlu gelişmeler…

Bir futbol adamı olarak Türk futbolunu nasıl görüyorsunuz?

Hangi Türk futbolundan bahsediyorsunuz? Takımların ilk 11’lerinin yüzde 55’i yabancı olan bir ülkede, futbolcuların yüzde 20-25’i gurbetçi olan bir ülkede hangi Türk futbolundan bahsediyorsunuz? Yani Türkiye’nin İngiltere’den ne farkı var?

Ama İngiltere’de şöyle bir durum var: Yabancı futbolcu olarak oynayabilmek için belli kriterlerden geçmek gerekiyor…

Açıkcası sonuçta o kritlerler kimi heyecanlandırır? Beni en çok yabancılar değil de, Gençlerbirliği’nin alt yapısından yetişen çocuklar daha çok heyecanlandırır. Sürekli yabancılara bel bağlayan bir sistemde bir zaman sonra sıkıntılar başlayacaktır. Örneğin Abromovich futboldan elini eteğini çektiğinde Chelsea’nin durumu ne olacak?

İngiltere örneğinde, bu olumsuzluk milli takıma da yansıyor tabii…
Haliyle…

O zaman yabancı kısıtlamasının daha sert olması gerektiğine mi inanıyorsunuz?

Aslında olayı ikiye ayırmak lâzım. Avrupa’da mücadele eden kulüpler için yabancı kısıtlaması doğru olmaz. Ama şunu da unutmamak gerek: Galatasaray UEFA kupasını kaç yabancıyla kazandı?
Hagi, Popescu, Taffarel…

Demek ki doğru işler yapıldığı zaman doğru sonuçlar alınabiliyor. Çünkü futbol artık aynı zamanda bir ekonomi…

Ben Türkiye’de kulüplerin bu adaletsiz havuz sistemi içinde hak etmedikleri paraları kazandıklarını ve hesapsız harcadıklarını düşünüyorum. Mesela 35 yaşındaki Drogba’ya Avrupa’nın hiçbir kulübünün vermediği senede 4 milyon Euro’luk ücreti Galatasaray verebiliyor…

Doğrudur, Avrupa’da hiçbir kulüp bu parayı vermez ama Drogba’nın Türkiye’ye gelişi de önemlidir. Bizim futbolcularımız bile antrenmanda gol atınca “Di-Di-Di” diye seviniyorlardı. Birkaç hafta önce ise onunla karşı karşıya oynadılar. Dolasıyla Drogba futbolcularımız için rol modelidir. Drogba Galatasaray’a ve birlikte oynadığı arkadaşlarına, alt yapıdaki profesyonel futbolcu adaylarına çok şey katacaktır…

Peki, bunun bir mali külfeti yok mudur?

Vardır ama ödenen paralar gelecekte fazlasıyla çıkacaktır. Bakın, Galatasaray’da localar şu anda yok satıyor. Bizde ise durum farklı… Bizim gibi kulüplerin bu paraları harcama lüksü yok.
Bizim, üreten kulüpler olmamız lazım…
Benim naçizane görüşüm, keşke Türk takımları kendi Drogba’larını çıkarabilse; mesela dört milyon Euro’yu alt yapılara yatırsak ve uzun vadede Arda ve Arda’lar çıkarabilsek…
Ama bizim topraklarda uzun vade yok ki… Ben üç yıldır Türkiye’deyim; üç Federasyon Başkanı, üç alt yapı sorumlusu gördüm. Nasıl yönlendireceksiniz bu futbolu!

Alt yapıları nasıl görüyorsunuz?
Bence bizim alt yapımızda çok yetenekli futbolcular var.

Ama malesef onları çıkarıp, parlatmak biraz zor, değil mi?

Çok kolay değil. Çünkü teknik adam olarak sen önce sonuç almak zorundasın. Var olmak istiyorsan, kulüpte kalmak istiyorsan iyi sonuçlar almak zorundasın. İngiltere’de Wenger’in takımı ezeli rakibine 8-2 mağlup oluyor ama hocası devam ediyor. Ne yazık ki bizim ülkede bu pek mümkün değil…

Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyoruz Sayın Fuat Çapa’ya…

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı
14 Nisan 2013

Fuat Çapa ile Söyleşi – Bölüm 2…

Fuat Çapa ile Söyleşi – 2…

Ankara’dan…

Geçen Pazar günü, yine bu köşede Gençlerbirliği teknik direktörü Fuat Çapa ile yaptığımız söyleşinin ilk bölümünü yayınlamıştık. Bu Pazar bıraktığımız yerden devamla…

“Ama bizim topraklarda uzun vade yok ki! Ben üç yıldır Türkiye’deyim, üç Federasyon Başkanı, üç alt yapı sorumlusu gördüm. Nasıl yönlendireceksiniz bu futbolu!”

Burada bir şey sorabilir miyim? Hani ortamlar farklı dediniz ya, Türkiye’de adapte olmakta zorlandığınız en zor şey neydi? Bunu futbol olarak soruyorum, mesela antrenman metotları mı, insanlara yaklaşım mı? Nerede zorlandınız?

İşin doğrusu her şeyde… Bir kere yaklaşım çok değişikti. Bakıldığı zaman, söylenen her şeye direkt olarak inanmamak, biraz daha mesafeyi korumak, işin detaylarına fazla girmemek gerektiğini burada öğrendim. O süreçte yaş ortalaması yaklaşık 30 olan bir takımla çalıştım. Bazı şeyleri bu futbolculara yeniden öğretmeye kalkarsanız haliyle sıkıntı yaşarsınız. Ben biraz da o detaylarla boğuldum. Ancak şunu da belirtmem gerekir: Ben, benzer süreci başka bir zamanda, başka bir takımda da olsa bir şekilde yaşayacaktım.

Sonra ne oldu?

O dönemde Kasımpaşa genel menajeri Süha Sidal ile tanışmıştım. Kendisi bana benim çalışma şeklimi ve oynattığım futbolu beğendiğini ve fırsat olursa gelecekte benimle birlikte Kasımpaşa’da çalışmak istediğini söylemişti. Belçika’ya döndükten sonra kısa süre orada çalışıp, devamında 3 yıl Hollanda’da görev yaptım.

Hangi takımda?

MVV Maastricht… Takım o dönem 2. ligdeydi. İki sezon çalıştım. İlk sezon çok iyi geçmişti. O sezon sonunda play-off’a kaldık ama finalde kaybettik. İkinci sezon biraz sancılı geçti. Kulübün bütçe sıkıntısından dolayı deneyimli futbolcuları göndermek zorunda kaldılar. Genç futbolcularla devam ettik. Yine de ligi yönetimle anlaşmış olduğumuz yerde bitirdik. O dönem Türk takımlarının yöneticileri sürekli bizi izliyorlardı. Ben RBC Roosendaal takımında göreve başladığımda, sözleşmeme, Türkiye’den bir teklif gelirse ayrılabileceğime ilişkin madde koydurmuştum.

Yani hayatınızda Türkiye hâlâ vardı…

Şundan dolayı: Burada başarısız olarak nitelendirilip gönderildiğim için… Yoksa Türkiye’ye dönmeyi açıkçası çok fazla düşünmeyebilirdim… Ama bir şekilde bunun böyle olmadığını, bir teknik adamın beş haftada değerlendirelemeyeceğini göstermeliydim.

Hocam sözünüzü balla keserek araya gireyim. Sir Alex Ferguson Manchester United’da göreve başladığı 1986 senesinden sonra ilk yedi senesinde bırakın kupa kazanmayı, kümede kalmaya oynadı ama hiç kimse onu kovmayı düşünmedi…

Türkiye ile Avrupa’yı bu konuda ayırmak lâzım. Şu anda kulüplerimizin yönetim tarzı Avrupa kulüplerinin 90’lı yıllarını andırıyor. İstikrar yok. Gerçi Gençlerbirliği için böyle bir şey söz konusu degil. İlhan bey 30-35 senedir başkanlık görevinde, kulüp menajeri 25 senedir görev yapmakta… Ama diğer kulüplere bakıldığında üç yılda bir başkan, iki yılda bir kulüp menajeri değişiyor. Her yıl bir yönetici çıkıp yerine yenisi giriyor. Böyle olunca bu olumsuzluk doğal olarak teknik adamlara da yansıyor. Çünkü başarısızlıkta, yönetici başarısız olduğunu kabullenmediği için sorumluluğu teknik direktöre yüklüyor…

Peki, sizce bu durum doğru mu?

Bence doğru değil. Kurumsallaşmadığımız için böyle olaylarla karşılaşıyoruz. Türkiye’de başkanlar çok önemli liderler… Çünkü sistemi, vizyonu onlar belirliyor. Avrupa’da ise oluşturulmuş bir sistem var. Göreve gelenler o sistemin üzerine çalışıyor ve sistemi nasıl geliştirebileceklerini düşünüyor. Örneğin Belçika üç buçuk sene hükümetsiz, başbakansız idare edildi. Açıkcası bunu Türkiye’de yapabilmek çok kolay değil…

Sizce gelecekte Türk futbolunda bu istikrarı sağlamak mümkün olacak mı?

Ben olacağına inanıyorum. Abdullah Avcı’nın İstanbul Büyükşehir Belediyespor’da 4-5 sezondan fazla çalışmış olması, Ertuğrul Sağlam’ın Bursaspor’da üç buçuk sezon görev yapması, Mehmet Özdilek’in Antalyaspor’da beşinci sezonunu yaşaması, Aykut Kocaman’ın yaşanan tüm olumsuzluklara rağmen Fenerbahçe’nin başında olması, Fatih Terim’in Galatasaray’da istikrarlı olarak devam etmesi bence olumlu gelişmeler…

Bir futbol adamı olarak Türk futbolunu nasıl görüyorsunuz?

Hangi Türk futbolundan bahsediyorsunuz? Takımların ilk 11’lerinin yüzde 55’i yabancı olan bir ülkede, futbolcuların yüzde 20-25’i gurbetçi olan bir ülkede hangi Türk futbolundan bahsediyorsunuz? Yani Türkiye’nin İngiltere’den ne farkı var?

Ama İngiltere’de şöyle bir durum var: Yabancı futbolcu olarak oynayabilmek için belli kriterlerden geçmek gerekiyor…

Açıkcası sonuçta o kritlerler kimi heyecanlandırır? Beni en çok yabancılar değil de, Gençlerbirliği’nin alt yapısından yetişen çocuklar daha çok heyecanlandırır. Sürekli yabancılara bel bağlayan bir sistemde bir zaman sonra sıkıntılar başlayacaktır. Örneğin Abromovich futboldan elini eteğini çektiğinde Chelsea’nin durumu ne olacak?

İngiltere örneğinde, bu olumsuzluk milli takıma da yansıyor tabii…

Haliyle…

O zaman yabancı kısıtlamasının daha sert olması gerektiğine mi inanıyorsunuz?

Aslında olayı ikiye ayırmak lâzım. Avrupa’da mücadele eden kulüpler için yabancı kısıtlaması doğru olmaz. Ama şunu da unutmamak gerek: Galatasaray UEFA kupasını kaç yabancıyla kazandı?

Hagi, Popescu, Taffarel…

Demek ki doğru işler yapıldığı zaman doğru sonuçlar alınabiliyor. Çünkü futbol artık aynı zamanda bir ekonomi…

Ben Türkiye’de kulüplerin bu adaletsiz havuz sistemi içinde hak etmedikleri paraları kazandıklarını ve hesapsız harcadıklarını düşünüyorum. Mesela 35 yaşındaki Drogba’ya Avrupa’nın hiçbir kulübünün vermediği senede 4 milyon Euro’luk ücreti Galatasaray verebiliyor…

Doğrudur, Avrupa’da hiçbir kulüp bu parayı vermez ama Drogba’nın Türkiye’ye gelişi de önemlidir. Bizim futbolcularımız bile antrenmanda gol atınca “Di-Di-Di” diye seviniyorlardı. Birkaç hafta önce ise onunla karşı karşıya oynadılar. Dolasıyla Drogba futbolcularımız için rol modelidir. Drogba Galatasaray’a ve birlikte oynadığı arkadaşlarına, alt yapıdaki profesyonel futbolcu adaylarına çok şey katacaktır…

Peki, bunun bir mali külfeti yok mudur?

Vardır ama ödenen paralar gelecekte fazlasıyla çıkacaktır. Bakın, Galatasaray’da localar şu anda yok satıyor. Bizde ise durum farklı… Bizim gibi kulüplerin bu paraları harcama lüksü yok. Bizim, üreten kulüpler olmamız lazım…

Benim naçizane görüşüm, keşke Türk takımları kendi Drogba’larını çıkarabilse; mesela dört milyon Euro’yu alt yapılara yatırsak ve uzun vadede Arda ve Arda’lar çıkarabilsek…

Ama bizim topraklarda uzun vade yok ki… Ben üç yıldır Türkiye’deyim; üç Federasyon Başkanı, üç alt yapı sorumlusu gördüm. Nasıl yönlendireceksiniz bu futbolu!

Alt yapıları nasıl görüyorsunuz?

Bence bizim alt yapımızda çok yetenekli futbolcular var.

Ama malesef onları çıkarıp, parlatmak biraz zor, değil mi?

Çok kolay değil. Çünkü teknik adam olarak sen önce sonuç almak zorundasın. Var olmak istiyorsan, kulüpte kalmak istiyorsan iyi sonuçlar almak zorundasın. İngiltere’de Wenger’in takımı ezeli rakibine 8-2 mağlup oluyor ama hocası devam ediyor. Ne yazık ki bizim ülkede bu pek mümkün değil…

Bu güzel söyleşi için teşekkür ediyoruz Sayın Fuat Çapa’ya…

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı

Fuat Çapa ile söyleşi -Bölüm 1…

Fuat Çapa ile söyleşi-1

Ankara’dan…

“Ben henüz 38 yaşında bir teknik adam olarak hayalini kurduğum, olmak istediğim bir ortamda, kaybedeceğim çok fazla şey yok diyerek işe başlayıp aslında çok şey kaybettim. Olaya duygusal açıdan baktığımda böyle…”

Gençlerbirliği’nde daha önce de çalıştı, 2007-2008 sezonunda sadece 5 hafta görevde kalabildi. 2010-2011 sezonunun ikinci yarısında Kasımpaşa’ya teknik direktör oldu. Sonrasında yine Gençlerbirliği… 2011-2012 sezonundan bu yana görevde…

Gençlerbirliği teknik direktörü Fuat Çapa’yı, 29 Mart 2013 günü, güzel bir Ankara baharında Beştepe’deki kulüp tesislerinde Necdet Özkazancı ile birlikte ziyaret ettik. Biz sorduk, o tüm içtenliği ile yanıtladı. Karşınızda Fuat Çapa…

-Hocam, bize kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
15 Ağustos 1968’de Afyon Emirdağ’da dünyaya geldim. 1972’de babam önce Fransa’ya gitmişti, sonrasında bizi yanına aldı. Altı ay orada kaldıktan sonra akrabalarımızın daveti üzerine babam Belçika’ya geçti. O, işlerini hallettikten sonra biz de yanına gittik.

-Sene kaçtı?
1974 yılıydı. O yıllarda Avrupa’da her şey çok güzeldi. İş olanakları çok fazlaydı. Yabancılarla bakış acısı günümüzden çok farklıydı. Açıkcası çok fazla sıkıntı çekmedik. O süreçte ben ilk, orta ve yüksek eğitimimi Belçika Anvers’de tamamladım. Futbola 10 yaşında yaşadığımız şehrin takımında başladım. Takım o dönem 1. ligdeydi. Ancak ailem eğitimime daha çok önem verdiği, Türkiye’ye geri dönme hayalleri devam ettiği ve sporla da fazla ilgili olmadığı için futbol oynamama pek sıcak bakmıyorlardı. Ben de üniversite eğitimine ağırlık verdim ama bu arada 3. ve 4. liglerde futbol oynamaya da devam ettim. Okulu bittirdikten sonra sigortacı olarak çalışmaya başladım.

-Peki, teknik direktörlüğe nasıl başladınız?
Bu süreçte hem top oynuyor, hem de minik takımları çalıştırıyordum. Belli bir yaşa gelip de futbol oynamaya devam etmem mümkün olmayınca 1994’te teknik direktörlük kurslarına başladım.

-UEFA C lisansı ile mi başladınız?
Evet. Sonrasında ikişer yıl arayla “UEFA B” ve “UEFA A” kurslarını ve ardından iki yıl da staj çalışmasını tamamladım. Sonrasında gelen pro lisansı da ekleyince, teknik direktörlük yolunda 10 yıllık bir süreçten geçtim.

-Bu süreçte takım çalıştırdınız mı?
“UEFA B” lisansını aldıktan sonra en az A2 düzeyinde bir takım çalıştırma zorunluğu vardı. Ben de oturduğumuz şehre 15 kilometre uzaklıkta bir 2. lig takımının alt yapısında görev aldım. Sonra A takımın teknik direktörü yardımcı antrenörlük teklif etti. Böyle olunca, hem A takımda yardımcı hocalık hem de A2 takımında teknik direktörlük yaptım. Aynı zamanda da “UEFA A” kursuna devam ediyordum. Ligin son maçı benim de tezimi verdiğim gün oynandı. Tezimi verdikten sonra Turnhout takımıyla karşılaştık. Turnhout yeni bir oluşum içindeydi. Jean-Marie Pfaff orada sportif direktör olarak göreve başlayacaktı. Maçtan sonra değerlendirme yapmak için kafeteryaya çıktığımızda Jean-Marie Pfaff’ı gördüm. Elimdeki “UEFA A” tezim dikkatini çekti. Tezimi biraz inceledikten sonra, “Kısa süreligine bu bende kalabilir mi?” diye sordu. Bir hafta sonra da beni arayıp Turnhout takımında yardımcı hocalık teklif etti.

-Kısmet işte… (Gülüşmeler)
Evet. Öyle bir ortamda çalışmak benim için büyük mutluluktu. Çünkü Jean-Marie Pfaff dünya futbolunun en önemli kalecilerinden birisiydi. Teknik direktör Stephane Demol da Belçika’nın en yetenekli futbolcularındandı. Belçika’da yaşayan bir yabancı olarak o grubun içine girmek çok da kolay değildi. Böylelikle orada göreve başladım. Takımda iki sezon yardımcı hoca olarak çalıştım.

-Hangi sezonlar?
1998-1999 ve 1999-2000 sezonlarıydı. 2000 sezonundan sonra da aynı kulüpte teknik adam olarak dört sezon göreve devam ettim. Bu dönemde kulüp lisans sorunlarından ötürü önce 3. lige sonra da 4. lige düşürüldü. O süreçte doğal olarak Jean-Marie Pfaff ile Stephane Demol takımda kalmak istemediler.

-Ya siz?
Ben devam ettim. 4. ligden 3. lige, sonra da 2. lige çıktık. Bu dört sezon benim adıma çok olumlu gelişti. O süreçte 37 yaşındaydım ve Avrupa’da yetişmiş ve bu görevi yapan ilk Türk oldum. Ayrıca ligin en genç teknik adamıydım. Bu dört sezon boyunca aynı futbolcu grubuyla çalıştık, Her ne kadar kolay gibi gözükse de belli bir süre sonra futbolcuların ve teknik direktörün birbirlerine bakış açıları değişiyor. Bu nedenle oradan ayrılmam gerekiyordu. Belçika’da birkaç 2. lig takımı daha çalıştırdıktan sonra 2007-2008 sezonunda Gençlerbirliğinde kısa bir maceram oldu.

-O macera nasıl başladı?
Aslında o ilginç bir süreçti. Biliyorsunuz, o dönem Gençlerbirliği önce Ersun Yanal ile anlaşmıştı. Ama sonra o transfer gerçekleşmeyince bu kez Trond Sollied’e teklif götürmüşlerdi. Sollied Belçika’da çalışıyordu ve oldukça başarılıydı. Gençlerbirliği ile bazı maddi konulardan ötürü anlaşamamışlar. Belçika gazetelerinde Sollied’in, Türkler’i aşağılayan bir demeci yayınlandı. Bu da beni bir hayli üzmüştü. Gençlerbirliği başkanı İlhan Cavcav’ı aradım; “Onların yapacağı işi biz de yaparız. Hem para veriyorsunuz hem aşağılanıyorsunuz,” dedim. Benim bu sitemkâr konuşmam üzerine İlhan bey beni görüşmek üzere kulübe davet etti.

-Gittiniz mi?
Evet, gittim. Ama sonradan anladım ki o dönemde asla gitmemem gerekiyordu. Çünkü hazırlık döneminin başlamasına üç gün kala, kadronun yeni oluştuğu ve Hacettepe’nin lige çıktığı, Gençlerbirliği camiasının çok yoğun olduğu bir döneme denk gelmiştim. İlhan bey bana, “Kadro bu, ekip bu… Bu şartlar altında çalışmak istersen biz de seninle çalışırız,” dedi.

-Sizin yanıtınız ne oldu?
Ben henüz 38 yaşında bir teknik adam olarak hayalini kurduğum, olmak istediğim bir ortamda, kaybedeceğim çok fazla şey yok diyerek işe başlayıp aslında çok şey kaybettim. Olaya duygusal açıdan baktığımda böyle…

-Peki, olumlu katkıları olmadı mı?
Kesinlikle oldu. Hayatın gerçeklerini yaşayarak gördüm. Benim için iyi bir deneyim oldu. Buradan ayrılırken çok incinmiş ve kırılmıştım. Sanki üzerimde çok büyük bir yük taşıyordum. Açıkçası gücüme gitmişti. Bir şeyler yapmaya çaba gösterip de her anlamda sıkıntı yaşamak üzücüydü.

-Kısa kalmıştınız, değil mi?
Evet, beş hafta kaldım. Oynadığımız beş lig maçında 4 puan toplamıştık. Düşünün, Türkiye’yi tam olarak bilmiyorsunuz, karakterini tam olarak bilmiyorsunuz ve buraya çalışmaya geliyorsunuz. Evet, biz Avrupa’da Türk toplumuyla iç içeydik ama oradaki ortamla buradaki ortam tamamen farklı…

Haftaya: Gençlerbirliği yeniden…

Ziya Adnan -Necdet Özkazancı

Altın çocuğun vedası…

Altın çocuğun vedası…

Uzaklardan…

Ada futbolunun gelmiş geçmiş en iyi golcülerinden biriydi. Kariyerinde yaşadığı uzun dönem sakatlıkları olmasa, Sir Bobby Charlton’un gol rekorunu kırması işten bile değildi…
Böyle demiş Garry Lineker, bir zamanlar Ada futbolunu sallamış, şimdilerde futbolu bırakmaya hazırlanan efsane golcü için. Üstat söylemişse doğrudur diyerek altın çocuğun kariyerine bir göz atalım bu yazıda, en azından geçmişi hatırlama adına…

14 Aralık 1979 tarihinde, kuzeyin o şirin kasabası Chester’de dünyaya gelmiş, Jeanette ve Terry çiftinin dördüncü çocuğu. Babası Terry 1949 doğumlu, profesyonel futbol kariyerinde Everton (1966-1970), Bradford City(1970-72) ve Chester City (1972-1977) takımlarında forvet olarak oynamış. Eh, baba futbolla bu kadar haşır neşir olunca oğul da babaya benzer haliyle. Henüz 8 yaşında okul takımı “Deeside Area Primary School”un saflarına katılmış. Dokuz yaşında okul takımının kaptanlığına getirilmiş. 10 yaşına bastığı günlerde Liverpool’un unutulmaz golcüsü Ian Rush’un aynı okul takımında yaşadığı rekoru, bir sezonda 97 gol atarak kırmış. Koyu bir Everton taraftarıymış o yıllarda, babasıyla birlikte Goodison Park’ın tribünlerinde mutlaka yerlerini alırlarmış maç günleri.

Henüz 14 yaşında Ada futbolunun devlerinin radarına takılmış genç golcü, Manchester United, Chelsea, Arsenal ve sevdalandığı Everton onu genç takımlarına katmaya çalışırken, o yıllarda Liverpool akademisinin başında olan Steve Highway’den gelen mektup seçeceği takım kararında etkili olmuş. Üstelik bir çift krampon hediye etmiş genç golcüye bir zamanların unutulmaz kanat oyuncusu. “O mektup tüm planları değiştirdi” diyor babası ve devam ediyor; “oğlum o mektuptan sonra kendine yeni bir aşk bulmuştu…”

Liverpool’un akademisiyle sözleşme imzaladıktan sonra, henüz 14 yaşında İngiltere Milli takımının o yaş grubu icin Lillishal’da düzenlediği kampa davet edilmiş ve kısa süre sonra İngiltere Milli takımının U15 kadrosunda yer almış. O yıllarda U15 ve U16 takımlarında oynadığı 20 maçta 28 gol atmış olması kayda değer. 17 yaşına bastığı gün, teknik direktörlüğünü Roy Evans’ın yaptığı Liverpool’la profesyonel sözleşme imzalamış, akabinde A takım kadrosuna dâhil edilmiş. Akademi direktörü Highway’ın tavsiyesi etkili olmuş kadroya girmesinde. O dönem kırmızıların formasını giyen Alman Karl-Heinz Riedle şöyle anlatıyor golcüyü;

“Takıma gelmeden önce adını hiç duymamıştım, ancak antrenmanlarda göze batıyordu. Henüz 17 yaşında olmasına rağmen inanılmaz sürati, oyunu okuması ve futbol zekâsı mükemmel. O harika bir futbolcu ve bir ya da iki yılda büyük oyuncu olacak.”

Liverpool’da ilk golünü 6 Mayıs 1997’de güney Londra’nın Selhurst park stadında Wimbledon’a karşı kaydetmiş. Sezonun bitimine yakın Manchester United ile şampiyonluk için çekişen Liverpool, o tarihi maçta Wimbledon’u mağlup edemeyince şampiyonluk kupası Sir Alex’in takımına gitmiş. Şehrin köklü gazetesi “Liverpool Echo” şöyle yazmış o maçtan sonra;
“Liverpool’un şampiyonluk kupasını elleriyle Manchester United’a teslim ettiği maçta yegâne kazancı, oyuna 2. yarıda giren o genç golcüydü. Anfield’in zengin geleneklerini utandıran takım performansını unutturacak tek şey sahadaki o altın çocuktu.”

1997-98 sezonunda Liverpool’un golcüsü “Toxteth teror” lakaplı Fowler’ın sakatlanmasıyla onun yerini almış takımda. O sezonun sonunda Premier Lig’de “Altın Ayakkabı” ödülünü kazanırken, İngiltere Futbol Federasyonu tarafından “sezonun en iyi genç futbolcusu” seçilmiş. Bir üst kategori olan ‘sezonun en iyi futbolcusu’ ödülünü ise Dennis Bergkamp ve Tony Adams’in arkasından 3. sırada kapatarak. O sezon takımıyla beş senelik sözlesme imzalarken, haftalık 10 bin Sterlin’le, Ada futbolunun en fazla kazanan genç futbolcusu olarak tarihte yerini almış. Sene sonunda, Avrupa futbolunun en iyisi sıralamasında Zinedine Zidane’nin arkasından 2. sırayı aldığını unutmamak gerek…

Sekiz sene formasını giydiği Liverpool’da (1996-2004) her sezon takımın en golcü futbolcusu olurken, 2001 senesinde takımla üç kupa birden kaldırmış. 6 senelik kupa özlemine, Lig, Federasyon ve UEFA Kupaları ile son vermiş o sezon sonunda Liverpool.

13 Ağustos 2004 tarihinde, 8 milyon bedelle Real Madrid’e transfer olduğunda hafızalarda Liverpool’la çıktığı 216 maçta 188 gol ve 20021 senesinde kazandığı Ballon d’Or (Avrupa’da yılın futbolcusu) ödülü kalmış. Onun o mükemmel ödülü kazandığı sene, Raúl, Oliver Kahn, David Beckham, Luís Figo, Rivaldo, Andriy Shevchenko ve Thierry Henry’nin sıralamada onun gerisinde yer almış olması, başarısının büyüklüğünü anlatmaya yeter sanırım…

***

Ancak Liverpool’u terk etmek yaramamış golcüye. Kimileri bunu ‘Anfield’in laneti’ olarak yorumlarken, kimileri yaşadığı sakatlıkların düşüşünde etkili olduğunu dile getirmiş. 11 numaralı formasıyla ancak bir sezon kalabildiği Madrid takımında 41 maçta 18 gol atmış. O maçların büyük bölümünde oyuna sonradan girmiş olması, Madrid macerasındaki hayal kırıklığını anlatmaya yeter herhalde…

2005 senesinin Ağustos ayında Ada’ya geri dönmüş, imzası için Real Madrid’e 16,8 milyon Sterlin ödeyen Newcastle United takımıyla. O dönemde eski kulübü Liverpool ve çocukluk aşkı Everton’da uğraş vermişler onu kadrolarına katma adına, ama olmamış. Ancak sakatlıklar yakasını bırakmamış golcünün. 2005–2009 seneleri arasında ancak 71 maçta sahaya çıkabilmiş siyah beyazlı takımla. Mesela 2005 senesinin Aralık ayında ayak kemiğinin kırılması sonucu sezonunun büyük bölümünde takımdaki yerini alamamış. 2006 Dünya Kupasında İsveç karşısında maçın henüz ilk dakikasında sağ dizinden yaşadığı sakatlık yüzünden bir seneye yakın sahalardan uzak kalmış. Dört sezonda Newcastle United’da kaydettiği gol sayısı 26. Kimbilir belki gerçekten Anfield Laneti!

2009 senesinin Temmuz ayında, şaşırtan bir transfere imza atmış. Sir Alex, Cristiano Ronaldo’nun geride bıraktığı 7 numaralı formayı ona verirken “maç başına” anlaşmış Kırmızı Şeytanlarla. Man United tarihinde, 7 numaralı formayı giyenler arasında Eric Cantona, Bryan Robson, David Beckham ve George Best’in de olduğunu hatırlayalım bu vesileyle…

Ancak futbolcu üzerine kurulan planlar Sir Alex’in umduğu gibi gitmemiş. 2009–2012 seneleri arasında Manchester United formasıyla ancak 31 maça çıkmış ve beş gol atabilmiş. Yine de 2010-11
sezonunda takımda yaşadığı bir lig şampiyonluğu var. 89 kez Milli olduğu İngiltere formasıyla 40 gol atan (ki 1998 Dünya Kupasında Arjantin’e attığı gol turnuvanın en güzel golü seçilmiştir).

***

Görünüşe göre, 2012 senesinin Eylül ayında transfer olduğu Stoke City kariyerindeki son takım olacak. Geçtiğimiz günlerde, sezon sonunda, sadece 6 maçta forma giyebildiği takımda futbolu bırakacağını açıklarken, kariyerinin en büyük hatasının Liverpool’dan ayrılmak olduğunu dile getiriyordu.

Michael Owen; Ada futbolunun gelmiş geçmiş en büyük golcülerinden, 90’lı yılların altın çocuğu, futbolun yarım kalmış güzel hikâyesi. Yarım kalmış her hikâye gibi biraz noksan, biraz hüzünlü. Sanırım altın çocuk, Liverpool taraftarlarının gönlünde güzel ama sonu gelmemiş buruk bir hatıra olarak kalacak…

Ziya Adnan
24 Mart 2013

AltinCocugunVedasi

92’ler Kulübü…

92’ler Kulübü…

Uzaklardan

Geçenlerde sevgili Tanıl Bora Radikal gazetesinde enfes bir yazı yazdı, ömürlerini farklı statları görmeye adamışlar üzerine. (Stat Hacıları – 13 Mart 2013). Tanıl’ın o yazıda sözünü ettiği 92’ler kulübünü yakından gözlemiş bir futbolsever olarak konu üzerine yazmadan edemedim…

***

Yazılmış en güzel futbol kitabı “Gölgede ve Güneşte Futbol” da şöyle yazmış Eduardo Galeano;

Taraftar, haftada bir kez evinden kaçar ve stadyumun yolunu tutar. Bayraklar sallanır, kaynanazırıltıları öter, maytaplar atılır, davulla çalınır, konfetiler yağar gökyüzünden. Kent yok olur, rutin olan herşey unutulur, gerçek olan tek şey tapınaktır. Bu kutsal alanda, atesti olmayan tek dinin kutsal yönleri seyredilir. Taraftarlar, meleklerin nöbetçi şeytanlarla yapacakları mücadaleyi canlı olarak görebilmek için bu haç yolculuğunu yerine getirir.

Günümüz futbolunda bu haç yolculuğu için haftada bir kez evden kaçmak yetmiyor ne yazık ki. Malum, her gün maç. Geçmiş sezonlarda, Arsenal’ın Emirates stadında bir haftada üç maç izlemiş nacizane bir futbolsever olarak bu durumu iyi bilenlerdenim. Eskiden haftanın 6. günü oynanırdı bütün maçlar, aynı saatte başlar, aynı saatte biterdi, Cumartesi denilince akla ilk maç gelirdi.

Şimdi ise maç her gün, yolculuk her gün…

Bir arkadaşım var 50’li yaşlarda, futbola adanmış bir ömürde çok stat gezmiş, çok görmüş bir futbol dilencisi. Geçenlerde ’92 ler kulübüne girmesine’ az kaldığından bahsediyordu, sanırım dört, ya da beş kalmış o elit kulübün üyeleri arasına girmeye. Bebek bekleyen bir baba misali heyecanla bekliyordu üyelik azasını.

***

92’ler kulübünü bilmeyenler için; Ada futbolunda yer alan 92 profesyonel kulübün statlarında maç izlemiş taraftarların kurmuş olduğu bir çeşit futbol tarikatı. Üye olmanın yegane koşulu, ülkenin 92 profesyonel futbol stadını görmüş olmak. 92 stadı tamamladığınız sezon, 92 kulübün de profesyonel liglerde yer alması gerekiyor, malum küme düşmeler ve çıkmalar.
Kurucusu Gordon Pearce, Bristol City taraftarı ve İngiltere’nin dünya kupasını kazandığı 1966 senesinde kurmuş 92’ler kulübünü, ilk üye de kendisi olmuş elbet. 2006 senesinde üye sayısı 1,100’e ulaşmış. Şimdilerde bu sayı 1500’e yakın…

“Azim gerektiren bir yolculuk” diyor, ve devam ediyor; “ailesi, düzenli bir işi, veya ilişkisi olanlar için ve pie (İngilizlerin mac günleri satılan böreği) sevmeyenler için zor. Buz gibi bir Şubat akşamında, uzun bir yolculuktan sonra Derby County’nin sisle kaplanmış Pride Park stadında titreyerek maç izlemek herkese göre değil!”
Kulüp üyelerinden Roger Titford, 60’lı yaşlarda. Premier Lig takımlarından Reading’in sezonluk bilet sahibi, futbol yazarlığıyla uğraşıyor. Takımını ilk kez 1964 senesinde, o yıllarda Reading’e ev sahipliği yapan Elm Park stadında izlemiş, ve 92’ler kulübüne girmeye 25 sene sonra Stoke City’nin Victoria stadındaki maçtan sonra hak kazanmış. “Maçlara gide gele, bir zaman sonra fark ediyorsunuz ki kazara ülkenin 60, 65 stadını ziyaret etmişsiniz. Hele de ‘asansör’ takımlardan birinin taraftarıysanız, sezonlar geçtikçe gördüğünüz stat sayısı da haliyle artıyor” diyor BBC’ye verdigi söyleşinde.

Birmingham City taraftarı Duncan Adams, 48 yaşında, ve 92’ler kulübü üyeliğini 1996-97 sezonunda kazanmış. Kendi kurmuş olduğu web sitesinde (http://www.footballgroundguide.com/) deplasman takımı taraftarları için her türlü faydalı bilgi mevcut. En renkli publar, yeme içme mekanları, bilet fiyatları, maçı izleyebileceğiniz en keyifli tribün, takım tezahüratları, hatta ‘pie’ satan börekçiden stata kadar olan yürüme mesafesi. Stada araba ile yolculuk gelecekler için, maçtan sonra trafiğe takılmadan hızlıca kaçabileceğiniz ara yollar bile düşünülmüş.
“92 stadın 55’ini takımımla yaptığım deplasman yolculuklarında gördüm” diyor web sitesinde. Siteyi kurduktan sonra, 92’ler kulübü üyeliği kesmemiş olacak ki, devam etmiş Ada’da o stat bu stat gezmeye. İngiltere, Galler ve İskoç liginin amatör kümelerinde ki statları da tavaf etmiş, 270’in üzerinde stat da maç izlemişliği var hacının….

Onca zaman gezip gördüğü statlarda inanılmaz görüntülere şahit olmuş. 1987 senesinde, kaybedenin küme düşeceği Burnley – Orient maçı sonrası mesela. “Takımları kümede kalınca stadın damında zafer sarhoşluğuyla dans eden Burnley taraftarlarını unutamam” diyor.

Bu hacılar içinde aşkı bulanlar da yok değil. Duncan ve eşi ilk çıkmaya başladıklarında ayrı şehirlerde yaşıyorlarmış ve birbirlerini sadece haftasonları görme fırsatı buluyorlarmış. Mayıs sonundan Ağustos ortasına kadar sorun yokmuş, ama ya futbol sezonu başlayınca! Sezon başında, tüm cesaretini toplayıp, ayrılmayı da göze alarak, “Sen de gelsene maçlara, mesela bu hafta falanca stadın önünde buluşalım!” teklifini atmış ortaya ve kız arkadaşı da kabul etmiş. Hatta evlilik teklifini de stadın birinde yapmış.
Şimdilerde evli çiftimiz ve “Eşim benim kadar olmasa da 50’ye yakın stat görmüştür” diyor Duncan…

***

Bu “ground-spotting” hadisesi sadace İngiltere’ye mahsus değil elbet. Değişilmez futbol dergisi “When Saturday Comes” yazarlarından Ian Plenderleith, Almanya’da ayda bir çıkan, parlak kuşe kağıdına basılmış, kalınca “Stadium World” (Stadionwelt) dergisinin Alman futbol hacıları için yazıldığını, hayli de ilgi gördüğünü söylüyor.

Bana gelince;

Geçenlerde Barnet’in bayırı andıran ‘Underhill’ stadında 55’i tamamlamış, ama önündeki yolu hayli uzun bir futbolsever olarak 92’ler kulübüne girmem zor. O kıdemli hacıların yanında, bizimkisi olsa olsa dünya gözüyle haç özlemi…

Yine de, bir hafta içinde Emirates, 19 Mayıs, Cebeci ve Necdet abi sağolsun, Polatlı stadında maç izlemiş olmanın da ayrı bir neşesi var tabi…

Ziya Adnan
17 Mart 2013

92'lerKulubu

Arıların Hikâyesi: Barnet FC…

Arıların Hikâyesi: Barnet FC…

Uzaklardan…

“We all follow the Barnet
Over land and sea
We all follow the Barnet
Onto Victory…”

(Biz Barnet’in peşindeyiz, karada ve denizde, biz Barnet’in peşindeyiz, doğru zafere…)

Barnet… Londra’nın kuzeyinde, şehir merkezine 16 kilometre uzaklıkta, 1965 senesine kadar Hertfordshire bölgesi sınırları içinde yer almış, o senelerde çıkartılan yasa ile Londra’ya bağlanmış, genelinde orta sınıfın yaşadığı şirin, yeşil, kırsal bir banliyö… Tarihçilere göre banliyönün adı, eski İngilizce’de “bærnet” (ateşten temizlenmiş toprak) kelimesinden türemiş, sonraları “Barneto” adını almış. Bağlı olduğu 331.500 nüfuslu “London Borough of Barnet” 87 kilometrelik bir alana yayılmış. “Middlesex” adında büyükçe bir üniversiteye sahip, genelinde İngilizlerin yaşadığı bölgenin en önemli özelliği, Londra’yı ülkenin kuzeyine bağlayan M1 karayoluna taş atımlık mesafede olması…

İşte o şirin banliyönün 1888 senesinde kurulmuş, günümüzde League Two’da (4.lig) mücadele eden takımı Barnet FC, nam-ı diğer “Arılar”… Maçlarını oynadığı 6.023 kapasiteli Underhill Stadı 1907 senesinden beri takıma ev sahipliği yapmakta… Barnet FC ile birlikte, Arsenal’ın rezerve takımının da maçlarını oynadığı stadın yarı kapasitesinden fazlası ayakta maç izlemek isteyen taraftarlara ayrılmış; koltuk sayısı 2.303…

Kulüp, bölgede o yıllarda yer alan Cowley College ve Lyonsdown Collegiate okullarının birlikte kurdukları futbol takımı ile ortaya çıkmış. İlk zamanlarında “The Hillmen” (Tepe Adamlar) adıyla mücadele ederken, 1892 senesinde bölgesel lig olan Kuzey Londra Ligine katılmaya hak kazanmışlar. Şimdilerde takımla özdeşleşmiş koyu sarı–siyah renkler o zamanlardan miras… 1912 senesinden 1965’e kadar Londra’nın amatör takımlarının yer aldığı Athenian Lig’de mücadele etmiş olan “Arılar”ın o dönemde elde ettiği bölge şampiyonluğu sayısı 7, yarı profesyonelliğe geçtiği sene ise 1965…

O sene, tarihinde ilk kez Federasyon Kupasının 3. turuna kadar yükselen Barnet FC’nin Preston North End ile karşılaştığı maçı 10.500 taraftar izlemiş. 1970-1971 sezonunda İngiltere Futbol Federasyonu’nun yarı profesyonel takımlar arasında düzenlediği “FA Trophy” kupasında Stafford Rangers ile final oynama şansını yakalayan Barnet FC, maçı 3-0 kaybetmiş.
1990–1991 sezonu ise dönüm noktası olmuş takım adına. O sezon Federasyon Kupasında 3. tura kadar yükselen takım, o turu Portsmouth karşısında kaybetmesine rağmen, sezonun sonunda oynanan lig maçında Fisher Athletic’i yenerek İngiltere profesyonel futbol liglerine adımını atmış.

***

O yıllarda hücum futbolunu seven, çok gol atıp kalesinde çok gol gören bir takım olarak nam salarken, profesyonel liglerdeki ilk maçında Crewe Alexandra karşısında sahadan 7-4 yenik ayrılmış
Barnet FC…

Bir sonraki Lig Kupası maçında, Brentford ile 5-5 berabere kalan takım, o sezon 3. Lig’e yükselme play-off maçında Blackpool’a yenilmiş. Bir sonraki 1992-1993 sezonunda, yaşadığı mali krize rağmen ligi 3. sırada bitirerek bir üst lige terfi hakkını kazanmış. Ancak uzun sürmemiş 3. Lig serüveni. 1993-1994 sezonunda tekrar 3. Lig’e dönüş yaparken, o dönem takımın teknik direktörlüğünü bir zamanların efsane kalecisi Ray Clemence yapmaktaymış. (Ziyacığım buradaki sezonlarda bir sıkıntı var gibi sanki ama İngilizcem yeterli olduğu için bulamadım. Bu paragrafa sezonların doğruluğu açısından bakmanda yarar var)

Clemence’in ilk 2 sezonunda, ligi 9. ve 11. sıralarda bitiren takım, 1996-97 sezonunda Clemence’in takımdan ayrılıp İngiltere Milli Takımı kaleci antrenörlüğüne getirilmesi ile sarsılmış. Yeni teknik direktör Terry Bullivant ile o sezonu 15. sırada bitiren Barnet FC, inişli çıkışlı zamanlardan sonra 2000-2001 sezonunda başladığı yere, amatör kümeye düşmüş.
2004-2005 sezonunda ise bir kez daha profesyonel liglere dönüş yaptı Barnet FC; hem de o sezonun bitiminde en yakın rakibi Hereford United’a 12 puan fark atarak! O dönemde takımı kimler çalıştırmadı ki: Paul Fairclough (2004), Ian Hendon (2008), Mark Stimson, Martin Allen, Lawrie Sanchez (2011)…

***

Ve geçtiğimiz günlerde, soğuk, karlı bir Londra şubatında, bu sezon antrenörlüğünü Edgar Davids’in yaptığı Barnet FC, lig lideri Port Vale karşısında sahaya çıkıyor; 24 takımlı League Two’da alt sıralardan kurtulmanın mücadelesini yapıyordu. 4. Lig maçı olmasına rağmen 21 Sterlin’e (58 TL) satılan maç biletleri, günümüzün futbol düzeninde kulüplerin ayakta kalabilmek için stat gelirlerini artırmaları gerektiğinin göstergesi…

Bir zamanlar Ajax, Milan, Juventus, Barca formaları giymiş 13 Mart 1973 doğumlu Edgar Davids (nice senelere), bu sezonun başında takımda “player-manager” olarak görev aldı. Daha maçın ilk dakikalarında, ilerlemiş yaşına rağmen savunmaya yönelik orta saha oyuncusu olarak klasından hiçbir şey kaybetmediğini gösteriyordu.
Geçmişte futbol efsanesi Pele tarafından düzenlenmiş, “Yaşayan en iyi 100 futbolcu” listesinde yer almış olması tesadüf değildi elbette. Ajax yıllarında, o dönem takımın teknik direktörlüğünü yapmış Louis van Gaal’ın “pitbull” lakabı taktığı “gözlüklü topçu”, hızını biraz yitirmiş olsa da sert oyunundan, futbol zekâsından ve mücadeleci yapısından hiçbir şey kaybetmemişti.

Aynı gün uzaklarda, adının başına eğreti bir “Süper” sıfatı takılmış vasat ligimizde iki belediye takımı yedi tepeli şehirde bomboş tribünler önünde mücadele ederken, aynı saatlerde futbolun beşiğinde bir mahalle takımı 4. lig maçında, 2.398 taraftarının önünde sahaya çıkıyor; kıran kırana geçen maçın sonunda iki takım da birer puana razı oluyordu.
Maçın devre arasında sohbet ettiğim ev sahibi takımın taraftarları, bu sezon kombine biletlerini 400 Sterline satın aldıklarını (yaklaşık 1.180 Lira), 60 yaşın üzerindeki taraflar için bu rakamın 150 Sterlin, 14 yaşın altındaki çocuklar için ise 30 Sterlin civarında olduğunu dile getiriyordu.

Futbola Barnet FC’de başlamış olan Dougie Freedman, Marlon King, Andy Clarke, Linvoy Primus, Maik Taylor, Mark Gower ve Jason Puncheon kariyerlerinin ilerleyen zamanlarında Premier Lig takımlarında boy gösterdi. Şimdilerde o şirin banliyönün “arıları”, günün birinde tıpkı eskiden formasını giymiş o futbolcular gibi ülkenin üst liglerinde mücadele etmenin rüyasıyla Underhill Stadı’nın tribünlerini her maçta doldurmaya devam ediyor.

Uzaklarda üç büyük masalıyla lanetlenmiş ülkemde, maç günleri statların tribünlerini doldurmayı beceremeyen rekabetsiz futbol düzeninin aksine, futbolun beşiğinde 4. lig takımı Barnet FC nicedir unuttuğumuz gerçeği gösteriyor görmesini bilenlere: Her takım kendi hikâyesini yazar ve her takım kendi taraftarı için büyüktür…

Ziya Adnan
10 Mart 2013

BarnetFC

Daha önce izlediğimiz bir film: Sneijder…

Daha önce izlediğimiz bir film: Sneijder…

Uzaklardan…

Havaalanlarındaki futbolcu karşılama manzaraları, ülke futbolunun halini anlatan en beter fotoğraf, baktıkça insanın içini acıtan. Şimdilerde tüm umutlar İnter’in sezon sonunu beklemeden elinden çıkarmaya çalıştığı Hollandalı 10 numaraya bağlanmış. Günler sürdü gazetelerin spor sayfalarında, televizyon kanallarında 28 yaşındaki futbolcunun gelip gelmeyeceği tartışmaları. Eşinin attığı tweetlerden yola çıkarak durum değerlendirmesi yapanlardan, “gelecek mi gelmeyecek mi?” falına bakanlara kadar. Televizyon kanallarının birinde yayınlanan futbol programında ortaya atılan “Sneijder bu gece 01.30’da özel uçakla İstanbul’a geliyor” iddiası üzerine sosyal medyada organize olan bir grup Galatasaray taraftarının havalimanına gitmesi, ülke futbolunun zavallılığını anlatıyor görmesini bilenlere…

Avrupa’nın hiçbir kulübünden alamayacağı parayı ülkem takımından alacak olan Sneijder pek istekli görünmese de sonunda geldi yedi tepeli şehrime. Ülke futboluna hayırlı olsun! Karısına “İstanbul’u nasıl buldunuz?” diye soruyor gazeteciler. “Amazing!” (şaşırtıcı) diyor kadın; zaten o soruya başka ne cevap verilir ki!
Sarı-kırmızılı ekibin kaleci antrenörü Claudio Taffarel, “Burayı Arap ligi zannetme!” diye gözdağı veriyor futbolcuya. Adam geldiği ligin Arap liginden bir önceki durak olduğunu biliyor oysa. Al işte, 2010 senesinde Atatürk Havalimanı’nda binlerin karşıladığı Ricardo Quaresma, uzun süre yatıp parasını aldıktan sonra El Ahly’e transfer olmadı mı? Üstelik onu transfer eden başkan, şimdi ülke futbolunu yönetiyor;, bıraktığı kulüp ise borç batağında. Esas “amazing” olan budur aslında…

İnter’e gelince… Kulübü UEFA’nın finansal fair play kurallarına uygun duruma getirebilmek için yakın geçmişte Samuel Eto’o, Maicon ve Julio Cesar gibi yüksek ücret alan yıldızlarını elinden çıkaran İnter yönetimi, senede 5 milyon Euro alan Sneijder’e takımda kalması için 1,8 milyon Euro öneriyor; üstelik senelik 1 milyon Euro’luk bonusunda da yarı yarıya indirime gitmesi şartını koşarak. İtalyan kulübünün sportif direktörü Marco Branca, Kasım ayında açıklıyor Hollandalı futbolcunun ücretinde indirimi kabul etmediği için transfer listesine konulduğunu. Haliyle Premier Lig takımları ilgileniyor Hollandalı futbolcuyla… Ancak Mancester United dâhil hiçbir İngiliz kulübü futbolcunun istediği rakamı vermiyor…
Dünya futbolunun en zengin 11. kulübü Tottenham’ın senede 1,5 milyon Euro önerdiği futbolcuyu, Galatasaray senede yaklaşık 5 milyon Euro ödeyerek kadrosuna katıyor sonunda. Futbolcunun 3,5 sene için Galatasaray’a maliyeti 70 milyon lira… Barcelona’nın alt yapısı La Cantera’nın maliyeti 8 milyon Euro…

Şimdi siz karar verin bu transferin akıllıca olup olmadığına…

***

Yeni bir Hagi yaratma sevdasında kimleri izlemedi ki ülke futbolu. Oysa bir anlasalar, bir ömre bir Hagi’nin ancak sığacağını. Lincoln, Kewell, Baros, Linderoth derken arayış hiç bitmedi. Kendi stadını devlete yaptıran, üstelik vergi borcu da affa uğrayan kulüp saçtıkça saçtı paraları. Önce Cassio Lincoln aldı sahneyi. 2007 senesinin Haziran ayıydı. 5 milyon Euro karşılığında Schalke 04’den sarı-kırmızılı takıma transfer olduğunda, 5 bine yakın taraftar karşıladı onu havaalanında. Yeni 10 numara bulunmuştu! Nice karşılama törenleri görmüş yedi tepeli şehrimin havaalanında, o çok aşina karşılama töreni bir kez de onun için yaşandı. Galatasaray macerası ilk zamanlarda iyi gitse de zamanla bir şeyler eksik kaldı. Uzun süren sakatlıklar, özel yaşantısındaki çalkantılar, çıtkırıldımlığı, umursamaz görüntüsü derken gözden, gönülden düştü. Umutları boşa çıkmış taraftarların gazabına uğradı Brezilyalı. Oysa hikâyenin ta başında belliydi onun aranan “Hagi” olmadığı, olamayacağı. Zira futbolda sadece yetenekli olmak yetmezdi.

***

Lincoln hüsranından bir sene kadar sonra, 2008 senesinin Temmuz ayında bu kez Harry Kewell adı yazıldı ülke futboluna. 22 Eylül 1978 Sydney doğumlu Avustralyalı sol kanat oyuncusunun yıldızı 90’lı yılların ortalarında, vatandaşı Mark Viduka bile birlikte Leeds United kulübünde parlamıştı. O dönemlerde, maddi kriz yüzünden futbolcularını satmak zorunda kalan Leeds United’dan Liverpool’a transfer oldu. Bu transferde en çok konuşulan nokta, futbolcuya Manchester United’ın daha yüksek ücret teklif etmesine karşın daha yüksek komisyon alan menajerinin ısrarı ile Liverpool’u tercih etmesi olmuştu. Beş sezonda ancak 93 kez formasını giydiği Liverpool takımında ancak 12 gol atabildi. Galatasaray kulübüne transfer olurken, Leeds United’da geçirdiği günlerin özlemi ile olsa gerek, 19 numaralı formayı tercih etmişti; ancak pek uğurlu gelmedi o forma. Onunla çıktığı Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında takım hayal kırklığı yaşadı. Galatasaray 2010-2011 sezonunu 46 puanla ligin 8. sırasında bitirirken, Konyaspor maçı onun adına Türkiye macerasının sonu oldu…

•••

2008 senesinin Ağustos ayında 5,5 milyon avro karşılığında Lyon kulübünden 28 Ekim 1981 doğumlu Çek forvet Milan Baros’u kadrosuna kattı Galatasaray. Euro 2004’de “Altın Ayakkabı” sahibi golcü, Liverpool, Aston Villa ve Banik Ostrava kulüplerinde forma giymişti. Çok gezmiş ama aradığı huzuru hiçbir takımda bulamamış yetenekli futbolcular listesinin en son ismi olarak soluğu Galatasaray’da aldı. Ama o da kalıcı olamadı ülke futbolunda. Geçtiğimiz sezon ilk 11’de az sayıda maçta forma şansı bulurken küstü takıma. Zamanla taraftar bile unuttu ismini, gözden gönülden düştü.

Hakkını vermek gerek, Galatasaray yönetimi Avrupa futbolunda bir dönem parlamış, ama sonra bekleneni verememişleri transfer ederken, yeni bir Hagi yaratma umudunu hiç ama hiç yitirmedi. Takıma gönül verenler hep yeni bir Hagi’nin gelmesini bekledi, onun gibi yıldız, onun gibi lider gelmeliydi. 10 numara dediğin onun gibi olmalıydı. Ama olmadı, zira bir ömre bir Hagi ancak sığardı…
Şimdi sıra Wesley Sneijder’de. Futbolcu yetiştirmeyi değil, Avrupa’nın hiçbir takımının vermediği paraları vererek futbolcu getirmeyi adet haline getirmiş harami bir futbol düzeninde bir süre de onu ve biraz da magazin basınına bol malzeme yaratacak güzel eşini izleyeceğiz. Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip, futbol delisi bir ülkede alt yapılar kanayan yara olmaya devam edecek. Kimileri gırtlağa kadar borca battıktan sonra “Feda!” sloganına sığınacak, kimileri mahkeme kapılarında davalık olduğu yabancı futbolculara çuval dolusu tazminat ödeyecek, kimileri kadroya giremeyen futbolcunun parasını istemeye istemeye ödemeye devam edecek.

Anlayacağınız, esas “amazing” olan ülke futbolunun fotoğrafı aslında…

Velhasıl kaldığı yerden devam edecek o berbat film… Sneijder’in eşinin, Pınar Selek davasından daha fazla ilgi gördüğü bir coğrafyada bir süre de bunlarla oyalanacağız…

Ziya Adnan
27 Şubat 2013