Common Sense FC…

Common Sense FC…

Uzaklardan…

7 Ekim 1976 doğumlu Brezilyalı orta saha oyuncusu Gilberto Silva’nın yıldızı 2002 Dünya Kupasından sonra parladı… O yıllarda ülkesinde América Mineiro forması giyen topçunun, futbolun en görkemli şöleninden sonra talipleri artıyor, Aston Villa ve Arsenal’in başı çektiği Ada kulüpleri onu saflarına katabilmek için uğraşıyordu. 7 Ağustos 2002 tarihinde, 4,5 milyon Sterlin transfer bedeliyle Arsenal’e transfer olduğunda takımın hocası Wenger, “Futbolu basit oynayan komple bir orta saha oyuncusu” olarak tanımlamıştı futbolcusunu. Arsenal savunmasının önünde oynayacak, rakip ataklarda ‘kesici’ rolünü üstlenecekti. 11 Ağustos 2002’de, sezonunun başlamasına az kala Liverpool karşısında oynanan ‘Community Shield’ kupa maçında takımına galibiyeti getiren golü atıyor, eylül ayında oynanan Şampiyonlar Ligi maçında PSV karşısında maçın 20 saniyesinde kaydettiği golle rekor kitaplarına geçiyordu. Arsenal’de geçirdiği altı sezonda 170 maçta forma giyerken, bir sezonda (2003-2004) Premier Lig şampiyonluğu yaşadı, iki sezonda da İngiltere Federasyon Kupasını kaldırdı.

17 Temmuz 2008’de, 32 yaşına basmasına az kala Panathinaikos’a transfer olduğunda kariyerini doğup büyüdüğü topraklarda noktalamak istediğini, futbol sonrasında bir çifllik satın alarak çiftçilikle uğraşmayı, ailesi ile birlikte huzurlu zamanlar geçirmeyi düşündüğünü söylüyordu. 2009-2010 sezonunda takımıyla Yunanistan lig şampiyonluğunu kazandıktan sonra 9 senelik Avrupa macerasına son verdi. 2011 senesinin mayıs ayında, Brezilya futbolunun devlerinden Grêmio ile 18 aylık sözleşme imzaladı. Yakın geçmişe kadar futbola ilk başladığı kulüp Atlético Mineiro’da devam ediyordu 2001 -2010 seneleri arasında 93 kez milli olmuş futbolcu…

***
Geçtiğimiz günlerde The Guardian gazetesinde yayınlanan söyleşisinde, uzun yıllar Avrupa’da top koşturduktan sonra Brezilya futbolundaki az gelişmişliği daha iyi gözlemlediğini, onca zamandan sonra bile ülkesinde bazı şeylerin değişmediğini vurguluyordu. Futbolcular Avrupa’da top koşturan meslektaşlarına kıyasla çok az kazanıyor (Brezilya’nın üst liginde oynayan ortalama bir futbolcunun haftalık kazancı yaklaşık 350 Sterlin), zemini bozuk sahalarda her an sakatlanma riskiyle karşı karşıya kalıyordu. Yetersiz antrenman sahaları, profesyonel futbola yakışmayacak ilkellikte soyunma odaları, futbolcuların can güvenliğinin olmayışı Brezilya futbolunun geçmişten gelen iflah olmaz hastalığıydı. Üstelik Brezilya liglerinde takımlar sezon içinde çok fazla maç oynamak zorunda kalıyor, yorucu ve uzun deplasman yolculukları, futbol oynamaya müsait olmayan berbat zeminler futbolun kalitesini olumsuz etkiliyordu. Bir seferinde, bir Brezilyalı gazeteci kendisine, “Avrupa’da oynarken daha çok göze batıyorsunuz, burada biraz daha sıradan!” demiş. Onun gazeteciye verdiği cevap ders niteliğinde: “Avrupa’da ki zeminler ve saha şartları burada olsa bu yorumu yapamazdınız!”

Ayrıca tribünlerdeki futbol şiddeti hız kesmemişti. Yakın geçmişte Sao Paulo bölgesinde yer alan ülke futbolunun iki büyük kulübü Corinthians ve Ponte Preta’nin antrenman sahaları “Ultras” adı verilen taraftar grupları tarafından basılmış, iki takımın futbolcuları silahlı taraftarlar tarafından tehdit edilmişti. (Bu durum bize de çok yabancı olmasa gerek!)
Velhasıl 2014 Dünya Kupasına ev sahipliği yapacak Brezilya’da futbolun karrnesi hiç iyi değildi. Silva gibi uzun seneler ülkesinden uzaklarda top koşturmuş eski Fenerbahçeli Alex (bu vesileyle selam çakalım bizim topraklarda top koşturmuş efendi Brezilyalıya) ve Roma takımının savunmacısı Juan da Silva ile aynı görüşü paylaşıyor, ülkede yeni yapılan stadyumların futbolcuların temel sorunlarını çözemeyeceğini düşünüyordu. Ülkede ses getirecek, futbolcuların geleceklerini güvence altına alacak sendikal bir hareketin kurulma zamanı gelmişti…

Geçtiğimiz Eylül ayında, Alex ve Juan’ın önderliğinde başladı “Bom Senso FC” (Common Sense FC) hareketi. Türkçesi sağduyu… Eh, boşuna kaptan Alex dememişler. Kısa sürede ülke futbolunun tanınmış futbolcuları değişim adına Brezilya Futbol Federasyonu CBF’ye çağrıda bulunuyor; sporcuların onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak, geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almak için yeni reformlar talep ediyordu. O günden beri binden fazla futbolcu katılmış harekete. Sayıları giderek artıyor. São Paulo kalecisi Rogério Ceni’ye kulak verelim: “Brezilya futbolunun standardını yükseltme zamanı gelmiştir; yalnız futbolcular için değil, taraftarlar, yöneticiler ve sponsorlar için de. Bu bir isyan hareketi değil, uzun vadede ülke futbolunun sorunlarına çözümler üretecek bir proje olarak görülmelidir.”

***

Yeri gelmişken çok eskide kalmış zamanlarda futbol düzenine başkaldırmış, futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden hep dışlanmış, bu yüzden futbol hayatını erken noktalamak zorunda bırakılmış, ama hiç yılmamış, hiç vazgeçmemiş Metin Kurt’u da yâd etmeden geçmeyelim. 2012 senesinin Ağustos ayında aramızdan ayrıldı sahaların en solcu açığı, nam-ı diğer “Çizgideki Gladyatör”, huzur içinde yatsın.

Common Sense FC’ye dönersek, Futbol Federasyonu’nun taleplerini dinlememesi durumunda nisan ayı içinde maçları boykot edebileceklerini, bazı kulüp yöneticilerinin ve taraftar gruplarının karşılarında olduğunu, Common Sense FC hareketine katıldıktan sonra kulübü Atlético Mineiro tarafından serbest bırakıldığını, 37 yaşında kendisine yeni kulüp aradığını söylüyor Gilberto Silva. Brezilya kulüpleri ile Avrupa kulüplerinin yönetiliş biçimleri arasında kıyaslanmayacak ölçüde büyük fark olduğunu vurguluyor. Arsenal’de Arsene Wenger’in teknik konularda tek sorumlu olduğunu, alt yapıdaki futbolculardan, ‘A’ takımın yıldızlarına kadar her futbolcunun gelişimini düzenli olarak takip ettiğini, Brezilya’da ise bazı kulüplerde, alt yapı futbolcularının ‘A’takımın antrenmanlarını izlemesinin bile yasak olduğunu dile getiriyor: “Arsenal’de başkan David Dein teknik işleri Wenger’e bırakır, ama genç takımda forma giyen yeni yetmelere kadar herkesi tanırdı. Kulüpte top koşturan her futbolcu hakkında detaylı bilgiye sahipti. Bugün Brezilya Futbol Federasyonu Başkanı, ilk kez milli formayı giymiş futbolcusunun adını bile bilmiyor! Yöneticiler futboldan anlamayan zenginler arasından seçiliyor (burası biraz tanıdık geldi!).”

Common Sense FC… Haysiyet mücadelesinde yolları açık olsun…

Ziya Adnan
5 Nisan 2014

CommonSense

David Moyes: Günümüzün Wilf McGuinness’i…

David Moyes: Günümüzün Wilf McGuinness’i…

Uzaklardan…

“Yönetim kendisine ne kadar zaman tanır bilemem ama kendini şanslı saymalı. En azından benim gibi saçları dökülmedi!”
Wilf McGuinness

Wilf McGuinness… Sanırım bu isim çoklarına aşina gelmeyecektir. “O da kim?” dediğinizi duyabiliyorum. Oysa vakt-i zamanında önemli bir futbol adamıymış kendisi. 25 Ekim 1937’de Manchester’da dünyaya gelmiş. 1954–1959 arasında takımda top koşturmuş, sonra rezerve takımı çalıştırmış. 1969 senesinde, kulübün efsanesi Busby’nin genel menajerliğe getirilmesinden sonra İskoç futbol adamından boşalan teknik direktörlük görevini ona vermişler. Kulübü yakından tanıyan eski bir futbolcu için rüyanın gerçek olması… Bilirsiniz işte, hemen her futbolcunun hayalidir sevdalısı olduğu takımın gelecekte bir gün teknik direktörü olmak. Kaçına nasip olur ki!

Ancak onun rüyası kısa sürmüş, kendi anlatımıyla “four seasons!” (“season”, sezon anlamında değil, mevsim anlamında!). Yaz, sonbahar, kış, ilkbahar… 31 yaşındaymış teknik direktörlük görevine getirildiğinde, haftada 80 Sterlin kazanıyormuş. Lakin işler umduğu gibi gitmemiş, 19 ay ancak dayanabilmiş kulüpte. En büyük kâbusu, George Best gibi haşarı, ele avuca sığmaz bir futbolcuyu dizginleyememek olmuş. O dönemde stres ve üzüntüden saçları tümden dökülmüş, “Kulübe tazminat davası açmayı bile düşündüm!” diyor şakayla karışık…

Bu vesileyle efsane Busby’i de unutmayalım. Sir Alex Ferguson’a kadar, kulüp tarihinin en başarılı hocası… 1945–1969 arasında teknik direktörlük yaptığı takımda beş şampiyonluk yaşamış, iki sezonda Federasyon Kupası’nı, 1967—1968 sezonunda günümüzdeki adıyla “Şampiyonlar Ligi”ni kazanmış. 1958 senesinin Şubat’ında, 23 kişinin hayatını kaybettiği Münih uçak kazasında hayatta kalanlardan. İki ay hastanede kaldıktan sonra takımın başına dönüp, takımı yeniden inşa etmiş. Günün birinde McGuinness’i ofisine çağırıp, artık emekliye ayrılmak istediğini, yerine onun geçmesini istediğini söylemiş. O dönemin önemlileri Jock Stein veya Don Revie’nin Kırmızı Şeytanlar’ın başına geçmesi beklenirken, rezerve takımın hocası bir anda kendini ‘A’ takımın başında buluvermiş…

Ama umulduğu gibi gitmemiş o serüven. Takımda bulunduğu sürede Federasyon Kupası’nda üç yarı final oynamış ama Busby gibi kupalar kazanmış bir teknik direktörden sonra hal ve gidişi yetersiz görmüş kulüp yönetimi. 1970 senesinin Aralık ayında deplasmanda, Derby County’nin Baseball Ground Stadı’nda oynadikları, takımın 4-4’lük beraberliği zor kurtardığı maçtan sonra görevine son verilmiş. Bir süre United’ın rezerve takımını çalıştırdıktan sonra soluğu Yunanistan’da, Aris Thessaloniki kulübünde almış, 1971—1974 arası takımın teknik direktörlüğünü yapmış. Kariyerini 1975–1977 sezonunda o dönem çalıştırdığı York City takımında noktalamış.

***

Aslında onun hikâyesi şimdilerde United’ın içinde bulunduğu durumu anlatıyor, malum tarih dediğin tekerrürden ibaret… Takımın 26 sene teknik direktörlüğünü yapmış, 13’ü lig şampiyonluğu olmak üzere toplamda 38 kupa kazanmış Ferguson’dan sonra, İskoç olmaktan başka benzer yanı olmayan, kariyerinde hiç kupa kazanmamış David Moyes’un sezon başından beri yaşadıkları gibi… Moyes da tıpkı McGuinness gibi emekliye ayrılan kulüpte efsaneleşmiş bir teknik direktörün yerini doldurmaya, onun izinden yürümeye, onun gibi takımla şampiyonluklar yaşamaya, kupalar kaldırmaya, onu yokluğunu aratmamaya çalışıyor. Ama gel gör ki gelen gideni aratıyor, en azından şimdilik. Malum bu sezon Şampiyonlar Ligi hariç her kulvarda hüsranı yaşıyor Kırmızı Şeytanlar… Premier Lig’de oynadıkları 32 maçta 10 mağlubiyetle 7. sıradalar… İnanması güç ama lider Liverpool’un 17 puan gerisinde… Son 24 senede ligi sadece iki sezon Liverpool’un altında bitirmiş olan United, bu sezon ligde rakibine karşı iki maçta da kaybetti.

“Bir efsanenin yerini doldurmak, onun bıraktığı yerden devam etmek çok kolay değil,” diyor daha önce o yolları yürümüş, o hüsranı yaşamış McGuinness. Ve devam ediyor: “Kulüp yönetimi yeni hocaya sezon sonuna kadar dayanabilirse transfer sezonunda yapılacak birkaç takviye ile işler belki düzelebilir.”
Moyes için yapılan “Modern-day Wilf McGuinness” (günümüzün Wilf McGuinness’i) benzetmesine katılmıyor: “Moyes United’ın başına geldiğinde ülkenin en üst liginde senelerce teknik direktörlük yapmıştı, oysa benim en üst seviyede hiç tecrübem yoktu.”

Günümüzde 76 yaşında Wilf McGuinness… Hâlâ kulüpte çalışıyor, maç günleri locaların paralı ziyaretçilerini ağırlıyor. Bir nevi halkla ilişkiler… Oğlu Paul, Kırmızı Şeytanlar’ın U-18 takımını çalıştırıyor, aynı zamanda akademide yardımcı hocalık yapıyor. “Kulüp yönetimi bana biraz daha zaman tanısaydı, kim bilir belki başarılı olurdum,” diyor. “Ne kadar zaman?” diye soranlara ise her zamanki şakacı haliyle verdiği cevap ilginç “10 sene kadar!”

Ve sözlerini yine o şakacı üslübuyla Moyes’un durumuna gönderme yaparak bitiriyor “Yönetim kendisine ne kadar zaman tanır bilemem ama kendini şanslı saymalı. En azından benim gibi saçları dökülmedi!”

Ziya Adnan
1 Nisan 2014

Wilf McGuinness; bir antrenman sonrasında George Best’le...

Wilf McGuinness; bir antrenman sonrasında George Best’le…

Ah Rocky…

Ah Rocky…

Uzaklardan…

Takvimler 31 Mart 2001’i gösterirken aramızdan ayrıldığında henüz 33 yaşındaydı; futbolunun olmasa da hayatının baharında. “Hiç tanışmadığım birinin ölümüne bu kadar üzüleceğimi asla düşünemezdim,” demiş Nick Hornby; hislerime tercüman olmuş. Çok zaman önce yazmıştım ona dair ama köşe yazısı dediğin bir günlük, sonra unutulur. O yüzden ölümünün 13. yıldönümünde, bir döneme adını yeteneği, efendiliği, alçakgönüllülüğü ile yazdırmış futbol yıldızını bir kez daha hatırlayalım; bilmeyenlere, o zamanlara yetişememişlere kalemimiz yettiğince anlatalım.

2 Mayıs 1967’de Güney Londra’nın yoğun zenci nüfusuna sahip Lewisham bölgesinde dünyaya gelmiş. 1950’li senelerde Karayip Adaları’ndan İngiltere’ye göçen bir ailenin oğlu… Henüz 5 yaşındayken kaybetmiş babasını. 1982 senesinin mayısında katılmış Arsenal’in genç takımına; 1984 senesinde ilk profesyonel sözleşmesini imzalamış. Başkan yardımcısı David Dein, genç takımlarda ilk kez izlediği futbolcu için şöyle demiş o günlerde: “Bizim genç takımda bir futbolcu izledim, Brezilyalı gibi çalım atıyordu. Üstelik Brezilya’dan değil, Lewisham çocuğu!” Genç takımda oynadığı 1983-1984 sezonunda, Kuzey Londra’nın diğer takımı Tottenham’ın gençlerini 10-1 yenmişler. O genç takımdan ‘A’ takıma yükselenler arasında Tony Adams, Niall Quinn, Martin Hayes, Paul Merson, Michael Thomas da bulunuyor.

O yıllarda, birlikte top koşturduğu takım arkadaşı Martin Keown, genç 7 numaranın gözlerinin ileri derecede bozuk olduğunu, uzağı göremediği için sahada çok sıkıntı çektiğini anlatır. Neyse ki imdadına lensler yetişmiş; 28 Eylül 1985 günü Arsenal ile Newcastle United arasında oynanan ve golsüz biten maçta ilk kez Arsenal forması giymiş. Daha ilk maçında göze batmış; orta sahada oyunu yönlendiren, tempoyu ayarlayan kıvrak bir çalım ustası, öldürücü şutlara sahip bir golcü, önünde oynayan arkadaşlarına sürekli pozisyon hazırlayan yaratıcı bir lider… Gerektiğinde bir kaya kadar sert, telefon kulübesinde çalım atabilecek kadar hünerli… “Rocky” (Kaya) lakabı boşuna değil anlayacağınız… Liverpool’la oynadıkları bir maçta, karşısında oynayan Alan Hansen’ı kıvrak bir çalımla geçmiş ama savunmacının sert müdahelesiyle yerde kalmış. Hansen, o faulden sonra yüzünde tatlı-ekşi bir tebessümle ayağa kalkan futbolcunun, kendisine “Getting old?” (Ne o, yaşlanıyor musun?) diye sorduğunu hatırlıyor…

1987 yılında, 20 yaşına bastığı zamanlarda o zaman ki adıyla “Lig Kupası” finalinde Liverpool’u 2-1 yenerek sekiz sezondan beri hiç kupa kazanamamış olan Arsenal’e kupayı getiren as oyuncular arasında… Kimler yok ki takımda: Kalede John Lukic; savunmada kaptan Tony Adams, Viv Anderson, Kenny Sansom; orta sahada Michael Thomas, Paul Davis; ilerde Paul Merson, Charlie Nicholas… O sezon ligi şampiyon bitiren Everton’un ardından 4. olmuşlar. Bir sezon sonra, yine final maçı oynayan Arsenal takımında yer almış; ancak oyunun son saniyelerinde yedikleri golle maçı 3-2 kaybederek kupayı Luton Town’a kaptırmışlar.

***

Finalde gelen yenilgi uzun zamandır uykuda olan Arsenal’i fena sarsacak, kendine getirecekti. Disiplin delisi İskoç George Graham’ın teknik direktörlüğünü yaptığı takım 1989 senesinin mayısında Ada futbolunu sallıyor; sezonunun son maçında, Anfield Stadı’nda son saniyelerde Michael Thomas’ın attığı golle Liverpool’u 2-0 yenip şampiyonluk kupasını kaldırıyordu. Arsenal’ın şampiyon olabilmesi için en az iki farkla kazanması gerekiyordu ve Ada futbolunun en unutulmaz akşamında, Kuzey Londra takımı 1971’den beri ilk kez şampiyonluk kupasını kazanıyordu. Maçtan sonra Anfield Stadı kaçan şampiyonluğa ağıt yakarken, 350 kilometre ötede şimdilerde tarih olmuş Highbury Stadı’nda toplanmış binlerce Arsenal taraftarı şampiyonluğu kutluyordu. O şampiyonluktan iki sezon sonra, 1990-1991 sezonunda Arsenal tüm sezon boyunca sadece bir maç kaybederek bir kez daha şampiyon oldu. Sakatlıklarla boğuşan 7 numara o sezon yalnızca 18 maçta forma giyebilmişti.

1992 senesinde, iki milyon Sterlin karşılığında Leeds United’a yollandığında kariyerinin en zor zamanlarıını yaşıyordu. Takım arkadaşı Paul Davis, onun takımdan ayrıldığı gün çok üzgün olduğunu, gözyaşları içinde istemeye istemeye gitmek zorunda kaldığını anlatır. Arsenal taraftarların o dönem bu transferi asla kabullenemediğini de hatırlatalım.

Arsenal’de 1985–1992 arasında 223 maçta forma giymiş olan futbolcunun 23 golü var. Sonrasında Leeds United (1992–1993), Manchester City (1993–1994) ve Chelsea’de (1994–1998) top koşturdu. Kariyerinin ilerleyen yıllarında geçmek bilmeyen diz sakatlığı yüzünden forma şansı bulmakta zorlanıyordu. Chelsea’de geçirdiği dört sezonda sadece 29 maçta sahada yer aldı. 1998 senesinde Malezya’nın Sabah takımına transfer oldu, ancak o serüveni de uzun sürmedi. 1999 senesinde 32 yaşında futbolu bıraktı.

14 Eylül 1988 tarihinde ilk kez İngiltere Milli Takımının formasını giydi. Aynı maçta ilk kez milli olanlar arasında, ilerleyen zamanlarda İngiliz futboluna damga vuracak futbolcular Paul Gascoigne ve Des Walker da vardı. Kariyerinde 14 maçta İngiltere Milli Takımının formasını giydi. İtalya’da oynanan 1990 Dünya Kupasında 26 kişilik milli takım kadrosuna seçildi ama forma şansı bulamadı.

***

2001 yılının şubat ayında, Ada basını futbolcunun ender görülen bir boğaz kanserine (Non-Hodgkin lymphoma) yakalandığını yazıyordu. Ve o üzücü haberden kısa süre sonra amansız hastalığın pençesinde, 31 Mart 2001 tarihinde geride eşi ve üç çocuğunu bırakarak aramızdan ayrıldı David Rocastle, nam-ı diğer “Rocky”. Onun öldüğü gün, Arsenal, Highbury Stadı’nda ezeli rakibi Tottenham’ı başka bir 7 numaranın golleriyle yeniyor, ama Arsenal taraftarları staddan buruk ayrılıyordu. Ada’da onun 7 numaralı forması bugün hala en çok satan formaların başında gelir ve Arsenal genç takımının tesisleri onun adını taşır. Şimdilerde maç günleri Emirates Stadı’nın tribünlerinde onun adına söylenen tezahüratlar yankılanır, ekrana golleri düşer.

David Rocastle (1967-2001)…

Ziya Adnan
24 Mart 2014

David Rocastle (1967-2001)

David Rocastle (1967-2001)

Hull City AFC, Bir adın kalsa da geriye..

Bir adın kalsa da geriye…

Uzaklardan…

1904 senesinde kurulmuş Hull City AFC (Association Football Club), İngiltere’nin Yorkshire bölgesinde, 256.100 nüfuslu Hull şehrinin sarı siyahlı futbol takımı… Maçlarını oynadıkları 25.400 kapasiteli KC Stadı, adını sponsoru telekomünikasyon şirketinin (Kingston Communications) baş harflerinden almış. 2002 senesinde 44 milyon Sterlin maliyletle tamamlanmış o futbol mabedi, aynı zamanda şehrin rugby takımı Hull Rugby League FC’ye de ev sahipliği yapıyor.

Şehrin futbol takımının mazisinde büyük başarıları yok; ne Şampiyonlar Ligi, ne UEFA Kupası… Zaten uzun seneler şehirde yer alan iki büyük rugby takımının gölgesinde kalmışlar. 1930 senesinde Federasyon Kupasında yarı final oynamışlıkları var. 1959 ve 1966’da 3. Lig şampiyonlukları bulunsa da parasal sorunlarla boğuştukları 80’li senelerde 4. Lig’e kadar düşmüşler. Sonrası alt liglerde geçen gözden uzak zamanlar, ta ki 2008 senesine kadar… O senenin Mayıs ayında, Wembley’de oynanan play-off finalinde şehrin çocuğu Dean Windass’ın golüyle Bristol City’i yenip Premier Lig’e terfi etmişler. Yabana atılmamalı, 5 sezonda ülke futbolunun en alt liginden en üst ligine yükselmeyi başarmış “Kaplanlar”. Anlayacağınız onlar da uzun ömürlerinde ikbali de idbarı da görenlerden…

2010 senesinin baharında Wigan Athletic’le berabere kaldıkları son maçtan sonra düşmüşler Premier Lig’den. Ancak uzun sürmemiş ayrılık. 2013 senesinin Mayıs ayında yeniden dönmüşler bıraktıkları yere, ülke futbolunun en üst ligine. Bu yazının yazıldığı zamanlarda Premier Lig’de 30 puanla 13. sıradalar. Evlerinde oynadıkları son maçı Manchester City karşısında iki golle kaybettiler. Aldıkları istikrarsız sonuçlardan çok bu aralar isim değişikliği ile gündemdeler… Bu vesileyle anlatalım hikâyelerini…

***

Kulübün 74 yaşındaki Mısırlı başkanı Assem Allam, 1968 senesinde Gamel Abdel Nasser’in baskıcı rejiminden kaçarak İngiltere’ye sığınmış, Hull Üniversitesi’nde ekonomi tahsili yapmış. 1981 senesinde ilk şirketini kuran iş adamı, zamanla İngiltere’nin en zenginleri arasında gösterilecek kadar para kazanmış, yükselmiş. 2010 senesinde iflasın eşiğine gelmiş olan Hull City’i satın alarak duyurmuş futbol dünyasında adını. Zor zamanında kendisine kucak açmış şehre olan vefa borcunu, şehrinin takımına destek çıkarak ödemek istediğini söylüyor her fırsatta.
Allam, sezon başından beri kulübün adını “Hull Tigers” (Hull Kaplanları) olarak değiştirmeye çalışıyor. Gerekçesi, global futbol pazarında kulübün profilini yükselterek cazibesini artırmak. İş adamına göre yeni isim; yeni fırsatlar, yeni ufuklar, yeni maddi imkânlar demek… Allam, kulübün şimdiki adının çok uzun ve demode olduğunu, daha kısa ve vurucu bir isimle dikkat çekeceğini vurguluyor. Yakın geçmişte “The Guardian” gazetesi yazarı David Conn’la yaptığı söyleşide Leicester City, Bristol City ve Manchester City gibi kuluplere atıfta bulunarak, Ada futbolunda çok fazla kulübün adında bulunan “City” (şehir) kelimesinin takımları çok sıradanlaştırdığını anlatmış; Manchester City’nin başkanı olsa, kulübün adını “Manchester Hunter” (Manchester Avcısı) olarak değiştireceğini vurgulamıştı. Yaşlılık mı yaratıcılık mı takdir sizin!

Ancak takımın taraftarları bu isim değişikliğine pek sıcak bakmıyor, değişikliğin kulüp tarihini ve anıları hiçe saymak olduğunu düşünüyorlar. Taraftar derneği başkanı Bernard Noble, isim değişikliğini istemeseler de başkanın kulübü iflastan kurtardığını, neticede kulübün ona ait olduğunu dile getiriyor. Şimdilerde Hull City tribünlerinde açılan “City Till We Die” (Ölene kadar City) flamalarına ve tezahüratlarına şöyle cevap vermiş inatçı başkan: “En kısa sürede ölebilirler. Çoğunluk taraftar, yükselen bir kulüp ve daha iyi futbol izlemek istiyor!”

***

Ada futbolunda zaman içinde adını değiştirmiş niceleri mevcut… Güney Londra’nın Woolwich semtinde, silah fabrikasının işçileri tarafından kurulduğu zamanlarda “Dial Square” olarak bilinirmiş Arsenal. “Royal Arsenal” adını aldıktan sonra, 1891 senesinde adını Woolwich Arsenal olarak değiştirmiş. Sadece ismini değil, şehrini bile değiştirmişler de var elbet. 80’li senelerde Güney Londra’da “Deliler Çetesi” olarak nam salmış, Federasyon Kupasını kazanmış Wimbledon FC’nin hikâyesi sanırım en ilginç olanı… 2004 senesinde “MK Dons” adıyla Milton Keynes’e taşınan kulübün bir kısım taraftarı Wimbledon semtinden asla ayrılmayacaklarını, kulübün köklerinin bu semtte olduğunu, tarihe ihanet etmeme adına kendi kulüplerini kuracaklarını açıklıyor ve AFC Wimbledon’u kuruyorlardı.

Leeds şehrinin ilk profesyonel takımı Leeds City FC, 1904 senesinde kurulmuş; 1919 senesinde futbolculara el altından ödeme yaptıkları gerekçesiyle kapatılıp, aynı sene Leeds United adını almış. Batı Londra’daki West Ham United, 1895 senesinde demiryolu işçileri tarafından “Thames Ironworks FC” adıyla kurulmuş; 1900 senesinde de günümüzdeki adını almış.

Hull City’e dönersek… İngiltere Futbol Federasyonu, isim değişikliğinin en azından bu sezon sonuna kadar kabul edilmeyeceğini, her koşulda taraftarın rızasının alınması gerektiğini vurguluyor.
Hull City’ye benzer bir hikâye de uzaklarda, tapelerin havalarda uçuştuğu bizim toz duman topraklardan… PTT 1. Lig’de lider durumda bulunan Ankaraspor’un sezon sonunda şampiyon olması halinde adının Ankaragücü olarak değiştirileceği, böylece sarı lacivertli takımın tekrar 1. Lig’e döneceği konuşuluyor. Ankaragücü taraftarı ise en güzel cevabı maçlarda açtıkları flamada vermiş: “Başka ligde şubemiz yoktur!”

Velhasıl onca sene kır saçlı adam, sonra ardından gelen Gökçek kâbusu… 3. Lig’de bile rahat yok, ne çileymiş arkadaş!

Ziya Adnan
18 Mart 2014

HullCity

O Eski Stat…

O Eski Stat…

Uzaklardan…

Her şehrin orta yerlerinde bir yerinde bir futbol mabedi vardır mutlaka. Kimileri büyük, kimileri küçük, kimileri gıcır, kimileri pek görkemli, pek fiyakalı… Kimileri ise unutulmuş, terk edilmiş, nicedir kendi halinde; kimileri ancak senede bir kez hatırlanan… Kimileri bir huzurevinde kaderine terk edilmiş yaşlı bir hasta misali bekler ölümü; geldiğimiz çağın AVM hastalığında yıkılmayı, buldozerlerin tarihi bir çırpıda toz etmesini bekler. İşte o eski stat da nicedir yıkılmayı, buldozer seslerini bekleyenlerden… Eski Ankara’nın tarih kokan binalarının arasında, Kolej’den Cebeci’ye doğru uzanan Cemal Gürsel Caddesi üzerinde, 1967’den beri nasılsa ayakta kalmayı başarmış, şehrin göbeğinde yer almasına rağmen gözlerden uzakta, nicedir unutulmuş, nicedir kaderine terk edilmiş, adını Türk siyasetinin simge isimlerinden birinden almış o eski stat…

Kimi statlar zamana yenik, şehri gibi yorgun, şehri gibi unutulmuş…

Sevgili Tanıl Bora’nın 5 Mart 2014 günlü Radikal’deki “Stadlar TOKİ’lenirken” başlıklı yazısını okurken tanımlanamaz bir hüzün kapladı içimi. Anlatayım…
En son 2013-2014 sezonunun başında, güzel bir eylül günü sevgili Necdet Özkazancı’yla birlikte 3. Ligdeki Ankara Demirspor – Beylerbeyi maçı vesilesiyle ziyaret etmiştik o futbol mabedini. Kızılay’da buluşup, Kurtuluş Parkı’nın yanı başından, Hacettepe Tıp, sonra Ankara Tıp Fakültesi’ni arkamızda bırakarak yürümüş; kimi zaman eski Ankara’yı, kimi zaman eski maçları yad ettiğimiz keyifli sohbet sonrasında banliyö istasyonunun hemen yanında, bir yüzü Ankara Kalesi’ne bakan o eski stada varmıştık. “Yakında yıkacaklar” demişti Necdet abi. AVM olacakmış. Tüm şehri AVM yapmaya yeminli bir belediye başkanının elinde, bir AVM daha katılacakmış o ruhsuz kervana.

Cebeci İnönü Stadı… Geçmişinde nice tarihi maçlara ev sahipliği yapmış, maçların ayakta izlendiği zamanlarda binlerce futbol sevdalısına kucak açmış, şimdilerde gerçek sahiplerini, tribün çocuklarını, sevdalılarını özleyen o tarihi stat… Hayatın siyah beyaz olduğu zamanlarda, her haftasonu babalarının elini tutmuş çocuklar yürürdü bu yollarda; maç günleri dolar taşardı bayram yeri misali… O stadın müdavimleri iple çekerdi maç günlerini.

Bilir misiniz, Ankara futbolunun ilk resmi futbol maçı 22 Ekim 1922’de bugün Cebeci İnönü Stadı’nın arazisinin bulunduğu yerde oynanmış. Ankara’da kurulan ilk futbol takımları; Sultani İdman Yurdu, Ankara İdman Yurdu, Anadolu Sanatkarangücü, Talimgahgücü, Bahriyegücü maçlarını Cebeci Çayırı’nda oynamışlar. Ankara takımları MKE Ankaragücü, Gençlerbirliği, Hacettepe, Ankara Demirspor, PTT, Cebeci İnönü Stadı’nın inşasıyla birlikte Cebeci’de top koşturmaya devam etmiş. Şimdilerde Hacettepe ve Ankara Demirspor’a ev sahipliği yapan stat, 80’li yıllarda zaman zaman Ankara’nın sarı-lacivertli takımının mabediymiş. “GURURLUYUZ GÜÇLÜYÜZ ANKARAGÜÇLÜYÜZ!” tezahüratının yankılandığı tribünleri doldururmuş “Angaralılar”; maç günleri dolar taşarmış Cebeci Stadı. Nice tarihi maçlara ev sahipliği yapmış. Mesela 21 Eylül 1986’da, Ankaragücü’nün Beşiktaş’ı 1-0 yenip 14 yıl aradan sonra Galatasaray’ın şampiyonluk kupası kaldırımasına vesile olduğu maç da bu statta oynanmış…

***

Çok zamandır kullanılmadığı aşikar bilet gişelerinin hemen dışında, ayaküstü lafladığımız görevliden 3 TL karşılığında almıştık biletlerimizi. O güzel yaz gününde bizim aldıklarımız da dahil 78 bilet sattığını, bu maç için iyi bir sayı olduğunu söylemişti görevli. Profesyonel liglerde oynayan bir başkent takımının bir avuç seyirci önünde oynaması ülke futbolunun perişan manzarasının fotoğrafıydı aslında ama kimin umurunda. Gireceğimiz kapıyı bulmakta biraz zorlandıktan sonra dik merdivenleri tırmanmış, tüm heybetine, tüm ihtişamina rağmen köhneliği ile içimizi acıtan kapalı tribünde bulmuştuk kendimizi. Bir stattan çok, geçmişin derin izlerini taşıyan mimari yapısı, yıkılmaya yüz tutmuş karşıdaki açık tribünün bitap manzarası, terk edilmişliğin hüznünü yansıtan ıssız tribünleri olmuştu ilk gözüme çarpan. Karşı tribünün arkasında, kimbilir kaç zamandır ayakta kalmayı başarmış eski Ankara evleri, tıpkı mahallenin ortasında yer alan o unutulmuş stat gibi geçmişi hatırlatıyor; o sessizliğin içinde birkaç yaşlı taraftarın tezahüratı o boş statta yankılanıyordu. O gün, Ankara’nın o unutulmuş semtinde, kaderine terk edilmiş o eski stadında, bir 3. lig maçında köklü bir Ankara takımı şimdi çok geçmişte kalmış zamanları hatırlatıyordu.

Maçtan çıkarken, hemen arkamızda oturan 8-9 yaşlarındaki üç çocuk babalarına bir daha ne zaman maça geleceklerini soruyordu. O gün, o yalnızlık fotoğrafının tam ortasında üç küçük çocuk… Tribünlere en çok çocuklar yakışırdı ve artık onların da bu stada dair anlatacakları bir hikâyeleri vardı.

***

Velhasıl nicedir yıkılmayı bekliyor o eski stat.

Tıpkı yeni futbol nesillerin hiç bilmediği, Mehmet Altınsoy’un Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde “yol yapmak için!” yıktığı Tandoğan’daki 57 senelik Ankaragücü Stadı gibi bir stat daha tarih olacak. Semt sakinleri kabullenemiyor, adını semtinden alan statlarının yıkılacak olmasını. Futbolseverler, 29 Aralık 2013 günü “BAŞKA BİR FORUM – Ankara Forumları – Ortak Forum-3” adı altındaki beş forumdan birini oluşturan “Tribün United Taraftar Forumu”nda ve sonrasında Facebook’ta açılan “Tribün United” grubu sayfasında, Ankara’da meşin yuvarlağın ilk döndüğü yer olan Cebeci Stadı’nın yok edileceğini, stadı tehdit eden kentsel dönüşüm planının, kent kültürünü, spor tarihini, hatıraları hiçe saydığını vurguluyorlar. Cebeci Çayırı’nı, semt statlarını, tarihinde yaşanmışlığı olan futbol arenalarını sevdiklerini, şehir dışındaki yapay statları istemediklerini dile getiriyorlar. Şehrini ve stadını sevenlere, “KENT BİZİM, SEMT BİZİM, STAT BİZİM!” diyenlere bin selam olsun…

Hiç umudum yok ama binalar, otoparklar ve AVM’lerle kafayı bozmuş bir düzende, kentini, semtini, stadını ve hatıralarını TOKİ’ye teslim etmek istemeyenlerin çığlığına kulak vermek gerek. Geçen Eylül’de yine bu köşede yazmıştım, “Velev ki Tokyo kazandı, TOKİ kaybetti” başlıklı yazımı… Bu sefer de TOKİ kaybetse güzel olmaz mı? Şehrin dışında, maç günleri en fazlasından 3-5 bin taraftara ev sahipliği yapacak 40 bin kişilik göstermelik, anlamsız statlar yerine, kökleri ve anıları olan olan statları yenilemek, sahip çıkmak… Yapılması gereken budur!
Yeri gelmişken hatırlatalım, tarihe ve anılara sahip çıkıldığında futbol sahaları birer mabede dönüşür. Yoksa her şehrin en ücra köşesine, maç günleri tribünleri dolmayan en gıcır statları yapsan ne fayda!

Ziya Adnan
10 Mart 2014

Yazardan Not : Çocukların gaz kapsülleri ile öldürüldüğü, katillerinin bulunamadığı, adaletin mumla arandığı toz duman ülkemde bir çocuk daha öldürüldü. Berkin Elvan hayattan koparıldığında henüz 14 yaşındaydı. Duble yolunuz batsın!

Nitti Sokağı Cinayeti…

Nitti Sokağı Cinayeti…

Uzaklardan…

It’s a joke, it’s just a joke…
(Sadece bir şakaydı, sadece bir şaka…)

Lazio maçlarının müdavimleri, kuruluşu 1900 senesine dayanan, amblemi kartal olan mavili takımın tribünlerinde hemen her maçta açılan, üzerinde bir futbolcudan çok bir viking savaşçısını andıran sarı saçlı adamın fotoğrafının bulunduğu o dev flamayı bilirler. Bu vesileyle ölümünün 37 yıldönümünde, henüz 28 yaşında aramızdan ayrılmış o Lazio efsanesini yâd edelim, anlatalım hazin hikâyesini…

1 Aralık 1948 tarihinde Nerviano-Milano’da dünyaya gelmiş futbolcu. Çiftçi bir babanın oğlu… İlk profesyonel kulübü, o yıllarda Serie C’de yer alan Pro Patria… 14 Aralık 1968’de ilk maçına çıkmış. Futbol sahalarındaki lakabı altın sarısı saçlarından dolayı “Angelo Biondo” (Sarışın melek)… Onu izlemiş olanlar “box-to-box midfielder” olarak tanımlıyorlar stilini. Bitmek bilmeyen enerjisiyle bir ceza sahasından diğerine mekik dokuyan, hem savunmada, hem hücumda topu kendi sahasından rakip kaleye kadar taşıyacak sürate, güce ve üstün futbol zekâsına sahip orta saha dinamosu…

Alt liglerde ilk şampiyonluğunu yaşadıktan sonra, Serie B’de yer alan Foggia takımına transfer olmuş. 1969–1972 arasında formasını giydiği takımda şampiyonluk yaşamış. Futbol sahalarında yıldızının parladığı zamanlar ise Lazio yılları… 1972–1977 seneleri arasında top koşturduğu takımın yıldızlarından… 1974 senesinde Serie A’yı şampiyon olarak bitiren takımda sahaya çıktığı 23 maçta iki golü var. 1974 Dünya Kupasında İtalya Milli Takımının kadrosunda yer alırken, futbol kariyerinde iki maçta milli formayı giymiş. Lazio’nun o dönemlerdeki kaptanı Cristian Ledesma, “İnsanüstü kondisyona ve fizik gücüne sahipti. Sahada basmadık yer bırakmazdı. Kariyerimde onun kadar çok koşanı görmedim,” cümlesiyle anlatıyor 1.76 boyundaki topçuyu. Bu arada, o yılların Lazio’su bıçkınlar takımı olarak nam salmış; sert, kavgacı, gaddar bir takım olarak tarihe geçmiş. (Bu vesileyle, bir zaman hayatımızda yer etmiş, daracık sokakları, eski esnafı, şarapçıları, dumancıları, kalaycıları, halkacıları, kabadayıları ile namlı eski Ankara semti Hacettepe’nin mor beyazlı bıçkınlarını da anmadan geçmeyelim, unutulmadılar).

Lazio’ya gelince… Ipswich Town’la oynadıkları UEFA Kupası maçında rakip takımın üç futbolcusunu bilerek sakatladıklarını, yine de elenmekten kurtulamadıklarını, sadece rakip takım futbolcularıyla değil, kendi aralarında da sıklıkla ciddi kavgaların yaşandığını, bu yüzden takımın maçlardan önce iki gruba ayrılarak farklı soyunma odalarını kullandığını, antrenman sahasına tabancalarını getirip, atış talimi yaptıklarını yazar o yılları anlatan futbol kitapları.

***

Futbolcuya dönersek; o müthiş başlayan parlak kariyeri hiç beklenmedik bir kazayla son bulmuş. Takvim yaprakları 1977 senesinin Ocak ayını gösterirken, Roma’nın Nitti Sokağı’nda bir kuyumcu dükkânında… Takım arkadaşı Pietro Ghedin’le kuyumcu dükkanı işleten arkadaşlarını ziyarete giden ikilinin yolda akıllarına arkadaşlarına küçük bir şaka yapmak gelmiş. Ghedin dükkâna önden girmiş; bizimki ise paltosunun yakasını yüzünü gizleyecek şekilde kaldırarak, elinde tabanca tuttuğu izlenimi uyandıracak biçimde elleri ceplerinde arkadaşının arkasından dükkâna dalmış ve ürküten ses tonuyla “Eller yukarı! Kimse kıpırdamasın, bu bir soygundur!” diye bağırmış. Ancak iki kafadarın bilmediği, kuyumcu arkadaşlarının dükkanının daha önce soyulduğu, o yüzden olası bir soyguna karşı hazırlıklı olduğuymuş. Kuyumcuyuyu işleten Bruno Tabochini seri bir hareketle tezgahın altında sakladığı silahına davranmış ve ateşlemiş. Göğsüne isabet eden kurşunla yere yığılan futbolcu ambulansla San Giacomo hastanesine kaldırılırken yolda hayatını kaybetmiş. Onu Lazio’ya getiren, kariyerinde en önemli ilham kaynağı olarak tanımladığı teknik direktörü Maestrell’nin ölümünden 47 gün sonra geride eşini ve iki çocuğunu bırakarak hayata veda etmiş sarışın melek. Silahı ateşleyen Tabocchini ilk aşamada tutuklanmış ama soruşturma sonucunda, o kütü şakayı gerçek sandığına, olayın kaza olduğuna karar verilmiş ve serbest bırakılmış.

Futbolcunun ölümünden sonraki 20 senede Lazio’nun kupa kazanamadığını, son nefesinde dudaklarından dökülen “It’s a joke, it’s just a joke.” (Sadece bir şakaydı, şakaydı) cümlesinin Lazio taraftarları arasında çok bilinen ve günümüze kadar gelmiş klişe oluşu o hazin hikâyenin ayrıntıları… Takım arkadaşlarından Mario Frustalup, 1990 senesinde geçirdiği araba kazasında hayatını kaybederken, o korkunç olayın şahitlerinden Pietro Ghedin 2012 senesinden beri Malta Milli Takımını çalıştırmaktadır.

***

Ve geçtiğimiz günlerde, ölümünün 37. yıldönümünde bir kez daha anıldı Lazio kulüp tarihinin en önemli futbolcularından olan ve sonraları adı Roma’nın işlek caddelerinden birine verilen Luciano Re Cecconi. Onun mavili forma içindeki fotoğrafını taşıyan flama bir kez daha açıldı Lazio tribünlerinde, bir kez daha adını haykırdı o köklü İtalyan takımının taraftarları. Kimilerine göre sonu kötü bitmiş talihsiz bir şaka, kimilerine göre korkunç bir cinayet…

Kim bilir…

Ziya Adnan
5 Mart 2014

NittiSokagiCinayeti

Bayern’e Bakarken…

Bayern’e Bakarken…

Uzaklardan…

1963 senesinde kurulmuş Bundesliga… Kuruluşundan günümüze 12 kulüp şampiyonluk kupasını kaldırmış. Kupayı en fazla kaldıran kulüp, son 50 senede 22 şampiyonluk yaşamış olan Bayern Münih… Bayern’i beşer şampiyonluk görmüş Borussia Mönchengladbach ve Borussia Dortmund, dört şampiyonlukla Werder Bremen takip ediyor. 1998-1999 sezonundan günümüze kadar geçen 15 sezonun dokuzunu şampiyon olarak kapatmış Bavyeralılar, ligde monarşinin yaratıcıları. 2012-2013 sezonunda Şampiyonlar Ligi ve Bundesliga şampiyonluğu dâhil 5 kupa kazanan takım bu yazının yazıldığı saatlerde ligde oynadığı 47 maçta yenilgi yüzü görmemiş…

Bayern’i sevmeyenlerin ve yenilgileriyle teselli bulanların yüzlerinin en son güldüğü tarih Ekim 2012… Allianz Arena’da Bayer Leverkusen’le oynadıkları lig maçını 2-1 kaybetmişler. O yenilgiden sonra geçen zaman diliminde Premier Lig’de Chelsea üç teknik direktör değiştirmiş; Premier Lig kulüpleri transfer sezonlarında 600 milyon Sterlin’den fazla harcamış; 14 İngiliz futbolcu ilk kez milli takımlarının formasını giymiş…

Beş haftalık tatilden sonra, ocak ayının son günlerinde 2013-2014 sezonunun ikinci yarısı başlarken en yakın rakibi Leverkusen’e 7 puan fark atmış Bayern. Geçen sezon ligi ikinci sırada bitiren Dortmund’la aradaki puan farkı 12… İspanya’da son sezonlarda Barça’nın yaptığını, Bundesliga’da Bayern yapıyor anlayacağınız; futbol tabiriyle ezip geçme dedikleri. Ancak onların futbol felsefesi Barça’dan daha farklı… Topa onlar kadar çok sahip olma gereği duymuyorlar; pas trafiği de onlar kadar abartılı değil, fizik olarak daha güçlüler, daha agresifler… Üstelik yetenekli futbolcularıyla direk kaleye gidebiliyorlar. Geçen sezonunun Şampiyonlar Ligi yarı finalinde, yenilmez takım olarak görülen Barça’ya yaşattıkları hezimet, bir önceki turda Arsenal’in bebelerini Emirates Stadı’nda ev sahibi takım taraftarlarının korku dolu bakışları arasında silindir misali ezmeleri onları futbol âleminde ayrı bir yere taşıyor. The Guardian gazetesinde enfes futbol yazıları ile bilinen Jonatham Wilson, geçtiğimiz sezonun Şampiyonlar Ligi finalinden sonra yazdığı yazıda, Bayern Münih’in Barça modelini kopyalamakla kalmadığını, daha da geliştirerek bir üst modelini yarattığını dile getirmişti; hem teknik hem güç anlamında daha üstün, daha donanımlı bir model… Velhasıl Bayern taraftarı değilseniz, ürkmemek, korkmamak elde değil…

***

Kadrolarında 2009 senesinin Ağustos ayında Real Madrid’den 25 milyon Euro karşılığında transfer ettikleri Arjen Roben de var; kaptanları Philip Lahm, savunmacıları Holger Badstuber, orta sahanın dinamosu Schweinsteiger, golcüleri Thomas Müller gibi evde yetişmişler de. Yeri geldiğinde parayı basıp almayı da biliyorlar, evde büyümüşleri parlatmayı da. Geleceğe yatırım da var defterlerinde, uzun vade planlama da. Önümüzdeki sezon kadrolarında yer alacak, Borussia Dortmund’un golcüsü Lewandowski’yle 2013 senesinin Kasım ayında beş seneliğine anlaşmışlar. 25 yaşındaki Polonya asıllı golcüyü kapıvermişler başkasına yar olmadan.

Bayern dışındaki takımlara gönül vermişlerin hiç hoşuna gitmiyor elbet Bundesliga’nın “tek takımlı lig”e dönmesi. Stuttgart takımının sportif direktörü Jochen Schneider, “Bundesliga’da bir takımın diğerleri ile arayı bu kadar açması rekabet açısından çok sağlıklı değil” diyor ve ekliyor, “Bayern 70’li ve 80’li senelerde de zaman zaman ligi domine etmişti ama zamanla diğerleri arayı kapattı. Şimdi ise sanki ara giderek açılıyor.”

Stuttgart’ın Gineli kanat oyuncusu Ibrahima Traore, BBC’ye verdiği söyleşide, diğer takımların ligde ikinci sırayı hedeflediğini, Bayern’nin bu formuyla daha sezon başlarken şampiyonluğu garantilediğini, normal şartlarda ligde hiçbir takımın onları yenebilecek güce sahip olmadığını vurguluyor.

Bayern’in rakiplerine göre diğer avantajı ise sahip olduğu parasal güç… Dünya futbolunun en zengin dördüncü kulübünün 2012 senesindeki geliri 368 milyon Euro. Ancak haklarını da teslim edelim, para kaynakları zengin bir Rus işadamı ya da petrol şeyhi bir Arap değil. Onlarınki iyi yönetilmenin, iyi planlamanın sonucu… Eh, böylesine büyük parasal kaynağa sahip kulübün, kendi topraklarında yıldızı parlayan hemen her topçuyu kapması da kaçınılmaz… Mario Götze adını duymuşsunuzdur, futbola 8 yaşında Borussia Dortmund’da başlayıp, 2009 senesinde A takıma yükselen ofansif orta saha futbolcusu takımıyla iki şampiyonluk yaşamış, Şampiyonlar Ligi finaline kadar yükselmiş. Sonrası malumunuz… 2013 senesinin Nisan ayında Bayern 37 milyon Euro’luk teklifle Dortmund’un kapısını çalınca, sözleşmesi gereği satışına izin vermek zorunda kalmış kulüp yönetimi.

Şubat ayının sonlarına doğru Kuzey Londra’nın Emirates Stadı’nda, bu sezon Premier Lig’de zirveye oynayan Arsenal’le bir kez daha kapıştı Pep Guardiola’nın takımı; kâbus Emirates’e geri döndü. İyi başladığı maçta penaltı kazanan ama Mesut’un gol yapamadığı penaltı sonrası 10 kişi kalan ev sahibi direndi ama yenilgiden kurtulamadı. Futbolun içinde penaltı kaçırmak da var, o yüzden başını eğme çocuk. Evet, bu Arsenal geçen sezona kıyasla daha güçlü ve dirençli ama ya Bayern! Süper vasıflarla donatılmış, terminatörvari bu makineyi rövanş maçında alt etmenin güç olacağı aşıkar. Umarım adına futbol denilen o güzel oyun, bu eşleşmede “Topçular”a şans vermeyenleri ters köşeye yatırır. Biz zaten futbolu içinde o minicik ihtimali barındırdığı için sevmedik mi?

Ziya Adnan
24 Şubat 2014

Mesut Özil o müthiş maçta penaltıyı kaçırırken...

Mesut Özil o müthiş maçta penaltıyı kaçırırken…

Preston Plumber; Su Tesisatçısı…

Su Tesisatçısı…

Uzaklardan…

Futbolun amatör olarak oynandığı siyah beyaz zamanlarda “Preston Plumber” olarak bilinirmiş, bizim dilde “Prestonlu su tesisatçısı”. Yeri gelmişken, İngiltere’nin kuzeybatısında Lancashire bölgesinde yer alan, günümüzde 114.300 nüfusa sahip eski bir sanayi şehri Preston; şimdilerde biraz unutulmuş, biraz yorgun… İşte o tarihi şehrin takımı, kuruluşu 1863 senesine dayanan, günümüzde League One’da (3. Lig) eskiye ağıt yakan Preston North End, Ada futbolunun en eski kulüplerinden… İnanması güç ama Ada’da futbol liglerinin kurulduğu 1888–1889 senesinden günümüze Ada futbolunun en başarılı 4. kulübü, nam-ı diğer “Lilywhites”… Juventus’a renklerini vermiş, ülkenin en eski futbol kulübü Notts County’den sonra liglerde en uzun süre yer almışlar. Kazandıkları en son kupa 1938 senesinde… O sene Federasyon Kupası finalinde Huddersfield Town’u mağlup ederek tarihe geçmişler…

Takımın formasını giyen futbolcular arasında Bill Shankly, Tommy Docherty, Alan Kelly, ve Graham Alexander gibi Ada futbolunda nam salmışlar var. Ama içlerinde biri var ki yazmadan, anlatmadan olmaz. Bu vesileyle anlatalım geçtiğimiz günlerde, 91 yaşında aramızdan ayrılan, ölümünün ertesinde Ada statlarındaki saygı duruşlarında adına tezahüratlar yapılan o müthiş futbolcunun hikâyesini…

5 Nisan 1922 tarihinde, Preston’un şimdilerde 24.500 kapasiteli Deepdale Stadı’na taş atımlık mesafede dünyaya gelmiş, altı çocuklu bir ailenin oğlu. Yoksulluğun kader olduğu zamanlarda, henüz dört yaşındayken kaybetmiş annesini. Babası Alf iş bulabildiği zamanlarda çalışır, zor şartlarda ailesinin geçimini sağlarmış. Zayıf, çelimsiz çocuk (14 yaşındayken boyu sadece 1.45’miş) futbola dedesinin iteklemesiyle başlamış, ancak yaşıtlarına göre çok küçük fiziği nedeniyle Preston takımının seçmelerini kazanamamış. Okul sonrası su tesisatçısı çıraklığı yaptığı zamanlarda, babasının Preston takımının antrenörü ile arkadaşlığı ona bir kez daha seçmelere katılma fırsatını sağlamış ve bu kez takıma seçilmiş. Ancak babası, futbolun yanında çıraklığa devam etmesini, elinde bir mesleği olmasını şart koşmuş. Futbolculuğun meslek olmadığı, futboldan para kazanmanın zor olduğu zamanlarda hem top oynar, hem de su tesisatçılığı yaparmış.
Genç takımda oynarken, sağ kanatta oynayan takım arkadaşının uzun süre sakatlığı ona bu mevkide oynama fırsatını sağlamış. Müthiş sürati, adam geçmedeki becerisi, büyülü sol ayağı ile yeşil sahalarda parlarken, ilk sözleşmesini 1940 senesinde imzalamış. Maç başına 10 Shiiling! (10 Kuruş!) İlk maçına Anfield Stadı’nda Liverpool karşısında çıkan golcü, bir sezon sonra takımıyla bölgesel lig şampiyonluğunu ve Federasyon Kupasını kazanmış.

Ama sonuçta savaşın hüküm sürdüğü zamanlar… 1942 senesinde askere alınıp, Mısır’da ki 8. Birliğe tankçı olarak katılmış. Savaş döneminde bölge insanı ile kaynaşmak için düzenlenen maçlarda askeri takımdaki yerini alırken, sert zeminlerde güçlenip, top tekniğini geliştirmiş. O maçların birinde, karşısında oynayan rakiplerden birinin Mısırlı aktör Omar Sharif olması ilginç bir ayrıntı…

2. Dünya Savaşı’nın bitiminde tekrar Preston’a dönüp, kısa süre sonra İngiltere Milli Takımına seçilmiş. İngiltere’nin Belfast’ta Kuzey İrlanda’yı 7-2 yendiği maç ilk maçı olmuş. Hayatını anlatan kitaplar, milli takım kariyeri boyunca sıklıkla takım arkadaşı Stanley Matthews ile kıyaslandığını, ancak iki futbolcunun oyun stillerinin çok farklı olduğunu yazar. Matthews marke edilmesi zor, top tekniği çok yüksek zarif maestro; bizimki kolay adam geçebilen, bazen acımasız bir şutör, bazen öldürücü ortalar kesen süratli bir açık… Birinin sağ, diğerinin sol kanatta oynadığı zamanlarda, 1947 senesinde İngiltere Milli Takımı Portekiz karşısında 10 gol kaydederken, İtalya Milli takımını Torino’da 4 golle mağlup etmişler.
Futbolcuya göre kariyerinin en iyi maçı…

1949 senesinde, Preston’un küme düşmesiyle diğer takımlar onu transfer edebilmek için sıraya girerken, o takımda kalmayı tercih etmiş. O düşüşten iki sene sonra, 1951 senesinde ülke futbolunun en üst ligine geri dönmüşler. “Preston’un tesisatçısı ve 10 yamaği” olarak anılan takım 1953 senesinde şampiyonluğu Arsenal’e averajla kaybederken, 1954 senesinde Federasyon Kupası finalinde, bu kez West Bromwich Albion’a karşı sahadan yenik ayrılmış. Onun adına tek teselli, o sene ülkede ‘yılın futbolcusu’ seçilmesi…

1956 senesinde, 34 yaşına bastığı zamanlarda takımdaki mevkini değiştirip forvet olarak sahaya çıkan futbolcunun 1957 senesine kadar geçen üç sezonda 70 gol atmış olması kayda değer… İngiltere Milli Takımıyla en son maçına 1959 senesinde Rusya karşısında çıkmış. Preston’da 1946-1960 seneleri arasında oynadığı 433 maçta 187 golü var. İngiltere Milli Takımı onun sahada yer aldığı 76 maçın 51’ini kazanmış.

Futbolu 1961 senesinde, 40 yaşına yaklaştığı günlerde, kariyerinde formasını giydiği tek takım Preston’da bırakmış; yegâne şampiyonluğu 1950-51 sezonunda 2. Ligde… Şimdilerde Preston North End’in Deepdale Stadı’nı ziyaret eden futbol sevdalılarını, iki sezonda “yılın futbolcusu” seçilmiş efsanenin heykeli karşılıyor.

***

1998 senesinde “Sir” unvanına layık görülmüş Tom Finney, Ada futbolunun yetiştirdiği efsane futbolcu 14 Şubat 2014’de, soğuk bir şubat gününde aramızdan ayrıldı. Bill Shankly vakti zamanında “gelmiş geçmiş en büyük topçu” demiş onun için. Stanley Matthews’un gözünde, zamanının Diego Maradona’sı.. Futbolcuların haftada 20 Sterlin kazandığı senelerde, Palermo takımının futbolcuya 10 bin Sterlin transfer bedeli ve haftada 130 Sterlin önermiş olduğunu, ama onun Preston’da kalmayı tercih ettiğini hatırlatalım.

Onun ölümünün hemen ertesinde, Arsenal’ın Emirates Stadı’nda oynanan Federasyon Kupası maçında, deplasman takımı Liverpool tribünlerinde açılan o pankart ise belki de yeni futbol nesillerinin muhtemel hiç bilmediği eskinin yıldızını en iyi anlatan: “R.I.P Sir Tom. A Legend who will never be forgatten…” (Huzur içinde yat Tom, hiçbir zaman unutulmayacak efsane!)

Ziya Adnan
18 Şubat 2014

TomFinney

Yaz gelir, kış gelir; bizde bitmez transfer…

Yaz gelir, kış gelir; bizde bitmez transfer…

Uzaklardan…

FIFA tarafından 2002-2003 sezonunun başında uygulamaya konulan “Transfer Window” (Transfer Penceresi) sene içinde takımların iki dönemde transfer yapmasına izin veriyor. Takımların yeni sezona daha güçlü girebilmelerini sağlamak için uzun tutulan yaz transfer dönemi en fazla 12 hafta, ocak ayı transferi ise 1 ay olarak belirlenmiş. Ancak ülkelerin coğrafi konumları, iklim koşulları, liglerin başlama tarihlerine göre transfer dönemlerinin farklı yaşandığı ligler de var elbet. Norveç’te sezon öncesi transferleri 1 Ocak-31 Mart arasında gerçekleşirken, sezon ortası 15 Temmuz-15 Ağustos arasında yapılıyor. Brezilya’da takımlar devre arası transferlerini 20 Haziran-20 Temmuz arasında gerçekleştirmek zorunda. Amerika ve Kanada’da sezon başı transferleri 12 Şubat-6 Mayıs, devre arası ise 9 Temmuz-8 Ağustos arasına denk düşüyor.

Futbola ara vermeden devam eden Ada’da kimileri için ocak ayı penceresi “taze kan” takviyesi durumu, kimilerine göre ocak ayında iyi transfer yapmanın genelde pek mümkün olmadığı. Ocak başlarında, 27 günde 9 maç yaptıklarından, Noel döneminde arka arkaya oynadıkları yoğun maç trafiğinden dem vuruyordu Arsene Wenger ve o dönem yaşanan sakatlıklardan sonra ocak ayı transferinde takıma takviye yapacaklarını duyuruyordu. Ama olmadı, bir sezonda daha ıskaladı transfer dönemini.

Bilir misiniz; 2003-2004 sezonunun devre arasında Arsenal’ın Sevilla’dan 19 milyon Sterlin karşılığında transfer ettiği Jose Antonio Reyes, ligin ikinci yarısında forma giydiği 13 maçta sadece iki gol atmasına karşı Manchester United’ı geride bırakarak şampiyon olan takımın yıldızlarındandı ve kısa süre kaldığı Premier Lig’de şampiyonluk yaşadı. Şimdilerde Arsenal’ın kaptanlığını yapan Mikel Arteta da Premier Lig’e ocak ayında giriş yapanlardan. 2005 senesinin ocak ayında, Real Sociedad’dan Everton’a kiralık geldi. O sezon mavili takım 1987 senesinden sonra ilk kez ligi ilk dört içinde bitirerek Şampiyonlar Ligi’nde oynamaya hak kazandı. Sezon arası transferlerinin de bereketi var anlayacağınız.

Ocak transferlerinde bahtı en açıklarından biri olan Manchester United, Patrice Evra ve Nemanja Vidic transferleri ile yatırımın âlâsını yapanlardan. Monaco ve Spartak Moskova’dan transfer ettikleri iki futbolcuya toplamda 12.5 milyon Sterlin ödemişler. O ikilinin sekiz sezonda beş Premier Lig şampiyonluğu yaşadığını, ayrıca Şampiyonlar Ligi’ni kazandığını hatırlatalım.

2007’nin Ocak ayında Hertha Berlin’den Blackburn Rovers’a 450 bin Sterlin bedelle transfer olan Kongolu savunma oyuncusu Chris Samba Premier Lig’de 150’den fazla maçta forma giydi. 2012 senesine kadar Rovers’da oynayan 29 yaşındaki Samba şimdilerde Dinamo Moskova’da top koşturuyor ve ocak transferlerinin en kârlı alışverişleri arasında. Moskova dedik ya, 2009’un ara transferinde Lokomotiv Moskova’dan 9 milyon Sterlin bedelle transfer olan Branislav İvanoviç’ten dem vurmadan olmaz elbet. Takımını sevmenin mümkünatı olmasa da kendisi Premier Lig’in en sağlam savunmacılarından. Lig şampiyonluğunun yanısıra Şampiyonlar Ligi’ni, bir sezon sonra da UEFA Kupasını kazanmış olması takdire şayan.

2011 senesinin Ocak ayı en hareketli transfer dönemlerinden birisi… Fernando Torres’i 50 milyon Sterlin karşılığında Chelsea’ya satan Liverpool, 22,8 milyona Ajax’ın golcüsü Luis Suarez’i transfer ediyor ve kulüp tarihinin en olumlu alışverişlerinden birini gerçekleştiriyordu. Geçtiğimiz günlerde Uruguaylının sözleşmesini 2018 senesine kadar uzatan, bonservis bedelini 120 milyon Sterlin olarak açıklayan kırmızılı takım bu sezon Premier Lig’de şampiyonluğu kovalıyor.

Bardağın boş tarafı da var elbet. Ocak transferlerinin en pahalısı, 50 milyon Sterlin’lik Fernando Torres çokları adına hâlâ soru işareti. Eh, kulübü o kadar parayı bastıktan sonra gol görmek ister haliyle taraftar; futbolun tabiatı… 2011 senesinin Ocak transferinde 75 milyon Sterlin harcayan Chelsea ara transferlerdeki cömertlik rekorunu elinde bulunduruyor. Ocak transferlerinin en el yakanı Andy Carroll, Newcastle’dan Liverpool’a 35 milyon Sterlin’e transfer olmuştu ama o da tutturamayanlardan. Kiralık oynadığı West Ham United’da sakatlık geçiren golcü, uzun süre takımda yer alamadı.

Madem paradan açtık konuyu, geldiğimiz çağın endüstriyel futbol meselesinde ara transferlerde dönen meblağların uçuşunu da atlamayalım. 2003 senesinde ara transfer döneminde toplamda 35 milyon Sterlin harcayan Premier Lig kulüplerinin 2008 senesinde aynı dönem harcamaları 175 milyon Sterline yükselmiş. 2011 senesinde 225 milyon Sterlin’le tavan yaparken, UEFA’nın yakın gelecekte uygulamaya koyacağı mali kriter uygulamasıyla transfer bütçelerini kısmak zorunda kaldı kulüpler. 2012 senesinde harcadıkları 60 milyon, 2013 senesinde 120 milyon Sterlin olarak kayıtlara geçti…

Bize gelince…

Şimdilerde futbolun görünmez köşelerinde çile çeken Ankara’nın sarı lacivertli takımının, 12 senede otuza yakın teknik direktör değiştirmiş kır saçlı başkanının dilinden düşürmediği sloganıydı: “Ankaragücü’nde transfer hiç bitmez!” Gerçekten de onun görev döneminin sonunda takım bitti ama transfer hiç bitmedi! Transfer hovardalığı üzerine çalışma yapmak isteyenler için uygun bir tez konusu olur “İş ve İşçi Bulma Kurumu” kıvamında fason transferlerle geçmiş o yazık seneler…

Yalnız Ankaragücü değil elbet transfer konusunda tez konusu olması gereken. Adının başına eğreti bir “Süper” sıfatı takılmış ligimizin takımlarının büyük bölümü transfer sezonlarının hovardaları… Borç batağına saplandıktan sonra “Feda!” sloganına sarılan Beşiktaş’ın mart ayında 34 yaşına basacak Ronaldinho’ya senede 6 milyon Euro önermesi tam “Made in Turkey” durumu değil mi? Bizde transfer dediğin, bol para saçarak göz boyama… Geçtiğimiz sezonlarda 11 futbolcusuyla yollarını ayıran Konyaspor, bir o kadar futbolcu takviye ederek ikinci yarıya başlamıştı.

Akıbeti malumunuz… Eh, mesele nitelik değil nicelik olunca…

Ziya Adnan

10 Şubat 2014

İlk sezonunda Premier Lig şampiyonluğu yaşayan Ocak ayı transferi;  José Antonio Reyes...

İlk sezonunda Premier Lig şampiyonluğu yaşayan Ocak ayı transferi; José Antonio Reyes…

Bu sahada grev var.

Bu sahada grev var…

Uzaklardan…

Ocak ayının son günlerinde İspanya Kral Kupası çeyrek final karşılaşması….

Kuruluşu 1923 senesine dayanan, geçtiğimiz sezon İspanya 2. Liginden düşmüş Racing Santander, La Liga’yı 4. sırada tamamlamış Real Sociedad karşısında… Maçın başlamasına yakın, Racing ve Real Sociedad’lı futbolcular 22 bin kapasiteli Sardinero Stadı’nda sahaya çıkarlar. Tribünlerde yer alan taraftarlar heyecanla kupa maçının başlamasını beklerken, futbol sahalarında az görülen protesto eylemi gerçekleşir ve hakemin başlama düdüğünün ardından ev sahibi takımın futbolcuları topa vurmayı reddederek saha ortasında toplanır. Sociedad’lı futbolcular bir süre kendi aralarında çevirdikleri topu taca gönderirler. Neticede hakem Gil Manzano, Racing’in kaptanı Mario Fernandez ile konuşup maçı durdurdur; futbolcular da taraftarları selamlayarak soyunma odasının yolunu tutar. Racing Santander’li futbolcuların ve teknik heyetin altı aydır maaşlarını alamadıkları, taleplerine karşılık verilmemesi üzerine protesto ederek maçı oynamadıkları ortaya çıkar…

***
Bilir misiniz 1960’lı senelerde, futbolun beşiğinde başkanlığını Jimmy Hill’in yaptığı Profesyonel Futbolcular Derneği, futbolculara ödenen maksimum ücret 20 Sterlin’i protesto etmek için karar almış; 712 profesyonel futbolcunun katıldığı oylamada sadece 18 futbolcu greve gitmek istememiş. 1961 senesinin Ocak ayında, grevin başlamasına üç gün kala, Futbol Federasyonu ile Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın ortak girişimleri sonucu kademeli artışla beş sene içersinde ödenecek haftalık ücretin maksimum 30 Sterin’e çıkarılmasına karar verilmiş ve futbolcular greve gitmekten vazgeçmiş.

İskoçya’da 2010 senesinin Kasım ayında profesyonel hakemler ücretlerinde artışa gidilmediği takdirde ligde oynanacak maçlara çıkmayacaklarını bildirdiler. İskoçya Futbol Federasyonu ise misilleme olarak maçların İsrail, Lüksemburg ve Malta’dan getirttiği hakemlerle yönetilmesini sağladı. O hafta liglerde sadece dört maç oynanmış ve 1905 senesinden o tarihe kadar ilk kez İskoçya liginde oynanan maçları dışardan getirilen hakemler yönetmişti.
İtalya’da 2011-2012 sezonunun başlamasına az kala futbolcular greve gidiyor; tarafların 5 Eylül 2011 tarihinde anlaşmaya varmaları sonucu ligler geç olsun güç olmasın misali rötarlı başlıyordu.

1966 Dünya Kupasında üçüncü olduktan sonra uzun zaman futbolun en görkemli sahnesinden uzak kalan Portekiz Milli Takımı, 1986 senesinde Meksika’da oynanacak Dünya Kupasına gitmeye hak kazandı. Ancak o dönem Portekiz Futbol Federasyonu ve milli takım futbolcuları arasında, primler yüzünden anlaşmazlık çıktı ve futbolcular mayıs ayı sonlarında oynanacak hazırlık maçına çıkmayı reddettiler. Futbol tarihine “Saltillo Affair” (Saltillo meselesi) olarak geçen o olaydan sonra Portekiz Milli Takımı, Dünya Kupasında grubunu sonuncu sırada bitirerek ülkesine döndü.
Fransa’da, 2013 senesinde kazancı bir milyon Euro’dan fazla olan futbolcuların yüzde 75, kulüplerin yüzde 50 vergi ödeyeceklerinin açıklanması üzerine futbolcular greve gideceklerini duyuruyor; 1. ve 2. Lig maçlarının oynanması tehlikeye giriyordu. Son dakikada iptal edilen grevden sonra ülkede futbol normale döndü…

***

2012 senesinin baharıydı…

Şimdi çok eskide kalmış zamanlarda futbol oynarken düzene başkaldırmış, futbolcuların sendikal örgütlenmesinde başrol oynaması yüzünden hep dışlanmış, bu yüzden futbol hayatını erken noktalamak zorunda bırakılmış, ama hiç yılmamış, hiç vazgeçmemiş Metin Kurt’la futbol üzerine konuşuyorduk. 12 Eylül döneminde Ankara’da kurmuş oldukları Amatör Sporcular Derneği’nin kapatılmış olduğunu, sendikalaşmanın önüne geçildiğini anlatmıştı. Ülke futbolunu bir batakhaneye benzetiyor, spor yasası hayata geçmediği sürece bu kötü düzenin devam edeceğine, bataklığın gençleri yutmaya devam edeceğine inanıyordu. Futbol sektöründe çalışan emekçilerin yaptıkları işin meslek olduğunu, iş kolu haline gelmesi gerektiğini vurgulamıştı. Futbolcuların bugünlerini ve yarınlarını yöneticilerin iki dudağının arasından almak amacıyla başlattıkları mücadelede amaçlarının, sporcuların tribünlere saygılı, emeğine saygılı, onurlu birer emekçi olarak var olmalarını sağlamak; geleceklerini sosyal güvenlik sistemi içinde güvence altına almak oldugunu dile getiriyordu. Hedeflerini; “Çocuklar oynayacak, sporcular korunacak, sendikalaştırlacak, spor yasası çıkartılacak, düzenin sporu sorgulanacak” cümlesiyle özetlemişti.

Metin Kurt o söyleşiden dört ay kadar sonra aramızdan ayrıldı, huzur içinde yatsın. Onun bundan çok zaman önce başlattığı mücadele hâlâ devam ediyor. Günümüzde dünyada 40’dan fazla futbol sendikası mevcut… En dişlisi de İngiltere’de: “Professional Players Union” (PFA)… 1907 senesinden beri faaliyet gösteren ve dört bin çalışanı bulunan sendika naklen yayın haklarından yüzde 5 gelir alıyor. Bizde ise kuruluşu pek yeni (08.10.2012) olan Futbol-Sen (Futbol Çalışanları Sendikası) örgütlenmeye ve sesini duyurmaya çalışıyor.
Görünen o ki, adına futbol denilen bu güzel ve cilveli oyunda bazıları çuval dolusu paralar kazanırken, bazıları sıkıntılı zamanlar geçirmeye devam edecek. Hatırlayın, defalarca milli formayı giydikten sonra nafaka borcunu ödeyemediği için hapse girmekten arkadaşlarının yardımlarıyla kurtulan eski kaleci Fevzi Tuncay’ı…

Ziya Adnan
1 Şubat 2014