Deli maçlar..

Deli maçlar…

Uzaklardan…

Ekim ayının son günlerinde, kökleri 1871 senesine kadar uzanan,  Premier Lig’e geçen sezon sonunda yükselmiş Reading FC’nin 24.161 kapasiteli Madejski Stadı’nda, futbol tabiriyle “deli” bir maç oynandı; hani futboldan pek haz almayanların bile ilgisini çekecek cinsten… İngiltere lig kupasında, ev sahibi takım kuzey Londra’nın Arsenal’ını ilk 37 dakikada gole boğuyor, o dakikadan sonra uyanan deplasman takımı 45. dakikada Walcott’un attığı golle ilk yarıyı 4-1 geride kapatıyordu. İkinci yarının ortalarında bir gol daha bulan Arsenal, maçın bitmesine ve kupadan elenmesine saniyeler kala savunma oyuncusu Koscielny ve yine Walcott’un ayağından kazandığı gollerle maçı 4-4’e getirip uzatmalara taşıyordu. Uzatmalarda da hızını kesmedi gol düellosu. Hakemin bitiş düdüğü Arsenal’ın bu “deli” maçı 7-5 galip tamamladığını ilan ederken, stadı dolduran futbolseverler futbol tarihinde az görülen, kimsenin beklemediği bu skora inanamıyordu.

Arsene Wenger’in “disaster to pride” (felaketten onura geçiş) olarak tanımladığı maçı, Reading FC’nin teknik direktörü Brian McDermott, “Okul maçları zamanlarından beri böyle çılgın bir maç izlemedim!” cümlesi ile anlatıyordu…

O unutulmayacak maç vesilesi ile yakın tarihte yaşanmış “great comeback” (büyük geri dönüş) olaylarını hatırlayalım istedim bu hafta: “Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!” diyen tüm futbol dilencilerine bol gollü, “deli” maçları anımsatma adına…

9 Eylül 1998… Upton Park Stadı’nda oynanan Premier Lig maçında West Ham United, “Deliler Çetesi” Wimbledon karşısında… Ev sahibi takım ilk 25 dakikada Ian Wright, Stan Lazaridis ve John Hartson’nın golleriyle 3-0 öne geçer. West Ham tribünlerinde o meşhur “blowing bubbles” tezahüratı yankılanırken, çete uyanır. Marcus Gayle ve Jason Euell’in iki golüyle durumu 3-3 yapıp son dakikalara berabere giren deplasman takımı 90. dakikada unutulmaz forvet Efan Ekoku’nun kafa golüyle maçı 4-3 kazanır. O sezon sonunda West Ham ligi beşinci olarak bitirirken, Wimbledon FC kıl payıyla kümede kalır.

20 Şubat 2001… Yer Tranmere Rovers’ın Prenton Park Stadı… Federasyon Kupası 5. tur maçında ev sahibi takım, Southampton karşısında… Hassan Kachloul, Jo Tessem ve Dean Richards’ın golleriyle deplasman takımı soyunma odasına 3-0 önde girer. Premier Lig takımı olmanın havasıyla, alt liglerde mücadele eden rakibini elediğine inanan Southampton, kâbus gibi geçen bir 45 dakikadan sonra sahadan 4-3 yenik ayrılırken, Tranmere Rovers tribünlerinde “Can We Play You Every Week” (Her hafta sizinle oynayabilir miyiz!) tezahüratı yankılanmaktadır…

29 Eylül 2001… Yer kuzey Londra’nın White Hart Lane Stadı… Ev sahibi Tottenham ilk yarıda bulduğu gollere devreyi 3-0 üstün kapatırken, Ferdinand ve Sheringham ikilisi Manchester United savunmasını perişan etmiştir. Ancak ikinci yarıda, uykudan uyanan United; Andy Cole, Laurent Blanc, Ruud van Nistelrooy, Juan Sebastian Veron ve David Beckham’in golleriye maçı 5-3 kazanır. Maç sonu basın toplantısında, devre arasında soyunma odasında futbolcularına ne söylediğini soran gazetecilere Sir Alex’in cevabı ilginçtir: “I’m not saying exactly what I said to them at half time – why am I always asked that? (Futbolcularıma ne dediğimi şimdi söylemeyeceğim. Neden bu soru hep bana soruluyor?)

4 Şubat 2004… Yer yine kuzey Londra’nın White Hart Lane Stadı… Manchester City ile oynadığı Federasyon Kupası 4. tur maçında henüz 2. dakikada Ledley King’in golüyle öne geçen Tottenham, ilk yarıda iki gol daha atarak devreyi 3-0 önde kapatır. Üstelik 45. dakikada “olağan şüpheli” Joey Barton kırmızı kart görmüş ve City 10 kişi kalmıştır. Tottenham’ın farkı artıracağını düşünenler, ikinci yarıda mükemmel oynayan ve arka arkaya golleri bulan City’i izler. Hakemin bitiş düdüğü City’nin maçı 4-3 kazandığını ilan eder. Maç sonrası düzenlenen basın toplantısında, City’nin o dönem teknik direktörlüğünü yapan Kevin Keegan, takımın müthiş geri dönüşünü şöyle özetler: “ They’ll talk about this game long after we’ve all gone!” (Bizden uzun zaman sonra insanlar bu maçı konuşacak!).

25 Mayıs 2005… Yer İstanbul’un Atatürk Olimpiyat Stadı… Şampiyonlar Ligi finalinde, stadı dolduran 72.059 taraftar, maçın ilk yarısında AC Milan’ın, Liverpool karşısındaki ezici üstünlüğüne tanık olur. İlk yarı bittiğinde İtalyanlar soyunma odasına 3-0 önde girmenin rahatlığı içindedir. Ancak ikinci yarıda kaptan Steven Gerrard’ın 54. dakikada attığı gol maçın gidişatını değiştirir. Altı dakikalık Liverpool fırtınası sonrası, dakikalar 60’ı gösterirken Liverpool maçı 3-3’e getirmiştir. Uzatmaların sonunda gelen seri penaltı atışlarında Milan’ın kullandığı son penaltıyı Shevchenko gole çeviremez ve Rafa Benitez’in öğrencileri kupaya uzanır. O tarihi maçın öncesine kadar Steven Gerrard’ın Chelsea’ye transfer olacağını yazan Ada medyasına, kaptanın maç sonrası cevabı nettir: “How can I think of leaving Liverpool after a night like this?” (Böyle bir akşamdan sonra Liverpool’u nasıl bırakabilirim?)

5 Şubat 2011… Yer Newcastle United’ın St James’ Park Stadı… Deplasmanda oynayan Arsenal, maçın ilk 10 dakikasında 3-0 öne geçer ve ilerleyen dakikalarda bir gol daha atarak devreyi 4-0 önde kapatır. 68. dakikaya kadar bu skorla devam eden maçta, Newcastle ilk golünü Barton’un penaltı vuruşuyla kazanır ve Arsenal’ın yaşadığı şok da o golle başlar. Best (75), Barton (83), Tiote’nin (87) attığı gollerle Newcastle United beraberliği yakalarken, Wenger sonucu takımının paniklemesine bağlar.

***

Eduardo Galeano, “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabında golü futbolun orgazmı olarak tanımlar. Yazara göre, orgazm gibi gol de modern yaşamda gitgide daha az görülmektedir. 0-0’lık beraberlikler, havaya açılmış ağızlar, iki esneyiş… Oysa bazen de hiç beklemediğiniz bir anda geliverir goller arka arkaya… Esnemeye bile fırsat kalmaz.

Bu vesileyle eski zamanlarda Anfield Stadı’nda oynanan ve golsüz biten maç sonrası Bill Shankly’nin söylediği şu cümleyi bir kez daha hatırlayalım: “11 kale direğine karşı oynamak gerçekten zor!”

Ziya Adnan

18 Kasım 2012

DeliMaclar

Başka bir coğrafyada olsaydın…

Başka bir coğrafyada olsaydın…

Uzaklardan…

Şimdi sen, eski adıyla 2. lige düştün ya… Ya da daha gerçekçi bir tanımlamayla seni düşürdüler ya… İçimden gelmese de yazmalı bir kaç satır, kim bilir belki eski günlerin hatırına…

Bak işte, yeni sezonda tas da aynı hamam da aynı ülke futbolunda: Maç günleri boş statlar… Pazar akşamlarının bezirgân futbol programları… Avrupa arenalarında yaşanan hüsranlar… Milli takım bozgunları…

Aylardan kasım… Şehrin ve şehrim kışa hazırlanıyor. Ama kış senin için zor geçecek; ilkbahar da yaz da inan tahmininden de zor. Bilirim, 70’li ve 80’li yıllarda da mücadele ettin 2. Ligde; üstelik kupalar alarak, tıklım tıklım dolu statlarda… Taraftarın sevdalı ve tek yürek, yönetimlerin çıkarsız, başkanların dimdik ve eyvallahsız olduğu zamanlarda… Ama işte, bu zamanlar o zamanlar değil artık. Sana karşılıksız sevdalanmış o siyah-beyaz insanlar da gitti sessiz sedasız, her şeyin çabucak unutulup gittiği bu coğrafyada. Baksana onlardan miras “Gururluyuz Güçlüyüz” diye başlayan o güzelim tezahürat bile tarih oldu; unutmaya ve unutturmaya şartlandırılmışların diyarında…

Üzülmüştür sana karşılıksız sevdalılar; üzülmüştür bu düşüşe, malum onca sene ülkenin en üst liginde mücadele ettikten sonra… Aslında üzücü olan düşmen değil sahipsiz kalmış olman, yalnızlığın, çaresizliğin… Zira düşmek değildir en kötüsü, o düşüşün ne kadar süreceğini, yolun nereye varacağını bilememektir. Bazen düşmek sonu değil, başıdır o yazık hikâyenin… Futbol tarihini yazan kitaplar seninkine benzer hikâyeleri olan, şimdilerde yok olup gitmiş takımları anlatırlar.

Bakma sen “PTT 1. Lig” filan dediklerine… Bundan sonrası zor bir macera, biraz daha sessiz, biraz daha gözlerden ırak, kimsesiz… Bundan sonrası daha fazla parasızlık, daha fazla ilgisizlik, daha fazla yalnızlık… Bizim topraklarda düşmek, futbolun uzak bir köşesinden bakmaktır tüm olup bitene; pazar akşamlarının üç takımlı futbol programlarında senden bir kaç dakika söz edilirse kendini şanslı saymaktır.

Her takım kendi hikâyesini yazar aslında… Ama o beter düzende düşmek, senin hikâyeni yazacak birilerini bile bulamamaktır…

***

Başka bir coğrafyada olsaydın, Bir başkent takımı olarak neden bu hallere düştüğün sorgulanırdı şüphesiz. Spor programlarına konu olur, yok oluşa doğru giden sürecin nedenleri araştırılırdı. 12 sene başkanlık yapmış kır saçlı adamın icraatları mercek altına yatırılır; onca sene yapılan göstermelik transferler, harcamalar, gelirler, giderler, didik didik incelenir; borcun nereden geldiği sorgulanırdı. Beş milyon nüfuslu bir başkentte, yüz yılı aşmış maziye sahip bir kulübün, nasıl olur da bodrum katlarında kongreler yaptığı, taraftarın neden kulübüne üye olamadığı, yeni doğmuş bir bebeğin dünyaya gelişinden taytay yürümeye başlamasına kadar geçen kısacık sürede neden dört farklı başkanın o koltukta oturduğu dava konusu olurdu spor mahkemelerinde…

Başka bir coğrafyada olsaydın hesap sorulurdu sorulması gerekenlerden, o karanlık fotoğrafın tamamı aydınlatılırdı…

Ama bilirim, senden önce yok olmuş gitmiş nice köklü kulüpler diyarında senin hikâyen ne kadar önemli olabilir ki! Kimin umurunda senin akıbetin? Senden önce aynı akıbeti paylaşmış Altay, Göztepe, Sakarya, Kocaeli, Aydın, Diyarbakır, Vefa, Samsun, Erzurum, Adana, Hacettepe, İzmirspor, ve diğerleri…

Alt tarafı şimdi bir fazla…

Anla artık, ülke futbolunda varsa yoksa üç İstanbullunun maceraları… İçinde biraz aşk, bolca kin, kan, nefret, öfke…

Ülke futbolu, insanların dinlemekten bıkmadığı üç büyütülmüşün masalı…

***

Erzurum’da sezon başında oynanan Süper Kupa (!) öncesinde takımını karşılamaya gitmiş, koyu şivesi ile kendi şehrine 1500 kilometre uzak bir şehrin takımının adını haykıran Erzurumlu vatandaş bir kez daha hatırlatmıştı ülke futbolunun üç takımdan ibaret olduğu gerçeğini. İzlerken içim burkuldu. Bir anlasa o vatandaş, taraftarlığın bir şehri tribünden sevmek olduğunu, ah bir anlasa! Oysa ülke futbolunda aslolan kendi kendimize yarattığımız, dinledikçe gerçekliğine inandığımız kötü bir İstanbul masalı… Maç günleri tribünlerin değil, kıraathanelerin dolduğu, kombine bilet satışlarının değil, dekoder satışlarının patlama yaptığı, futbolun değil sadece renklerin körü körüne sevildiği bir coğrafya…

Böyle bir futbol kültüründe senin hikâyenin onların yanında ne önemi olabilir ki! Şöyle bir düşün, “Kurşunlu” Süper Ligde olduğun zaman bile, Querasma’nın gece hayatı kadar yer bulamıyordun ülke basınında, bundan sonrası ne kadar farklı olabilir ki!

Bak işte kış kapıda, aylardan kasım… Şehrin ve şehrim kışa hazırlanıyor. Ama bu kış senin için zor geçecek, ilkbahar da, yaz da…

Başka bir coğrafyada olsaydın, bir başkent takımı olarak neden bu hallere düştüğün, senden çok daha fazla borcu olan kulüplere neden transfer yasağı getirilmediği sorgulanırdı şüphesiz. Başka bir coğrafyada olsaydın, adını yaşatmak için kader birliği yapardı taraftarlar. Kim bilir belki de Ankara amatör kümenin en alt liginden yeni bir adla yeni bir macera başlardı. Uzaklarda bu rüyayı gerçekleştirmiş “F.C. United of Manchester” takımını hatırla… 2005 senesinde Amerikalı Glazer ailesinin Manchester United kulübünü ele geçirmesinden sonra bu durumu kabullenmeyip, kendi amatör takımlarını kuruşlarını hatırla. İşte o takım, günümüzde 11.840 kapasiteli Gigg lane Stadı’nda oynuyor maçlarını, kimselere minnet etmeden ve eğilmeden. Zaten bu değil midir, taraftarlık ve takım sevgisi?

Takımın hangi kümede mücadele ettiğinin ne önemi var ki!

Şimdi hayal et, her şey yeniden hikâyenin en başında, o eski stadın dış sahalarında… Yeni bir macera, yeni bir adla… Ne tribün grupları, ne rant kavgaları, ne haris başkanlar… Hayal et, kulübün gerçek sahibinin taraftar olduğu, amatör kümede bile olsa takımına her koşulda sahip çıktığı bir geleceği… Hayal et, bir amatör küme maçı için 20.000 sevdalının tek yürek halinde 19 Mayıs Stadı’nın 1 No.lu Dış Sahasına geldiğini… Tarihin bir de böyle yazıldığını hayal et!

Bilirim, “Bizdeki futbol kültüründe böyle bir oluşum mümkün değil!” diye geçiştirecektir konuyu bazıları. En kolayı da budur zaten! Oysa şairin o güzel cümlesindeki gibi: Acı veriyorsa geçmiş, geçmemiş demektir!

Ve bazen en doğrusu yeniden hikâyenin en başına dönmektir…

Ziya Adnan

11 Kasım 2012

AnkaragucuKupa

Mahallenin Takımı: Crystal Palace FC…

Mahallenin Takımı: Crystal Palace FC…

Uzaklardan…

You say that you love me
All of the time
You say that you need me
You’ll always be mine
Baby I’m glad all over
So glad you’re mine…

Londra’nın güneyinde, South Norwood mahallesinde yer alan, günümüzde Premier Lig’in bir altı Championship’te eski günlerini arayan köklü bir takımdır Crystal Palace… Croydon Belediyesine bağlı 14.000 nüfuslu mahallenin takımı, nicedir Londra’nın devlerinin gölgesinde kalmış olsa da 26.309 kapasiteli Selhurst Park Stadı’nı doldurur evinde oynadığı her maçta ona gönül verenler, bir gün yeniden Premier Lig’e dönme, devlere karşı mücadele etme umuduyla…

1905 senesinin Eylül ayında, şehrin ikonu Hyde Park’da inşa edilen Kristal Kule’nin inşaatında çalışan işçiler tarafından kurulmuş mavi-kırmızılı takıma, 1924 senesinden beri ev sahipligi yapar o eski stat. Şimdilerde hayli eski, hayli yıpranmış görüntüsüne rağmen hala o futbol şehrinde geçmiş zamanları, geçmiş yıldızları hatırlatarak…

***

1969-70 sezonunda, tarihinde ilk kez Ada futbolunun en üst liginde mücadele etmiş Crystal Palace. Üç sezon eski adıyla 1. Lig’de mücadele ettikten sonra, 1972 sezonunun sonunda başlayan düşüş 1974-75 sezonunda 3. Lig’de son bulmuş. 1976 senesinde yeniden yükselişe geçerken, 1976–77 sezonunda 2. Lig’e, 1978–79 sezonunda 1. Lig’e terfi etmiş. 80’lerin başında iş adamı Ron Noades’un satın aldığı kulübe pek yaramamış bu değişim, küme düşen takım 80’li senelerin sonuna kadar da yeniden 1. Lig’e dönememiş…

Söz Ron Noades’dan açılmışken, patavatsızlığıya namlı başkan hakkında bir kaç satır yazmadan geçmeyelim. 1991 senesinde takımın “hal ve gidişi” üzerine yaptığı bir konuşmada şöyle bir cümle sarf etmişti muhterem:

“Siyahi futbolcular bu takıma fizik gücü ve yetenek katıyor ama takımı dengelemek için beyaz oyunculara da ihtiyacımız var. Çünkü onlar takıma zekâ ve sağduyu sağlıyor!

Böylesine içten(!) bir açıklamayı haliyle hoş karşılamamış takımdaki zenci futbolcular. 1989-90 sezonunda takımın en iyisi Mark Bright takımdan ayrılan ilk futbolcu olmuş. O yılların önemli golcüleri Mark Bright – Ian Wright ikilisini de selam çakmadan geçmeyelim. Müthiş ikili, o günleri bilenlerin futbol belleklerinde yer etmiştir…

***

90’lı senelerin başı, takımın yıldızının parladığı zamanlar… 1990 senesinde ilk kez kupa finaline çıkmış Palace. Federasyon Kupasında, Manchester United ile 3-3 beraber kaldığı ilk maçın devamında tek golle kupayı kaybetmiş. Ancak bu yenilgi kamçılamış “Kartallar”ı, bir sonraki 1990-91 sezonunda ligi tarihinin en iyi derecesiyle 3. sırada bitirmiş; üstelik Wembley’de oynanan “Zenith Data Systems” kupa finalinde Everton’u 4-1 yenerek ilk kupasını da evine götürerek… Bir sonraki sezona da iyi başlamış takım. Ancak kulüp başkanı Noades’ın, “Channel Four” adlı televizyon kanalında, “Great Britain United” programındaki açıklamaları, siyahi futbolcuları hayli kızdırmış. Kulüp tarihinin en büyük golcüsü Ian Wright’ın takımdan ayrılıp Arsenal’e transfer olması bu döneme denk gelir. Ligi 10. sırada bitirmiş o sezon Palace ve 1992-1993 sezonunda kurulan Premier Lig’in kurucuları arasında yerini almış.

***

Ancak sular durulmamış takımda. Yıldız futbolcuların birer ikişer takımdan ayrılmasıyla, geçmiş sezonlarda orta sıralarda mücadele eden takım zamanla ligin alt sıralarına yerleşmiş. Ligin son maçında Arsenal’le Highbury Stadı’nda karşılaşan Palace sahadan yenik ayrılınca küme düşmüş. O maçta eski takımını düşüren gollerden birini atan Ian Wright pek sevinmemiş attığı gole. Yine de adına yazılmış o müthiş tezahürat (Ian Wright, Wright Wright!) yankılanmış şimdilerde yerini pahallı malikânelere bırakmış, tarih olmuş o eski statta…

Hatırlatmadan geçmeyelim, 1985-1991 seneleri arasında Palace forması giyen, 227 maçta 117 gol kaydeden Ian Wright kulüp tarihinin en büyük golcüsüdür. 22 yaşına kadar amatör liglerde Dulwich Hamlets’de top koşturan golcüyü Palace takımına kazandıran teknik direktör Steve Coppell, şimdilerde alt liglerde mücadele eden Crawley Town’un futbol direktörlüğünü yapmaktadır.

Bir sezon sonra teknik direktör Steve Coppell’ın istifasına rağmen, takım Premier Lig’e dönmüş. Ancak uzun sürmemiş bu dönüş. O sezon sonunda yeniden küme düşmüş. O yılların “asansör takımı”, 1998 senesinde 22 milyon Sterlin karşılığında iş adamı Mark Goldberg’e satılırken, kısa sürede kulüp kayyuma devredilme noktasına gelmiş.

***

Palace’ın 2000’li senelerin başlarında başlayan “Championship” serüveni (sadece 2004-2005 sezonunda Premier Lig’de yer almıştır), inişli çıkışlı olsa da devam ediyor günümüzde. 2010 senesinin Ocak ayında 30 milyon Sterlin borcu nedeniyle kayyuma devredilen, sonucunda 10 puanı silinen takım o sezon ligde kalmayı son maçta garantiledi. Ancak Victor Moses ve José Fonte gibi yetenekli futbolcularını satmak zorunda kalan Palace, bu yazının yazıldığı saatlerde Championship’de 4. sırada… Deplasmanda oynadıgı son maçta lig lideri Leicester City’i 2-1 ile geçerken, oynadığı 13 maçta 24 puan topladı. 2011 senesinden beri takımın teknik direktörlüğünü yapan 1974 doğumlu İskoç Dougie Freedman, geçtiğmiz günlerde Bolton Wanderers takımıyla anlaştı…

Takımın yeni yıldızı 19 yaşındaki Wilfried Zaha’nın Arsenal’e transfer olacağını yazıyor Ada basını. Tarihinde Kenny Sansom, Geoff Thomas, Ian Wright, Mark Bright, Dougie Freedman, Peter Taylor gibi yıldızların formasını giydiği, Ada futbolunda akademisinden yetiştirdikleri ile nam salmış Palace bir sezon daha Premier Lig’e çıkma savaşında… Geçmiş senelerde takımın akademisinden mezun olup adlarını yeşil sahalarda duyuranlar arasında Wayne Routledge, Jonathan Williams, Nathaniel Clyne, Victor Moses, Ben Watson, John Bostock bulunuyor.

Bu sezonun başında, kombine bilet satışını artırmak için takımın ponpon kızlarına “Call Me Maybe” şarkısı eşliğinde seksi bir klip hazırlatan Crystal Palace, 10.500 kombine bilet sattı. Uzaklarda adının başında “Süper” sıfatı taşıyan futbolsuz ligimizdeki birçok takımdan daha fazla…

Geçtiğimiz haftalarda kendi evinde güney Londra’nın hırçını, ezeli rakip Millwall ile karşılaştı Crystal Palace. Selhurst Park Stadı’nı dolduran 16.124 taraftarla birlikte maçı izlerken, ev sahibi takım yakın geçmişte Gençlerbirliği forması giymiş Mile Jedinak’ın ilk golü attığı maçta 2-0 öne geçiyor, 10 kişi kalmasından sonra Millwall ataklarına direnemiyordu. 2-2 biten maç sonrasında üst üste altıncı galibiyet şansını kaçırmıştı Kartallar…

Futbol şehrinin aile takımını selamladığımız bu yazıda, 1976-77 sezonunda Galatasaray’ı çalıştırmış Malcolm Allison’u da anmadan geçmeyelim. Türkiye macerasından önce 1973-1976 seneleri arasında Crystal Palace teknik direktörlüğü yapan İngiliz, 2010 senesinin Ekim ayında 83 yaşında aramızdan ayrıldı.

Mekânı cennet olsun…

Ziya Adnan

4 Kasım 2012

CrystalPalace

Önce şunu kabul edelim: Futbol ülkesi değiliz…

Önce şunu kabul edelim: Futbol ülkesi değiliz…

Uzaklardan… 

FIFA’nın Ekim ayında yayınladığı dünya sıralamasına göre Türkiye 689 puanla 36. sırada… Listenin ilk beş sırasını paylaşan İspanya (1611 puan), Almanya (1459 puan), Portekiz (1259 puan), Arjantin (1208 puan) ve İngiltere (1196 puan)… FIFA bu puanlamayı, takımların son dört senede oynadıkları maçların neticelerine ve zorluk derecelerine, rakip takımın dünya sıralamasındaki yerine göre yapıyor. Puanlamanın detayı hakkında bilgi için FIFA’nın sitesi:

http://www.fifa.com/worldfootball/ranking/procedure/men.html

2014 Dünya Kupası elemelerinde şu ana kadar oynadığı dört maçın üçünü kaybedip, birinde galip geldi Milli Takım… İlk maçta deplasmanda yenildiğimiz Hollanda FIFA sıralamasında 6. Sırada ve son Avrupa şampiyonasında hayal kırıklığı yaratmış olsa da bizim grubun favorisi… Dünyanın en iyi ligi kabul edilen Premier Ligin kuruluşundan bu yana birçok Hollandalı futbolcu Ada takımlarının formasını giydi, kupalar kazandı. İşte bu futbolculardan bazıları:

Ryan Babel – Liverpool F.C. (2007–2011), Edgar Davids – Tottenham Hotspur F.C. (2005–2007), Nigel de Jong – Manchester City F.C. (2008–2012), Ruud Gullit – Chelsea F.C. (1995–1998), Jimmy Floyd Hasselbaink – Leeds United A.F.C., Chelsea F.C., Middlesbrough F.C., Charlton Athletic F.C. (1997–1999, 2000–2007), Dirk Kuyt – Liverpool F.C. (2006–2012), Robin van Persie – Arsenal F.C. (2004-2012), Manchester United F.C (2012).

2012-2013 sezonunda 14 Hollandalı futbolcu Premier Lig takımlarında forma giyiyor. Grupta oynadığı dört maçını da kazanan, 16 milyon nüfusa sahip Hollanda gerçek bir futbol ülkesi…

***

Elemelerde oynadığı 4 maçta 9 puan toplayan Romanya, FIFA dünya sıralamasında 46. sırada yer alsa da kupalara bizden daha fazla katılmışlığı var. İlk üç dünya kupasında Brezilya, Fransa ve Belçika ile birlikte yer alan dört takımdan biri… İlerleyen senelerde düşüşe geçse de 1970, 1990, 1994, 1998 Dünya kupalarında yer aldı. 1994 Dünya Kupasında Gheorghe Hagi liderliğinde büyük başarı kazandı ve çeyrek final maçında Arjantin’e mağlup oldu. Son senelerde yeniden yapılanmaya giden Romanya’nın Premier Ligde oynayan 2 futbolcusu bulunuyor.

2.03’lük kaleci Pantilimon, Manchester City’de Joe Hart’ın yedeği olurken Tamaş ise West Bromwich Albion’da forma giyiyor. Kendi evimizde yenildiğimiz Romanya kâğıt üstünde bizden daha aşağıda bir takım gibi görünse de o maçta sahadaki manzara farklıydı. Romanya ligi hem kalite, hem de parasal anlamda bizim hayli altımızda ama bizim ligimizin de haketmediği kadar şişirildiği ortada…

En son maçta deplasmanda oynadığımız ve fark yediğimiz Macaristan, FIFA sıralamasında 593 puanla 49. sırada. 1938 ve 1954 Dünya Kupalarında finale kadar yükselmiş olan dünya futbolunun geçmişteki efsanelerinden Ferenc Puskás’ın takımı, tarihinde dokuz dünya kupasına katıldı. En son katıldığı 1986 Dünya Kupasından sonra kupalarda görünmeyen 10 milyonluk ülkenin, Premier Lig’de oynayan 5 futbolcusu bulunuyor. Bu vesileyle 1994 senesinde 76 yaşında aramızdan ayrılmış Macar yönetmen Zoltan Fabri’nin 1962 yapımı muhteşem futbol filmi Two Half Times in Hell – Cehennemde İki Devre’yi de hatırlamadan geçmeyelim. Bizim ayarımızda gibi görünse de Macaristan’da o akşam Milli Takımımızın yaşadığı olay tam bir “cehennemde iki devre!”

Elemelerdeki tek galibiyetimiz, maçın büyük bölümünü 10 kişi oynayan, FIFA sıralamasında 69. sırada yer alan Estonya karşısında… Tarihinde dünya kupalarına hiç katılamamış 1,3 milyon nüfuslu ülkenin takımı, futbol kalitesi olarak bizden biraz daha aşağıda… Ama onlara karşı bile zorlandığımız ortada…

***

Gelelim ülke futboluna…

Son sezonlarda, bilhassa şike sürecinde yaşananlara bakınca futbolumuzun hali perişan… Mahkeme sonunda ceza alan kulüp başkanı hala kulübün başında… Asbaşkanlar, futbolcular, teknik direktörler, menajerler, federasyon görevlileri… Toplam 27 yıl 9 ay hapis cezası… Kendi kulübünü iflas noktasına getirmiş bir başkan şimdi ülke futbolunun en tepesinde… Anlayacağınız şark cephesinde değişen hiçbir şey yok…

Kafayı bir şehrin üç takımıyla fena bozmuş, rekabetsizlikle lanetli beter bir düzende her sezon aynı kötü hikâye… Maç günleri yurdun dört bir yanında oluşan bomboş tribün manzaraları ve bunu hiç dert etmeyen hedefsiz Anadolu kulüplerinin yöneticileri… Hiçbir ülke televizyonunun yayınlamaya değer görmediği, bizden başka kimsenin ilgilenmediği İstanbul derbileri… Parasızlıktan, ilgisizlikten, sahipsizlikten sürüm sürüm sürünen asırlık kulüpler ve onlara inat halkın paraları ile desteklenen, taraftarı ve kökleri olmayan belediye takımları… Velhasıl ligimizin kalitesi ortada… Yakın geçmişte yurt dışına ihraç ettiğimiz futbolcu sayısı sadece iki… Her transfer sezonunda har vurup harman savuran takımlarımız… Sadece Beşiktaş’ın borcu 520 milyon TL civarında… CAS’da ki davayı kazanan Ferrari’ye ödenecek parayı saymıyorum bile!

Ülkenin en zengin ve en güçlü takımlarından Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi ön eleme maçlarında son on senede dört kez elendi; üstelik Avrupa futbolunun pek vasat takımları karşısında… Ülkenin dört büyüğünden biri kabul edilen Trabzonspor’u bu sezon başında eleyen Macar takımı Videton’un bütçesi bordo-mavililerin dokuzda biri… Sezon başında “pastanın çileği”ni arayan Galatasaray’ın oynadığı üç Şampiyonlar ligi maçından sonra bir puanı var. Şike sürecinde bir kez daha anladık ki ülkenin en zengin takımını küme düşürmeme adına Federasyon yönetmeliği bile değiştirilir bizim diyarlarda…

Ülkenin spor medyası da en az ülke futbolu kadar perişan… Dünyanın hangi medeni futbol ülkesinde bir Pazar akşamı televizyonda, futbol topunu ve yeşil sahayı görmediğiniz halde beş saate yakın süren futbol programı yapılır, merak ederim.

Milli takıma bakıyorum, ortada ne bir sistem var, ne ekol, ne oyun felsefesi… 2004 senesinden beri takımda görev almış teknik direktör sayısı beş… Teknik kadronun gençleştirdiğini iddia ettiği ilk 11’in Romanya maçındaki yaş ortalaması 26,5… Romanya karşısında ilk 11’de yer alan futbolculardan dördü ve oyuna sonradan giren iki futbolcu Almanya doğumlu ve altyapı eğitimini Almanya’da almış. 5 milyon Türk nüfusun barındığı Almanya’dan çıkan Türk futbolcu sayısı, 70 milyonluk ülkenin alt yapılarının hazin fotoğrafı… Zamanında çok eleştirilen Hakan Şükür’ün yerine forvet çıkartamamış olmak bile başlı başına sıkıntı… En son maçta gördük ki ilk tercih sağ bek sakatlanınca, yerine oynatacak futbolcu bulunmuyor; ortaya çıkan manzara bu kadar perişan aslında…

Çözüm mü?

Çözüm ortada… İnandığımız tüm masalları çöpe atıp, hikâyenin en başına dönmek, her şeye yeniden başlamak, rüyadan uyanmaktır çözüm… 2014 senesinde Brezilya’da oynanacak Dünya Kupası zamanlarında, kısmetse 54 yaşında olacak, tüm yaşamında ülkesini dünya kupalarında sadece bir kez (2002 Dünya Kupası) görebilmiş sade bir futbolsever olarak budur dileğim…

Çözüm, futbol ülkesi olmadığımızı kabul edip, futbol sandığımız her şeyi yakıp yeniden başlamaktır…

Zıya Adnan

28 Ekim 2012

FutbolUkesiDegiliz

Aykut Kocaman, Alex anlaşmazlığı mı dediniz!

Aykut Kocaman, Alex anlaşmazlığı mı dediniz!

Uzaklardan…

Giderken bile koşmadan faydası dokundu Brezilyalı’nın, Fenerbahçe’ye en azından nicedir derin uykuda olan Fenerbahçe taraftarını uyandırdığı için. Sanırım sekiz senede en güzel asisti!…

Zaten öyle bir şut yeteneğim olsaydı futbol kariyerime devam ederdim!”.
Sir Alex Ferguson

Olayın patlak verdiği günlerde, gazetelerin birinde Alex’in ulu başkanın karşısında ‘ ayak ayak üstüne’ attığı için gönderildiği yazıyordu. Şaşırmadım, neticede görünen ülke futbolunda ‘başkanlık’ meselesinin hazin fotoğrafı.  Cumhuriyet olma yolunda çıkılan yolda gelinen nokta padişahlık! Tam da dünya kulübü olacağız derken!… Ama giderken bile koşmadan  faydası dokundu Brezilyalı’nın, en azından nicedir derin uykuda olan Fenerbahçe taraftarını uyandırdığı için. Sanırım sekiz senede en güzel asisti!  Ama başkanlık konusunu başka bir yazıya bırakalım, bu vesileyle geçmişte yaşanmış ‘ses getiren’ teknik direktör-futbolcu anlaşmazlıklarını hatırlayalım.

Sene 2002…

Japonya’da oynanacak Dünya Kupasına hazırlanmaka olan Serbest İrlanda kampında, teknik direktör Mick McCarthy ve takım kaptanı Roy Keane arasında yaşananlar, bilmeyenler için. Takımın kupaya hazırlanışından, antrenman sahalarının yetersizliğine, uçak yolcuklarına, kaldıkları otelin standardına kadar bir sürü şeyden rahatsız olan Keane sonunda patlar ve İrlanda’nın en çok satan gazetesi “The İrish Times’ a içini döker, o her zaman bilindik dobra İrlandalı üslubuyla!

Keane’nin açıklamalarından rahatsız olan McCarthy, futbolcuyu odasına çağırır ve elinde tuttuğu gazeteyi göstererek bu açıklamaların nedenini sorar. İkili arasında tatsız başlayan konuşma giderek gerilirken, McCarthy’nin Keane’i hazırlık maçlarında sakat numarası yapmakla suçlaması futbolcuyu çılgına çevirmiştir. Ağzından şu cümleler dökülür;

Mick, you’re a liar… I didn’t rate you as a player, I don’t rate you as a manager, and I don’t rate you as a person. You can stick your World Cup up your arse. The only reason I have any dealings with you is that somehow you are the manager of my country!

(Mick, sen bir yalancısın… Seni futbol oynadığın zamanlarda da beğenmezdim, teknik direktörlüğünü, hatta  insanlığını da beğenmiyorum. Seninle iletişim kurmamın tek sebebi, ülke takımının teknik direktörü olman. Dünya kupasını da müsait bir yerine ……..!)

Basında geniş yer bulan o tarihi konuşma sonrasında Keane ilk uçakla İrlanda’ya dönerken, futbolcuyu bir daha asla takımda görmek istemediğini açıklayan McCarthy yaşamı boyunca kimsenin kendisine bu kadar ağır hakaretlerde bulunmadığını, bu davranışı kabullenmenin mümkün olmadığını vurgular.
Keane, ülkesine döndükten sonra McCarthy teknik direktör olduğu sürece Milli takımda asla forma giymeyeceğini açıklar. İşin ilginç yanı, kadroda yer alan hiçbir futbolcunun Keane’nin tarafında yer almamış olmasıdır.

• • •

Bir sonraki hikayede yine Roy Keane, henüz 19 yaşında. 1990-1991 sezonunda Nottingham Forest’in kadrosunda yer alan genç orta saha oyuncusu ilk maçını Liverpool’a karşı oynamış, hocası Brian Clough’un gözüne girmeyi başarmıştır. Ancak Federasyon Kupası 3. tur maçında işler beklendiği gibi gitmez. Keane’nin hatalı geri pasında Crystal Palace golü bulur. Hatalı yenen bu gole çok kızan Clough, taç çizgisi kenarında oyuncusuna bağırmaktadır. Maçtan sonra soyunma odasında, kızgınlığı hala geçmemiş olacak ki, tek yumrukla yere serer Keane’i. Sonraki basın toplantısında olayı soran gazetecilere;

“Düştükten sonra hemen ayağa kalktı, demek ki çok sert vurmamışım!”…

• • •

Sene 2003…

Manchester United Federasyon Kupası 5. tur maçında kendi evinde Arsenal’e 2-0 mağlup olur. Maçtan sonra Sir Alex Ferguson hışımla soyunma odasına girer. Kötü oynayan futbolcularına bağırmakta, odada Ferguson’un sesi yankılanmaktadır. İşte o sırada olan olur, kızgın teknik direktör yerde duran kramponu hışımla tekmeler. Krampon havalanıp karşıda oturan Beckham’ın yüzüne isabet eder. Sol kaşı açılan futbolcuya dikiş atılırken, olayı fazla büyütmeyen Ferguson konuyu şöyle özetler;

“Tamamen kazaydı! Aynı hareketi bin kere yapsam bir daha isabet ettiremem! Zaten öyle bir şut yeteneğim olsaydı futbol kariyerime devam ederdim!”.

İkilinin yıldızı bu olaydan sonra barışmaz ve Beckham bir sezon sonra Real Madrid’e transfer olur…

• • •

2008-2009 sezonu…

Newcastle United’ın efsane futbolcusu Alan Shearer, takımın teknik direktörlüğünü yapmaktadır. Liverpool deplasmanına, çok tartışılan sert orta saha oyuncusu Joye Barton’ı da götüren Shearer, muhtemel sonrasında bu kararından pişmanlık duyacaktır. Maç esnasında kırmızı kart gören futbolcu soyunma odasının yolunu tutarken, 10 kişi kalan Newcastle maçı 3-0 kaydeber. Maçtan sonra soyunma odasında futbolcusuna kızan Shearer, onu bu maçta oynatmakla hata yaptığını, gördüğü kartla yenilginin sorumlusu olduğunu söyler. Barton bunun üzerine teknik direktörüne dönerek cevabını verir;

“Ben bu takımın en iyi futbolcusuyum. Sen ise boktan bir teknik direktör ve boktan bir taktisyensin!”

Bu olaydan sonra kadro dışı kalan Joey Barton transfer listesine konulur!.

• • •

Stoke City’nin, Arsenal karşısında 2-0 kaybettiği bir Cumartesi maçından sonra, futbolcularının gösterdigi performansı yeterli bulmayan teknik direktör, takımı Pazar antrenmanına çağırır. Ancak maç öncesinde, Salı gününe kadar izinli oldukları söylenen futbolcular Londra’da Noel partisi ayarlamışlardır. Partiyi organize etmek için uzun zamandır çalışan forvet James Beattie, teknik direktörün ‘ekstra antrenman’ kararına itiraz eder. Soyunma odasında birbirlerine tekme tokat giren ikilyi külüp çalışanları ayırırken, Beattie bir süre kadro dışı kalır…

• • •

Geçmişte West Ham United’ın kaptanlığını yapmış, sonrasında Aston Villa’ya transfer olan, bu takımdaki kariyerinin büyük bölümünde sağ bek oynayan Reo-Coker, teknik direktörü Martin O’Neill’e orta sahada oynamak istediğini söyler. Ancak olumlu yanıt alamaz. İsteğini defalarca yineleyen, her seferinde teknik direktörün vetosuna takılan Reo-Coker, bir antrenman da aynı cevabı alınca hocasına saldırır ve ikili diğer futbolcuların önünde yumruk yumruğa kavga eder. Bir sonraki Portsmouth maçında futbolcuyu kadro dışı bırakan O’Neill, bir sonraki maçta kadrosuna dahil eder.

• • •

Tarih 27 Eylül 2011…
Manchester City, büyük umutlarla başladığı Şampiyonlar Liginde Bayern Munih karşısında 2-0 yenik durumda. Teknik direktör Roberto Mancini, yedek kulübesinde oturan Carlos Tevez’e oyuna girmesi için işaret verir. Ancak Arjantinli futbolcu oyuna sonradan girmeyi kabul etmez. İlk etapta futbolcuyu iki haftalığına kadro dışı bırakan Mancini, kulübün sahibi Sheikh Mansour ile yaptığı görüşmeden sonra futbolcuyu takımdan süresiz uzaklaştırırken antrenmanlara bile girmesini yasaklar. Kendisine kulüp arayan, ancak istediği koşulları verecek kulübü bulamayan Tevez, 2012 senesinin Şubat ayında City’e geri döner ve teknik direktöründen, takım arkadaşlarından özür diler. Sezonunun geri kalan maçlarında takımda yerini alırken, City’nin son saniyelerde gelen şampiyonluğunda önemli ölçüde pay sahibidir…

• • •

“İyi bir teknik direktör disiplinli, hoşgörülü olmalı, affetmeyi bilmeli, kulüp başkanı teknik direktör-futbolcu ilişkilerine karışmamalı…” demişti hocaların hocası, o sevimli İrlanda aksanıyla. “Çünkü sürtüşmenin kimseye yararı olmaz!” diye de eklemişti…

Dünya kulübü olma iddiasındaki Fenerbahçe’de son dönemde yaşananlara bakarak sormak isterdim;
Sence Alex’e yapılanlar doğru mu Samet; söyle doğru mu?

Ziya Adnan

21 Ekim 2012

AlexDeSouza

Başka şehirlerden futbol hikâyeleri…

Başka şehirlerden futbol hikâyeleri…

Uzaklardan…

Ülkemdeydim bir süredir, doğup büyüdüğüm güzel ama bir türlü huzuru bulamayan topraklarda… Sahillerinde eller havaya eşliğinde Serdar Ortaç şarkıları, dağlarında kurşun sesleri, öylesine tezatlarla dolu, öylesine çaresiz, öylesine yorgun… Sonra, dönüş yollarında şairin dizeleri geldi aklıma:

“Çoktan kaybolmuş bir şeyi/arayan biri gibi ısrarla/mekik dokuyorum kaç yıldır/Londra’yla İstanbul arasında/Kavafis’in şehri gibi oysa…”

İki farklı coğrafyada, iki farklı yaşam…

Öylesine farklı ki, adına futbol dediğimiz o güzel oyuna bakış bile bir başka bu diyarlarda. Anlatayım…

İstanbul’dan uçağa bindiğim saatlerde, Fenerbahçe’nin son haftalardaki kötü görüntüsünden sorumlu tutulan teknik direktörü yerden yere vuruyordu ülke basını. Düne kadar, ‘kocaman’ olan sevda, şimdi kocaman sıkıntıya dönüşmüştü. İki yenilgide ters yüz olmuştu her şey, iki yenilgide ortalık toz duman…

Sonra, üç saatlik yolculuğun bitiminde, farklı bir futbol hikâyesi karşıladı beni. Ada basınında; kuruluşu 1892 senesine dayanan, tarihi boyunca 38 teknik direktörle çalışmış Newcastle Unıted’ın, teknik direktörü Alan Pardew, yardımcıları John Carver, Steve Stone ve Andy Woodman ile olan sözleşmesini 2020 senesine kadar uzattığı yazılıyordu. 1969 senesindeki dandik kupadan bu yana kupa yüzü görmemiş bir kulübün, 2010 senesinden bu yana takımın başında olan 51 yaşındaki hocasına duyduğu güvendi uzak şehirlerde nicedir unutulmuş olan. Öyle olmasaydı, “Severek ayrılalım…” cümlesi taşınır mıydı bizim gazetelerin spor sayfalarının manşetlerine? Öyle olmasaydı, “Zamanı gelince severek ayrılırız!” cümlesini kullanır mıydı teknik direktör, o kötü basın toplantısında? 1907 senesinde kurulmuş olan, tarihi boyunca çalıştığı teknik direktör sayısı yüze yaklaşan bir kulübün bunca huzursuzluğu, ülkenin futbola bakışını anlatıyordu aslında. Alex-Yıldırım-Kocaman üçgeninde rotasını kaybetmiş gemi misali sürükleniyordu 105 yıllık Fenerbahçe…

Siz bakmayın iki maç kazanınca suların durulduğuna, zaman en büyük yargıçtır, yazın bir kenara…

***

Bilir misiniz, 6 Nisan 1986’da “Kırmızı Şeytanlar”ın teknik direktörlüğüne getirilen Sir Alex Ferguson, ilk Premier Lig şampiyonluğunu 1992-1993 sezonunda, yani göreve geldikten yedi sene sonra yaşadı. İlk sezonunda ligi 11. sırada tamamlayan takım, 1997-1998 sezonunu Liverpool’un 9 puan gerisinde 2. sırada kapatıyordu. Ama sonraki sezon işler beklendiği gibi gitmedi. 1989-1990 sezonunda, United  hayal kırıklığı yaratıyor, transfer sezonunda büyük paralar karşılığı kadroya dahil edilmiş Neil Webb, Mike Phelan, Paul Ince, Gary Pallister, Danny Wallace bekleneni veremiyordu. 1989 senesinin Eylül’ünde, kapı komşusu Manchester City karşısında alınan 5-1 lik yenilgi, taraftarların sabrını taşırmış, Old Trafford tribünlerinde açılan, “Three years of excuses and it’s still crap…ta-ra Fergie.” (“Üç senedir hep mazeret ve takım yine b**tan. Elveda Fergie”) pankartı taraftarın ruh halini açık bir biçimde anlatıyordu. United o sezon güç bela kümede kalırken, Ada basını, “Ferguson için yolun sonu” başlıklarını atıyordu.

1990-1991 sezonunda toparlanmış gibi görünse de, ligi ancak 6. sırada bitirebildi Ferguson’un takımı. O sezon 17 yaşındaki Ryan Giggs takımla ilk maçına çıkıyor, ancak Anfield Stadı’nda Liverpool karşısında dört farklı yenilgiden kurtulamıyordu. 1992-1993 sezonunda ise Alex Ferguson ile şampiyonluk kupasını kaldıran United, 26 seneden sonra gelen şampiyonluğu kutluyordu.

Sir Alex Ferguson’un görevde bulunduğu sürede, Fenerbahçe 31 teknik direktörle çalıştı…

***

1996 senesinin Ağustos ayında, kuzey Londra’nın başarıya hasret takımı Arsenal, teknik direktör Bruce Rioch ile yollarını ayırıyor, Johan Cruyff’un takımın başına geçmesi beklenirken, 30 Eylül 1996 tarihinde anı sanı duyulmamış bir Fransız teknik direktör, Japonya’nın “Nagoya Grampus Eight” takımından ayrılıp göreve geliyordu. Ertesi gün, Londra’nın en bilindik gazetesi “The Evening Standard” bu beklenmedik gelişme için “Arsene Who?” (Arsene de kim?) cümlesini taşımıştı manşetlerine…

Wenger’le geçirdiği Ilk 9 sezonda ligi 2. sıranın altında bitirmeyen Arsenal, 1997–1998, 2001–2002, 2003–2004 sezonlarında Premier Lig şampiyonluğu yaşadı. En son kupasını 2004-2005 sezonunda (Federasyon Kupası) kaldıran kuzey Londra takımı, Wenger’in yıldızlaştırdığı futbolcuların birer ikişer takımdan ayrılması sonucu düşüşe geçerken, şampiyonluğa oynamasa da her sezonu ilk 4 içinde bitirerek Şampiyonlar Lig’ine gitmeye hak kazandı. Wenger’in döneminde 60 bin kişilik Emirates Stadı’na taşınan Arsenal bilhassa son sezonlarda parlatıp sattığı futbolcular sayesinde stadın yapımından doğan borcun büyük bölümünü kapattı…

Arsene Wenger’in görevde bulunduğu sürede Fenerbahçe 18 teknik direktörle çalıştı…

***

25 Nisan 1963 doğumlu İskoç teknik direktör David William Moyes, 2002 senesinin Mart ayında Liverpool şehrinin mavili takımının teknik direktörlüğune getirildiğine, 3. Lig takımı Preston’la şampiyonluk yaşamış futbol adamının tecrübesinin Premier Lig için yeterli olup olmadığı tartışılıyordu. Takım ilk sezonunu 7. sırada bitirirken, 2003-2004 sezonunu 39 puanla 17. sırada, küme düşen takımların hemen üzerinde bitirip, tarihinde en az puan topladığı o berbat sezona rağmen teknik direktörü ile devam etme kararı alıyordu. Ada futbolunun en köklü takımlarından Everton’da en iyi lig derecesi dördüncülük olan, görevde bulunduğu 10 senede hiç kupa kazanamayan David Moyes, (2009-2010 sezonunda sekizinci, 2010-2011 ve 2011-2012 sezonlarında yedinci) bir sezon daha takımının başında…

David Moyes’un görevde bulunduğu sürede Fenerbahçe 8 teknik direktörle çalıştı…

***

Geçenlerde “Türk insanının mutluluk anketi” adı altında yapılan bir araştırmaya denk geldim. İşini soran anketöre, asgari ücret karşılığında çalıştığını açıklıyordu orta yaşlardaki adam. “Eviniz kira mı?” sorusunu “Evet” olarak, borcu olup olmadığı sorusunu ise “Kredi kartına borç çok!” diye cevaplıyordu. İşte o anda ülkenin fotoğrafını çeken soruyu sordu anketör: “Mutlu musunuz?”

Gülümsedi asgari ücretle çalıştığını, kirada oturduğunu ve kredi kartı borcunun çok olduğunu anlatan adam. Tek sözcükten oluşan “Mutluyum!” cümlesi döküldü dudaklarından. Tamahkârlıkla biat etme arasında sıkışmışlar diyarında mutlu olmaktan başka çaresi yoktu belki, kim bilir belki de aykırılık gibi görünmesin diye…

Böyle bir mutluluk anketini Fenerbahçeli taraftarlar arasında gerçekleştirsek, ortaya nasıl bir sonuç çıkardı acaba, merak ederim…

Söyle Samet söyle, herkes duysun, kamuoyu duysun! Bu profilden kurumsallık, dünya kulübü çıkar mı?

Doğru mu Samet? Söyle, yazdıklarım doğru mu?

Ziya Adnan

14 Ekim 2012

AzizYildirim

Wenger’in Bebeleri – II…

Wenger’in Bebeleri – II…

Uzaklardan..

Geçen Pazar, 1996 senesinin Kasım’ından beri Arsenal takımında görev yapan ekonomi profesörü Arsene Wenger’in müthiş transferlerini, zaman içinde kulübe kazandırdıklarını yazmıştım.
Bıraktığım yerden devamla…

2003 senesinin sonbaharında, bir kupa maçında, henüz 16 yaşında Highbury Stadı’nın yeşil çimenlerine adım attığında oradaydım. İlk kez (A) takım forması giyerek kulüp tarihinin en genç futbolcusu ünvanını elde etmişti, çoklarının adını bile bilmediği o küçük çocuk… Barca’nın alt yapısında yetişmiş, ilk zamanlarda, savunmaya dönük orta saha oyuncusu olarak, Gerard Piqué ve Lionel Messi ile aynı takımda top koşturmuştu. Her sezon 30 gol ortalaması ile oynamasına rağmen Barca’nın ilk 11’inde forma giymesi mümkün olmayınca, 2003 senesinin Eylül ayında soluğu Ada futbolunun o dönem yıldızı parlayan takımı Arsenal’de aldı. Genç yetenekleri bulup çıkarmasıyla namlı “Profesör” lakaplı Fransız teknik direktör, yeni bir yıldız adayı daha katmıştı saflarına.

Maceranın başında Ada futboluna, Londra yaşamına adapte olmakta zorlanırken, 2004–2005 sezonunun ilk haftalarında orta sahanın dinamosu Patrick Vieira’nın sakatlanması ile ilk 11’de forma şansı buldu. O sezon Şampiyonlar Liginde takımının Rosenborg karşısında 5-1 kazandığı maçta attığı golle Şampiyonlar Ligi tarihinde gol atan en genç ikinci futbolcu ünvanını elde ederken, kuzey Londra takımının sevdalıları sevmişti genç İspanyol futbolcuyu. Sonra giderek parladı Ada futbolunda yıldızı. 24 Kasım 2008’de henüz 21 yaşında Arsenal gibi bir dünya devinin kaptanlığına yükseldi. Son üç sezonda kupalara hasret bir takımın başında sahaya kaptan olarak çıkarken hep alkışlandı, hep sevildi, adına yazılmış şarkılar yankılandı Emirates semalarında…

2011 senesinin Ağustos’unda, 34 milyon Euro karşılığında doğup büyüdüğü coğrafyadaki eski takımına transfer olduğunda üzülmüştü Arsenal taraftarı. “Wenger knows” (En iyi Wenger bilir) tezini savunanlar bile sessiz kaldı bu ayrılık sonrasında. Yıldız futbolcuya değil, yıldız yaratmaya inanmış bir teknik direktörün, henüz çocuk yaşta keşfedip parlattığı Cesc Fabregas, tercihini sevdalısı olduğu Katalan takımından yana kullanırken bu transfer sonrası Arsenal kulübünün kasasına giren 32,5 milyon Sterlin ise tek teselli kaynağı olmuştu.

Kim bilir, geçtiğimiz günlerde Barca’da mutsuz olduğunu açıklayan Fabregas, belki de ikinci babam dediği Wenger’in takımındaki günlerini aramaktaydı…

***

Thiery Henry… Arsenal kulüp tarihinin gelmiş geçmiş en büyük golcüsü… Oynadığı tüm kupalarda kaydettiği 228 gol ile adını takımın efsanelerinin arasında yazdırdı. Wenger ile birlikte iki Premier Lig şampiyonluğu yaşadı, üç Federasyon Kupası kaldırdı. 1999 senesinin Ağustos ayında sıkıntılı geçen Juventus macerasından sonra Arsenal’e 10,5 milyon Sterlin karşılığında geldiğinde henüz 22 yaşındaydı. Bırakın dünya yıldızı olmayı, İtalyan futbolunda bile esamesi okunmazdı. Anelka’nın yerini doldurması amacıyla alınan golcü ilk zamanlarında hayal kırıklığı yaratıyor, The Telegraph gazetesinin spor yazarı Henry Winter o günleri şöyle özetliyordu;

“Henry’nin Arsenal’de forma giydiği ilk zamanlarında Highbury’nin kale arkasındaki meşhur tarihi saat inanın ciddi tehlike altındaydı! Rakip kale yerine sürekli tribünleri döven şutları ve acemi hareketleri şaşırtıcıydı! O zamanlar, ‘Bu adamdan futbolcu olmaz!’ demiştim. Büyük konuşmamak gerekirmiş…”

Sonra zaman içinde 12 numaralı formasıyla kulüp tarihinin gol rekorunu kırdı. Kimilerine göre Wenger’in ısrarı, kimilerine göre sürati, son vuruşlardaki üstün yeteneği ve futbol zekâsı ile Ada futbolunda kısa sürede nam saldı. 2007 senesinin Temmuz ayında 16,1 milyon Sterlin karşılığında Barcelona’nın yolunu tuttuğunda üzülmüştü Arsenal taraftarları.

Arsenal, Thiery Henry’nin transferinden 5,6 milyon Sterlin kazandı…

***

Kimi zaman maliyeti pek düşük olmayan, ancak genç olmaları nedeniyle ilerleyen senelerde değerlerini ikiye, hatta üçe katlayacak futbolcuları da transfer etti Wenger. Fransız futbolunu, alt yapılarını iyi bilmesinin avantajını iyi kullanıyor, 2008 senesinin Temmuz ayında 12 milyon Sterlin ödeyerek Marsilya’nın 21 yaşındaki kanat oyuncusu Samir Nasri’yi kadrosuna dâhil ediyordu. 8 numaralı formasıyla ilk sezonunda 44 maça çıkıp, 8 gol, 5 asist yapan Fransız, 2010-11 sezonunda Premler Lig’in en iyi 11’ine seçiliyor, Tottenham’lı Gareth Bale ve takım arkadaşı Jack Wilshere’ın ardından sezonun en iyi üçüncü genç futbolcusu seçiliyordu.

Avrupa’nın zengin kulüplerinin transfer listesinde yer alan, her fırsatta kadrosuna katmak için Arsenal’ın kapısını çalanlara hep olumsuz cevap vermesine rağmen, futbolcunun Arsenal’den ayrılmak istediğini açıklaması Wenger’in sabrını taşırıyor, 2011 senesinin Ağustos ayında 25 milyon Sterlin bedelle Manchester City’e transfer oluyordu. Ancak bu transferin artçı sarsıntıları onun ayrılışından sonra da sona ermedi. Londra takımından ayrılma nedenini “kupalar kazanmak” olarak açıklayan Samir Nasri ile Arsenal taraftarlarının yıldızı hiç barışmadı.

Arsenal kulübü, Nasri’nın transferinden 13 milyon Sterlin kazandı…

Nasri ile birlikte Arsenal’den ayrılan, 26 Temmuz 1985 doğumlu Fransız solbek Gael Clichy, Wenger’in radarına henüz 16 yaşında Cannes takımında forma giyerken girmişti. 2003 senesinin Haziran ayında, genç futbolcuyu evinde ziyaret eden teknik direktör ailesini de ikna ederek onu kadrosuna kattı. Arsenal’de 2010-2011 sezonunun sonuna kadar 187 maça çıkan, 1 Premier Lig Şampiyonluğu, 1 Federasyon Kupası kazanan Gael Clichy Manchester City’e transfer olurken, Wenger’in takımı da 7 milyon Sterlin kazandı.

Ve Robin Van Persie… Wenger’in takım kadrosuna katıp parlattığı bir yetenek daha 2012-2013 sezonunun başında Manchester şehrinin yolunu tutuyor; 29 yaşındaki forvetin transferinden Arsenal’in kasasına 24 milyon Sterlin giriyordu. 2004 senesinin Mayıs ayında Feyenoord’un forvet için istediği 5 milyon Sterlin tutarındaki transfer ücreti pazarlıklar sonucu 2,75 milyona indirilmiş; Hollandalı golcü 8 Ağustos 2004 tarihinde Manchester United’a karşı ilk maçına çıkmıştı. 24 Eylül 2011 tarihinde Bolton Wonderers’a iki gol atarak Premier Lig’de 100. golünü kutlayan golcü, o gün kulüp tarihinde 100 gol atmış 17. futbolcu olarak Arsenal unutulmazlarının arasına yazıldı.

Arsenal, Robin Van Persie’nin transferinden 21 milyon Sterlin kazandı…

***

Geçenlerde Odatv’de yayımlanmış bir yazıma gelen okuyucu yorumlardan birinde, “Arsenal’ın Premier Lig’de kaç şampiyonluğu var ki?” cümlesini okumuştum; bizim taraftarın futbola bakış açısını pek güzel özetliyordu. Başarıyı sadece şampiyonluk olarak gören taraftarlık anlayışı! Tam da Beşiktaş’ın borcunun 225 Milyon Euro (520 milyon TL) olarak açıklandığı zamanlarda… Oysa Arsenal, 2004 senesinden beri şampiyonluk yaşamamış olsa da Premier Lig’i her sezon ilk dört içinde bitirerek son 14 sezonda hep Şampiyonlar Liginde yer aldı. Şampiyonlar liginde final oynadı. Ayrıca bu sürede Avrupa futbolunun en görkemli stadlarından birine sahip oldu. Günümüzde Emirates Stadı’nda oynadığı maç başına geliri 3 milyon Sterlin’in üzerinde… Kulübün kombine biletine sahip olabilmek için bekleme süresi yaklaşık sekiz sene…

Şimdi sorun kendinize, Beşiktaşlı olsanız bir sezonluk şampiyonluk mu mutlu ederdi sizi, yoksa Wenger’in 1996 senesinden günümüze yarattığı Arsenal felsefesi mi?

Ziya Adnan

7 Ekim 2012

Wenger

Wenger’in bebeleri – I…

Wenger’in bebeleri – I…

Uzaklardan…

Geçtiğimiz haftalarda, “Montpellier olmak varken” diye yazmıştım; mütevazı bütçesine rağmen Fransa liginde geçen sezon şampiyon olmuş, endüstriyel futbola kafa tutan o küçük şehrin takımını yürekten alkışlayarak. Gırtlağa kadar borca batmış ülkem takımlarının her transfer sezonunda har vurup harman savurmalarının kulüpleri batağa sürüklediğini ve ülke futbolunun Katar’dan bir önceki durak olma yolunda emin adımlarla ilerlediğini yazmıştım kim bilir kaçıncı kez.

Sonra sevgili Necdet Özkazancı, “Madem bu transfer konusunu işledin, bu konuda örnek alınması gerekenleri yazsana…” dedi; muhtemel 1996 senesinden günümüze kuzey Londra takımının teknik direktörlüğünü yapan “Profesör” lakaplı ekonomi ustasını anımsayarak…

***

Sene 1997, aylardan Şubat…

Arsenal takımında teknik direktörlük macerasına henüz başlamış olan Wenger’in, 17 yaşındaki Fransız forveti Paris Saint-Germain’den 500 bin Sterlin’e transfer ettiğini yazıyordu Ada basını… 1996-97 sezonunda ilk 11’e girmekte zorlanan genç futbolcu, bir sonraki sezon takımın efsane golcüsü Ian Wright’ın sakatlanmasıyla takıma giriyor; o sezon Arsenal Premier Lig şampiyonluğu ile birlikte Federasyon Kupasını kazanıyordu. Fransız golcü kupa finalinde takımının Newcastle United’ı iki golle geçtiği maçta ikinci golü atıyor; Arsenal’e gönül vermiş olan taraftarlar Wenger’in müthiş transferini ayakta alkışlıyordu. Genç futbolcu o sezonun “en iyi genç futbolcusu” seçildi. Sonrasında kuzey Londra takımıyla 72 kez sahaya çıkan, o maçlarda 27 gol kaydeden Fransız, 1999 senesinin yaz aylarında 23 milyon Sterlin karşılığında İspanyol devi Real Madrid’e transfer oldu. Arsenal bu transferden 22,5 milyon Sterlin kazanırken Nicolas Anelka, Madrid’in yolunu tutuyordu…

Sırada 29 Mart 1973 doğumlu Hollandalı kanat oyuncusu vardı: Marc Overmars… Profesyonel futbol kariyerine 1990-91 sezonunda, henüz 17 yaşında Go Ahead Eagles takımında başlamış, 1992-97 seneleri arasında Ajax’da forma giymişti. 1995 senesinde, günümüzdeki adıyla Şampiyonlar Ligini kazanan takımın önemli yıldızlarındandı. Geçirdiği ağır sakatlık nedeniyle Euro 96’da forma giyemeyen futbolcu, 1997 senesinin yazında bonservisine 5,5 milyon Sterlin ödeyen Wenger’in takımına katılıyor, Anelka ile birlikte henüz ilk sezonunda Premier Lig şampiyonluğu ve Federasyon Kupası zaferi yaşıyordu. Arsenal onun ayağından kazandığı golle Old Trafford Stadı’nda Manchester United’ı devirirken, o sezon Premier Lig’in en iyi 11’i arasında yerini almıştı. Sağ kanatta oynayan en iyi sol ayaklı oyuncu (ki aslında iki ayağını da iyi kullanırdı!) “Roadrunner” (yol koşucusu) lakabını Wenger ile çalıştığı zamanlarda kazanmıştır.

1997-2000 seneleri arasında, 101 maçta Arsenal forması giyen Hollandalı, 2000 senesinin yazında 40,6 milyon Euro karşılığında Barca’ya transfer oldu. O günün futbol piyasasında, bir İngiliz takımından İspanya’ya transfer olan en pahalı futbolcu olurken, Barca’da beklenen başarıyı yakalayamıyordu. 2004 senesinin yaz aylarında geçirdiği ağır sakatlık ve sonrasında doktorunun tavsiyesi üzerine futbolu bırakmak zorunda kalan Marc Overmars, Arsenal’e 20 milyon Sterlin’e yakın kazandırmıştı.

Aynı senelerde, Overmars ile birlikte Premier Lig’de yıldızı parlayan, Wenger’in başka bir transferi 20 Eylül 1970 doğumlu Fransız orta saha oyuncusu Emmanuel Petit, 1997 senesinin Haziran ayında 2,5 milyon Sterlin bedelle Monaco’dan Arsenal’e transfer oldu. Transfer döneminde İskoç devi Glasgow Rangers’ın ısrarla istediği genç futbolcu, Monaco’dan tanıdığı eski hocası Wenger’i tercih etmiş; henüz ilk sezonunda Lig ve Kupa şampiyonluğu yaşamıştı. Arsenal’deki ilk zamanlarında, maçlardan önce ısınırken giydiği şeffaf forma yüzünden (ki cinsel tercihleri hakkında çok sayıda hikâye üretilmiştir) rakip takım taraftarlarınca sıklıkla ti’ye alınırdı. İlerleyen zamanlarda Patrick Vieira ile birlikte Prenier Lig’in en iyi orta sahası olurken, üç sezon sonra Overmars ile birlikte 14 Milyon Euro karşılığında Barca’ya transfer oldu. Arsenal, bu transferden 5 milyon Sterlin’e yakın kazanırken, İspanyol devinde sadece bir sezon kalabilen Emmanuel Petit, 2001 senesinde Ada futboluna Chelsea ile dönüş yaptı.

Ve Wenger’in muhtemel en önemli transferi, 23 Haziran 1976 doğumlu Senagalli orta saha oyuncusu Patrick Vieira… 1996 senesinin Eylül ayında Milan’dan Arsenal’e 3,5 milyon Sterlin bedelle transfer olan 20 yaşındaki futbolcuyu o senelerde yeşil sahalarda gören ve tanıyan azdı. Milan’da bir sezon kalmış, ancak ‘A’ takımda sadece iki maça çıkabilmişti. Londra takımında bulunduğu 12 sezonda üç kez Premier Lig şampiyonluğu yaşayan efsane orta saha oyuncusu, 2005 senesinin Temmuz ayında bonservisine 20 milyon Euro ödeyen Juventus’a transfer olurken, Arsenal taraftarları arasında yapılan ankette kulüp tarihinin en önemli beşinci futbolcusu seçiliyordu. En son kupasını onunla birlikte kazanan Arsenal, onun ayrılışından sonra kupa kazanamazken, çoklarına göre Patrick Vieira’nın yeri doldurulamadı. Arsenal bu transferden 16,5 miyon Sterlin kazanmıştı…

Sırada ilk zamanlarında orta sahanın sağında oynayan 19 Mart 1981 doğumlu Fildişili futbolcu var. 2002 senesinin Şubat ayında ASEC Mimosas takımından Arsenal’e 150 bin Sterlin karşılığında geldiğinde (yanlış okumadınız 150 bin Sterlin!) Wenger’e koşulsuz güvenenler bile bu transfer öncesinde yeşil sahalarda adı sanı hiç duyulmamış bir futbolcunun Premier Lig’e paraşütsüz inişini yadırgamıştı. 2009 senesine kadar Arsenal’de kalan, Sol Campbell ile birlikte müthiş maçlar çıkaran sonradan olma stoper 2003-2004 sezonunda Premier Lig şampiyonluğu yaşadı. Bir sezon sonra Federasyon Kupasını kaldıran savunma oyuncusu, 2009 senesinin Temmuz ayında, 16 milyon Sterlin bedelle Manchester City’e transfer olduğunda, geride Wenger’in takımıyla çıktığı 225 maç bırakmıştı. Arsenal Kolo Toure’nin transferinden 16 milyon Sterlin’e yakın kazandı…

Ve 2006 senesinde Monaco’dan Arsenal’e transfer olan 1.90’lık Togo’lu forvet… 22 yaşında geldiği takımda kısa sürede ‘Baby Kanu’ (Bebek Kanu) lakabını kazanırken, daha ilk sezonunda adına söylenen şarkılar yankılanıyordu Emirates semalarında. – “Adebayor, Adebayor, give him the ball, and he will score!”. (Adebayor, Adebayor, ver topu, atsın golü!).

2008 senesinde BBC’nin ‘En iyi Afrikalı’ ödülüne layık gorülen Emmanuel Adebayor, 3 milyon Sterlin transfer bedeliyle geldiği Arsenal’den, 20009 senesinde Manchester City’e 25 milyon Sterlin karşılığında gönderiliyordu.

Wenger’in takımı bu transferden 22 milyon Sterlin kazanmıştı…

Haftaya : Wenger’in Bebeleri – II…

Ziya Adnan

30 Eylül 2012

Anelka

Ülke futbolu adına, Dersimiz: FC Porto…

Ülke futbolu adına, Dersimiz: FC Porto…

Uzaklardan… 

“FC Porto’nun bize mirası, nicedir fena çuvallamış transfer politikalarımızın aynasıydı.”

Bir güz zamanında daha ülke takımları Avrupa arenalarında sapır sapır dökülürken, çok satan gazetelerin birinde ülke futbolunda cari açığın 45 milyon Euro’ya ulaştığı, kulüplerin yabancı futbolcu transferlerine servet harcadığı, ancak Avrupa takımlarına futbolcu satamadığı vurgulanıyordu. Yabancı futbolcular için vergi cenneti haline gelen ülkemde, Fenerbahçe yabancı takımlara ödediği 24 milyon Euro ile transferin en çok harcayanı olarak ilk sırayı alıyor; 22 milyon Euro’luk bonservis harcamalarının 5,5 milyon Euro’sunu yurt dışındaki kulüplere ödeyen Galatasaray da cömertlik listesinde ikinciliği kaptırmıyordu. Geçmiş hüsranlardan ders almamakta kararlı Fenerbahçe, Avrupa takımlarına sattığı futbolculardan sadece 4 milyon Euro kazanırken, geçen sezonun şampiyonu Galatasaray yurt dışına futbolcu satışından para kazanamamıştı…

Şampiyonlar Ligine katılabilme hedefiyle 32 yaşındaki Dirk Kuyt ve Krasic’i transfer eden sarı-lacivertliler, play-off maçında elenmesine rağmen alışılagelmiş cömertliğini bir transfer sezonunda daha sürdürüyor; bu kez 29 yaşındaki Portekizli orta saha oyuncusu Raul Meireles’i Chelsea’ye 8 milyon, futbolcuya sezon başına yaklaşık 3 milyon Euro ödeyerek dört sezonluğuna kadrosuna katıyordu. Böylece, futbolun doğup büyüdüğü topraklarda kalsa aldığı ücretin yüzde 50’sini vergi olarak ödeyecek Meireles, Avrupa’nın hiçbir takımından alamayacağı transfer ücretini Katar’dan bir önceki durakta kazanacaktı…

Katar demişken, Fenerbahçe’nin 2010 Temmuz’unda Fransa’nın Nancy takımından 6,5 milyon Euro’ya transfer ettiği Issiar Dia’nın, geçtiğimiz aylarda Katar’ın Lekhwiya SC takımına transfer olması şaşırtmıyor; hatta ülke futbolunun Avrupa fotoğrafındaki yerini anlatıyordu…

Her fırsatta alt yapısının gücüyle anılan Galatasaray, 35 yaşındaki stoper Cris’i kadrosuna katıyor, bu sezon fazlasıyla şişmiş kadrosuna bir ilave daha yaparak Şampiyon Liginde mücadele edecek takımlar içinde en fazla transferi yapan kulüp oluyordu.

Sanırım transfer yasağı olmasaydı, yedi tepeli şehrin diğer takımı Beşiktaş da rakiplerinden eksik kalmazdı harcama konusunda… Ama geçmiş sezonlardaki harcamaların ağır faturası önüne konulunca, kıyıda kalmak zorunda kaldı siyah- beyazlılar; en büyük yoksulluğun ağır borç yükü olduğunu herhalde fazlasıyla anlamış olarak…

***

Bizim haramilerin har vurup harman savurduğu günlerde, uzaklarda, kuruluşu 1893 senesine dayanan, Portekiz futbolunun devi FC Porto, bir transfer sezonunda daha kasasını dolduruyor; Zenit’e 50 milyon Euro karşılığında sattığı Hulk transferi ile adını futbol dünyasına bir kez daha duyuruyordu. Hulk’un transfer hikâyesi, FC Porto’nun transfer konusundaki başarısını anlatıyordu görmesini bilenlere…

25 Temmuz 1986 doğumlu Brezilyalı’yı, ilk kez Japonya’nın 2. Lig takımlarından Tokyo Verdy’de forma giyerken izleyen FC Porto yöneticileri, oynadığı 42 maçta 37 gol atan golcü için ilk etapta Urguay’ın Rentistas kulübüne bonservis bedelinin %50’si olan 5,5 milyon Euro’yu ödüyor; sonrasında ise 13,5 milyon Euro daha ödeyerek bonservisinin %40’ını daha satın alıyordu. FC Porto’ya transfer olduğu ilk sezonda, takım arkadaşı golcü Faslı Tarık Sektioui’nin sakatlanması ile forma şansı bulan Hulk, ileri uçta oynayan Cristian Rodríguez ve Lisandro López ile birlikte kısa sürede parladı.

FC Porto, o sezonun sonunda, UEFA’nın “Top 10 Rising Stars” (Yükselen 10 yıldız) sıralamasına giren Hulk’ın kontratını 2014 senesinin Haziran’ına kadar uzatırken, bonservis bedelini 100 milyon Euro’ya yükseltmişti.

Sonrası malumunuz…

“Dragoes” (Canavarlar) lakaplı kulüp, geçmiş sezonlarda da sattığı futbolcularla mali durumunu güçlendirmiş; 2004 yılından günümüze kadar ihraç ettiği 17 futbolcuya karşılık 383 milyon Euro kazanç ile Avrupa futbolunun fabrikası haline gelmişti. 2007 senesinde Anderson’u 31,5 milyon Euro’ya Manchester United’a satan FC Porto, aynı sezon Pepe’yi 30 milyon Euro karşılığında Real Madrid’e, Carvalho’yu 30 milyon Euro’ya Chelsea’ye, bir sezon sonra da Quaresma’yı 24,6 milyon Euro’ya Inter’e, 2009 senesinde Lisandro Lopez’i 24 milyon Euro’ya Lyon’a satarak ülkesini futbolcu ihracatında Avrupa’nın yükselen yıldızı haline getiriyordu.

İşin ilginç yanı, FC Porto’nun yakın geçmişte hatırı sayılır bedelle elinden çıkardığı Quaresma, Beşiktaş’ta oynamadan senede üç milyon Euro kazanıyor; siyah-beyazlı kulüp bir türlü yararlanamadığı futbolcu için istediği bonservis ücretini verecek kulüp bulamıyordu. Son umut Rusya pazarıydı ama o da olmadı. Beşiktaş’ın Quaresma meselesi ülke futbolunun trajikomik transfer hikâyesi olarak tarihte yerini aldı.

FC Porto’nun bize mirası, nicedir fena çuvallamış transfer politikalarımızın aynasıydı…

***

Son sezonlarda ihraç ettiği onca yıldıza rağmen gücünden çok şey kaybetmedi FC Porto. Son 10 senede sekiz kez Lig, bir kez Şampiyonlar Ligi, iki kez UEFA Kupası ve bir kez de UEFA Süper Kupası şampiyonluğu yaşadı. Kanlı bıçaklı rakibi Benfica’nın önünde, Portekiz futbolunda 72 kez kupa kaldıran takım, 2010-2011 sezonunda ligde oynadığı 30 maçı yenilgisiz tamamladı.

Geçtiğimiz sezon 16 takımlı Primeira Liga’yı şampiyon olarak kapatan mavi-beyazlılar, 1986-1987 sezonunda European Cup’u (günümüzdeki adıyla Şampiyonlar Ligi) kazanmış; 2003-2004 sezonunda Jose Mourinho’nun teknik direktörlüğünde, Avrupa futbolunun en görkemli kupasını bir kez daha müzesine götürmüştü.

Alınacak nice dersler vardı FC Porto’nun parlatıp parlatıp sattıklarından… O yüzden naçizane önerim, ülke takımlarının, bilhassa üç İstanbullu’nun FC Porto dersini iyi çalışması, alt yapı hocalarını, scoutlarını, dil bilen yöneticilerini (tabii varsa) acilen Portekiz’e staja yollamaları olurdu. Zira üzerine oturdukları Avrupa’nın en genç nüfusu madenini iyi işleyerek işi bilenlerin izinden yürümek ve zararın neresinden dönülürse kârdır diyebilmek her zaman mümkündü…

Ziya Adnan

23 Eylül 2012

FCPorto

Karanlıktaysan gölgen bile seni yalnız bırakır…

Karanlıktaysan gölgen bile seni yalnız bırakır…

Uzaklardan…

Küme düşmek değildir zira en kötüsü; ikinci, hatta üçüncü ligde mücadele etmek de değildir. En kötüsü, hikâyenin en sonuna gelmektir. Düşerken, bu düşüşün ne kadar süreceğini bilememektir…
Günümüzden neredeyse 40 sene önce, takvim yaprakları 27 Eylül 1972’yi gösterirken bir Türk takımı tarihte ilk kez Britanya futbolunun hatırı sayılır takımlarından Glasgow Rangers’ın sahasında önemli bir kupa maçına çıkıyordu. İlk on birinde Aydın, Remzi, İsmail, Erman(Toroğlu), Müjdat, Zafer, Metin, Selçuk, Melih, Coşkun, Köksal’ın yer aldığı başkent ekibi Ankaragücü, ilk maçta kendi evinde 1-1 berabere kaldığı rakibini eleyerek Avrupa Kupa Galipleri Kupasında bir üst tura geçmenin hesaplarını yapıyordu. O tarihi maçı 1-0 kazanarak bir üst tura yükselen takım İskoçya’nın Rangers’ı olurken, maçtan sonra İskoç gazetelerinin spor sayfalarında Türk takımına övgüler yazılmıştı. O maçın programında, ülke milli takımına yedi futbolcu veren sarı-lacivert takımın Türk futbolunun yükselen yıldızı olduğu vurgulanıyordu.

O maçtan bir sezon sonra, takvimler 19 Eylül 1973’ü gösterirken, bir kez daha Avrupa Kupa Galipleri Kupasında karşı karşıya geldi iki takım… Rakibini 2-0 ve 4-0’lık sonuçlarla yenen İskoç takımı bir kez daha bir üst tura çıkarken, teknik direktörlüğünü Ziya Taner ve yardımcılığını Candan Dumanlı’nın yaptığı Başkent takımı elenmenin üzüntüsünü yaşıyordu.

***

Ve o senelerde Avrupa Kupa Galipleri Kupası maçlarında kıyasıya mücadele eden iki takım, aradan geçen onca sene sonra aynı kaderi paylaştılar. Zamana, hırsa ve kötülüğe yenik düştü adını şehrinden almış, kuruluşu 1910 senesine dayanan, eski sevdaların sarı-lacivertli takımı. Kötü yönetimler yüzünden gırtlağa kadar borca batmıştı nicedir, bir de üstüne sahipsizlik, ilgisizlik ve denetlenmemek eklenince…

Yeni futbol nesillerinin, yedi tepeli şehrin üç büyütülmüş takımının masal tadındaki hikâyeleri ile büyüdüğü zamanlarda, sessiz sedasız kayıp gitti ülke futbolunun en üst liginden, daha önce benzer akıbeti paylaşmış niceleri gibi… Görünüşe göre daha da sürecekti bu düşüş… O kötü hikâyenin final sayfaları henüz yazılmamıştı.
Medeni bir ülkede olsaydı mutlaka konu edilirdi spor programlarına… Hakkında yazılar, makaleler yazılır, tartışmalar yapılırdı. Yok oluşa adım adım giden sürecin nedenleri araştırılırdı; en azından diğer köklü kulüplerin aynı kötü kaderi paylaşmaması ve ülke futbolunun temizlenmesi adına… Üniversitelerde tez konu olurdu, hakkında kitaplar yazılırdı. Medeni bir ülkede olsaydı, o köklü kulübü bu hale düşürenlerden hesap sorulurdu. Transferleri, harcamaları, gelirleri, giderleri, geçmiş kongreleri didik didik incelenir; borcun nedenleri araştırılırdı. Medeni bir ülkede olsaydı, kulüp parasızlıktan inim inim inlerken, yönetimlerinde yer almış olan kişilerin mal varlıkları sorgulanırdı. Takımını karşılıksız seven taraftarın, senelerce neden kendi kulübüne üye olamadığı da araştırılırdı.

Ama dedim ya, neredeyse tüm ülkenin üç takıma kilitlendiği beter düzende kimseler umursamadı onun zaman içinde eriyişini, tükenişini. Hasta yatağında ölümü beklerken, geriye sadece geleceğe dair umutsuzluk ve bir zamanlar esip kükremiş o takımı bilenlerin içini sızlatan hatıraları kaldı.

Yeni futbol sezonunda PTT 1.Lig’de mücadele ediyor Ankara’nın sarı-lacivertli tarihi ve güzide takımı… Borçları nedeniyle eksi 6 puanda başladığı, ilk 2 maçını yenilgi ile kapattığı, geleceğe korku ile baktığı berbat, iç acıtan zamanlarda… İşin en hazin tarafı ise 102 senelik kulüp gözler önünde eriyip giderken, ülke basınında ve ekranlardaki magazin düşkünü futbol programlarında yabancı futbolcuların akşam kaçamakları kadar yer bulamayışı…

Ve bildiğim, o takımı karşılıksız sevenlerin “Ankaragücü’ne gidiyor!” böyle yaşamak…

***

Aynı kaderi, o kötü akıbeti paylaşan diğer takım, 40 sene önce Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda rakibini elemiş, kuruluşu 1872 senesine dayanan Britanya futbolunun devi Glasgow Rangers… Avrupa kupalarında final oynayan ilk Britanya takımı… İskoç liginde 54 şampiyonluk yaşamış, 33 sezonda İskoçya Federasyon Kupası’nı kaldırmış, UEFA Kupası’nı bir kez kazanıp, 2008 senesinde final oynamış, Avrupa futbolunun en ateşli derbilerinden “Old Firm”ün mavili çocukları. Geçtiğimiz sezon toplam 49 milyon Sterlin’e ulaşmış vergi borcu nedeniyle kayyuma devredilen, kurallar gereği 10 puanı silinen, sonrasında diğer kulüplerin oylaması sonucunda ligden ihraç edilen Rangers, yeni sezonda İskoçya 3. Liginde… Bu yazının yazıldığı saatlerde, oynadığı üç maçta topladığı 5 puanla beşinci sırada…

Geçmiş sezonlarda her maçında 51 bin taraftarın doldurduğu İbrox Stadı’nın yerine, bu sezon deplasmanlarda, 3. Ligin yalnızlığını yaşayacak. Ama en azından evinde oynadığı maçlarda, yine tribünleri dolduracak ona gönül verenler, hangi ligde mücadele ettiğini önemsemeden. Uzaklarda, bir zamanlar Avrupa Kupalarında karşı karşıya geldiği bir Başkent takımı, kafayı üç takımla fena bozmuş bir coğrafyada giderek yalnızlığa gömülürken, her şeye yeniden başlayacak İskoç takımı, hikâyenin en başında olduğu gibi…

Ve o yeni macerada kendi hikâyesini bir kez daha yazacak…

Biz, adına futbol denilen güzel oyunu bu yüzden sevmedik mi zaten? Her düşüşte kendi hikâyelerini yeniden yazmış takımları bu yüzden alkışlamadık mı? Evinde oynadığı son maçında küme düşmüş takımları, minicik çocukların gözyaşlarıyla uğurladığı zamanlarda içimizden keşkeler geçmedi mi?

Küme düşmek değildir zira en kötüsü; ikinci, hatta üçüncü ligde mücadele etmek de değildir. En kötüsü, hikâyenin en sonuna gelmektir. Düşerken, bu düşüşün ne kadar süreceğini bilememektir. Yalnızlıktır en kötüsü; unutulmak, kaderine terk edilmektir.

Bu sezon alt liglerde mücadele edecek uzak ülkelerin aynı hüzünlü kaderi paylaşan iki renkli takımı… Biri hikâyesine yeniden başlarken, diğerinin adı zamanla pek muhtemel ülke futbolunun kayıp giden yıldızları arasında yerini alacak.

Ekşi Sözlük’te okuduğum, unutulmaz “Schindler’s List” (1993) filminden alıntı o cümle, gelecek futbol nesillerine ülkemin bahtsız takımının hikâyesini anlatacak: “Karanlıktaysan, gölgen bile seni yalnız bırakır…”

Ziya Adnan

16 Eylül 2012

LeedsUnitedvAnkaragucu