Cemiyette Beyaz Adamların Derbisi…

Cemiyette Beyaz Adamların Derbisi…

Uzaklardan…

Aylardan kasım…

Güz zamanlarının yerini kışa bırakmaya hazırlandığı, gri bulutların şehrin üzerini kalın bir yorgan misali kapladığı yağmurlu, kasvetli, sıkıcı bir Londra Pazar’ında… Hyde Park’a sırtını dayamış Marble Arch’dan, Tottenham Court Road’a kadar uzanan Oxford Street sıra sıra dizilmiş ışıl ışıl mağazaları ile sonbahar renklerine bürünmüş alışveriş meraklılarını ağırlıyor. Caddenin güneyinde, eski Plaza’nın hemen karşısında, Wardour Street ile D’arblay Street’in kesiştiği köşede Avrupa’nın en eski Türk Derneği bir futbol günü daha ülkesinden ırak genç futbolseverlere ev sahipliği yapmakta…

“Cemiyet”i doldurmuş gençler birazdan başlayacak, bizden başka hiçbir ülkenin naklen yayınlamaya değer görmediği “Dünya Derbisi”nin (!) heyecanında… Kimilerinde sarı-kırmızı, kimilerinde sarı-lacivert formalar… Fenerbahçe ile Galatasaray kim bilir kaçıncı randevuda… Kombinelerden arta kalan 15 bin bilete 250 bin taraftarın talip olduğunu yazıyor gazeteler. Ancak ülkenin neredeyse tüm statlarının maç günleri boş kalışını yazmıyorlar nedense…

1958’den beri sadece bir Dünya Kupası’nda yer almış ülkenin çocukları bir haftadır bu maçla yatıp kalkıyor, heyecanla bu maçı bekliyor. Avrupa’nın en iyi 6. ligine sahip olduğuna inanan, iki vasat takım arasında oynanan futbol kalitesi düşük bir maçın dünyanın en büyük derbisi olarak gören, Edirne’nin ötesinde yaşanan her hezimeti unutmaya şartlanmış, dermanını her daim eloğullarında arayan bir futbol nesli heyecanla bekliyor.

O maçtan bir saat kadar önce “Düşler Tiyatrosu” Old Trafford’da başlayan Manchester United-Arsenal Premier Lig maçını 200’ün üzerinde ülkede 600 milyona yakın futbolsever izliyor oysa. Bir hafta içinde Liverpool, Dortmund ve Manchester United’la karşılaşan Kuzey Londra takımı, geçen sezonun şampiyonunun karşısında… Maç televizyon ekranlarında ama “Cemiyet”te çok fazla ilgi yok o maça, akıllarda varsa yoksa bizim dünya derbisi… Elinde tuttuğu gazeteden kafasını kaldırırken “Maçın başlamasına daha yarım saat var” diyor gençlerden biri, “zaman da geçmiyor” diye ekliyor. Ekrandaki maça bakmıyor bile. Belli ki sıkıntılı…

***
İzmir’de doğup büyüdüğünü söyleyen genç Fenerbahçeli, yanındaki arkadaşı ile hararetli bir tartışmanın içinde… “Kabullenemiyorum!” diyor arkadaşı, “Kulübü 100 küsur milyon Euro zarara uğratmış, üstelik üç sene Avrupa’dan men edilmemize sebep olmuş birinin yeniden başkan seçilmesini kabullenemiyorum!”

Arkadaşının görüşüne katılmıyor İzmirli, sesini biraz daha yükseltiyor: “Büyük Başkan” diyor, “Bir sene hapis yattı Fenerbahçe için. Az zaman mı bir sene? Hangi başkan yapar bunu? Adam ne yaptıysa kulübü için yaptı!” diyor. Ne yaptıysa Fenerbahçe için… Büyük başkan…

Bu arada ekrandaki Manchester United-Arsenal maçı tüm heyecanıyla devam ediyor. Fakat izleyen kim?

“Fenerbahçe için değil, kendi yaptığı yanlış, pis işler yüzünden hapis yattı” diyor arkadaşı, ama dinlemiyor İzmirli. “Başımızda onun gibi bir başkan olduğu için şanslıyız, O olmasaydı, Fenerbahçe çoktan cemaatin eline geçmişti, Allah başımızdan eksik etmesin” diyor. “Dinlemedin mi? Fenerbahçe Bankası kuracakmış, sonra marina ve AVM de yapacakmış, Real Madrid’den bile güçlü olabilmemiz için sıvamış kolları. Avrupa’nın ilk 5 takımından biri yapacakmış bizi. Dinlemedin mi?” Sesini iyice yükseltiyor: “Bu sezon 9 dalda şampiyonluk sözü verdi, dinlemedin mi?”
“Onun 15 senelik başkanlık döneminde Galatasaray 8 şampiyonluk yaşadı, UEFA şampiyonu oldu, Süper Kupayı aldı, biz ise Avrupa Kupalarından men cezası aldık” diyor sitemkâr arkadaşı. Sonra soruyor o can alıcı soruyu: “Şampiyonluğun sözü mü olurmuş?”

Ama dinlemiyor İzmirli, konuşma hararetlendikçe uzlaşma ihtimalleri giderek zayıflıyor. O gün oynanacak maça, futbola dair şeyler değil şikeye bulaşmış bir başkanın üzerine yapılan konuşmalar yankılanıyor mekanda. Kısa süre sonra diğer Fenerbahçeliler de katılıyor tartışmaya, gençler safını belirliyor: Aziz Yıldırım’ı sevenler ve sevmeyenler! 105 senelik köklü bir kulüp, şikeden sabıkalı bir başkanın etrafında dönüp duran konuşmalarda araya sıkışıp kalıyor sanki…

Maçın başlamasına az kala iyice kalabalıklaşıyor Cemiyet. Sarı kırmızılı formalı gençler hep birlikte mekanın sol tarafında alıyorlar yerlerini. Fenerbahçeliler diğer tarafta maçın başlamasını bekliyor. Stadyumda otururcasına bölünmüşler. Sadece Fenerbahçe ve Galatasaray olarak değil, bölünmüşlük kendi aralarında da. “Büyük derbinin başlamasına az kala” diyor televizon ekranlarındaki ses. Araya reklam giriyor sonra…

***

Maç sonrası “Cemiyet” hızla boşalırken, televizyon kanallarında ne yeşil sahayı, ne futbol topunu görmenin mümkün olmadığı ama saatler sürecek çok bilindik futbol programlarından biri başlıyor. “Nefesleri kesen maçta!” diyor programın sunucusu. Nefesleri kesen maçta! İnanırsanız! Koca bir lig sezonunu iki şişirilmiş derbiye bağlayan bir coğrafyada şimdi Fenerbahçe’nin zaferi kutlanıyor. Sevgili Tanıl Bora’nın aynı gün www.tr.eurosport.com sitesinde yayınlanan kısa söyleşisinde “Beyaz Adamların Derbisi” olarak nitelediği maçı Fenerbahçe kazanıyor. Şike yüzünden UEFA tarafından Avrupa Kupalarından men edilen ama kendi çöplüğünde hiçbir yaptırımla karşılaşmayan Fenerbahçe puan farkını açıyor. Şampiyonlar Liginde adı sanı duyulmamış, bütçe olarak kendisinden çok aşağı Kopenhag hüsranından sonra bu maçı da kaybediyor Galatasaray. “Söylemiştim” diyor İzmirli, “Söylemiştim. Başkan bu sezon 9 dalda şampiyonluk sözü verdi. Bizi Avrupa’nın en büyük beş takımından biri yapacak! Söylemiştim.”

Futbol olduğuna inandırıldıkları koca bir yalanla kandırılmış çocuklar zafer şarkılarını söylüyor şimdi.
Dışarda yağmur hâlâ devam ediyor. Oxford Street hala kalabalık… Arabama doğru yürürken ülke futbolunun zavallı görüntüsünü düşünüyorum. Bu akıl tutulmasında galiba susmak en iyisi…

Ziya Adnan
12 Kasım 2013

Swansea City, Cardiff City; Mavi Kuşlar ve Kuğular: Husumetin Böylesi…

Mavi Kuşlar ve Kuğular: Husumetin Böylesi…

Uzaklardan…

Ülkenin nüfusu üç milyon civarında ama bu derbi bir başka… Öyle böyle değil, Ada futbolunun en ateşli derbilerinden… Adına “Güney Galler Derbisi” diyorlar. Tarihte Liverpool-Everton, Celtic-Rangers derbilerinden bile daha fazla olay yaşanmış bu iki takım arasında oynanan maçlarda. “Manchester derbisi bunun yanında Pazar günü pikniği!” diyor meseleyi bilenler. Çok bilinen hikâyedir, 1988’in Eylül ayında, Cardiff City deplasmanda Swansea’yi devirince, kızgın ev sahibi takım taraftarları bir grup Cardiff City taraftarını şehrin içinde uzun süre kovaladıktan sonra denize dökmüş. O olayı, “Yüzüp gittiler!” diye mizahi dille açıklıyor Swansealiler…

23 Aralık 1993 günü iki takım arasında oynanan maç karakolda bitince, ertesi günün gazeteleri “The Battle Of Ninian Park” (Ninian Park Savaşı) manşeti atmışlar, muhtemel o maçı en iyi anlatan. Tribünlerdeki koltukları kırıp sahaya atan Swansealilere tepki olarak sahaya inmiş ev sahibi takımın taraftarları. Çıkan olaylarda çok sayıda taraftar yararlanırken, o maçtan sonra aralarında oynayacakları maçlarda deplasman takımının taraftarlarının alınmamasını kararlaştırmış Galler Futbol Federasyonu. Uzun yıllar devam etmiş o yasak. Ada futbolunda bir ilk, iki takım arasındaki deplasman yasağı…

Husumetin kökleri 1900’lü senelerin başlarına dayanıyor. İlk kez 1912 senesinde, alt liglerde karşı karşıya gelmiş iki takım. O yıllardaki adıyla Swansea Town’un Vetch Field Stadı’nda oynanan maç 1-1 bitmiş. Birbirlerinden hiç hazzetmeyen iki şehrin hikâyesi onların ki… Madem başladık, anlatalım…

Biri 346 bin nüfusuyla Birleşik Krallığın en büyük onuncu şehri ve Galler’in başkenti Cardiff… Şehrin “The Bluebirds” (Mavi Kuşlar) olarak bilinen takımı 1899 senesinde kurulmuş. Kurucusu Bartley Wilson, “Riverside Cricket” kulübünün üyelerini kış aylarında formda tutmak için en iyi yöntemin futbol oynamaları olacağını düşünerek başlatmış hikâyeyi. Adında kriket denen oyunun, çok önemli olduğu bir coğrafyadan söz ediyoruz sonuçta. 2013-2014 sezonuna kadar hep alt liglerde mücadele etmişler ama hep doldurmuşlar tribünlerini, malum sevdanın ligi olmaz. (2012-2013 sezonunda 23.173 taraftar ortalaması yakalamışlar). 2013-2014 sezonunda, tarihlerinde ilk kez Premier Lig’e yükselmişler. Geçmiş sezonlarda Premier Lig’in kapısına kadar gelen kulübün yüzü geçtiğimiz sezonun sonunda gülmüş. 2011-2012 sezonunun sonunda oynanan play-off maçlarında West Ham United’la karşılaşan ve iki maçı da kaybeden takım iki sezon sonra muradına ermiş.

Diğeri Galler’in güney batısında, 169.880 (2001 sayımı) ile ülkenin en kalabalık şehri Cardiff’ten sonra ikinci sırada yer alan, 19. yüzyılda adını “bakır şehri” olarak duyurmuş, sahip olduğu maden yataklarından dolayı bir zamanlar “Copperopolis” olarak bilinmiş, günümüzde büyük bir üniversiteye sahip şirin sahil şehri Swansea. Adını şehrinden alan, Premier Lig’de oynamayı başaran ilk Galler takımı Swansea City, 1913 senesinde siyah-beyaz renkleriyle ve “Swansea Town” adıyla kurulmuş. 50’li ve 60’lı yıllarda asansör takım görüntüsü içinde kimi sezonlarda 2. Ligde, kimi sezonlarda 3. ligde oynayan “Kuğular”, 1967 senesinde 4. lige kadar düşmüş. Alt liglerde oynamasına rağmen taraftarı hiç ümidini kesmemiş takımından. Öyle ki, 1967-1968 sezonunda Federasyon Kupası 4. tur maçında, Vetch Field Stadı’nda 32.796 taraftar Arsenal karşısında mücadele eden takımı izlemek için koşmuş tribünlere. Günümüzde bile o maçtaki taraftar sayısı rekor olarak kalmış, o mütevazı takımın tarihinde. 1 Mart 1978 tarihinde, henüz 28 yaşında teknik direktörlük görevine gelen John Toshack’ın liderliğinde çıkış yakalayan takım, dört sezonda üç kez terfi etmiş.

2008 senesinde, 24 senelik aradan sonra Championship’e (2. Lig) dönen Kuğular, 2010-2011 sezonunda ligi 3. sırada bitirip, Reading’i play-off finalinde yenerek Premier Lig’e terfi etti. Swansea City ilk sezonunda ligi 11. sırada tamamladı. O sezon Ada futbolunun devleri Arsenal, Chelsea ve ligi şampiyon bitiren Manchester City’i yenmiş olmaları önemli bir ayrıntı…

Cardiff City 1927 senesinde “Federasyon Kupasını”, Swansea City 2013’de “Lig Kupasını” kazanmış. İki takımın tarihinde unutulmaz futbolcular var elbet. Bob Wilson, Peter Whittingham, John Toshack, Robert Earnshaw, Robin Friday Cardiff City’de yıldızı parlamışlardan. Bir zaman önce yine bu köşede yazmıştım, “George Best’den bile daha iyi” denilen, 1990 senesinde henüz 38 yaşında hayata veda eden Robin Friday’ın hikâyesini. 1976 senesinde Reading Town’dan, Cardiff City’e 30.000 Sterlin karşılığında transfer olan müthiş golcü takımda sadece 25 maçta forma giymiş.

Swansea’ye gelince; takımın efsaneleri arasında yer alan 27 Aralık 1931 doğumlu, 1.88’lik savunma oyuncusu John Charles alt yapıdan yetişmiş, ama (A) takım formasını giymeden Leeds United’a, oradan da Juventus’a transfer olmuş. Galler futbolunun yetiştirdiği en iyi stoper diyorlar onun için. Liberty Stadı’nın dışında heykeli bulunan 16 Ekim 1929 doğumlu Ivor Allchurch 1947-1958 ve 1965-1968 arası takımda oynadığı 445 maçta 165 gol atmış…

İki takımın da formasını giymiş futbolcuları da unutmayalım. Profesyonel futbola 1965 senesinde başlamış bir dönem Beşiktaş’ı çalıştırmış John Benjamin Toshack, henüz 16 yaşında Cardiff’le ilk maçına çıkmış. Kulüp tarihinin en genç futbolcusu olmuş. İlerleyen yıllarda, 1978–1984 arasında Swansea City’de oynamış. İki takım arasındaki husumet onun Swansea City’e geçişiyle daha da derinleşmiş. Kanat oyuncusu Andrew Legg’de iki takımın formasını giyenlerden. Attığı uzun taç atışları ile bilinirmiş kariyerinde. Bir seferinde 44,6 metrelik taç atışıyla rekor kitaplarına geçmiş.

Kasım ayının ilk günlerinde Cardiff City’nin adını taşıyan 27.815 kapasiteli stadında karşı karşıya geldi iki takım. Tıka basa dolu trübünler önünde ev sahibi Cardiff ikinci yarıda attığı
golle maçı 1-0 kazanırken Kuğular’a gönül vermişlerle birlikte üzüldük doğrusu. Eh, işin içinde hem kuğu, hem de Michael Laudrup olunca sevilmez mi?

Ziya Adnan
5 Kasım 2013

GallerDerbisi

Kaiser (İmparator)..

Kaiser (İmparator)…

Uzaklardan…

Geçtiğimiz Pazar akşamı, ülke futbolunun aynası futbol programlarından birinde…

Futbola, otelci Avni Bulduk’un takımı Güneşspor’da forvet olarak başlamış, 1970’li yıllarda Ankaragücü’nde stoper olarak oynamış günümüzün futbol yorumcusu Erman Toroğlu, Franz Beckenbauer’i Drogba konusundaki yorumları nedeniye eleştiriyor; konunun devamında, “Bana sorsan dünyada ilk 5’e giremez,” demeyi de ihmal etmiyordu.
Bu vesileyle hatırlayalım yeni futbol nesillerinin yetişemediği, en fazlasından büyüklerinden dinleyecekleri Alman futbolunun gelmiş geçmiş en iyisi kabul edilen, hem futbolculuğunda, hem teknik direktörlüğünde Dünya Kupasını kazanmış “Kaiser”in hikayesini…
Sene 1946… Almanya…

2. Dünya Savaşı’nın bitiminde, savaşın derin izlerini taşıyan Münih’in işçi sınıfının yaşadığı Giesing semtinde postacı bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş. Futboldan pek hoşlanmayan babasına rağmen, henüz 9 yaşında “SC Munich” takımının miniklerinde top koşturmaya başlamış. O yıllarda taraftarı olduğu “1860 Munich” küme düşmüş olmasına rağmen şehrin en çok taraftara sahip takımıymış. Çocukluğunda en büyük hayalinin, “1860 Munich” forması giymek olduğunu dile getiriyordu çok sonraları yazdığı biyografisinde… İlk zamanlarında forvet olarak oynarken, idolü 1954 senesinde oynanan Dünya Kupasını kaldıran Almanya Milli Takımının golcüsü Fritz Walter’mış…
1959 senesinde, Neubiberg şehrinde düzenlenen 14 yaş altı turnuvasında “SC Munich”, 1860 takımıyla karşılaşmıştı. Maçta çıkan tatsız olaylardan etkilenen küçük Franz, tercihini 1860’ın genç takımı yerine Bayern Munich’den yana kullanacaktı.

Bayern Munich formasıya ilk maçına 6 Haziran 1964 senesinde çıkarken, o sezon alt ligde oynayan takım 1964-1965 sezonunda yeni kurulan Bundesliga’ya yükseliyor, Alman futbolun yükselen yıldızı 1967 senesinde “UEFA Kupa Galipleri” kupasını kazanıyordu…

O kupadan bir sene kadar önce, İngiltere’nin kazandığı 1966 Dünya Kupasında Almanya’nın her maçında sahada yerini almış, “Panzerler”in İsviçre’yi beş golle geçtiği maçta takımının iki golü onun ayağından gelmişti. Futbol dilencisi Eduardo Galeano, onu ve o zamanların müthiş golcüsü Uwe Seeler’i, “Don Kişot ve Sancho Panza” ikilisine benzetirmiş. “Görünmeyen bir tabancadan çıkan
iki mermi gibi” ifadesi, henüz 20 yaşında Dünya Kupasında parlamış bir yıldızı anlatan en güzel niteleme olarak futbol kitaplarına yazılacaktı…

O turnuvanın final maçında İngiltere’ye kaybeden takımın yıldızı olarak bir gol kaydetmiş, Almanya’nın kazandığı üçüncülük maçını çıkık kolu askıya alınmış bir şekilde oynayarak tamamlamıştı. Abartılı bir ifadeyle söyleyecek olursak, günümüzde “serçe parmağı incindiği ya da banyoda elini kestiği için!” maça çıkamayanları düşününce onun futbol oynama iştahını anlatacak sözcük bulmak zorlaşıyor.

***

1968-1969 sezonunda Bayern Munich’in kaptanlığına getirilirken, takımı o sezon sonunda ilk lig şampiyonluğunu kazanıyordu. İlk kez İtalyan gazeteci Gianni Brera’nin “libero” (serbest) olarak tanımladığı, günümüzde “sweeper” olarak bilinen dizilişte yıldızlaşıyor; rakip atakları keserken, aynı zamanda takımını atağa kaldırıyordu. Hücuma çıktığında sahada hızla ilerleyen bir havai fişeği andırıyordu: Top kapan, tempoyu ayarlayan, bitirici paslar atan, süratli, golcü bir futbol dâhisi, nam-ı diğer “Kaiser” (İmparator)…
“Kaiser” lakabının doğuşu şöyle anlatılır:

Beckenbauer, Bayern Munich’in Viyana’da oynayacağı bir dostluk maçından önce Avusturya İmparatoru Franz Joseph’in heykelinin yanında gazetecilere poz vermektedir. Tam o sırada, gazetecinin biri şaka ile karışık “Fusball-Kaiser!” (Futbol İmparatoru) diye bağırır.
Almanya’nın eski gazetesi Welt am Sonntag’a göre ise, “İmparator” lakabı 14 Haziran 1969 senesinde, Schalke 04’e karşı oynanan maçta doğmuş. Rakibi Reinhard Libuda’nun ayağından sert bir hareketle topu kapınca rakip takım tarafları Beckenbauer’in bu hareketini ıslıklamış. Buna sinirlenen futbolcu topu alarak rakip taraftarın bulunduğu tribünün hemen önünde, topla birlikte uzun süre savaşı kazanmış gladyatör misali dikilmiş. O maçtan sonra gazeteler, o senelerde “König von Westfalen” (Westfalen’in Kralı) olarak bilinen Libuda’nın karşısına ondan daha güçlü bir rakip çıktığını yazmışlar: “Der Kaiser!”

***

Beckenbauer, Bayern Munich’de, 1964-1977 seneleri arasında, üç sezon üst üste şampiyonluk yaşarken (1972-1974), 1974-1976 arasında üç sezonda “Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası”nı kazanıyordu. Ondan sonra geçen sürede, sahaya kaptan olarak çıkmış hiçbir futbolcunun Avrupa futbolunun en görkemli kupasını üç kez kazanamadığının hatırlatalım….

1977 senesinde, o dönemin dudak uçuklatan transfer ücreti karşılığında, Amerika’nın New York Cosmos takımına transfer olduğunda, geride Bayern Munich’le çıktığı 427 maçta 60 gol bırakmıştı…
Hikâye o ki, Amerika’daki ilk zamanlarında kulübün başkanı, milyonlarca Dolar karşılığında transfer edilen futbolcunun savunmada oynamasından memnun değilmiş. ”Onca para saydıktan sonra ben ilerde oynayıp golleri sıralamasını isterim!” demiş Amerikalı futbol bilgesi (!). Gülmüş geçmiş bizimki. Amerika’da oynanan, futbolun sirki değil miydi zaten!

1980 senesinde kadar formasını giydiği Cosmos’da “Soccer Bowl”u (Amerika Şampiyonluğu) üç sezon kazandıktan sonra (1977, 1978, 1980), 1980 senesinde vatanına, Hamburg takımıyla dönüş yaptı. 1981-1982 sezonunda Hamburg’la bir kez daha Bundesliga şampiyonluğu yaşadı ve 1983 senesinde Cosmos’a geri döndü. Kariyeri boyunca Bundesliga ve Amerika liginde 587 maçta forma giyen futbol efsanesi oynadığı maçlarda mevkiine göre hiç yabana atılmayacak 81 gol kaydetti. Amerika’da forma giydiği yıllarda, yabancı liglerde oynayan Alman futbolcuların milli takıma alınmamasına tepki olarak milli takıma katılmayı reddetiğini de atlamayalım.

Milli takım kariyerinde şu veriler var: 1966, 1970 ve 1974 Dünya Kupalarında boy gösterdi. 1974 senesinde Dünya Kupasını kazanan takımın yıldızlarındandı. 103 kez milli formayı giyen, o maçlarda 14 gol kaydeden “Kaiser”, futbolu bıraktıktan sonra Jupp Derwall’in yerine Almanya Milli Takımı’nın teknik direktörlüğüne getirildi. 1986 Dünya Kupasında takımını finale taşırken, kupayı Arjantin karşısında kaybetti. 1990 Dünya Kupasında, finalde iki takım yine karşı karşıya geldi ve bu kez gülen takım Almanya oldu.Brezilya futbolunun efsanesi Mario Zagallo’dan sonra, futbolcu ve teknik direktor olarak iki Dünya Kupasını kaldırmayı başarmış Franz Beckenbauer 1994-2009 seneleri arasında Bayern Munich kulübünün başkanlığını yaptı. Kariyerinde iki kez “European Footballer of the Year” (Avrupa’nın en iyi futbolcusu) seçilmiş Beckenbauer günümüzde “Sky Germany” kanalında yorumculuk yapmaktadır.

Ziya Adnan
29 Ekim 2013

Kaiser

Bir Dünya Kupası’nı Daha Iskalarken…

Bir Dünya Kupası’nı Daha Iskalarken…

Uzaklardan…

Brezilya’da oynanacak 2014 Dünya Kupası’na katılabilmek için Hollanda karşısına çıkan ve hüsrana uğrayan Milli Takım’ın karnesine bakalım önce. Grupta oynanan on maçtan dördünü kaybetti bizimkiler. Oynadığı ilk 6 maçtaki 18 puanın sadece 7’sini alırken, Fatih Terim’in gelmesiyle son 12 puanın 9’unu aldı, ama yetmedi. Malum, gazla bir yere kadar… Bize göre, futbol kalitesi bizim çok altımızda olan Romanya ve Macaristan grubu 2. ve 3. sırada bitirdi; biz ise Estonya’nın üzerinde 4. sırada…

Bize göre rahat yenmemiz gereken Macaristan, bizim takımla oynadığı iki maçtan beş puan çıkardı. FIFA’nın Ekim ayında yayınladığı dünya sıralamasında Macaristan 636 puanla 43. sırada, ancak Dünya Kupası kariyeri olarak bizim hayli üstümüzdeler. Futbolun geçmişteki efsanelerinden Ferenc Puskás’ın takımı, tarihinde dokuz Dünya Kupası’na katılmış. 1938 ve 1954 Dünya Kupalarında finale kadar yükselmişler. En son katıldığı 1986 Dünya Kupası’ndan sonra kupalarda boy gösterme şansını yakalayamamışlar. 10 milyonluk ülkenin, futbolun en önemli sahnesi kabul edilen Premier Lig tarihinde forma giymiş 11 futbolcusu bulunuyor.

Grubu 2. sırada bitiren Romanya FİFA sıralamasında 767 puanla 29. sırada… Onların da Dünya Kupası karnesi bizden daha iyi, en azından kupalara bizden daha fazla katılmışlar. İlk üç Dünya Kupası’nda Brezilya, Fransa ve Belçika ile birlikte yer alan dört takımdan biri… Sonraları gerileme devri yaşamış olsalar da toparlanıp 1970, 1990, 1994, 1998 Dünya Kupalarında yer almışlar. 1994 Dünya Kupası’nda Gheorghe Hagi liderliğinde çeyrek finale kadar yükselmişler. 20 milyon nüfuslu ülkenin 9 futbolcusu Premier Lig’de forma giymiş.

Grubu lider olarak tamamlayan Hollanda oynadığı 10 maçtan 9’unu kazandı. Grupta 34 gol atmışlar. FIFA sıralamasında 1136 puanla 8. sırada. Yaklaşık 17 milyon nüfuslu ülkenin yüze yakın futbolcusu Premier Lig tarihini süslemiş, kupalar kazanmış. 2012-2013 sezonunda 14 Hollandalı futbolcunun Premier Lig takımlarında forma giydiğini hatırlatalım. 1995-2006 arasında Arsenal’de üç kez Premier Lig şampiyonluğu yaşamış Dennis Bergkamp’e de selam olsun bu vesileyle…

***

Gelelim ülkemiz futboluna…

Türkiye FIFA sıralamasında Peru’nun hemen altında 670 puanla 40. Sırada… Kosta Rika (31), Cezayir (32), Honduras (34), İskoçya (35), Panama (36), Venezuela (37), Sirbistan(28), Slovenya(30), Yunanistan(15) ve hatta Ermenistan (38) listede bizim üstümüzde… Biz futbol ülkesi olduğumuza inanıyoruz ama ortaya çıkan fotoğraf çok başka… Son 50 senede sadece bir Dünya Kupası’na katılabilmiş takımın (o da play-off oynayarak), 2002 Dünya Kupası’nda elde ettiği üçüncülük dışında başarısı yok.

Milli takıma bakıyorum, 2002 Dünya Kupası’ndan bugüne geçen sürede takımda görev yapmış teknik direktör sayısı sekiz… Ama ortada ne sistem var, ne ekol, ne oyun felsefesi… Her gelen hoca kendi futbol felsefesini yerleştirmek, takımı gençleştirmek niyetinde… Ama gel gör ki sonuç hep hüsran… Kadroya alınan futbolcular en formsuz oldukları dönemlerde, kulüp takımlarında forma giyemedikleri halde banko sahada… Ülke basının yıldız diye parlattıklarının Avrupa’da talibi yok. Alt yapılar tümden ıskalanmış. 5 milyon Türk nüfusun yaşadığı Almanya’dan çıkan Türk futbolcu sayısı, 70 milyonluk ülkenin çıkardığından daha fazla…

Son sezonlarda, bilhassa şike sürecinde yaşananlara bakınca, futbolumuz kansere yakalanmış hasta misali… Futbolu yönetenler, kanseri asprinle tedavi etmeye çalışıyorlar ama hastalık ilerlemiş. Kafayı bir şehrin üç takımıyla fena bozmuş, rekabetsizlikle lanetli beter bir düzende hasta terminal durumda ama kimin umurunda!

Maç günleri yurdun dört bir yanında oluşan bomboş tribün manzaraları ve bunu hiç dert etmeyen hedefsiz Anadolu kulüplerinin yöneticileri… Kulüplere hak etmedikleri paraları öderken batma noktasına gelmış yayıncı kuruluş, hiçbir ülke televizyonunun yayınlamaya değer görmediği, bizden başka kimsenin ilgilenmediği yedi tepeli şehrin toz duman derbileri… Parasızlıktan, ilgisizlikten, sahipsizlikten sürüm sürüm sürünen asırlık kulüpler ve onlara inat halkın paraları ile desteklenen, taraftarı ve kökleri olmayan belediye takımları… Her transfer sezonunda har vurup harman savuran hesap kitap bilmeyen takımlarımız… 2013-2014 sezonunun başında, ülke futbolunun dört büyüğünün borcu 188,6 milyon Euro (482 milyon TL)…

Velhasıl ligimizin kalitesi ortada… Şike ile suçlanan bir kulübün başkanının futbolu yönettiği bir ülkede, Dünya Kupası’na gidememek futbolun bize verdiği en ağır ceza oysa…

***

Hollanda’ya yenildiğimiz günün ertesinde, çok satan gazetelerin birinde, “Teşekkürler çocuklar” manşeti vardı. Neden ve kime teşekkür ediyorlarsa! Sınıfta kalan çocuğa, derslere katıldığı için teşekkür etme mantığı aslında.

Oysa ülkede konuşulan futbol dilini değiştirmektir yapılması gereken. Futbol ülkesi olmadığımızı kabul edip, futbol sandığımız her şeyi yakıp yeniden başlamaktır. Futbola dair inandığımız tüm masalları unutmak, tüm klişeleri, şanssızlık nidalararını bir kenara bırakmaktır. Çoğunluğu mutlu etme adına oynanan, esas oğlanlardan ve figüranlardan ibaret oyuna son vermektir.

Bilir misiniz, UEFA ‘A’ lisansına sahip teknik direktör sayısı, İspanya’da 23.995, İtalya’da 29.420, Almanya’da 34.970 iken, Türkiye’de bu sayı 100’ü bile bulmuyor. Aynı teknik direktörler, aynı aşina yüzler o takımdan bu takıma savrulurken, hep aynı teranelerin içinde dönüp dolaşıyor ülke futbolu. Avrupa’nın en kaliteli liglerinden birine sahip olduğumuzu söyleyenler, sadece Türk’ün Türk’e propagandasıyla aldatıyor…

Daha önce de yazmıştım, maç günleri tribünleri dolmayan bir ülkenin futbolu ilerleyemez. Tecrübeyle sabittir; üç büyükler masalını tarihin tozlu raflarına kaldırıp, ülke futbolunda başka büyükler yaratmaktır çözüm. Oy potansiyelini artırma adına oraya buraya gıcır statlar yapmak değil, maç günleri o statları doldurabilmektir mesele. Futbolu Anadolu’ya yaymak, o güzel oyunu keyif alınacak hale getirmektir. Liginin kalitesini yükseltmek, ülke futbolunda rekabeti yaratmak, alt yapılarını parlatmaktır. Avrupa’nın en genç nesline sahip, futbolla yatıp futbolla kalkan ülkenin derdinin dermanı yine kendi içinde olmalıdır. Üstada saygımız sonsuz olsa da çare asla Drogba değil, Avrupa kulüplerinin peşinde koşacakları kendi Drogba’larını yaratmaktır.
Bazen kaybolduğun yolu bulabilmek için hikâyenin en başına dönmen gerekir. Her şeye yeniden başlamak için yalan rüyadan uyanmak gerekir.

Ziya Adnan
19 Ekim 2013

İskoç İnadı…

İskoç İnadı…

Uzaklardan…

1989 senesinden beri sezona en kötü başlangıcını yapan, yeni sezonda Premier Lig’de oynadığı ilk altı maçın üçünü kaybeden Kırmızı Şeytanlar’ın hal ve gidişine göz atalım bu hafta. Bu vesileyle Ferguson efsanesinin yerini doldurmaya çalışan David Moyes’un geçmiş karnesine bakalım…

25 Nisan 1963’de İskoçya’nın Bearsden kasabasında dünyaya gelmiş Moyes. Çocukluk ve gençlik yıllarında koyu bir Glasgow Rangers taraftarı olduğu biliniyor. Maç günleri Ibrox tribünlerinin müdavimlerindenmiş. Ama kaderin cilvesi, 1980 senesinde, 17 yaşında başladığı profesyonel futbol kariyerinde formasını giydiği ilk takım yeşil beyazlı Celtic… Stoper olarak görev yaptığı takımda, 1981–1982 sezonunda İskoç 1. Liginde şampiyonluk yaşamış. 1980-1983 seneleri arasında 24 maçta takımla sahaya çıkmış.

Bir sonraki takımı Cambridge United’da iki sezon top koşturmuş; oynadığı 79 maçta bir de golü var. O dönemde, kendisinden yaşça hayli büyük takım arkadaşı Roy McDonough tarafından, bir maç sonrasında yeterli çabayı göstermediği gerekçesiyle fena hırpalanmış. 1999 senesine kadar süren futbolculuk kariyerinde Bristol City, Shrewsbury Town, Dunfermline Athletic, Hamilton Academical formaları giymiş. En son takımı Preston North End… İskoçya ve İngiltere arasında geçen futbol kariyerinin en başarılı dönemi… 1993-1999 arasında 143 maça çıkmış, 15 gol atmış…

Futbol oynadığı senelerde antrenörlük kurslarına da devam ederken, 1998 senesinin Ocak ayında o dönem takımdan kovulan Gary Peters’in yerine Preston North End’in teknik direktörlük görevine getirilmiş. O zamanlarda 2. Ligden düşme tehlikesi yaşayan takım, o sezon kümede kalmayı başarmış. 1997-1998 sezonunda küme düşmesine kesin gözüyle bakılan takımın kümede kalmasında Moyes’un en büyük pay sahibi olduğunu söyler o günleri bilen takım taraflarları…

Bir sonraki sezon yükselişe geçen Preston North End, sezon sonunda oynanan play-off finalini kaybetmiş ama ertesi sezon ligi şampiyon olarak bitirip bir üst lige terfi etmiş. 2001 senesinin Mayıs ayında bir play-off finali daha kaybedip Premier Lig’e yükselme fırsatını kaçırmışlar. Alt liglerde aldığı takımı ülkenin en üst liginin kapısına kadar getiren teknik direktörle 5 yıllık sözleşme imzalanması boşuna değil elbet…

***

2002 senesinin Mart ayında Everton’da başlamış Premier Lig macerası. Ülke futbolunun önemli kulüplerinden olmasına rağmen, 90’lı yıllarda komşusu Liverpool, Arsenal ve Manchester United’ın gölgesinde kalmış maviler. Yeni bir başlangıç, yeni umutlar niyetine, kovulan İskoç teknik direktör Walter Smith’in yerine onu getirmiş takımın başına…
Ada’da “Halkın Takımı” (People’s Club) olarak bilinen Everton’daki ilk basın toplantısında, Liverpool şehrine çok benzeyen Glasgow’da büyüdüğünü, (doğrudur, ikisinin de yoksulluğu görenlerin içini acıtır), her iki şehrin de futbol şehri olduğunu, Liverpool’da Everton sevdalılarının çoğunlukta olduğunu söylemesi kayda değer. Yeni takımına transfer ettiği futbolcular arasında, günümüzde Fenerbahçe’de forma giyen Joseph Yobo’nun olduğunu da hatırlatalım…

Everton’da geçirdiği 11 sezonda kupa kazanamasa da 2012 senesinin Ocak ayında Premier Lig’de 150 maç kazanan 4. teknik direktör olarak futbol tarihini yazan kitaplarda yerini almış (Diğer üçü, Sir Alex Ferguson, Arsene Wenger, ve Harry Redknapp). 2007-2008 ise Everton kariyerinin en başarılı sezonu…
O sezon maviler ligi 5. sırada bitirmiş. 2009 senesinde “Federasyon Kupası”nın yarı finalinde Manchester United’ı devirmişler. Ancak final maçında, henüz ilk dakikada öne geçmesine rağmen Chelsea karşısında maçı 2-1 kaybetmiş Moyes’un takımı….

Ülke futbolunun devlerine kıyasla, kısıtlı bütçesine rağmen Everton’da başarılı sezonlar geçirdiği futbolseverler arasında ortak kanı… Takım taraftarları arasında nam salmış lakabı: “Dithering Dave” (Kekeme Dave)…

***

2013-2014 sezonunun başında, görevi boyunca 13 Premier Lig şampiyonluğu yaşamış, Şampiyonlar Ligi’ni iki kez kazanmış (toplamda 38 kupa) Sir Alex Ferguson, 26 senelik Manchester United kariyerini noktalıyor, bayrağı David Moyes’a devrediyordu. Kimileri, onca kupa kazanmış bir teknik direktörden sonra, görevi Premier Lig’de hiç kupa kazananamış bir teknik direktöre verme kararını eleştiriyor, kimileriyse kim gelirse gelsin Ferguson’un yerinin asla doldurulamayacağını düşünüyordu…

Üstelik geride yaşlı bir takım bırakmıştı Ferguson. Wayne Rooney, David de Gea, Robin van Persie, Patrice Evra, Nemanja Vidic, Michael Carrick, Rafael da Silva, Ryan Giggs, Rio Ferdinand… Bunlardan sadece üçünün 30 yaşın altında, ilk 11’de yer alan savunma oyuncularının yaş ortalamasının ise 30’un üzerinde olması Moyes adına düşündürücüydü. Daha kötüsü, kulübün kontrolünü elinde bulunduran Glazer ailesi transfer sezonunda sessiz kalmıştı. Oysa takımın kaliteli gençlerle yenilenmeye ihtiyacı vardı. Manchester United taraftar forumlarında yazılanlardan ortaya çıkan, United’in eski gücünden uzak olduğu, bu sezon sıkıntılı zamanlar yaşayacağı görüşüydü. Gerçekten de sezona kötü başladı United. Alışılmadık derecede yavaş tempoda oynuyorlar, pozisyon üretmekte sıkıntı çekiyorlardı. Oynadıkları 6 maçın sonunda gollerinin büyük bölümünü duran toplardan bulmaları, şehrin gürültücü komşuları karşısında alınan ağır hezimet, 1978 senesinden beri ilk kez kendi sahalarında West Brom’a mağlup olmaları, yeni teknik direktörün karnesine kötü not olarak yazılıyordu.

Ama şunu da atlamayalım, 1892 senesinden, 2013–2014 sezonunun başına kadar sadece 19 teknik direktörle çalışmış (7’si İskoç) Manchester United’ın tarihinde hoca kovma alışkanlığı bulunmuyor. Son üç hocaları da İskoç… Beklemeyi, sabretmeyi, yeni hocalara zaman tanımayı iyi biliyorlar. Ve son 50 senede Ada futbolunun üç büyük hocasının İskoç olması (Manchester United’ının babası Matt Busby, Liverpool’un yaratıcısı Bill Shankly ve Sir Alex Ferguson) Moyes’un yerini sağlamlaştırıyor…

Ziya Adnan
10 Ekim 2013

IskocInadi

Oysa bize hiçbir zaman çok uzak olmadı ki futbolda şiddet…

Oysa bize hiçbir zaman çok uzak olmadı ki futbolda şiddet…

Uzaklardan…

Beşiktaş-Galatasaray maçında yaşananları siyasete bağlayanların çoğunlukta olduğunu biliyoruz; kimilerine göre “Gezicilerin” artçı sarsıntıları, kimilerine göre 1453 Kartalları’nın marifeti… “Tribünlerde siyaset istemiyoruz!” diyenlerin sahada “Rabia” işareti yapan futbolcuya alkış tuttuğu, Süper Kupa’yı bir siyasinin verdiği, futbol statlarına siyasilerin adlarının verildiği bir coğrafyada siyaseti spordan ayırmak artık pek mümkün görünmüyor ne yazık ki. O yüzden bakalım önümüzdeki maçlara…

Onca toz dumandan sonra “Ağır ceza geldi!” diyorlar ya, bakmayın, nasılsa ülke futbolunda en ağır ceza seyircisiz oynama alışkanlığı. Kafayı yayıncı kuruluşla, parayla, şişirilmiş toz duman derbilerle fena bozmuş beter bir düzende verilen ceza en ağırından dört maç; o da tahkimden döner, unutulur gider zamanla. Ucunda puan silme olmadıktan sonra sürer gider bu işler; futboldan soğutan ne varsa zaman içinde tam ortasında buluverirsin kendini, unutmaya ve unutturmaya şartlanmışlar diyarında…

***

Aslında bizim topraklara çok da uzak olmayan bir mesele futbol şiddeti; hani “futbolun içinde bu da var” dedirten cinsten. Yaşı yetmeyenler bilmez ama ülke futbol tarihinin en korkunç hadiselerinden biri 17 Eylül 1967’de, tribünlerde 21 bin taraftarın yer aldığı Kayserispor-Sivasspor arasındaki maçta yaşanmıştı. Maçın oynanacağı gün Sivaslıların 20 minübüs, 40 otobüs ve trenle Kayseri’ye akın ettiği, karşılaşmanın 20. dakikasında Kayserispor takımının futbolcusu Küçük Oktay’ın attığı golün fitili ateşlediği anlatılır. 43 kişinin ölümü, yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan tribün olaylarından sonra iki takıma da 17 maç saha kapama cezası verilirken, takımların 5 yıl boyunca aynı gruplarda futbol oynamaması kararı alınmış.
Maçta 40 kişinin öldüğü haberi kısa sürede yayılınca iki şehir arasında düzenlenen otobüs seferleri iptal edilmiş, giriş ve çıkışlar yasaklanmış. O günlerde Başbakan Süleyman Demirel, Rusya’ya yapacağı ziyareti ertelemiş. Dönemin spor bakanı, Türkiye İkinci Ligi’nin iptal edilmesi gerektiğini savunurken, olayları iyi yönetemediği için Kayseri Valisi ve Emniyet Müdürü görevlerinden alınmış.

İki takım arasında yarım kalan maç 1968 yılında Ankara’da oynanmış ve Kayserispor o maçta 1-0 galip gelmiş. Bu maçın ardından uzun süre Kayserispor ve Sivasspor’un aynı gruplarda mücadele etmediğini hatırlatalım…

***

Bu kanlı maçın bir benzeri 25 Haziran 1969 tarihinde Kırıkkalespor ve Tarsus İdman Yurdu takımları arasında oynanan 3. Lig karşılaşmasında yaşanmış. Aslında 8 Haziran’da oynanması gereken maç, karşılaşma öncesinde ısınmak için sahaya çıkan iki ekibin oyuncuları arasında kavga çıkması nedeniyle 25 Haziran’a ertelenmiş. O tarihi maçta, Kırıkkalespor, Tarsus İdman Yurdu’nu yenmesi durumunda şampiyon olacakmış. Maç önemli anlayacağınız! Haliyle takımlarına destek vermek üzere 10 otobüs dolusu Tarsus İdman Yurdu taraftarı Kırıkkale’ye gelmiş. O maç öncesinde Kırıkkale-Ankara arası yol kenarındaki yüksek tepelerde “Tarsuslulara ölüm!” yazıları göze çarparmış.

Ve işte o gergin ortamda başlamış maç. 90. dakikada, durum 1-1 iken hakem Ertuğrul Dilek Kırıkkalespor lehine penaltı verince ortalık fena karışmış. Tarsus İdman Yurdulu oyuncuların sert itirazları ve uzun duraklamadan sonra penaltıyı kullanmak için topun başına Kırıkkalespor’lu Burhan gelmiş. Statta nefesler tutulmuş, taraftarlar golle birlikte gelecek şampiyonluğa odaklanmış. Gerilim o derece. Ancak Burhan penaltıyı kaçırinca film kopmuş. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte iki takım futbolcuları birbirlerine girmiş. Olaylara taraftarların da karışması sonucu orta açıkan bilanço şöyle: Dört ölü, yüzlerce yaralı…

***

Bu yazıyı okurken, “Ama İstanbul derbisinde kimse ölmedi ki!” diyenler olacaktır elbet, şaşırmam. Çoluk çocuk yedi kişinin adliyenin önünde kan davası uğruna kurşuna dizildiği zamanlarda, yarım kalmış bir futbol maçının gazetelerde daha büyük puntolarla yer bulduğu, televizyon kanallarında günlerce hararetle tartışıldığı beter bir düzenden söz ediyoruz sonuçta. Kafayı futbolla fena bozmuş, ölümü bile hiçe sayan yitik düzenden. Akşamları yemek masasında, televizyon kanallarında yan yana dizilen ölüleri izleyerek büyümüş, hemen her gün trafik kazalarında, kan davalarında ölenlerin kanlı haberlerini dinlemeye alışmış, hikâyenin en başından şiddete fena alıştırılmış, Kurtlar Vadisi’yle yetişmiş, yeşermiş çocuklar diyarında.

Oysa meselenin özü şudur: Hayatın içinde ne kadar şiddet varsa, futbolda da o kadar var. Tarihine baksan adına futbol denilen şeyin futboldan başka her şeye benzediğini; “Vur kır parçala! Bu maçı kazan!” tezahüratının içimizin en derin yerine işlediğini görürsün aslında. O yüzden bakmayın bizim gazetelerde, “Futbolun kara günü!” gibi trajikomik başlıklara. Sanırsın yazanlar İsviçre’de yaşıyor, sanırsın ülkenin şiddetle hiç bağı olmamış, sanırsın her şey hep dingin, her şey hep güllük gülistanlık, öylesine huzurlu. Oysa tarihine bir baksan…

Velhasıl bu meseleyi de uyduruktan seyircisiz oynama cezasıyla geçiştirdiniz nasılsa; tıpkı şike sürecini o ezelden kirli halının altına süpürdüğünüz gibi. Bütün mesele para, bütün mesele kurgulanmış futbol, yayıncı kuruluşun saadeti olunca…

O yüzden naçizane önerim, futbolda şiddet sanki daha önce hiç olmamış, hiç yaşanmamış gibi davranmayın; saha kapatmayı, seyircisiz oynamayı ağır ceza olarak yutturmayın. Malum, radikal kararlar almadıkça ne taş değişir, ne hamam bizim diyarlarda…

Ziya Adnan
10 Ekim 2013

FutboldaSiddet

Arsene Wenger: Doğruları ve Yanlışlarıyla – II…

Arsene Wenger: Doğruları ve Yanlışlarıyla – II…

Uzaklardan…

Geçen hafta, Arsene Wenger’in Kuzey Londra takımındaki ilk yıllarını hatırlatmış; yıldız futbolcuya değil, yıldız futbolcu yaratmaya inanan bir futbol bilgesinin ellerinde Arsenal’in Ada futbolunda yükselişini yazmıştım. Bu hafta bıraktığım yerden devamla…

2006 senesinin sezon başında Emirates Stadı’na taşındı Arsenal. Projesi 2000’li senelerin başında başlamış yeni stadın mimarı Fransız teknik adam, rakipleriyle baş edebilmek için daha büyük kapasiteye sahip bir mabede sahip olmak gerektiğini görmüştü. 38.500 kapasiteli Highbury’den 60 bin’lik görkemli Emirates’e geçerken kulübün gişe hâsılatı yüzde 46 oranında artış gösterdi. Toplam kombine bilet sayısı 44 bine çıkmıştı, üstelik kombine alabilmek için bekleme sırası 8 sene civarındaydı. 2008 senesinde senelik kâr, 27 milyon Sterlinden 36 Milyon Sterline çıkarken, başkan Peter Hill-Wood, Emirates Stadı’na geçiş ile birlikte kulübün dünya futbol devleriyle hem maddi hem de sportif anlamda rekabet edebilecek güce ulaştığını vurguluyordu.

Eylül 2010’da Highbury’nin yerine yapılan 700 apartmanın satışından elde edilen 56 milyon Sterlin tutarındaki vergi öncesi kâr, işlerin planlandığı doğrultuda gittiğini gösterirken, kulübün yeni stadının yapımı süresince oluşan borcu 400 milyondan 135 milyon Sterlin’e düştü. Emirates Stadı’nda oynadığı maç başına geliri üç milyon Sterlin olan kulübün borcunu ödemesi uzun sürmeyecekti.

Yeni stadına taşınmadan önceki beş sezonda transfer harcamaları toplamı 84,5 milyon Sterlin iken, taşındıktan sonraki beş sezonda kulüp toplam 85,15 milyon Sterlin harcıyordu. “Transferde en fazla harcayanlar Listesi”nde ilk beşe giremeyen kulüp, hemen her transfer sezonunda kadrosunu Avrupa (özellikle Fransa) liglerinden adı duyulmamış genç futbolcularla takviye etti. Manchester United, Premier Lig’in kurulduğu 1992 senesinden beri transferlerde 430 milyon Sterlinin üzerinde para harcadı. O dönemde sattığı futbolculardan elde ettiği 291 milyon Sterlini çıkartırsak, kasasından çıkan toplam para 139 milyon Sterlindi. Şampiyon takımın o dönemde sezon başına transfer harcamaları 7.324.211 Sterlin iken, bu rakam Arsenal’de iki milyon Sterlin’i bile bulmuyordu.

***

Ancak son sezonlarda işler beklendiği gibi gitmedi Kuzey Londra takımında. Kupa kazandığı 2005 sezonundan sonra, kimi sezonlarda gençleri kazanırken gençlerle kaybetti; kimi sezonlarda final maçında. Örneğin 2006 senesinde Paris’te oynanan Şampiyonlar Lig’i finali, Chelsea ve Birmingham ile oynanan Lig Kupası finalleri… O finallerden birini kazansaydı, 8 senedir kupa kazanamayan takım olarak anılmayacaktı elbet. Ama olmadı…

Arsenal, her sezon elindeki yıldız futbolcuları birer ikişer kaybederken Ada futbolunun “Feeder Club”u (yetiştirici kulüp) olarak anılmaya başlandı. Zaman zaman Premier Lig’in göze en hoş gelen futbolunu oynasa da takımdan ayrılan yıldızların yerlerinin doldurulamayışı sorunun temeli haline geldi. Üstelik umut bağladığı transferler de bekleneni verememişti. Arshavin, Chamakh, Squillaci, Mannone, Gervinho, Denilson, Ju-Young Park, Nicklas Bendtner, Carlos Vela ilk anda aklıma gelenler…

Ama başarısız sayıldığı sezonlarda bile mutlaka ligi ilk dört içinde bitirmiş olması, son 16 sezondur Şampiyonlar Liginde yer alması, inandığı futbol felsefesinden asla taviz vermemesi artı hanesine yazıldı. Ancak her sezon biraz daha kan kaybeden takımını izlerken Liverpool’un efsane kaptanı Alan Hansen’in 1995 senesinde söylediği cümle gelirdi hep aklıma: “You can not win anything with kids” (Çocuklarla hiçbir şey kazanamazsınız)…

İlk dokuz sezonunda bir devrim yapmış ve Arsenal’i yeniden yapılandırmış olan Arsene Wenger, 2005 senesinden sonra düşüşe geçti. Kimileri bu düşüşü yönetimin transfere kısıtlı bütçe ayırmasına bağlıyor; kimileri de Wenger’in transfer bütçesine sahip olduğuna, ancak para harcamayı sevmediğine, varyemezliğine veriyordu.
Velhasıl her fani gibi Wenger’in hataları oldu: 2012 yazında, kulüp tarihinin en büyük golcüsünü en büyük düşmanına satmış olması gibi… Sattığı futbolcuların yerine en az onlar kadar yetenekli olanlarını transfer edememiş olması gibi… Parayı inatla başarının önüne koymuş olması gibi… Transfer dönemlerinde takıma gerekli takviyeleri yapmamış olması gibi… Ve belki de en önemlisi, Sir Alex ikinciliği başarısızlık olarak kabul ederken, onun her sezon dördüncülüğü hedeflemesi gibi…

2012-2013 sezonun ilk aylık finansal raporunda, kulübün 17,6 milyon Sterlin kâr yaptığı açıklaması, üstüne üstlük kasasında 123 milyon Sterlin rezervi dururken transfer sezonlarındaki sessizliği taraftarın sabrını taşırıyordu. Bir zamanlar tribünlerde sıklıkla görmeye alıştığımız “İn Wenger we Trust” (Wenger’e güveniyoruz) flaması, “In Wenger we rust” (Wenger’le paslanıyoruz) söylemine bırakmıştı. Ne hazin!

***

Geçtiğimiz yılın Ekim ayında “Eurosports”a verdiği bir söyleşide okumuştum: “Robin Van Persie’yi görmek içimi acıtıyor!” diyordu Wenger.
Sanırım, son sezonlarda kaybettiği maçlarda, takımını başını ellerini alarak izlerkenki üzgün hali, geçen sezon Şampiyonlar Ligi maçında Alman panzerleri karşısında takımının düştüğü aciz durum çoğunluk Arsenal taraftarının da içini acıtıyordu. Sözleşmesi 2014 senesinde bitecek olan teknik direktörün kredisini tükettiğini düşünüyordu nicedir maçlarda yanımda oturan yaşlı Arsenal taraftarı. Artık seveni kadar sevmeyeni de çoktu. Arsenal taraftarlarının kurmuş olduğu “Black Scarf Movement”ın (Kara atkı hareketi) internet sitesindeki (http://www.blackscarfafc.co.uk/) şu cümle takımın son senelerdeki düşüşünü anlatıyordu: “Where has our Arsenal Gone?” (Bizim Arsenalimiz’e ne oldu?)

***

Ancak transferin son gününde beklenmedik hamleyi yaptı Wenger ve Real Madrid’den Mesut Özil’i kulübün rekor transfer ücreti karşılığında kadrosuna kattı. 24 yaşındaki yaratıcı orta saha oyuncusu takıma yeni bir hava getirirken bu sezon ligde oynadığı altı maçın beşini kazandı Topçular. Üstelik Şampiyonlar Ligi’nde oynadığı iki zorlu maçı da kazanarak. Kim bilir, elindeki yıldızlarını kaybetmese ya da kaybettiklerinin yerine yenilerini getirebilse son sezonlarda kupa kazanması da mümkün olabilirdi. Ama olmadı. Şimdi ise Mesut’lu takım kadrosuyla bu sezon kupa kazanmanın ve “Mesut” olmanın planlarını yapıyor Profesör…

Ve Arsenal taraftarı heyecanla bekliyor…

Ziya Adnan
2 Ekim 2013

ArseneWengerDogulariVeYanlislariylaII

Arsene Wenger: Doğruları ve Yanlışlarıyla – 1…

Arsene Wenger: Doğruları ve Yanlışlarıyla – 1…

Uzaklardan…

Arsenal’in, Fenerbahçe’yi zorlanmadan eleyerek üst üste 16. sezon Şampiyonlar Ligi’ne katılmaya hak kazandığı zamanlarda şu istatistiklere denk geldim Ada basınının çok okunan gazetelerinden birinde: Takımın en son kupa kazandığı 2005 senesinden günümüze 3.023 gün geçmiş. O süre içinde takımdan ayrılan 25 futbolcunun başka takımlarda kazandığı madalya sayısı 75… Kimler yok ki ayrılık rüzgârının savurduğu futbolcular listesinde: Henry, Fabregas, Nasri, Clichy, Van Persie, Vieira, Adebayor, Flamini, Reyes, Edu, Gilberto, Pires ve diğerleri…

2011 senesinde, 8 sezondan sonra Arsenal’den ayrılan Fabregas, Barça’da geçtiğimiz sezon şampiyonluk yaşarken, Samir Nasri ve Gael Clichy, Fildişili savunma oyuncusu Kolo Toure 2011-2012 sezonunda Manchester City ile şampiyonluk kazanıyor; bir sezon sonra o kupayı eski takım arkadaşları Robin Van Persie kaldırıyordu. Londra takımından ayrıldıktan sonra, yedi tepeli şehrimde iki şampiyonluk yaşayan Emmanuel Eboue’ye de selam çakalım bu vesileyle.

***

O futbolcuları zaman içinde takıma kazandıran Arsene Wenger; Arsenal futbol tarihinin ilk yabancı hocası, gelmiş geçmiş en başarılı teknik direktörü… 22 Ekim 1949 Strasbourg doğumlu, 1974 senesinde Strasbourg Üniversitesi’nde ekonomi mastırını tamamlamış. “Profesör” lakabı da aldığı eğitimden miras… Ada futbolundaki ilk zamanlarında, Paris St Germain’den yarım milyon Sterlin bedelle transfer ettiği 17 yaşındaki Nicolas Anelka’yı, iki sezon sonra Real Madrid’e 22,3 milyon Sterlin karşılığında satmış olması ekonomiyi iyi bildiğinin göstergesi. Fransızca, Almanca ve İngilizceyi iyi bildiği; İspanyolca, İtalyanca, Japonca konuşabildiği zaten biliniyor.

Profesyonel futbolculuk kariyeri üzerine fazla bilgi yok. Henüz 18 yaşında Fransa 3. Lig takımlarından Mutzig’de top koşturmuş. O dönemde oynadığı mevki bile bilinmiyor. Futbola ilk başladığı FC Duttlenheim’in başkanı Marcel Brandner, “Sahada olup biteni çok iyi gözlemler, takım arkadaşlarını oyunun akışına göre yönlendirirdi,” diyor. 1978 senesinde RC Strasbourg’la 12 maça çıkmış. 1981 senesinde aldığı teknik direktörlük diploması sonrası RC Strasbourg’un genç takımını çalıştırmaya başlamış…

1983 senesinde 2. Lig takımlarından AS Cannes’e yardımcı antrenör olarak gelmiş. Bir senelik deneyimden sonra Michel Platini’nin babası Aldo Platini’nin tavsiyesi ile Nancy takımının başına getirilmiş. O yıllarda AS Monaco’da teklif götürmüş kendisine, ancak Nancy başkanı Jacques Rousselot bırakmamış teknik direktörünü. 1987 senesinde takımın küme düşmesi vesile olmuş Monaco’ya gelmesine. 1995 senesine kadar bir şampiyonluk(1987-1988), iki ikincilik kazanmış. Sonrasında 1995-1996 sezonunda Japonya’da Grampus Eight macerası…

1996 senesinin Ağustos ayında, o dönem Arsenal’den kovulan teknik direktör Bruce Rioch’un yerine Johan Cruyff’un geçmesi beklenirken, kulübün 2. başkanı David Dein sürpriz bir kararla takımın yeni teknik patronu olarak onun adını açıklıyordu. Adı sanı duyulmamış bir futbol adamının Arsenal’in başına getirilmesini “Arsene Who?” (Arsene de kim?) başlığıyla duyuruyordu Londra’nın çok satan gazetesi “The Evening Standard”.

Futbolcusunun özel hayatından, diyetine, antrenman programına kadar tüm detaya önem veren bir teknik direktörün sorumluluğunda değişim başlamıştı. İngiltere’de çok fazla şeker ve kırmızı et tüketildiğinin altını çizerken, Japonya’da geçirdiği senelere dair gözlemi kayda değer:

“Their diet is basically boiled vegetables, fish and rice. No fat, no sugar. You notice when you live there that there are no fat people…” (Diyetleri kaynamış sebze, balık ve pirinçten ibarettir. Yağ ve şeker kullanmazlar. Ülkede yaşarken dikkatinizi çeken, kilolu insanların olmayışıdır…)

***

Arsenal kariyerinin ilk 9 senesi takdire şayan… O dönemde takım Premier Lig’i ikinciliğin altında bitirmedi. George Graham döneminde katı savunma anlayışıyla nam salmış takımın futbol felsefesini değiştirmiş, hızlı pas yapabilen, kanatları iyi kullanan, dikine oynayabilen hücumcu bir takım yaratmıştı. İzlenmesi keyif veren bir takım haline gelmişti Arsenal, günümüzün Barça’sı misali. Çoğunluk taraftarın pahalı transferler istediği zamanlarda, o kendi gençlerine şans vermek istediğini söylüyordu her fırsatta. Mourinho’nun, “Çocuk bakıcılığı yapmaktan takımını şampiyon yapamıyor,” cümlesi pek de haksız sayılmaz yani…

Premier Lig’i üç kez (1998, 2002, 2004) kazanırken, İngiltere Federasyon Kupası’nı dört kez (1998, 2002, 2003, 2005) kaldırdı. 2003-2004 sezonunda 49 maçta yenilgi yüzü görmemiş “Invincibles”ı (yenilmezler) kim unutabilir ki! Kalede Lehmann, savunmada Cole, Campbell, Touré, Lauren, orta sahada Vieira, Pirès, Ljungberg, Gilberto, hücumda buz adam Bergkamp ve müthiş golcü Henry. Günümüzde dünya futbolunun en iyisi kabul edilen Barca’nın bile böylesine uzun bir yenilmezlik serisi yakalayamadığını hatırlatalım…

Şimdilerde Katalan takımının oyun felsefesini sıkıcı bulanlar gibi, o dönemlerde de abartılı pas trafiği nedeniyle eleştirildiği oluyordu Wenger’in takımının. Sky Sport’un yorumcusu, eski futbolcu Andy Gray, “Sanki amaçları topu kaleye yürüyerek sokmakmış gibi oynuyorlar!” cümlesi ile özetliyordu durumu…

***

Bir de Wenger öncesi var, yeni nesil Arsenal taraftarlarının bilmediği. Onun göreve geldiği 1996 senesinin öncesinde başarıya fena hasretti Kuzey Londra’nın topçuları. Öyle ki George Graham döneminde hemen her hafta 1-0 biten maçlarına itafen “Boring Boring Arsenal” (Sıkıcı Sıkıcı Arsenal) tezahüratı yankılanırdı Ada tribünlerinde. Velhasıl o, yalnız başarıyı değil, futbola farklı bakış açısını da beraberinde getirdi. Japonya’da geçirdiği Grampus Eight günlerine dair enfes söyleşisinde okumuştum; Şöyle diyordu profesör;

“Sumo güreşi seyrederken öğrendiğim şey şu: Güreş bittiğinde asla kimin kaybettiğini anlamanız mümkün değil; çünkü kaybedeni utandırmamak için hislerini asla dışa vurmazlar!”
Böylesine bir bilge…

Haftaya: Arsene Wenger: Doğruları ve Yanlışlarıyla – II…

Ziya Adnan
20 Eylül 2013

Arsenal2003-04

Şimdiki Çocuklar Azizim…

Şimdiki Çocuklar Azizim…

Uzaklardan…

Şimdiki çocuklar azizim, ah şimdiki çocuklar! Her şeyleri var azizim: İnternetleri, cep telefonları, ipodları, bilgisayar oyunları, en afili teknoloji harikaları… Baksana futbolları bile farklı: Yayıncı kuruluşları, kombineleri, taraftar grupları, havalı yabancı futbolcuları, her sezon mutlaka yeni, gıcır gıcır formaları, takım ürünleri, televizyon kanalları… Oysa biz… Oysa biz azizim! Şimdi çok eskide kalmış siyah beyaz zamanlarda, adını sokağından alan, balkonunda sarmaşıkların olduğu, önü sokağa, arkası boş arsaya bakan o üç katlı mavi apartmanda neyimiz vardı ki, söyle neyimiz? Sen, ben, o, birkaç arkadaş… Biz bizeydik yani… Biz bize azizim…

Ne canlı maç yayını azizim, ne Şampiyonlar Ligi! Televizyon dediğin sadece tek kanal… TRT, İstiklal Marşı ile açılır yine öyle kapanırdı. Renkli izlemek için cama renkli kağıt yapıştırırdı bizimkiler. Topu topu Uzay Yolu, Kaçak, Bonanza, sanat müziği koroları, ha bir de Zafer Cilasun haberleri… Sabahları o kocaman radyoda “Arkası Yarın” başlardı. Hep yarını beklerdik merakla. Pazar günleri, merdaneli çamaşır makinesinin sesi kaplardı evi. Maçlar radyodan anlatılır, taş plaklarda Zeki Müren şarkıları çalardı. Sahi ne oldu o taş plaklara, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlara, kara toprakta biten sevdalara azizim, söyle ne oldu?

Ne halı sahası azizim, ne halı sahası! Sokaklarda oynardı çocuklar. Koskoca bir oyun parkını andıran, henüz arabaların istilasına uğramamış, hırpani ama sevimli kedilerin, köpeklerin cirit attığı boş sokaklarda… Şairin mısralarındaki gibi, “Evler kedisiz yetim, sokaklar kedisiz üvey sayılırdı.” Havanın erkenden karardığı soğuk kış gecelerinde yanık odun kokusu kaplardı sokakları. Bozacılar, bekçiler, sütçüler… Biz o sokaklarda büyüdük, biz bize azizim! Hiç bitmezdi oyunlar, boş çerçeveler dolmamıştı daha. O mavi apartmanın arkasındaki arsada yapılırdı mahalle maçları. Lakaplar takardık birbirimize. En iyimiz mutlaka “Pele”, en kötümüz “kova” olurdu. Faniladan bozma, arkasına ayakkabı boyasıyla ad ve numara yazdığımız formalarımız. Forma numaraları sadece 11’e kadardı, kaleci mutlaka 1 numara… Topu olan mutlaka kadroda yerini alırdı. 10 numaranın karizması diye bir şey bilinmezdi, o da bizden biriydi işte…

Sonra topumuz olurdu; binbir güçlükle biriktirilmiş harçlıklarla mahalle bakkalından alınmış iki plastik top: Biri yırtılmış, diğeri içine geçirilmiş, rüzgârdan uçmasın diye… Hangi çocuk akıl etmişse! Taştan kaleler, adımlayarak ölçtüğümüz… Kimse kaleci olmak istemezdi. Kanayan dizlerimiz, sahi ne çok kanardı dizlerimiz. Hep yenerdik aşağı mahallenin takımını, hep yenerdik azizim! Yenilen takım yenen takıma istemeye istemeye gazoz ısmarlardı. Uludağ gazozu ve içine karper peynir konulmuş çeyrek ekmeğin tadı da ayrı olurdu, bilsen. Ah bir de maçın en güzel yerinde, tam da golün sevincini yaşayacakken annelerimiz evden çağırmasaydı azizim!

***

Adına futbol denilen o güzel oyuna o zamanlar sevdalanmıştık. Göztepe, Adana Demirspor, Feriköy, Beykoz, Altınordu, Vefa, PTT, Hacettepe, Şekerspor, Altay, Karagümrük… Söyle ne oldu o takımlara azizim, söyle ne oldu sarı siyahlı PTT’ye, “Çizgideki Gladyatör” Metin Oktay’a, Varol’a, kaleci Baskın’a, Elma Fikri’ye, Selçuk abiye, Amigo Sefa’ya…

Ne yayıncı kuruluşu, Digitürk’ü, Telegol’ü, belediye takımları, pazartesi maçları azizim! Futbol sadece hafta sonları oynanırdı. Maç günleri soluğu tribünlerde alırdı çocuklar. Dolar taşardı futbol mabetleri, hayat olurdu, bayram yeri misali. İşportacılar, köfteciler, sucular, simitçiler, tezgâh satıcıları… Köfteci Ferit dedin mi akan sular dururdu.

Sonra maçın başlamasına az kala babalarının elinden tutmuş çocuklar akardı statlara, sen ve ben gibi azizim. Hemen her maçta o stadın yolunu tutan, maç günlerini dört gözle bekleyen ve çoklukla babalarının izlerinden yürüyen sevdalı çocuklar, tribün çocukları… Sevdanın ligi olmazdı, hele de şehrini tribünden sevdiysen. Bizim takım yendiyse gözlerimizin içi gülerdi, yenildiyse yüzümüz düşerdi. “Ama üzülme, bir dahaki maçı mutlaka alacağız!” değil mi azizim?

Sonra maç bitip boşalınca tribünler, sessizliğe bürünürdü o eski stat, son müdavimler de ayrılırken yavaş yavaş. Işıklar bir bir sönerken el ayak çekilirdi, öylece kalırdı yapayalnız o futbol mabedi, bir dahaki maç gününe kadar. İçimiz burkulurdu. Ayrı kalınca özlerdik havasını, kokusunu. Dört gözle beklerdik bir sonraki maçı, gün sayardık. Sanırım o da özlerdi bizi, tribün çocuklarını. Sevda böyle bir şey olsa gerekti. Sahi azizim söyle ne oldu o şehrine sevdalı babalara, tribün çocuklarına, o eski statlara, o eski köklü takımlara?

***

İşte bir futbol sezonu daha başlıyor azizim: Ankaragücü’nün, Göztepe’nin, Adana Demirspor’un, Vefa’nın, PTT’nin, Beykoz’un, Feriköy’ün, Hacettepe’nin, Şekerspor’un olmadığı, onları bilenlerin bile artık onları hatırlamadığı, maç günleri statların değil kıraathanelerin dolacağı yepyeni bir futbol sezonu daha. Televizyon kanalları, oturma odalarında dev ekranlar, kıraathaneler, canlı maç yayınları, futbol programları, haftanın her günü maçlar, maçlar…

Şimdiki çocuklar azizim, ah şimdiki çocuklar! Her şeyleri var, internetleri, cep telefonları, ipodları, bilgisayar oyunları, en afili teknoloji harikaları… Baksana futbolları bile farklı, yayıncı kuruluşları, kombineleri, taraftar grupları, havalı futbolcuları, her sezon mutlaka yeni, gıcır gıcır formaları…

Oysa biz… Oysa biz azizim…

Ziya Adnan
12 Ağustos 2013

SimdikiCocuklar

Çarşı…

Çarşı…

Uzaklardan…

Oysa Başbakan’ın bir cümlesiyle kapanıverirdi mesele…

“Topçu kışlasını yapmaktan vazgeçtik,” deseydi; “O kışlanın tarihi varsa bu parkın da tarihi var, bunu geç de olsa gördük,” deseydi; “Son zamanlarda toplumu hayli geren konuşmalarımdan dolayı tüm vatandaşlarımdan özür dilerim,” deseydi; “İster ayran için, ister bira, keyif sizin değil mi kardeşim,” deseydi. Deseydi deseydi… Hani o demedi, bari yanıbaşında el pençe duran onca danışmanlarından biri hatırlatsaydı bir ağacın ömrünün bütün muktedirlerden daha uzun sürdüğü gerçeğini, dünyanın hiçbir medeni ülkesinde bir kışla yapmak için ağaçları kesmediklerini… Dünya şehirlerlerinden Londra mesela… Şehir merkezinde yer alan 1,6 kilometrekareye yayılmış, 1600’lü senelerden beri misafirlerini ağırlayan, yazı başka güzel, kışı başka yeşil Regents Park’ı hatırlatsaydı birileri. Ya da ondan çok da uzak olmayan Hyde Park’ı… Şimdi orada Başbakan çıkıp, “Biz Regents Park’a kışla yapacağız, illaki yapacağız,” dese Londra halkının tepkisi ne olur dersiniz? Ya da başka bir soru: Orada Başbakan böyle bir şeyi söyleyebilir mi?

Parkı bahçeyi bir kenara bırakıp, sözü Gezi Parkı eylemlerinde başı çekmiş Çarşı grubuna getirelim, bu vesileyle selamlayalım dik duruşlarını, duyarlılıklarını, öncülüklerini. Ama önce; Beşiktaşlı değilim, bu bilinsin. Hem zaten erkek adamın tuttuğu takım nüfus kağıdında yazar. Beşiktaş denilince aklıma siyah-beyaz renklere gönül vermiş yakın arkadaşlarım (Aksel kardeşime selam çakalım) bir de can-ı gönülden Beşiktaş’a başkan olmasını dilediğim İbrahim Altınsay gelir. Umarım çok uzak olmayan gelecekte bir gün mutlaka…

Çarşı’ya gelince, Irak’ın işgalinden önce tribünlerde açtıkları “Çarşı Savaşa Karşı” pankartını hatırlıyorum. Helal olsun demiştim. Sonra savaş karşıtı duruşları hep devam etti; öylesine dik, öylesine eyvallahsız. Gezi Parkı direnişindeki dik, eğilmez duruşu Al-Ahly’i hatırlattı, onları da analım; malumunuz Mısır’ın değerlisi. 1907 senesinde İngiliz Mitchell Ince tarafından kurulmuş, kuruluşundan üç sene sonra kulüp üyeliğini halka açmış “The people’s club” (Halkın takımı)… Mısır futbolu deyip geçmeyin, günümüzde 50 milyonun üzerinde taraftara sahipler. Rakip Zamalek SC’yi yabancıların ve zenginlerin takımı olduğu için hiç sevmezler. İki takım arasındaki maçlar dünya futbolunun en gergin 10 derbisinden biri olarak biliniyor. Mısır’ı bölen derbi anlayacağınız… İngiltere’nin saygın gazetelerinden The Guardian, 2008 senesinin Temmuz ayında iki takım arasındaki rekabeti anlattığı yazının başlığını “The world’s most violent derby” (Dünyanın en sert derbisi) koymuş. 1970’li senelerde, kanlı derbi maçlarında yaşanan ölümlerden sonra Mısır Futbol Federasyonu iki takımın maçlarının tarafsız sahada oynanmasına karar vermiş.
Ülkede gerçekleşen Tahrir devriminde ön saflarda yer almışlar, Zamalek SC taraftarları ile birlikte omuz omuza sokak direnişinin öncülüğünü yapmışlar. 82 yaşındaki Hosni Mubarak’in 30 sene süren katı, gaddar rejimine karşı Tahrir meydanını savunmuşlar. Polis dayağına, copa, göz yaşartıcı gaza geçmişten gelen dayanılılıkları varmış. Belli bir merkezleri olmadığı halde, sosyal medyayı kullanarak örgütlenmişler. Olaylar sırasında üç ölü vermişler ama dönmemişler. Mubarak rejiminin yıkılımasında en büyük payın onların olduğu söyleniyor.

“Ultras Ahlawy” grubunun kurucularından Ahmed Ghaffar, 2012 senesinin Temmuz ayında, İngiliz televizyon kanalı “Channel 4” ile yaptığı söyleşide şöyle diyor: “Being an Ahly fan means you’re someone full of revolution and love for this country.” (Ahly taraftarı demek, devrimi içinde, yüreğinde taşımak ve bu ülkeye aşık olmaktır).
Devam ediyor Ghaffar: “ We went down to the streets to be part of the revolution as Egyptian citizens, not as Ultras.” (Biz sokaklara Mısır halkı olarak devrimin parçası olmak için çıktık, Ultras olarak değil.).

Ancak bu direnişin bedelinde fazlasıyla ödemiş Al-Ahly taraftarları. 1 Şubat 2012 tarihinde Al-Masry takımıyla Port Said Stadı’nda oynanan maç esnasında çıkan olaylarda 79 taraftar hayatını kaybederken 1000’den fazla taraftar yaralanmış. O kara günde derin devlet, yenilginin rövanşını almış.
Tahrir meydanı olayları Gezi Parkı ile aynı değil elbette. Mesele de o değil zaten. “In the new Egypt, the heroes are in the stands, not on the pitch” (Yeni Mısır’da kahramanlar tribünlerdedir, sahada değil) demiş Ahmed Ghaffar, mesele budur aslında.

Velhasıl o güzel topraklarda, demokrasi ve özgürlük umudunu yeşerten halkımızın yanında olan, başta Çarşı olmak üzere rengi ne olursa olsun tüm takımların taraftarlarını tek yürek görmüş olmaktır güzel olan. Futbol hiçbir zaman sadece futbol değildir zira. “Merkez siyah desene”den, “Yolda bize eşlik eden Beşiktaş sahilinin martılarına ve gölgesini bizden esirgemeyen ağaçlara teşekkür ederiz,” cümlesiyle biten mektuplarına kadar anılarımızda hep kalsınlar, hiç unutulmasınlar…

Ziya Adnan
12 Haziran 2013

Carsi