Yenmek kadar yenilmek de vardı…

Yenmek kadar yenilmek de vardı…

Uzaklardan…

Biz böyle olmasını istememiştik oysa. Çok küçükken, boş arsalarda top peşinde koştuğumuz zamanlarda fena sevdalandığımız o güzelim oyunun bu kadar kirleneceğini düşünememiştik. Kim bilir, şimdiki kadar olmasa da belki o zamanlarda da kirliydi futbol ama fark etmemiştik. Maçta arkamızda oturan yaşlı adam “Satılmış hakem!” diye bağırdığı zaman güler geçerdik. Çocuktuk işte; sonu hep güzel biten eski Türk filmleri gibi sanırdık hayatı. Ve futbol da haliyle o hayatın önemli bir parçasıydı. Tarih kokan eski Ankara evlerinin tam ortasında yer alan o eski statta izlemiştim ilk maçımı. Sarı-siyah PTT’nin maçıydı; naklen yayın arabaları filan yoktu stadın dışında. Maçın sonunda yenilmişti galiba PTT. Üzülmüştüm. “Üzülme” demişti babam, “Gelecek maçta yenerler. Futbolda yenmek kadar yenilmek de var…” Ne kulüp başkanının, ne federasyon başkanının, ne de yöneticilerin adını bilirdim. Taç çizgisi kenarındaki 7 numaralı kıvrak, süratli futbolcu kalmıştı aklımda. Bir de babamın o cümlesi. Nereden bilebilirdim, seneler sonra güneşli bir İstanbul gününde, bir çay bahçesinde o fırtına 7 numara (Metin Kurt) ile o eski günleri konuşup, yâd edeceğimizi…

“O günlerde de şike vardı” demişti. “Futbolda şike, doping, mafya, kumar, ırkçılık, küfür, şiddet yoktur diyen yalan söyler. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda olmaması mümkün mü? Kara paranın döndüğü bir ortamda mafyanın olmaması mümkün mü? Futbolcular bir batakhanede yüzüyorlar… Bu bataklığın şiddet yasası ile kurutulması mümkün değil… Ancak spor yasası ile çözümlenebilir. Şu anda spor bir meslek olarak bile tanımlanmıyor ülkede.“ diye eklemişti.
***
O konuşmadan çok önce başlamıştı 3 Temmuz süreci. Yine güneşli bir yaz gününde. Yöneticiler, futbolcular, teknik direktörler, başkanlar velhasıl futbolun yatak odasına girmiş kim varsa gözaltına alınmıştı. Herkesin çok uzun zamandır varlığından haberdar olduğu, herkesin içten içe bildiği ama hep görmezden geldiği şike meselesinin öylece paldır küldür gözler önüne serilmesinin, öylece ortalığa saçılmasının yarattığı şaşkınlığın bitiminde umutlanmıştık. Şimdi onca senenin kirini pasını temizleme zamanıydı. Şimdi ülke futbolunda yeni, temiz bir sayfa açılacaktı. Açılmaz denen kapı, o Temmuz sabahı hiç beklenmedik bir anda aralanmıştı. Umutlanmıştık. Sonu hep güzel biten eski Türk filmleri gibi bitecekti her şey. Sonunda iyiler kazanacaktı.
Ama bir türlü gerçekleşmedi beklenen temizlik. Biz bekledikçe umutlar azaldı. İyiler kazanmadı. Zaten en iyisinin en kötüsü kadar kirlenmiş olduğu yitik bir düzende herkesin bir hesabı vardı. Kimse kimseden daha temiz değildi aslında. Zamanla herkesin aynı anda bağıra bağıra konuştuğu kalabalığın tam ortasında bulduk kendimizi; o bilgi kirliliğinin tam ortasında. Onca gürültüde kendi söylediğimizi bile duyamaz olduk. Yayıncı kuruluşun saadeti, kulüpler birliğinin menfaatleri, ülke futbolu batar söylemleri, hukuk adamları, futbol programları, yorumcular, tapeler, tapeler…
Hukukun gücü denilerek çıkılan yolda, gücün hukuku yol gösterir hale gelirken kaybettik yönümüzü…
***
O konuşmadan önce istifa etmişti, kuralları uygulamak yerine bırakıp gitmeyi tercih eden Futbol Federasyonu başkanı. Ne hazin! Kim bilir, belki de taraftarı olduğu takımı küme düşüren başkan olarak hatırlanmak istememişti. Oysa o koltuğa oturan yöneticinin tarafsız olması gerekirdi. Ama nasılsa nicedir unutmuştuk ülkece o ilkeyi, boş vermiştik. İşin garibi, alışmıştık boş vermişliğe. Adalet bizden yana tecelli ettiği sürece kimsenin adalet filan istediği de yoktu aslında…
Zaten gidenin yerine gelen, meseleyi tatlıya bağlamıştı çoktan. 58. madde değiştirilmiş; şike yapanların küme düşürülme cezası hayatımızda hiç olmamış gibi kayıtlardan bir gecede silinmişti. “UEFA mutlaka duruma el koyar!” dedik; “UEFA bu kadarına göz yummaz!” dedik.
Nereden bilebilirdik, UEFA’nın üç maymunu pek sevdiğini, bizim gibi onların da haylidir yönünü kaybettiğini…
***
Geçmişte, “Ben şampiyonlukların sahada kazanıldığını zannediyordum, yanıldığımı öğrendim. Bundan sonra göreceksiniz!” diye rakiplerine meydan okuyan, şike ve örgüt kurmak suçundan hatırı sayılır ceza almış, 105 senelik köklü bir kulübün başkanının tahliyesi sonrası, bir savaş kahramanı misali sevinç çığlıkları ile karşılandığı zamanlarda yazdım bu yazıyı. Sözün bittiği zamanlarda… Uzadıkça cıvıklaşan, uzadıkça insanı içine çeken bir bataklığı andıran o perişan sürecin ardından… Kimilerine göre bu işte cemaatin parmağı vardı, kimilerine göre futbol pastasından daha fazla pay almak isteyen siyasi güçlerin… Kimileri, “Şike var ama sahaya yansımamış” dedi, kimileri, “Şike zaten hep vardı” söylemiyle geçiştirdi meseleyi; şikenin hep var olması bundan sonra da var olmasını gerektirirmiş gibi… Neticede döndük dolaştık başladığımız yere geldik; biraz daha umutsuz, biraz daha yorgun…
Biz böyle olmasını istememiştik oysa. Çok küçükken boş arsalarda top peşinde koştuğumuz zamanlarda sevdalandığımız o güzelim oyunun bu kadar kirleneceğini bilememiştik. Biz futbolu severken, aslında Baba Hakkı’yı, Lefter’i, Metin Oktay’ı, Ertan Adatepe’yi, Metin Kurt’u, velhasıl bize adına futbol denen o güzel oyunu sevdirenleri sevmiştik…
Arkamızda oturan yaşlı adam “Satılmış hakem!’ diye bağırdığı zaman güler geçerdik…
Futbolda yenmek kadar yenilmek de vardı…
Ziya Adnan
15 Temmuz 2012
 EskidenCebeciStadi

Yine penaltılar, yine gözyaşları!

Yine penaltılar, yine gözyaşları!

Uzaklardan…

İngiltere adına umutların erken sona erdiği bir turnuvanın ardından yazıyorum; milli takım hüsranının bağrından…
1966 senesinden günümüze kadar kupa kazanamamış İngiltere çeyrek finalde İtalya karşısında penaltılar sonunda elenirken, ertesi gün Ada basınında lime lime doğranıyordu.

“It always ends in penalties, it always ends in tears.” (Her zaman penaltılarla, her zaman gözyaşlarıyla sonuçlanır) yazmıştı manşetine Daily Mail… Geçmişe bakarak en doğru tanımlama buydu sanırım. Ülkenin en çok okunan bulvar gazetesi The Sun’ın manşetinde, “England Bulldogs finally putout of their misery!” (İngiltere’nin buldoglarının ızdırabı sonunda bitti); The Times, “Penalties (again)! Ordinary team fails…” (Penaltılar [Yine]! Vasat takım sınıfta kaldı), yazıyordu.

Velhasıl 1990 senesinde Torino’da başlayan, 1996’de Wembley’de, 1998’de St. Etienne’de, 2004’de Lizbon’da, iki sene sonra Gelsenkirchen’de tekrarlanan hüzünlü macera yine bilindik sonla bitti İngiltere adına. Katıldığı tüm turnuvalarda sekiz kez penaltılara kalan takımın sadece bir maçta galibiyet sevinci yaşamış olması, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu anlatıyordu futbolseverlere…

Aslında eve erken dönüş pek sürpriz olmadı futboldan az çok anlayanlar cephesinde. İlk maçında Fransa karşısında zar zor berabere kalırken, ikinci maçında İsveç karşısında yenik duruma düşüyor, maçın sonlarına doğru şansın yardımıyla maçı çeviriyordu. Aynı şans Ukrayna karşısında da devam ediyordu; üstelik Ukrayna’nın kale çizgisini geçen net golünün verilmediği maçta…

Sonra çeyrek finalde Andrea Pirlo adında 33 yaşındaki bir futbol dâhisinin liderliğindeki İtalya çıktı İngilizlerin karşısına. “İyi ki İspanyollar çıkmadı!” diye sevinirken, sanırım İtalyan maestroyu hesaba katmamışlardı. Aslında her iyi takımın bir maestrosu vardı; İngilizlerin Paul Gascoigne, nam-ı diğer Gazza’dan bu yana nafile bir özlemle aradığı… Onlar adına Steven Gerrard en yakın olanıydı, ama o da bir yere kadardı…

Maçın başından sonuna kadar topa sahip olan İtalyanlar fırsat üstüne fırsat kaçırırken, maç sonu yayınlanan istatistikler hak edenin kazandığını anlatıyordu görmesini bilenlere. Juventus’un orta saha oyuncusu “General” maçı 131 pasla tamamlıyor; İngiltere takımında ise sadece solbek Ashley Cole, o da 44 pasla takımının en yüksek pas oranına sahip oluyordu. Maç içinde İtalya’nın 39 şutuna karşı İngiltere sadece 12 şut atabilmiş; İtalya kalesini 4 kez bulabilmişti. Sahanın en çok koşan oyuncusu 11,58 kilometre ile Pirlo olurken, Gerrard 11,26 kilometrede kalıyordu. Turnuva boyunca İngiltere 2,75 şut ortalaması ile oynarken, sadece Serbest İrlanda, Yunanistan ve Ukrayna bu ortalamanın altında kalmıştı.

***

Maçtan sonra bir zamanların unutulmaz kaptanı, günümüzde Match of the Day’in yorumcusu, Liverpool efsanesi Alan Hanson, “İngiltere adına penaltılara kadar gidebilmek bile başarıydı. Zira iki takım arasındaki kalite farkı İngilizler adına utanç vericiydi” yorumunu yapıyor; unutulmaz golcü Alan Shearer da “Bu bir boks maçı olsa hakem 2. raundta durdurmuştu!” diyordu. Efsane bir futbolcudan en gerçekçi tanımlama… “Kendi Pirlo’muzu yetiştiremediğimiz sürece bu hüsranlar kaçınılmazdır!” diyordu Harry Redknapp… En azından, o hüsranı saha kenarında yaşamadığı için (Milli takımın başına gelmesine mutlak gözüyle bakılıyordu) şanslıdır sanırım…

***

Albert Einstein, “Deliliği, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemek olarak tanımlar”. Her turnuvaya, geçmişte kalmış oyun sistemi, demode futbol felsefesi, aşina futbolcu profili ile katılan ve her turnuvadan başı önünde ayrılan Adalılar günümüz futbolunda sadece güce ve fiziğe dayalı futbol anlayışı ile başarılı olmanın mümkün olmadığını artık anlamalı.

Evet, Premier Lig futbol kalitesi olarak dünya futbolunun en üst basamağına oturmuştur. Evet, izleyenlere keyif verir. Ama her takımının kadrosunda ortalama 14 yabancı futbolcunun yer aldığı gerçeği öylece bakar yüzümüze. Ligin kalitesini belirleyen Da Silva, Nasri, Modric, Robin Van Persie, Nani, Yaya Toure gibi isimler ne yazık ki başka ülkelerin pasaportlarını taşımaktadır. O yüzden Premier Lig izlenesidir ama milli takım es geçilesi!

İngiltere kendi Fabresgas’ını, Xavi’sini, Iniesta’sını, Pirlo’sunu çıkaramadığı sürece, milli takımın başarılı olması mümkün olmayacaktır. Ronaldo demiyorum, çünkü her ne kadar çok sempatik gelmese de, doğuştan gelen yeteneklere sahip (inate ability) bu insanüstü Portekiz yapımı humoid robotun dünyada nadir üretildiğini biliyorum; Ada’dan çıkan, ona en yakın modelin United sol açığı Giggs olduğunu da… Ama o da Gallerli İngiltere’nin şansına ve günümüzde 38 yaşında…

***

Şimdilerde Adalıların başarısızlığını tartışanların dillerinden düşürmediği iki kelime var: “Grassroots futbol”, yani küçük yaşlardaki futbol eğitimi… Uzun seneler Ada’da minik ve genç takımlardaki çalışmaları yakından gözlemlemiş biri olarak naçizane görüşüm şudur: Küçük yaş gruplarında rekabete ve kazanmaya endeksli futbolun yerini, teknik kapasiteyi yükseltmeye yönelik programlar almalıdır. Günümüzün temcit pilavı “Barça modeli” demiyorum. Zira Euro 96’dan sonra Ajax’ın akademisi, iki sene sonra Fransızlar’ın Clairefontaine’sı, şimdilerde Barcelona’nın La Masia’sı dillerden düşmeyen. Oysa her ülke futbolunun parladığı zamanlar olacaktır elbet. Önemli olan değişimi gözlemleyebilmek, ayak uydurabilmek ve kalıcı olabilmektir.Bugün Barça, temennim yarın kuzey Londra… Neticede futbol basit oyundur, iyi oynayabilmek için önce topa sahip olmak gerekir.

Ada hüsranı konusunda son sözü, Liverpool kaptanı Jamie Carragher’a bırakalım: “We all know what the problem is. We are technically inferior to the international super powers. We never produce a No10 such as a Mesut Özil because they may not shine in their youth if the emphasis is on finding those who will fly into tackles.“ (Hepimiz problemin ne olduğunu biliyoruz. Biz teknik açıdan süper güçlerden daha aşağıdayız. Biz hiçbir zaman Mesut Özil gibi bir 10 numara çıkaramayız. Zira sert futbolculara önem verildiği, hep güce dayalı futbolun teşvik edildiği bir sistemde, onlar yeteneklerini gösterme fırsatı bulamayabilir)
Velhasıl bir kez daha İspanya’nın kazandığı bir turnuvanın ardından İngilizler adına tek teselli Premier Lig’in başlamasına 41 gün kalmış olmasıdır…

Bizim adımıza ise bu turnuvadan çıkarmamız gereken ders, İngiltere Futbol Federasyonu’nun yabancı futbolculara kapıları ardına kadar açmasının da olumsuz etkisiyle İngiltere Milli Takımı’nın yaşadığı hüsran olmalıdır. Her fırsatta, “Yabancı sınırlaması serbest kalmalı!” diyenlere önemle duyurulur.

Ziya Adnan

8 Temmuz 2012

EnglandEuro2012

Chelsea’nin çocuğu Didier Drogba…

Chelsea’nin çocuğu Didier Drogba…

Uzaklardan…

Batı Londra’nın zenginler kulübü Chelsea, hafızalardan uzun süre silinmeyecek Şampiyonlar Ligi zaferinden birkaç gün sonra resmi sitesinden yaptığı açıklamada, Mayıs sonunda sözleşmesi sona erecek futbolcunun takımdan ayrılacağını duyuruyordu. Kulübün yönetim kurulu başkanı Ron Gourlay’nin, “8 senedir bizimle birlikte olan, Chelsea’de efsaneleşmiş, son sezonlarda kazandığımız kupalarda büyük payı bulunan Didier Drogba yeni sezonda ne yazık ki bizimle olmayacak…” cümlesi, tanıdığım Chelsea taraftarlarında hayal kırıklığı yarattı şüphesiz. Premier Lig tarihinin en iyi 10 futbolcusundan biri artık onlar için olmayacaktı…

Dile kolay, sekiz senede kazanılmış üç Premier Lig şampiyonluğu, dört Federasyon Kupası, iki Carling Kupası, hepsinden önemlisi geçen sezon sonunda kazanılan Şampiyonlar Ligi… Premier Lig’de iki kez “Altın Ayakkabı” ödülü kazanmış, takımda iki kez sezonun en iyi futbolcusu seçilmiş, forma giydiği 341 maçta 157 gol kaydetmiş olan acar forvet, Şampiyonlar Ligi finalinde Chelsea formasıyla son kez sahaya çıktı ve kupayı getiren penaltı sonrası son kez Chelsea tribünlerine koşmuştu.

***

2004 senesinin Ağustos ayında Chelsea formasıyla Manchester United karşısında ilk kez sahaya çıktığında, o dönemin rekor transfer ücreti 24 milyon Sterlin karşılığında Marsilya’dan gelmiş; o sezonun sonunda batı Londra takımı 50 sene aradan sonra Premier şampiyonluğunu kazanmıştı.

Sevmişti onu Chelsea taraftarları, “Who Let The Drog Out /Who! Who! / Who! Who!” tezahüratı kısa sürede Stamford Bridge tribünlerinde yayılmıştı. İlk sezonunda forma giydiği 40 maçta 16 gol atarken, bu gollerin 10’u Premier Lig maçlarında geliyor; Şampiyonlar Ligi’nde ise 5 gol kaydediyordu. Liverpool’a karşı Millennium Stadı’nda kazanılan Lig Kupası finalinin uzatma dakikalarında attığı gol takımını kupaya taşımıştı.

2005-2006 sezon açılışında, “Community Shield” kupasında Arsenal’e attığı iki gol ile başladı. O sezon, ligin bitmesine iki hafta kala Chelsea bir kez daha şampiyonluğu yakalıyor; Premier Lig tarihinde arka arkaya şampiyonluk kupasını kaldıran ilk takım olarak tarihe geçiyordu. Drogba o sezon 12 gol kaydederken, kimi zaman “artistik düşüşleri” nedeniyle eleştiriliyor; eleştirilere önce, “Sometimes i dive, sometimes i stand,” (Bazen kendimi atarım, bazen ayakta kalırım!) şeklinde cevap veriyor; hatasını anladığı zaman, “I don’t dive, I play my game” (kendimi atmam, oyunumu oynarım!) cümlesiyle durumu düzeltiyordu. Kim ne derse desin Chelsea taraftarı sevmişti Fildişili golcüsünü…

2006-2007 sezonunda, 20’si ligde olmak üzere attığı 33 golle  “Altın Ayakkabı” ödülünü kazanıyor; 80’li yılların unutulmaz golcüsü Kerry Dixon’un 1984-85 sezonunda Chelsea formasıyla yakaladığı 30 gol barajını aşıyordu. 2007 senesinin Ocak ayında Samuel Eto’o ve Michael Essien’nin önünde “Yılın Afrikalı futbolcusu” seçilirken, o sezon Premier Lig’in en iyileri arasında yerini alıyordu.

2007-2008 sezonunun başında José Mourinho’nun takımdan ayrılması onu kötü etkilemişti. O dönemde France Football Magazine ile yaptığı söyleşide, artık Chelsea’de kalmak istemediğini, hocasının zamansız gidişini kabullenemediğini dile getiriyordu. Bu açıklama üzerine Barcelona, Real Madrid, Milan, Inter onu kadrolarında görmek istediklerini açıkladılar. Kısa süre sonra söylediklerinden pişman olduğunu açıklayan ünlü forvet, Chelsea’de kalmak istediğini, Londra’yı çok sevdiğini söylüyor; Şampiyonlar Ligi’nde Schalke 04’e, lig maçında Manchester City’e attığı gollerle taraftarın gönlünü alıyordu. Chelsea o sezonun sonunda oynanan Şampiyonlar Ligi finalini penaltılar sonunda kaybetti. O sezon futbolun en görkemli kupası ellerinin arasından kayıp gitmişti.

***

2008-2009 sezonuna kötü başlayan Drogba, sakatlığı nedeniyle Kasım ayına kadar forma giyemiyor; daha sonra Burnley karşısında oynanan kupa maçında rakip takım taraftarlarıyla atışması nedeniyle üç maç ceza alıyordu. O sezonun Şampiyonlar Ligi yarı finalinde Barcelona karşısında alınan “haksız mağlubiyeti” kabullenemiyor, maçtan sonra o maçın hakemine dair söylediği “It’s a fucking disgrace” kibarca “Bu acayip bir rezalet!” cümlesi televizyon ekranlarında duyuluyordu. Aslında çok da haksız sayılmazdı Fildişili futbolcu. Çünkü hakem son derece kötü bir final maçı yönetmiş ve sonucu etkilemişti. Velhasıl, Şampiyonlar Ligi kupası bir sezon daha batı Londra’ya uğramayacaktı.

2009-2010 sezonunun sonunda Chelsea bir kez daha şampiyon oluyor; Drogba takımda 3. şampiyonluğunu yaşıyordu. O sezon Chelsea, Federasyon Kupası’nı da kazanırken oynadığı 6 finalde de gol atarak yeni bir rekora imza atmıştı.

Drogba, 2010-2011 sezonunun açılışında Manchester United’a karşı kaybeden Chelsea’nin kadrosunda yer almıyor; ancak Premier Lig’de gollerine geçen sezon bıraktığı yerden devam ediyordu. Chelsea’nin West Brom’u 6 golle devirdiği maçta hat-trick yaparken, bir sonraki Wigan Athletic maçında üç asistle maçın adamı seçiliyordu. Premier Lig’de 100. golünü 2011-2012 sezonunun Mart ayında kaydederken, bu başarıyı elde eden ilk Afrikalı futbolcu unvanını kazandı.

34 yaşına bastığı günlerde, Şampiyonlar Ligi kariyerinin 34. golünü atıp, takımını nicedir beklenen o kupaya taşıyordu. Oynadığı dokuz kupa finalinde de gol atmış olan futbolcuyu Chelsea’nin unutulmaz futbolcusu Gianfranco Zola şöyle anlatıyordu: “Takımının oynadığı bütün büyük maçlarda onun damgası vardı, büyük futbolcular büyük maçları kazanmayı bilenlerdir.”

Takvimler 22 Mayıs 2012’yi gösterirken, Chelsea kulübü Premier Lig tarihinin en önemli futbolcularından biri olan Drogba’nın takımdan ayrılacağını duyuruyordu. Çin kulübü Shanghai Shenhua, Fildişili futbolcuyu 2,5 senelik sözleşmeyle renklerine bağlarken, Drogba bu transferden haftada 200 bin Sterlin kazanacaktı. Real Madrid dâhil Avrupa devlerinin peşinde koştuğu futbolcu kararını vermişti…

***

Ülkesinde öncülük yaptığı yardım faaliyetleri ile tanınan, doğup büyüdüğü şehri Abidjan’da bir hastanenin yapımı için 3 milyon Sterlin bağışta bulunan, “United Nations Development Programme” tarafından “Goodwill Ambassador” (iyi niyet elçisi) görevine layık görülen futbolcu ülkesinde çok seviliyor. Öyle bir sevgi ki, Chelsea’nin maçlarında Abidjan şehrinin sokakları boşalıyor. Şehir onu izlemek için televizyon ekranlarına kilitleniyor. Adına yazılmış şarkıların yanında, “Drogbas” adında, çok bilinen bir bira markası ona duyulan sevgiyi anlatıyor. İç savaş nedeniyle bir zamanlar parçalanma noktasına gelmiş olan ülkede Drogba adı insanları bir araya getirmeye yetiyor…

Batı Londra’da ise ona duyulan sevgiyi, iki genç kadının Kings Road’da Şampiyonlar Ligi kutlamaları esnasında açtığı buram buram aşk kokan o ilginç pankart özetliyor:

“Drogba, marry us, or at least f*** us!” (Drogba bizle evlen ya da en azından bizimle yat!)

Ziya Adnan

1 Temmuz 2012

DrogbaMarryUs

Euro 2012’de biz neden yokuz?

Euro 2012’de biz neden yokuz?

Uzaklardan…

İngiltere’de bir futbolseversin. Koyu bir Arsenal taraftarısın ama gün kulüpçülük günü değil. Baksana, bütün arkadaşların ulusal takımın renklerine bürünmüş. Gün Arsenal, Tottenham, Liverpool, Chelsea, United, City, Millwall, Leeds günü değil, gün ulusal takımı destekleme günü. Evlerin pencerelerinden, pubların kapılarından, arabalardan sarkıyor “Come On England” flamaları. Genci yaşlısı tüm ülke tek yürek olmuş, takımına şans diliyor. Baksana, küçücük çocuklar bile giymişler milli takım formalarını. 1966’dan beri kupa kazanamamış takımın, 1968 senesinde üçüncülüğünü, 1996’da da yarı finalleri görmüşlüğün var ama hepsi o.

“Bu sefer farklı olacak” diyorsun. İnanıyorsun. Aslında şanslısın. En kötüsünden, her turnuvada takımını izleme fırsatı buluyorsun. Bir futbol şöleninde daha ülkeyi o çok sevilen oyunun heyecanı sararken, forvette Andy Carroll-Wayne Rooney ikilisine güveniyorsun. Ulusal takımının formasını giyen futbolcular ülkeni o ışıl ışıl platformda gururla temsil ederken, o kupayı hiç kazanamamış bile olsan, futbol ülkesi olduğunu bir kez daha hatırlıyorsun…

Almanya’da bir futbolseversin. Koyu bir Schalke taraftarısın ama gün takım günü değil. Baksana, bütün arkadaşların “Panzerlerin” renklerine bürünmüş. Bir turnuvanın daha favorileri arasında gösteriliyor ulusal takımın. 1972, 1980, 1996 turnuvalarında kazandığın kupayı bir kez daha ülkende görmek istiyorsun. FIFA sıralamasında 2. sıradasın. Gary Lineker’in turnuvalara dair söylediği sözler geliyor aklına, gülümsüyorsun: “Futbol basit bir oyundur. 22 futbolcu 90 dakika topun peşinde koşar ve sonunda mutlaka Almanlar kazanır!”

Hollanda’da bir futbolseversin. Koyu bir AZ Alkmaar taraftarısın ama şimdi onun sırası değil. Baksana, ülke portakal renklerine bürünmüş. FIFA sıralamasında 4. sırada Ulusal takımın, 1988 senesinde kazanılan kupayı bir kez daha ülkende görmek istiyorsun. Tüm dünyanın gözü Klaas-Jan Huntelaar, Robin Van Persie ve Arjen Robben’in üzerinde olacak, biliyorsun. Nüfusu 16 milyon olan bir ülkenin milli takımını bir kez daha o festivalde görecek olmanın sevincini yaşıyorsun…

İspanya’da bir futbolseversin. Koyu bir Athletic Bilbao taraftarısın ama gün kulüpçülük günü değil. Baksana, kırmızı-sarı-mavi renklere bürünmüş ülke, “La Furia Roja”, “Kırmızı Öfke” bir turnuvada daha favori gösteriliyor. 1964 ve 2008 turnuvalarında kazanılan kupayı bir kez daha ülkende görmek istiyorsun. Dünya futbolunun devlerinde forma giyen futbolcuların o şölende sahne alırken, bir futbol ülkesi olmanın gururunu yaşıyorsun…

İtalya’da bir futbolseversin. Koyu bir Napoli taraftarısın ama şimdi kulüpçülüğün sırası değil. Şimdi Avrupa Şampiyonası zamanları… En son 1968 senesinde kazandığı turnuvaya bir kez daha katılıyor FIFA sıralamasında 12. sırada yer alan takımın. Ülken 2005 senesinde yaşanan Juventus skandalından sonra bir kez daha şike haberleriyle çalkanırken, en azından Futbol Federasyonu’nun gereken cezaları vereceğini, kirin halının altına süpürülmeyeceğini, geçmişi yaşamış biri olarak biliyorsun. Takımının başarılı olacağına pek inanmasan da, “The Azzurri”’leri bir kez daha alkışlamak için sabırsızlanıyorsun…

Fransa’da bir futbolseversin. Koyu bir St Etienne taraftarısın ama şimdi kulüpçülük zamanı değil. 1984 ve 2000 senelerinde Avrupa Şampiyonasını kazanmış ulusal takımın bir kez daha o görkemli turnuvada. FIFA sıralamasında 16. sırada yer alsa da, son senelerde yaşanmış hüsranlara bakarak turnuvayı kazanma umudu taşımasan da yürekten alkışlayacaksın kırmızı-mavi-beyazlıları…

Yunanistan’da bir futbolseversin. Koyu bir Aris Salonika taraftarısın ama şimdi takım tutma zamanı değil. 11 milyon nüfuslu ülken mavi-beyazlı renklere bürünürken, 2004 senesinde yaşanılan zaferin sevinci hala hafızalarda. Mavi-beyazlı milli takımın FIFA sıralamasında 14. sırada ama umutsuz değilsin. Zaten her zaman favoriler kazanmaz ki! Bir turnuvada daha boy gösterecek olmanın heyecanıyla ulusal takımının formasını giyiyorsun…

Hırvatistan’da bir futbolseversin. Koyu bir NK Osijek taraftarısın ama gün külupçülük günü değil. FIFA sıralamasında 8. sırada yer alan ulusal takımın, 1996 ve 2008 senelerinde iki kez çeyrek final oynadığı turnuvaya katılıyor. Turnuvanın sonunda, Lokomotiv Moscow’un teknik direktörlüğünü üstlenecek Slaven Bilic’in altı sene beraberlikten sonra ayrılacak olmasına üzülüyorsun. Ama Avrupa futbolunun en ışıltılı şöleninde bir kez daha yer alacak olmanının mutluluğu var içinde. 4,3 milyon nüfuslu bir ülkenin futbol başarısını alkışlıyorsun…

Danimarka’da bir futbolseversin. Koyu bir Brondby taraftarısın ama şimdi takım tutma zamanı değil. En son 1992 senesinde kazandığı Avrupa Şampiyonasını yeniden kazanmak için sahaya çıkacak FIFA sıralamasında 10. sırada yer alan ulusal takımın. Avrupa’nın en önemli kupasını kazanan 9 takımdan biri olarak bir turnuvada daha adını duyuracak. Beş buçuk milyon nüfuslu bir ülkenin bayrağı, bir kez daha o turnuvada dalgalanacak…

***

Türkiye’de bir futbolseversin…

Ülkede yaşayan neredeyse tüm futbolsever gibi üç takımdan birine sevdalısın. Her sene mutlaka takımının formasını alırsın ama milli formayı hiç almadın. 50 yaşını geçmişsin, görüp görebildiğin bir Dünya Kupası, üç Avrupa Şampiyonası. Bir futbol şöleninde daha göremeyeceksin kırmızı-beyazlı milli takımını; bir şölende daha kimseler senin takımından söz etmeyecek. Alışmışsın yokları oynamaya. Kendi kendine yarattığın futbol hikâyeleri arasında aslında hep yalnızsın. Varsa yoksa yedi tepeli şehrin üç takımı. Varsa yoksa üç büyütülmüşler masalı.

Baksana, sezon bitmiş gazetelerde, televizyon kanallarında aynı sandalcı kavgaları. Gazeteler, şike davasında ülkeye UEFA’dan ağır cezalar gelebileceğini, hatta ulusal takımın bundan etkilenebileceğini yazıyor. “Bana ne!” diyorsun, “Zaten Almanya’da oynayan gurbetçi futbolcular da olmasa…”. Rakip takım forması giyiyor diye ulusal takımın kalecisini ıslıklayan taraftarlar diyarında, ulusal takım kimin umurunda!

Fenerbahçe’nin 32 yaşındaki Dirk Kuyt transferini “Dünya Yıldızı Fenerbahçe’de!” başlığı ile duyuruyor gazeteler. Seviniyorsun. Avrupa’nın en kalabalık, aynı zamanda en genç nüfusuna sahip bir ülkenin futbolu, alt yapılarını, genç nesillerini ezelden ıskalamış olmasına takılmıyorsun. Üç sezon için Hollandalı futbolcuya ödenecek olan paranın, Barca’nın akademisi “La Cantera”nın maliyetinden fazla olduğunu düşünmüyorsun bile.

Sormuyorsun kendine 4,3 milyon nüfuslu Hirvatistan’ın yer aldığı turnuvada biz niye yokuz diye. Kapı komşun, minicik Yunanistan her turnuvada boy gösterirken, sen bir şampiyonada daha yokları oynuyorsun. 4,5 milyon nüfuslu Serbest İrlanda, İspanya karşısında sahaya çıkarken, sen gazetelerde hep elinde patlayan bomba transferleri (!) okuyorsun. İnanmıyorsan bak işte, siyah-beyazlı takımın haline…

Kulüp takımının sezon öncesi kampı bir an önce başlasın da Hollanda’nın köy takımları karşısında alınacak zaferleri izleyelim diye bekliyorsun. En yakın arkadaşın, 2012 Avrupa Şampiyonası’nda İspanya’yı destekleyeceğini söylüyor. “Henüz karar vermedim!” diyorsun. İçinden keşkeler geçiyor…

Sonra televizyon ekranında adam, ülke futbolunun marka değerinden, dünyanın en iyi 6. ligi olduğumuzdan, bomba transferlerden söz ediyor. Aynı saatlerde o minicik Yunanistan, Avrupa Şampiyonası’nda çeyrek finale kalıyor…

Başbakan, “En az üç çocuk!” diyor.

Dinliyorsun…

Ziya Adnan

24 Haziran 2012

Euro2012

Kings Road’da Şampiyonlar Ligi Kupası..

Kings Road’da Şampiyonlar Ligi Kupası…

Uzaklardan…

Mayıs 2012. Londra; Kings Road… O pazar günü Batı Londra’nın Sloane Square semtinden başlayıp, Fulham Broadway’a kadar uzanan 3 kilometre uzunluğundaki o görkemli caddeyi dolduranlar, Şampiyonlar Ligi kupasının ilk kez Londra’ya gelişini kutluyordu. Konumu itibarıyla şehrin en zengin bölgesinde yer alan Chelsea’nin, 42.522 kapasiteli Stamford Bridge Stadı’nın çevresi, o kutlamada yer almak, tarihe şahitlik etmek için Kings Road’a akın etmiş taraftarlarla doluydu. Cadde üzerindeki malikaneler, lüks apartmanlar, havalı publar, restoranlar, eğlence mekanları mavi-beyaz flamalar ile donatılmış, az sonra güzergah üzerinden geçecek üstü açık takım otobüsünü karşılamak için sabırsızlanıyordu. O gün, beşinci İngiliz takımı Avrupa’nın en büyük kupasını kazanmış olmanın sevincini yaşıyordu…

O kutlamadan bir önceki gece oynanan maçta, Batı Londra takımı Allianz Arena’da, 69.901 taraftarın önünde Bayern Munih’i penaltılar sonrasında mağlup ederek kupayı kaldırmıştı. O maça, kaptanı ve üç as futbolcusundan yoksun çıkan mavili takım, 107 senelik tarihindeki en büyük zaferini kazanırken, 2008 senesinde Moskova’da oynanan ve penaltılar sonunda kaybettiği Manchester United maçının üzüntüsünü bu kez ev sahibi Bayern Munih’e yaşatıyordu. Maçtan önce Bayern Munihli taraftarların doldurduğu tribünün bir ucundan diğerine asmış olduğu flamada yazılanlar

(“Unser Stadt. Unser Stadion. Unser Pokal.” Bizim şehrimiz, bizim stadımız, bizim kupamız) gerçekleşmiyor, Ada takımı kupayı evine götürüyordu.

O maçta Chelsea, Roman Abramovich’in kulübü satın aldığı 2003 haziran ayından beri geçen zamanda 100. Şampiyonlar Ligi maçına çıkıyordu. Sadece Barcelona, Şampiyonlar Ligi’nde oynadığı 91 maçta 190 puan toplayarak Chelsea’nin rekorunu kırmış, Chelsea’nin o maçlarda toplamış olduğu 180 puanının üzerine çıkmıştı.

Geçtiğimiz sezon İngiltere Federasyon Kupası’nı da kazanan Chelsea, Avrupa’nın en büyük kupasını kaldırırken, Ada futbolunda aynı sezonda iki kupayı kazanan ikinci takım olarak tarihe geçti. (Manchester United 1998-1999 sezonunda üç kupa kazanmıştı).

***

Geç de olsa yazmak istedim bu futbol mucizesini. Zira bu maça dair futbol sitelerinin birinde (www.chelsea.vitalfootball.co.uk) rastladığım şaşırtıcı istatistikler hiç yabana atılacak gibi değildi. 19.05 tarihinde oynanan o tarihi maçı kazanan takımın 1905 senesinde kurulmuş olması tesadüf olabilirdi elbet. Ancak tesadüfler bununla kalmıyordu. İspanyol takımı Atletico Madrid’in UEFA Kupası’nı kazandığı sene, Chelsea tıpkı bu sezon olduğu gibi iki kupa birden kazanmıştı. Şampiyonlar Ligi’nde, geçtiğimiz sezon öncesinde en son Barcelona’yı elemiş olan Inter Milan finale kalmıştı ve kaderin cilvesi, finalde rakibi Bayern Munih takımıydı. O maçta sahadan yenik ayrıldı Alman takımı. Aslında Münih’te oynanan final maçları hiç yaramıyordu Alman takımlarına. Geçmişte Münih’te oynanan finalleri kazanan takımlar (Nottingham Forest, Marsilya ve Dortmund) tıpkı Chelsea gibi tarihlerinde ilk kez kupayı müzelerine götürüyordu.

Batıl inançları güçlü olanları gülümsetecek o şaşırtıcı istatistikler bununla da kalmıyordu. Manchester City’nin Ada’da en son şampiyon olduğu sene, diğer bir İngiliz takımı (Manchester United) Avrupa’da kupa kazanıyordu. Bu sezon kupa kazanamamış olan Manchester United’ın kupa kazanamadığı en son sezon, bir İngiliz takımı (Liverpool) Şampiyonlar Ligi’ni kazanmıştı. Üstelik tıpkı bu sezon ligi ilk dört içinde bitiremeyen Chelsea gibi, Liverpool da o sezon Premier Lig’de ilk dörde girmeyi başaramamıştı.

***

Ve saatler öğleden sonra 5.00’e yaklaşırken, uzaklardan göründü Chelsea’li futbolcularla yöneticileri taşıyan üstü açık otobüsler. 2006 senesinde Arsenal, 2008’de Chelsea formasıyla finale çıkmış, iki finali de kaybetmenin üzüntüsünü yaşamış sol bek Ashley Cole, bu sefer kazanmış olmanın sevincini yaşıyordu. Sezon ortasına kadar Bolton Wanderers takımında lige tutunma savaşı veren Cahill, pek muhtemel Şampiyonlar Ligi madalyası kazandığına inanamıyordu. Maçta üç penaltı kurtaran 1.96’lık dev kaleci Petr Cech, 30. doğum gününü şarkılarla kutlayan taraftarları selamlıyor, cezalı olduğu için o maçta sahada yer alamayan kaptan John Terry, kupayı teknik direktörü Roberto di Matteo ile paylaşıyordu.

Maçtan önce kendisine, 2009 finali öncesinde Pep Guardiola’nun, takımını ateşlemek için “Gladyatör” filmini izlettiği hatırlatılmış; kendisine nasıl bir yöntem uygulayacağı sorulmuştu. “Mutlaka bir şey buluruz, ama sanırım bu bir film olmayacaktır!” cevabını vermişti gülümseyerek. Maçtan sonra, Avrupa’nın en görkemli kupasını kazanan 10. İtalyan teknik direktör olarak tarihe geçerken, İtalya dışında ilk kez bir Avrupa takımı, İtalyan teknik direktörle kupa kazanıyordu.

***

Uzun süre hafızalardan silinmeyecek o sevinç gösterisini izlerken, uzaklarda sezonun son maçında rakip takımın sahasında şampiyon olan, ancak şampiyonluğu saha içinde kutlamak için Başbakan’dan icazet alınan ülkem takımını, maçtan sonra yaşanan pespaye görüntüleri düşündüm. Bir düşünün, Chelsea’nin kupayı almasının engellendiğini, Chelsea başkanı Abramovich’in final sonrası Almanya Başbakanı Angela Merkel’i arayıp, kupayı saha içine almak istediklerini, soyunma odasında kupa almanın uygun olmayacağını, bu sözler üzerine Almanya Başbakanı’nın devreye girerek kupanın saha içinde verilmesini sağladığını… Düşünün, Bayern Munih başkanı Ulrich Höeness’in kardeşinin, o maçtan sonra şampiyon olmuş takımın yöneticilerine, “Edepsizlik yapmayın. Kupanızı bir an önce alıp, defolup gidin. Asabımızı bozmayın!” şeklinde öfkeli hitabını… Düşünün, Avrupa futbolunun en büyük kupasını kazanmış takımın kupayı karanlıkta almak zorunda bırakıldığını…

Ve sonra sorun kendinize, ülkem takımlarının adlarının o görkemli kupanın üzerine yazılmasının neden uzak bir hayal olduğunu… Düşünün, her fırsatta Avrupa’nın en genç nesline sahip olmakla övünen bir ülkenin, tarihte neden o kupanın yakınına bile gelemediğini… Düşünün, dünyanın dört yanında 1 milyara yakın insanın izlediği Şampiyonlar Ligi finalini ve sizin “Dünyanın en büyük derbisi!” olarak adlandırdığınız, ama sizden başka kimsenin izlemeye değer bulmadığı o büyük Türk yalanını…

Ve ondan sonra isterseniz inanmaya devam edin o yalana, o didişmenin içinde izlediğinizi futbol sanmaya…

Ziya Adnan

17 Haziran 2012

ChelseaCL

Sezaryenle gelen cezalar…

Sezaryenle gelen cezalar…

Uzaklardan…

Her tekinsiz futbol hikâyesinden geriye bir önceki hikâyenin izleri kalır…
Çok zaman önce (13 Şubat 2011-Birgün) yazmıştım yine bu köşede, “Futbolun Geleceği: Financial Play Meselesi” başlıklı yazımı… Borcun en büyük yoksulluk olduğunu, her transfer sezonunda har vurup harman savuran takımlarımızı bekleyen tehlikenin büyüklüğünü, gelecekte takımlarımızın canının fena yanacağını, meselenin ürküten boyutunu anlatmaya çalışmıştım kalemim yettiğince.

Zaten perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; bu işin er veya geç bir yerde patlayacağı da…

Ve o yazıdan yaklaşık 16 ay kadar sonra…

Siz gündemi kürtajla, sezaryenle oyalarken göz açıp kapatıncaya kadar oldu, bitti her şey. Hani “UEFA da kim oluyor? Ne hakları var iç işlerimize karışmaya?” tadında konuşmalar yapıyordunuz; hatta temizlik operasyonu ve ülke futbolundaki yangını söndürmek için kendi kulübünü borç batağına sürüklemiş, tüp sektörünü iyi bilen birini futbolun kurtarıcısı olarak o koltuğa oturtmuştunuz ya…

Hani, kişilerle kurumları ayırmak gerekiyordu, ülke futbolu dimdik ayaktaydı, gerekirse İngilizler gibi bir süre Avrupa arenalarından uzak kalırdık. Margaret Thatcher örneğini vermiştiniz, çiçeği burnunda Federasyon Başkanı da söylediklerinizi alkışlamıştı. Kara kaplıda yazılanları uygulamak yerine, istifa etmeyi tercih eden bir Federasyon Başkanı’ndan sonra gelen Demirören ve ekibi, azim ve kararlılıkla görevlerine sarılmışlardı. Kimsenin hiçbir şeyden tereddüt etmemesi için canla başla çalışıyorlardı; kaybolmaya başlayan güven ortamını tekrar kurmak, futbolumuzun önünü yeniden açmak amacında olduklarını söylemişlerdi, dinlemiştik.

Hani öyle ya da böyle UEFA’yı halletmiştiniz!

Nasılsa zamanla sular durulurdu, unutulurdu unutulması gereken.

Ama düşündüğünüz gibi olmadı. Alın işte, siz zamana oynarken, uzatma dakikalarında, üstelik sezaryenle geldi cezalar. “Kim oluyor?” dediğiniz, kafa tuttuğunuz, diklendiğiniz UEFA, önce Beşiktaş’ın, sonra Bursaspor ve Gaziantepspor’un bir yıl Avrupa kupalarından men edildiğini duyurdu. Sanırım o gün tarihinin en acı yenilgisini aldı siyah-beyazlı takım; zira hiçbir yenilgi bu kadar onur kırıcı olamazdı. Başkanlık koltuğunda bulunduğu yaklaşık 8 senede, 8 teknik direktörle yollarını ayıran Demirören ülke futbolunun başına geçerken, eski takımı önüne konan o ağır faturayla kala kaldı; nicedir kötü yönetilmenin bedeli ağır oldu…

Velhasıl kişilerle kurumlar tam da istediğiniz şekilde ayrıldı!

***

Ve sanırım bu “aforoz” başlangıç olacaktır ülke futbolunda. Diğer takımlarımız, hatta ulusal takım da muhtemel katılacaktır o berbat yolculuğun ta en başından lanetlenmiş kervanına. Hele şu şike davasıyla ilgini kararını açıklasın UEFA, hele beklenen o gün gelsin. O zaman şark kurnazlığı ile bir çırpıda yazdığınız, “kişiler ve kurumları ayırma” komedisinin finalini hep birlikte izleriz birlikte.

İşte o zaman, dengeler bozulmasın diye, yayıncı kuruluşun saadetine gölge düşmesin diye, büyükler tökezlemesin diye, “Kulüpler Birliği” (“Ezikler Birliği” demek daha doğru olur!) zarar etmesin diye görmezden geldiğiniz her şey, hiç olmamış gibi, hiç yaşanmamış gibi bin bir zahmetle halının altına istifledikleriniz savrulurken havaya, oyun biter; perdeler iner; yanar ışıklar…

***

Aslında UEFA’dan gelen cezaların çok da umurunuzda olduğunu düşünmüyorum. Velev ki mali tablo yüzünden gelen cezalardan sonra, bir ceza da şike davasından gelse ülke takımlarına! Velev ki, iki sene, üç sene, beş sene! Olacaklar belli değil mi?  Önce kuyruğu dik tutup efelenme halleri, “Sen de kim oluyorsun UEFA?” söylemleri, Platini’ye protesto mailleri, yana yakıla yürüyüşler, CAS’a başvurma tehditleri…

Sonra döneriz yine kendi dünyamıza, kapılıp gideriz bahtımızın rüzgârına. Unuturuz, hiç yaşanmamış gibi, hiç olmamış gibi… Döneriz dünyanın en büyük derbisine (!), üç büyükler yalanına, Avrupa futbolunun en büyük 6. ligi olduğumuza, ülke futbolunun marka değerine, havaalanlarında yabancı futbolcu karşılamalarına, pazar akşamlarının baygın futbol programlarına, tat vermeyen seyircisiz maçlara, o kocaman futbol kandırmacasına. Döneriz kurgulanmış futbol yalanımıza. Alın işte, İngiltere Premier Lig’i 8. sırada bitirmiş, tarihinde Premier Lig şampiyonluğu bulunmayan Liverpool’un, geçtiğimiz sezon kadrosuna girmekte zorlanan, temmuz ayında 32 yaşına basacak olan Dirk Kuyt’un transferini ülke medyasının duyuruşu: “Dünya yıldızı Türk futbolunda!” 32 yaşındaki futbolcuya üç senelik sözleşme veren kaç İngiliz takımı vardır acaba? Ülke, futbol âleminde Katar’dan bir önceki durak olma yolunda, emin adımlarla…

Velhasıl bunca zaman kendi kendimize uydurduğumuz ve dinledikçe inandığımız, hükmü sadece Edirne’den Van’a, Türk’ün Türk’e anlattığı ne kadar masal varsa…

Bakın işte, UEFA’dan gelen cezaların ertesinde TFF’nin internet sitesinde konuyla ilgili tek satır bile yazılmayışına, gerçeğin yüzüne bakamayışımıza…

Hep böyle olur zaten, bizim hikâyelerimizden geriye bir tek biz kalırız. Her tekinsiz futbol hikâyesinden geriye bir önceki hikâyenin izleri kalır. Futbolun kendisine ihanet ettiği bir coğrafyada her kötü hikâyeye, en az onun kadar kötü bir hikâye daha eklenir. Ülke futbolunda değişmeyen tek şey o kötü hikâyelerdir. Son 50 senede sadece bir Dünya Kupası’na katılabilmiş, yaşadıklarından asla ders çıkarmayan bir ülkenin futbolu da o kötü hikâyeler kadar sıkıntılıdır. Velhasıl, kendi gerçeğiyle hesaplaşmayı beceremeyen ve ne yazık ki hiç becerememiş bir ülkenin futboluna UEFA’nın el atması olağandır. Bugün mali tablolar yüzünden gelen cezalara, yarın şike meselesi de eklenirse şaşırmayasındır. O yüzden artık oynamayın televizyonunuzun ayarıyla, sorun yayındadır…

Siz gündemi kürtajla, sezaryenle oyalarken oldu, bitti her şey… Yağdı UEFA’dan cezalar ülke takımlarına, göz açıp kapatıncaya…

Ziya Adnan

10 Haziran 2012

UEFAdanCeza

Şehrin esas çocukları…

Şehrin esas çocukları…

Uzaklardan…

Geçen hafta Manchester şehrinin gürültücü komşularının son sezonlardaki yükselişini ve geçen sezonunun finalinde uzatma dakikalarında gelen şampiyonluk hikâyesini yazmıştım. Bıraktığım yerden devamla, o hikayenin kahramanlarına, 44 seneden sonra gelen şampiyonluğun baş aktörlerine…

 

Roberto Mancini: 27 Kasım 1964 doğumlu teknik direktör. Sampdoria’da top koşturduğu yıllarda (1982-1997) 550’nin üzerinde maça çıkmış; “Serie A” şampiyonluğu, UEFA Kupası kazanmış; 36 kez İtalya forması giymiş bir futbol adamı… İlk teknik direktörlük deneyimini henüz 35 yaşında Fiorentina takımında yaşadı. Maddi sıkıntılarla boğuşan kulüpte, kimi zaman para almadan çalıştı. 10 aylık macerasında İtalya Kupası’nı kazanırken, 2002 senesinin ocak ayında takımdan ayrıldı. Aynı yılın mayıs ayında, maddi sıkıntı çeken diğer bir takım Lazio’da göreve başladı. Hernán Crespo ve Alessandro Nesta gibi iki önemli yıldızı parasızlıktan dolayı satmak zorunda kalmış olan Lazio, o sene UEFA Kupası’nda yarı final oynarken, bir sonraki sezon İtalya Kupası’nı kazanıyordu. Mancini’nin, kısıtlı imkânlara rağmen yakaladığı başarı Avrupa devlerinin dikkatini çekti. 2004’de İnter’in başına getirildi. 2005-06, 2006-07, 2007-08 sezonlarında İnter’de “Serie A” şampiyonluğu yaşarken, onun gelişi ile birlikte takım 1989’dan beri ilk kupasını, “Coppa Italia”yı kazandı. 2009 aralık ayında City’nin başına geçen Mancini, ligi 5. bitirerek City tarihinin en iyi derecesine imza atmıştı. İtalyan teknik adam, 2010-11 sezonunda ligi Arsenal’ın üzerinde 3. sırada tamamlarken, bir sezon sonra ise şampiyonluğu kazanıyordu.

Joe Hart: Ada futbolunun son yıllarda yetiştirdiği en önemli kaleci. 25 yaşındaki Joe Hart, bir sezon daha devleşirken, 17 maçta kalesinde gol görmeyerek “Premier Lig’in en değerli kalecisi” ünvanını kazandı. 19 Nisan 1987, Shrewsbury doğumlu 1.97’lik kaleci, 2003-2006 seneleri arasında alt liglerde mücadele eden Shrewsbury Town’un kalesini korudu. 22 Mayıs 2006’da, 600 bin Sterlin karşılığında City’e transfer olan Hart, takımdaki ilk maçına 14 Ekim 2006 tarihinde çıktı. 1 sezon daha alt liglerde kiralık geçtikten sonra City’ye geri döndü. O dönemde City’nin teknik direktörlüğünü yapan Sven-Göran Eriksson, kalede ilk tercihini ondan yana kullanıyor; Andreas Isaksson yedek kulübesine mahkum oluyordu. Ada basını şimdilerde ulusal takımda kaptan olarak görmek istiyor dev kaleciyi…

Gaël Clichy: 26 Temmuz 1985 doğumlu Fransız sol bek ilk profesyonel sezonunu (2002-2003) Cannes takımında geçirirken, Arsenal teknik direktörü Arsene Wenger’in dikkatini çekti. 2003’ün haziran ayında Clichy’yi Tournefeuille şehrindeki evini ziyaret eden Fransız teknik direktör, futbolcunun ailesini ikna ederek onu kadrosuna kattı. İlk sezonunda Ashley Cole’un yedeği olarak çıkarken, o sezon ligi yenilgisiz bitiren Londra takımının şampiyonluk kupasını kaldıran futbolcular arasındaydı. 2011-12 sezonunun başına kadar 187 maçta forma giyen futbolcu, 4 Temmuz 2011’de 7 milyon Sterlin karşılığında Manchester City’e transfer oldu.

Yaya Toure: 13 Mayıs 1983 doğumlu Fildişili orta saha oyuncusu futbol kariyerine 1996 senesinde ASEC Mimosas takımında başladı. Henüz genç yaşta Arsene Wenger’in radarına takılmış oyunculardan biriydi. İlk çıkışını 2006 Dünya Kupası’nda yapan Toure, turnuvanın ardından Fransa’nın AS Monaco’ya imza attı. Kısa sürede Avrupa futbolunun devlerinin dikkatlerini üzerine çeken futbolcu, 2007 yazında 10 milyon avro karşılığında Barcelona’ya transfer oldu. İspanyol devinde 2010 sezonunun sonuna kadar forma giyen Toure, o senenin Haziran ayında 24 milyon Sterlin karşılığında Manchester City’e gitti. Barcelona’da giymiş olduğu 24 numaralı forma, o dönem Patrick Vieira’ya verilmiş olduğu için numaranın tersten yazılmış halini, yani 42 numarayı tercih etti.

Vincent Kompany: 10 Nisan 1986 Uccle, Belçika doğumlu, takımın 2011-12 sezonunda kaptanlığını yapmış stoper. Anderlecht’in miniklerinde başladığı futbol kariyeri, 2003 senesinde henüz 17 yaşında A takıma yükselmesiyle hız kazandı. 2006’da 10 milyon avro bedelle Hamburg’a transfer oldu. Sakatlıklar nedeniye düzenli olarak forma giyme şansı bulamazken, 2008’in ağustos ayında 6 milyon Sterlin transfer ücretiyle City’e geçiş yapti. Nisan ayında oynanan Manchester derbisinde attığı tek gol takımını galibiyete taşırken, City şampiyonluk yarışında avantajlı duruma geçmişti. Onca seneden sonra gelen şampiyonluk kupasını kaldırırken, gelecek sezonlarda da Maviler’in kaptanı olarak sahaya çıkmak istediğini dile getiriyordu.

David Silva: 8 Ocak 1986 doğumlu İspanyol futbolcunun, İspanyolca’da “Çinli” anlamına gelen “Chino” lakabı, İspanyol bir baba ve Japon bir anneden gelmiş olmanın mirasıydı. İlk zamanlarında kalede görev yaparken, ilerleyen yıllarda Michael Laudrup’u kendine örnek alacak ve bir kanat oyuncusu olarak yeşil sahalarda adını duyuracaktı. 2004-2010 seneleri arasında Valencia’da başarılı maçlar çıkarırken, 2009-2010 sezonunda ligi 3. bitiren takımın yıldızlarındandı. 30 Haziran 2010 tarihinde ise Manchester City futbolcuyu kadrosuna kattığını açıklıyordu.

İşin ilginç yanı, o transferden iki sezon önce City, onu David Villa ile birlikte kadrosuna katmaya çalışmış, ancak Valencia’nın iki futbolcu için istemiş olduğu 135 milyon Sterlin nedeniyle transfer gerçekleşmemişti. 2010-11 sezonunda Ada futbolunda ilk kupasını (Federasyon Kupası) kazanan Silva, bir sonraki sezonda Premier Lig’i şampiyon olarak tamamlayan takımın yıldızlarındandı.

Carlos Tevez: 14 Temmuz 2009 tarihinde, Manchester şehrinin kırmızılı takımından gürültücü komşulara transfer olduğunda, şehrinin meydanına asılmış o dev flama çok şeyi anlatıyordu 10 numaralı Arjantinli hakkında: “Manchester şehrine hoş geldin Tevez…”

5 Şubat 1984 doğumlu forvet, 2001-2006 seneleri arasında Güney Amerika futbolunun iki devi Boca Juniors ve Corinthians takımlarına forma giymiş; 2006 senesinin Ağustos ayında Ada futboluna West Ham United takımıyla giriş yapmıştı. 2006-2007 senesinin son maçında Manchester United’a attığı tek gol, West Ham United’ın Premier Lig’de kalmasına yetiyor; o senenin Temmuz ayında United takımına iki sezonluğuna transfer oluyordu. İşin ilginç yanı, transferdeki usulsüzlükler ve verilen cezalar nedeniyle bu transferden West Ham United’ın kasasına sadece 2 milyon Sterlin girmiş olmasıydı.

Samir Nasri: 2011 yazında Arsenal’den 24 milyon Sterlin karşılığında Manchester City’e transfer olduğunda Kuzey Londra takımının taraftarları onu “paragöz” ilan etmiş; Fransız futbolcu ise Arsenal’de şampiyonluk göremeyeceği için takımdan ayrıldığını açıklamıştı. Şampiyonluğu kutladığı günlerde bir Fransız televizyon kanalında yaptığı söyleşide dudaklarından dökülen cümleler iki taraf arasındaki husumetin sürdüğünü anlatıyordu: “Artık umut ederim ki Arsenal taraftarları beni unutup, üçüncülüğün sevincini yaşarlar. Ben bu şampiyonluğun sevincini yaşarken, gelecekte yaşayacağım şampiyonluklara odaklanacağım.”

Her ne kadar bu transferde Arsenal kaybetmiş gibi görünse de, 2008-2009 sezonunun başında Marsilya’dan 12 milyon avroya transfer ettiği 26 Haziran 1987 doğumlu futbolcuyu üç sezon sonra iki misline satmış olması kazanç hanesine yazılacak bir olaydı.
Ziya Adnan

3 Haziran 2012

 

SehrinEsasCocuklari

Gürültücü komşuların dönüşü…

Gürültücü komşuların dönüşü…

Uzaklardan…

2011 senesinin Ocak ayında yine bu köşede yazmıştım, yeni futbol düzenin yeni zengin takımının hikâyesini. Emirates Stadı’nda oynadıkları bir lig maçıyıdı. Golsüz biten maç sonrasında, Arsenal taraftarlarının “Boring Boring City” (Sıkıcı Sıkıcı City) tezahüratı yankılanıyordu Kuzey Londra semalarında. Ve yazımı “Savurdukları onca paraya rağmen, izleyenlere heyecan vermeyen sıradan bir takımı izlerken…” cümlesiye tamamlamıştım. O sezonu Premier Lig’in 3. sırasında, bir sezonu daha nicedir gıpta ile baktığı kırmızılı komşusunun gölgesinde bitirmişti mavili takım. Bir sezon daha umutlar başka bahara kalmıştı.

Ve o yazıdan sonraki futbol sezonunda, bir önceki şampiyonluğundan tam 44 sene iki gün sonra, ülke futbolunun en üst liginde şampiyonluğa ulaştı Manchester şehrinin “gürültücü komşuları”. En son şampiyon oldukları sene, İngiltere’nin Başbakanı Harold Wilson’du. George Best ülkede yılın futbolcusu seçilmiş, İngiltere Ulusal Takımı’nın teknik direktörlüğünü Alf Ramsey yapmaktaydı. Ne yazık ki o üç isim de artık hayatta değildi. Göremediler onca zaman sonra gelen şampiyonluğu. O bekleyiş süresince mavili takım 29 farklı teknik direktörle çalışmış, beş kez küme düşüp yeniden dönmüştü; küme düşmenin her şeyin sonu olmadığını hatırlatırcasına…

Geçmişte Ada futbolunun en üst liginde iki şampiyonluk yaşamış olan takım (1936-37, 1967-68), onca seneden sonra bir kez daha kaldırdı kupayı. Bu sezon Premier Lig’de 15. sezonunu geçirirken, evinde oynadığı maçlarda 47.705 kapasiteli Etihad Stadı’nı dolduranlar kimi zaman Sergio Agüero’nun gollerini alkışladı; kimi zaman takımın beyni olarak gosterilen David Silva’nın müthiş asistlerini, Samir Nasri’nin çalımlarını. Evinde oynadığı maçlarda 55 gol atan takım, Ethiad Stadı’nda en son yenilgisini 2010 senesinin Aralık ayında aldı. İç sahada topladığı 55 puan, Premier Lig’de 2005-2006 sezonunda Chelsea’nin, 2010-2011 sezonunda Manchester United’ın iç saha başarısını tekrar ediyordu. Sıkıntılı bir sezon geçiren, “El Apache” lakaplı Arjantinli forvet, teknik direktörü ile ters düşmeyip onca zaman ayrı kalmasaydı takımdan, sanırım topladıkları 89 puandan fazlasını toplar, şampiyonluğu son haftaya ve averaja bırakmazdı.

***

Kimilerine göre onların başarısının altında yatan paranın gücüydü, kimilerine göre rakiplerinin güçsüzlüğü. Parasal gücün başarıda önemli katkısı vardı elbette. Ama Premier Lig’de şampiyonluk yaşamış hangi takım kesenin ağzını açmamıştı ki? Mesela bu sezon en yakın rakibi Manchester United’ın kadrosunun maliyetinin, City’nin kadrosundan daha fazla olması gözlerden kaçan ayrıntıydı.

Kim ne derse desin, müthiş bir sezon geçirdi şampiyon takım; oynadıkları futbolla izleyenlere keyif verdi. 38 lig maçında 28 galibiyet alırken, sahasında neredeyse tüm maçlarını (sadece 1 beraberlik) kazandı. Rakip filelere 93 gol atarken (2,44 gol ortalaması), deplasmanda 10 kez galip geldi, üstelik “ezeli düşman” Manchester United’ı “Düşler Tiyatrosu” Old Trafford’da yarım düzine golle geçerek. Baharın habercisi bir günde, bu kez kendi evinde, Etihad Stadı’nda bir kez daha yenerken kapı komşusunu, ertesi gün Ada basınının manşetlerine “Noisy neighbours tear down the walls” (Gürültücü komşular duvarları yıktı!) cümlesi yazılıyordu büyük puntolarla.

Sir Alex Ferguson’un kovaladığı 20. şampiyonluk son saniyede ellerinin arasından kayıp giderken, mavili takımın İtalyan teknik direktörü gülümseyerek şu cümleyi kullanmıştı o maç sonrasında: “City are back mate!” (City geri döndü dostum!)

***

Gerçekten muhteşem bir dönüştü onların ki. Uzun süre hafızalardan çıkmayacak o unutulmaz maçtan, bir daha yaşanmayacak o uzatmalardan sonra. Kuruluşu 1880 senesine dayanan takım, bilhassa 60 ve 70’li yıllarda başarılı sezonlar geçiriyor, bir zamanlar Galatasaray’ı da çalıştırmış Malcolm Allison’un teknik direktörlüğünde o zamanki adıyla Kupa Galipleri Kupası’nı kazanıyordu. 1973-1974 sezonunun son maçında Manchester United’a karşı Dennis Law’ın attığı golle maçı 1-0 kazanırken, ezeli rakipleri o maçtan sonra küme düşüyordu. Maviler, 1976 senesinde Newcastle United’ı finalde yenerek Lig Kupası’nı kazandı.

City, 1980’li yıllarda inişli çıkışlı grafik sergilerken, o dönemde iki kez küme düşüyor; ama kısa sürede yeniden 1. Lig’e dönüyor; Peter Reid’in teknik direktörlüğünde 1990-1991 ve 1991-1992 sezonlarını ligde 5. sırada tamamlıyordu. Premier Lig’in kurulduğu 1992-1993 sezonunda ligi 9. sırada biteren takım ilerleyen zamanlarda düşüşe geçerken, 1996 senesinde bir kez daha küme düşüyordu. O düşüşten iki sezon sonra 1997-1998 sezonunda, bu kez 3. lige düşüyor; o takıma gönül verenler bir zamanlar Avrupa’nın önemli kupalarını birini kaldırmış takıma ağıtlar yakıyordu…

Bir sonraki sezonda, Gillingam karşısında Play-off maçını kazanan City, 1. Lig’e terfi ediyor; bir sezon sonra da Premier Lig’e yeniden dönüyordu.

2008 senesine kadar orta sıralarda mücadele eden takımı o yıllarda Kevin Keegan (2001-2005), sonrasında Stuart Pearce (2005-2007), Sven-Göran Eriksson (2007-2008) çalıştırıyor; 2008 senesinin Ağustos ayında kulübün kaderi beklenmedik şekilde değişiyordu. Abu Dhabi United Group’un satın aldığı City, kısa sürede transfer piyasasında adından söz ettirmeye başladı. Kulüp, Robinho’yu Real Madrid takımından 32,5 milyon Sterlin karşılığında transfer ederken, 2009 senesinin yaz aylarında 100 milyon Sterlin’in üzerinde para harcayarak Gareth Barry, Roque Santa Cruz, Kolo Touré, Emmanuel Adebayor, Carlos Tévez, Joleon Lescott’u kadrosuna dâhil ediyordu. Aynı senenin Aralık ayında teknik direktörlük görevinden kovulan Mark Hughes’un yerine Roberto Mancini geliyor; takım 2009-2010 sezonunu 5. sırada bitiriyordu

***

2011-12 sezonu öncesinde kadrosunu Gaël Clichy, Stefan Savić, Sergio Aguero, Samir Nasri ve Owen Hargreaves ile güçlendiren takım sezona fırtına misali başlıyor; eylül ayından kasımın sonuna kadar oynadıkları 7 maçı kazanıyordu. Ligi uzun süre zirvede götürüp finale yaklaşırken tökezlese de United’ın kaybettiği puanlar sayesinde yeniden umutlanıyordu. Evinde oynadığı son maçta küme düşme potasındaki QPR’ı uzatma dakikalarında attığı iki golle geçip şampiyonluğa ulaşırken, Sir Alex’in tanımıyla “gürültücü komşuların” sevinç gösterileri yansıyordu ekranlara. 1968 senesinden beri 36 sezon ligi kırmızılı komşusunun altında bitiren City, bu sezon ligi onların üstünde bitirmiş olmakla kalmıyor; dünya futbolunun en görkemli liginin şampiyonu oluyordu. Sezon boyunca 12 ülkeden 24 futbolcuyla mücadele edip, finalde kupayı kaldırırken Sir Alex bu kez anlamış olmalıydı…

“City are back mate.” (City geri döndü dostum!)…

Ziya Adnan
27 Mayıs 2012
ManchesterCity2012

Çizgideki ‘Gladyatör’ – 2; Metin Kurt Söyleşisi – Bölüm II…

Geçen hafta “Çizgideki Gladyatör” Metin Kurt’la eski zamanları, Galatasaray yıllarını konuşmuştuk. Bu hafta bıraktığımız yerden devamla…

Peki, Galatasaray’dan sonra geldiğiniz Kayserispor’da vukuatınız oldu mu (Gülüşüyoruz)?
Ben değişmeyeceğime, düzen değişmeyeceğine göre nasıl olmasın! Yerel gazeteye verdiğim bir demeç yüzünden beni kadro dışı bıraktılar ve 24 saat içinde şehri terk etmemi istediler. Ben de cevap olarak Kayserı’yi çok sevdiğimi, sözleşmem bitene kadar Kayseri’den ayrılmayacağımı söyledim. Sonra o başkan (Osman Erköse), “Kayserispor halkın takımıdır. Metin Kurt Kayserispor’un futbolcusudur. Halk onu istiyor. Lütfen takıma dönsün” diye açıklama yapmak zorunda kaldı. İki sezon Kayserispor’da oynadıktan sonra 30 yaşında futbolu bıraktım. Başkan kalmam için ısrar etti ama benim başka hedeflerim vardı. Siyasi alanda mücadelemi sürdürecektim. 1978 senesinde Politika gazetesinin spor müdürü olarak göreve başladım…

12 Eylül darbesinden nasıl etkilendiniz?
Ankara’da kurduğumuz amatör sporcular derneği kapatılmış, sendikalaşmamızın önüne geçilmişti. O dönemde futbol da dahil her şey yeni baştan inşa edildi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol!” dönemi başlamıştı. Belli yatırımlar yapıldı ama önemli yerlere kendi adamlarını getirmeye, kadrolaşmaya başladılar. Belediye takımlarının kökleri o döneme dayanır.

Ne düşünüyorsunuz belediye takımları hakkında?
Belediye takımları ne işe yarar ki? Belediyenin işi halka hizmettir. Belediyenin takımı mı olur? Bakın işte, İstanbul’un bir sürü takımı var. Mesela yılların İstanbulspor’u var. “İstanbul Büyükşehir Belediye” olacağına, İstanbulspor olsa ya… Tarihi, taraftarları ve kökleri olmayan takımları doldurdular liglerimize. Oysa Şekerspor, Vefa, Beykoz, Altınordu gibi kulüpler yaşatılabilirdi. Ne yazık ki hepsi yok olup gitti…

Siz Ankaralısınız, şimdi size soruyorum: Belediye tarafından kurulmuş Ankaraspor diye bir takıma gerek var mıydı? O takıma harcanan para sizce ne kadardır? Ben size söyleyeyim, trilyonlar… Onca parayla keşke Ankaragücü’nü yaşatsaydınız! Alın işte, nereden geldiği belli olamayan, nereye gittiği belli olmayan tesisler. Onun yerine, bütün Ankara’ya, gençlere hizmet edecek açık spor alanları, oyun alanları yapsalardı ya o paralarla! Ama ülke futbolunda her şey tribünlere oynamak üzerine kurulu… Yaklaşık yarım asırdır bu işin içindeyim ve size şu kadarını söyleyeyim, kimse bu işin içinde spor olsun diye bulunmuyor!

Peki, çözüm nerede?

Çözüm devrimci spor emekçilerinin ilkelerinde… Dört tane temel ilke var: (1) Çocuklar oynayacak, (2) Sporcular korunacak, sendikalaştırlacak, (3) Spor yasası çıkartılacak, (4) Düzenin sporu sorgulanacak.

Sendikada kaç üyeniz var?

Yeterince üyemiz var, ama koruyamayacağımız sporcuları şimdilik üye yapmıyoruz. Şu anda tamamen spor yasasını hayata geçirmek, sempatizan kitlemizi genişletmek için uğraşıyoruz. İlk aşamada hukukçularla birlikte bir hukuk kurulu oluşturarak, 1 Mayıs’tan sonraki dönemde büyük ihtimalle spor hukuku kurultayı gerçekleştireceğiz. Bir yasa taslağı üzerine çalışıp, bize destek veren milletvekilleri ile kanun teklifi olarak meclisten geçirmeye çalışacağız…

Günümüzde Türk futboluna baktığınız zaman ne görüyorsunuz?
Bir batakhane görüyorum; gençleri yutan bir batakhane! Şöyle düşünün: Avrupa’da yaşayan olsa olsa 5 milyon gurbetçi, emekçi var. Peki, 5 milyondan bu kadar futbolcu yetişiyor da 75 milyondan neden yetişmiyor? Cevabı söyleyeyim: Sistem! Çünkü çocuklar Avrupa’da bu işin temel eğitiimini alıyorlar, bizde ise herkes tribünlere oynuyor! Ve bu düzen devam ettiği sürece, spor yasası çıkmadığı sürece, sistemi değiştirmediğiniz sürece onlar tribünlere oynamaya devam edecekler.

Galatasaray’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Valla bütün takımların geleceği bana göre aynı. Hani bizim zamanımızda bir reklam vardı, “yok birbirimizden farkımız” derlerdi ya, aynen öyle. Eskiden kulüplerde takımlarına hizmet etmiş, sembol olmuş sporcular vardı. Şimdi bunu görüyor musunuz? Şimdi neredeyse hepsi sanayici veya iş adamı… (Biraz duraklıyor ve devam ediyor). Ya da belediye başkanları! Ama artık şu gerçeği herkes yavaş yavaş görmeye başladı. Sporcuların sendikalaşması gerek. Artık bizi anlayan, üniversitelerde, medyada bize destek veren geniş bir kesim var.

Şike sürecini takip ettiniz mi. Nasıl sonuçlanacagını düşünüyorsunuz?
İnanın beni hiç ilgilendirmiyor. Aslında süreci de takip etmeye gerek yok, zira üç aşağı beş yukarı sonuç belli. Kararı verecek olanlar zaten tribünlere oynayanlar. Aynı bozuk düzeninin devam etmesi adına ellerinden geleni yapacaklardır şüphesiz. Çıkardıkları “Sporda Şiddet Yasası” aslında kendilerini koruma adına çıkartılmıştır. Taraftarların örgütlenmesine karşı çıkardılar o yasayı. Amaç tribünlerdeki protestoları engellemekti. Ama gelin görün ki geri tepti ve kendi kalelerine gol attılar. Çıkardıkları yasa aslında biraz önce tanımladığımız batakhaneyi parfümleme yasasıdır, asla kurutma yasası değildir. Eğer sporda toplumsal bir kazanç, toplumsal bir uyanış bekliyorsak, sağlıklı bir toplum yapısında sporun önemli bir rol oynamasını bekliyorsak, öncelikle bu batakhanenin kurutulması gerekiyor. Ve bu batakhaneyi kurutmanın tek yolu vardır, o da spor yasası!

Bu konuda taraftarları nasıl bilinçlendirmeyi düşünüyorsunuz?
Taraftarlarla sürekli iletişim halindeyiz ve onlara hep söylediğimiz şey şudur: “Taraftar olun, fanatik olmayın!” 12 adam saçmalığına son verilmeli. Bizim zamanımızda böyle bir kavram yoktu. Bu tamamen medyanın yarattığı bir kavramdır. Adam çoluk çocuğunun rızkından kesip takımıyla deplasmana gidiyor. Tamam, güzel de takımı son dakikalara önde girerse başlıyor hakem maçı bir an önce bitirsin diye başlıyor ıslıklamaya! Yahu, madem bu oyunu bu kadar çok seviyorsun on dakika daha fazla izlesene! Niye bir an önce bitsin istıyorsun? Çünkü herkes sonuca bakıyor, rekabete gidiyor. Bakın, medyada hiç, “Spor nedir, sporun sorunları, sporcunun sorunları nelerdir?” içerikli bir yazı, tartışma görüyor musunuz? Varsa yoksa o gol müydü, değil miydi, Ahmet niye oynadı, Mehmet niye oynamadı?

Günümüzde yöneticilik paraya dayanan bir kavram, oysa iyi bir yönetici olmak için para yetmez, o kişisel bir beceridir. Sizin zamanınızda da mı böyleydi, parayı bulan yönetici mi oluyordu?
Bizim zamanımızda da parayı basan, yönetici oluyordu. Ancak şimdi yöneticiler cebinden para harcamıyor. Bizim zamanımda tabiri caizse “gönüllü, yöneticiler” vardı. Futbol ve kulüp sevdası yüzünden batan yöneticiler oldu. 80’li yıllarda “Sportmence” dergisi için söyleşi yaptığımız Ali Şen şöyle konuşmuştu: “Ben bir işadamıyım. Kârlı görmediğim hiçbir işe yatırım yapmam. Ben Fenerbahçe kulübüne hizmet edeceğim ama Fenerbahçe kulübü de bana hizmet edecek!”

“Nasıl hizmet edecek?” diye sorduğum zaman da şu yanıtı vermişti: “Örneğin Bodrum’da turistik bir otel yapmaya karar verdiniz. Normal bir işadamı olsanız bürokrasi ile en az bir sene uğraşmanız gerek. Oysa Fenerbahçe başkanı olduğunuz zaman Turizm Bakanı’na, hatta Başbakan’a bir telefon açıp halledersiniz…”

Bunu yazabilir miyim?
Yazdık zaten, Sportmence dergisinde. “Kulübe hizmet et, reklamını yap, işini gör!” O zaman Ali Şen’in söylediği buydu. Ama şunun da altını çizdi: “Kulübe mutlaka hizmet edeceksin, kulübü kullanmayacaksın!” Söylediği, kulübü borçlandırıp batağa sürüklememek…

O yıllarda birlikte çalıştığınız, en sevdiğinizi saygı duyduğunuz teknik direktör kimdi?
Kuşkusuz Brian Birch… Hatta onunla ilgili unutamadığım bir anım vardır. Birch Türkiye’ye ikinci kez geldiğinde, havaalanında eline bir gazete veriyorlar. Baş sayfadan bakmaya başlayınca, gazeteciler dayanamayıp, “Hoca, spor sayfası arkada unuttun mu?” diye soruyorlar. Birch, “Yo, ben Metin Kurt’u arıyorum!” diyor. Şaşırıyor gazeteciler ve soruyorlar: “Neden Metin Kurt’u arıyorsun?” Birch cevabı yapıştırıyor: “Eee, Başbakan olmadı mı o?” (Gülüşüyoruz)

Sizce yabancı teknik direktörlerin ve yabancı futbolcuların Türkiye futboluna katkısı oldu mu?

Bana kalsa ben yabancı teknik direktör ve yabancı futbolcu kullanmam. Onun yerine bizim teknik direktörlerin daha iyi eğitilmesi için çaba harcarım. Gerekirse onların yurt dışında eğitim almalarını sağlar, ama tercihimi yerlilerden yana kullanırım…

Yabancı futbolcu transferinin serbest kalması konusunda görüşünüz nedir?
Bana kalsa bir hayli kısıtlanması gerekiyor. Yabancı futbolcu ve teknik direktörler kulüplerimize ciddi mali yük bindirmekte, cari açık ve borçlanma büyümektedir. Bu sektörde biz ithalat mı yapıyoruz, yoksa ihracat mı? Bence buna karar verelim. Bunca genç nüfustan dışarıya yollayabildiğimiz futbolcu sayısına baktığımızda ortaya çıkan fotoğraf sistemin bozukluğunu anlatıyor aslında…

Futbolu özlüyor musunuz?
Hiç özlemiyorum. Ben futbol oynarken de futbolu sevmiyordum ki! Sadece iş olarak görüyordum. Çocukluk yıllarımda çok severdim ama profesyonel olduktan sonra sadece iş, hatta sıkıcı iş olarak görürdüm…

Ama çok yetenekliydiniz?
Ona da mecburdum. Çünkü başarılı olmadan para kazanılmıyor. Hepimizin aileleri ve bakmak zorunda olduğumuz sevdikleri var…

Söyleşi için çok teşekkür ederim. Bu arada eklemek istediğiniz, benim atladığım bir konu varsa…
Evet var… Öncelikle bugün ülkemizde futbolun bir batakhane olduğunu, bu batakhanenin kurutulmasının yolunun spor yasasından geçtiğini, bu sektörde çalışan emekçilerin yaptıkları işin meslek olduğunu ve iş kolu haline gelmesi gerektiğini artık kabul edelim. Artık bu bozuk sistemin değişmesi gerek.

Bu güzel söyleşi için teşekkür ettim, çocukluk yıllarımın efsane futbolcusuna. Ayrılırken aklımda “Hep PTT’li Metin olarak kalacağını” söyledim. Gülümsedi, Ankara’ya selam söyledi…

Ziya Adnan

20 Mayıs 2012
MetinKurt2SmallSize

Çizgideki Gladyatör – 2 (Metin Kurt Söyleşisi- Bölüm 2…)

Çizgideki Gladyatör – 2

(Metin Kurt Söyleşisi – Bölüm 2…)

Uzaklardan…

“Futbol, oyun olarak arsada temiz ve güzeldir; spor olarak borsada kirli ve çirkindir!”

Geçen hafta “Çizgideki Gladyatör” Metin Kurt’la eski zamanları, Galatasaray yıllarını konuşmuştuk. Bu hafta bıraktığımız yerden devamla…

Peki, Galatasaray’dan sonra geldiğiniz Kayserispor’da vukuatınız oldu mu (Gülüşüyoruz)?

Ben değişmeyeceğime, düzen değişmeyeceğine göre nasıl olmasın! Yerel gazeteye verdiğim bir demeç yüzünden beni kadro dışı bıraktılar ve 24 saat içinde şehri terk etmemi istediler. Ben de cevap olarak Kayserı’yi çok sevdiğimi, sözleşmem bitene kadar Kayseri’den ayrılmayacağımı söyledim. Sonra o başkan (Osman Erköse), “Kayserispor halkın takımıdır. Metin Kurt Kayserispor’un futbolcusudur. Halk onu istiyor. Lütfen takıma dönsün” diye açıklama yapmak zorunda kaldı…

Sonra...

İki sezon Kayserispor’da oynadıktan sonra 30 yaşında futbolu bıraktım… Başkan kalmam için ısrar etti ama benim başka hedeflerim vardı. Siyasi alanda mücadelemi sürdürecektim. 1978 senesinde Politika gazetesinin spor müdürü olarak göreve başladım…

12 Eylül darbesinden etkilendiniz mi?

Tabii ki etkilendik. Ankara’da kurduğumuz amatör sporcular derneği kapatılmış, sendikalaşmamızın önüne geçilmişti. O dönemde futbol da dahil her şey yeni baştan inşa edildi. “Politika tatile çıktı, yaşasın futbol!” dönemi başlamıştı. Belli yatırımlar yapıldı ama önemli yerlere kendi adamlarını getirmeye, kadrolaşmaya başladılar. Belediye takımlarının kökleri o döneme dayanır.

Ne düşünüyorsunuz belediye takımları hakkında?

Belediye takımları ne işe yarar ki? Belediye’nin işi halka hizmettir. Belediye’nin takımı mı olur? Bakın işte, İstanbul’un bir sürü takımı var. Mesela yılların İstanbulspor’u var. “İstanbul Büyükşehir Belediye” olacağına, İstanbulspor olsa ya… Tarihi, taraftarları ve kökleri olmayan takımları doldurdular liglerimize. Oysa Şekerspor, Vefa, Beykoz, Altınordu gibi kulüpler yaşatılabilirdi. Ne yazık ki hepsi yok olup gitti…

Siz Ankaralısınız, şimdi size soruyorum: Belediye tarafından kurulmuş Ankaraspor diye bir takıma gerek var mıydı? O takıma harcanan para sizce ne kadardır? Ben size söyleyeyim, trilyonlar… Onca parayla keşke Ankaragücü’nü yaşatsaydınız! Alın işte, nereden geldiği belli olamayan, nereye gittiği belli olmayan tesisler. Onun yerine, bütün Ankara’ya, gençlere hizmet edecek açık spor alanları, oyun alanları yapsalardı ya o paralarla! Ama ülke futbolunda her şey tribünlere oynamak üzerine kurulu… Yaklaşık yarım asırdır bu işin içindeyim ve size şu kadarını söyleyeyim, kimse bu işin içinde spor olsun diye bulunmuyor! Ve şundan da emin olabilirsiniz: “Futbol oyun olarak arsada temiz ve güzeldir, spor olarak borsada kirli ve çirkindir!”

Günümüzde oyuncu olma özelliği kalmadı; oyuncu yok, sporcu var. Oysa temiz olan oyundur. Bakın işte 12 yaşından itibaren yarıştırıyorlar çocukları, o yüzden hiçbirinin oynama zevki yok! Hepsi bir menfaat için bu işin içinde! Aileler, anneler, babalar neden futbola getiriyorlar çocuklarını? Bizim zamanımızda futbolcu olacağız, aylak olacağız diye annemiz, babamız bize kızardı. Şimdi aileler oğlumuz futbolcu olsun, parayı pulu bulsun diye dua ediyorlar!

Peki, çözüm nerede?

Çözüm devrimci spor emekçilerinin ilkelerinde… Dört tane temel ilke var: (1) Çocuklar oynayacak, (2) Sporcular korunacak, sendikalaştırlacak, (3) Spor yasası çıkartılacak, (4) Düzenin sporu sorgulanacak.

Kim yapacak bunları?

Biz yapacağız. Yaptık ve devam ediyoruz…

Başaracağınıza inanıyor musunuz?

Kesinlikle! İnanmasam neden yapayım ki? Önemli bir noktaya geldik. Eskiden bir sponsor bulamazdık, ama şimdi! Zaman en doğru yargıçtır ve zaman bizi haklı çıkardı. Ben geçmişte, spor sorgulanmalı, futbolda şike vardır, doping vardır, siyaset vardır dediğim zaman bana burun kıvıranlar, “futboldan dışlandı diye kendi kendine konuşuyor” diyenler hani nerede?

Günümüzde Türk futboluna baktığınız zaman ne görüyorsunuz?

Bir batakhane görüyorum; gençleri yutan bir batakhane! Şöyle düşünün: Avrupa’da yaşayan olsa olsa beş milyon gurbetçi, emekçi var. Peki, beş milyondan bu kadar futbolcu yetişiyor da 75 milyondan neden yetişmiyor? Cevabı söyleyeyim: Sistem! Çünkü çocuklar Avrupa’da bu işin temel eğitiimini alıyorlar, bizde ise herkes tribünlere oynuyor! Ve bu düzen devam ettiği sürece, spor yasası çıkmadığı sürece, sistemi değiştirmediğiniz sürece onlar tribünlere oynamaya devam edecekler.

Galatasaray’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Valla bütün takımların geleceği bana göre aynı. Hani bizim zamanımızda bir reklam vardı, “yok birbirimizden farkımız” derlerdi ya, aynen öyle. Eskiden kulüplerde takımlarına hizmet etmiş, sembol olmuş sporcular vardı. Şimdi bunu görüyor musunuz? Şimdi neredeyse hepsi sanayici veya iş adamı… (Biraz duraklıyor ve devam ediyor). Ya da belediye başkanları! Ama artık şu gerçeği herkes yavaş yavaş görmeye başladı. Sporcuların sendikalaşması gerek. Artık bizi anlayan, üniversitelerde, medyada bize destek veren geniş bir kesim var.

Sendikada kaç üyeniz var?

Yeterince üyemiz var, ama koruyamayacağımız sporcuları şimdilik üye yapmıyoruz. Şu anda tamamen spor yasasını hayata geçirmek, sempatizan kitlemizi genişletmek için uğraşıyoruz. İlk aşamada hukukçularla birlikte bir hukuk kurulu oluşturarak, 1 Mayıs’tan sonraki dönemde büyük ihtimalle spor hukuku kurultayı gerçekleştireceğiz. Bir yasa taslağı üzerine çalışıp, bize destek veren milletvekilleri ile kanun teklifi olarak meclisten geçirmeye çalışacağız…

Şike sürecini takip ettiniz mi? Nasıl sonuçlanacagını düşünüyorsunuz?

İnanın beni hiç ilgilendirmiyor. Aslında süreci de takip etmeye gerek yok, zira üç aşağı beş yukarı sonuç belli. Zira kararı verecek olanlar zaten tribünlere oynayanlar. Aynı bozuk düzeninin devam etmesi adına ellerinden geleni yapacaklardır şüphesiz. Çıkardıkları “Sporda Şiddet Yasası” aslında kendilerini koruma adına çıkartılmıştır. Taraftarların örgütlenmesine karşı çıkardılar o yasayı. Amaç tribünlerdeki protestoları engellemekti. Ama gelin görün ki geri tepti ve kendi kalelerine gol attılar. Çıkardıkları yasa aslında biraz önce tanımladığımız batakhaneyi parfümleme yasasıdır, asla kurutma yasası değildir. Eğer sporda toplumsal bir kazanç, toplumsal bir uyanış bekliyorsak, sağlıklı bir toplum yapısında sporun önemli bir rol oynamasını bekliyorsak, öncelikle bu batakhanenin kurutulması gerekiyor. Ve bu batakhaneyi kurutmanın tek yolu vardır, o da spor yasası!

Bu konuda taraftarları nasıl bilinçlendirmeyi düşünüyorsunuz?

Taraftarlarla sürekli iletişim halindeyiz ve onlara hep söylediğimiz şey şudur: “Taraftar olun, fanatik olmayın!” 12 adam saçmalığına son verilmeli. Bizim zamanımızda böyle bir kavram yoktu. Bu tamamen medyanın yarattığı bir kavramdır. Adam çoluk çocuğunun rızkından kesip takımıyla deplasmana gidiyor. Tamam, güzel de takımı son dakikalara önde girerse başlıyor hakem maçı bir an önce bitirsin diye başlıyor ıslıklamaya! Yahu, madem bu oyunu bu kadar çok seviyorsun on dakika daha fazla izlesene! Niye bir an önce bitsin istıyorsun? Çünkü herkes sonuca bakıyor, rekabete gidiyor. Bakın, medyada hiç, “Spor nedir, sporun sorunları, sporcunun sorunları nelerdir?” içerikli bir yazı, tartışma görüyor musunuz? Varsa yoksa o gol müydü, değil miydi, Ahmet niye oynadı, Mehmet niye oynamadı?

Günümüzde yöneticilik paraya dayanan bir kavram, oysa iyi bir yönetici olmak için para yetmez, o kişisel bir beceridir. Sizin zamanınızda da mı böyleydi, parayı bulan yönetici mi oluyordu?

Bizim zamanımızda da parayı basan, yönetici oluyordu. Ancak şimdi yöneticiler cebinden para harcamıyor. Bizim zamanımda tabiri caizse “gönüllü, yöneticiler” vardı. Futbol ve kulüp sevdası yüzünden batan yöneticiler oldu. 80’li yıllarda “Sportmence” dergisi için söyleşi yaptığımız Ali Şen şöyle konuşmuştu: “Ben bir işadamıyım. Kârlı görmediğim hiçbir işe yatırım yapmam. Ben Fenerbahçe kulübüne hizmet edeceğim ama Fenerbahçe kulübü de bana hizmet edecek!”

“Nasıl hizmet edecek?” diye sorduğum zaman da şu yanıtı vermişti: “Örneğin Bodrum’da turistik bir otel yapmaya karar verdiniz. Normal bir işadamı olsanız bürokrasi ile en az bir sene uğraşmanız gerek. Oysa Fenerbahçe başkanı olduğunuz zaman Turizm Bakanı’na, hatta Başbakan’a bir telefon açıp halledersiniz…”

Bunu yazabilir miyim?

Yazdık zaten, Sportmence dergisinde. “Kulübe hizmet et, reklamını yap, işini gör!” O zaman Ali Şen’in söylediği buydu. Ama şunun da altını çizdi: “Kulübe mutlaka hizmet edeceksin, kulübü kullanmayacaksın!” Söylediği, kulübü borçlandırıp batağa sürüklememek…

O yıllarda birlikte çalıştığınız, en sevdiğinizi saygı duyduğunuz teknik direktör kimdi?

Kuşkusuz Brian Birch… Hatta onunla ilgili unutamadığım bir anım vardır. Birch Türkiye’ye ikinci kez geldiğinde, havaalanında eline bir gazete veriyorlar. Baş sayfadan bakmaya başlayınca, gazeteciler dayanamayıp, “Hoca, spor sayfası arkada unuttun mu?” diye soruyorlar. Birch, “Yo, ben Metin Kurt’u arıyorum!” diyor. Şaşırıyor gazeteciler ve soruyorlar: “Neden Metin Kurt’u arıyorsun?” Birch cevabı yapıştırıyor: “Eee, Başbakan olmadı mı o?” (Gülüşüyoruz)

Bu arada bir anımsatma yapayım: Brian Birch, geçtiğimiz senelerde kuzey Afrika’da hayata gözlerini yumdu.

Evet. Üzüldüm. Sportmence dergisinin ilk sayısında onu kapağa taşımıştık.

Sizce yabancı teknik direktörlerin ve yabancı futbolcuların Türk futboluna katkısı oldu mu?

Bana kalsa ben yabancı teknik direktör ve yabancı futbolcu kullanmam. Onun yerine bizim teknik direktörlerin daha iyi eğitilmesi için çaba harcarım. Gerekirse onların yurt dışında eğitim almalarını sağlar, ama tercihimi yerliierden yana kullanırım…

Yabancı futbolcu transferinin serbest kalması konusunda görüşünüz nedir?

Bana kalsa bir hayli kısıtlanması gerekiyor. Yabancı futbolcu ve teknik direktörler kulüplerimize ciddi mali yük bindirmekte, cari açık ve borçlanma büyümektedir. Bu sektörde biz ithalat mı yapıyoruz, yoksa ihracat mı? Bence buna karar verelim. Bunca genç nüfustan dışarıya yollayabildiğimiz futbolcu sayısına baktığımızda ortaya çıkan fotoğraf sistemin bozukluğunu anlatıyor aslında…

Futbolu özlüyor musunuz?

Hiç özlemiyorum. Ben futbol oynarken de futbolu sevmiyordum ki! Sadece iş olarak görüyordum. Çocukluk yıllarımda çok severdim ama profesyonel olduktan sonra sadece iş, hatta sıkıcı iş olarak görürdüm…

Ama çok yetenekliydiniz?

Ona da mecburdum. Çünkü başarılı olmadan para kazanılmıyor. Hepimizin aileleri ve bakmak zorunda olduğumuz sevdikleri var…

Söyleşi için çok teşekkür ederim. Bu arada eklemek istediğiniz, benim atladığım bir konu varsa…

Evet var… Öncelikle bugün ülkemizde futbolun bir batakhane olduğunu, bu batakhanenin kurutulmasının yolunun spor yasasından geçtiğini, bu sektörde çalışan emekçilerin yaptıkları işin meslek olduğunu ve iş kolu haline gelmesi gerektiğini artık kabul edelim. Artık bu bozuk sistemin değişmesi gerek…

Bu güzel söyleşi için teşekkür ettim, çocukluk yıllarımın efsane futbolcusuna. Ayrılırken aklımda “Hep PTT’li Metin olarak kalacağını” söyledim. Gülümsedi, Ankara’ya selam söyledi…

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı

17 Mayıs 2012

MetinKurt2SmallSize