Bahtsız kaleci…

Bahtsız kaleci…

Uzaklardan…

“Brezilya yasalarına göre en ağır ceza otuz yıldır, benim cezam ise elli yıl sürdü!”
Moacyr Barbosa Nascimento

“Her yerde yaşanan ulusal felaketler var. Örneğin Hiroşima… Bizim ulusal felaketimiz de 1950 yılında Uruguay karşısında aldığımız yenilgi,” demiş 1980 senesinde, 68 yaşında aramızdan ayrılan Brezilyalı edebiyatçı Nelson Rodriques. 1950 senesinde Brezilya kendi evinde oynadığı Dünya Kupası finalinde, Maracana Stadı’nda Uruguay’a 2-1 yenildi, o futbol ülkesi aradan geçen onca zamandan sonra bile o yenilgiyi unutamadı. Alex Bellos, “Futebol – The Brazilian Way Of Life (Brezilya Tarzı Yaşam) kitabında hiçbir futbol maçının bir ulusun duygusal hayatını bu kadar etkilemediğini yazar ve devam eder: 1948’de Maracana Stadyumu’nun inşaatında çalışmış olan, bugünse stadyuma gelen turistlere rehberlik yapan Isaias’a göre maç bitmedi, hala devam ediyor.”

O Dünya Kupası’nda kazanılan ikincilik Brezilya‘nın o güne kadar aldığı en iyi derece olmasına rağmen büyük başarısızlık olarak kabul edildi. O maçın detaylı analizini yapan ve Brezilya’da çok satan “Anatomy Of Defeat” (Bir Yenilginin Anatomisi) adlı kitapta, son golün Brezilya futbol tarihinin en çok konuşulan golü olmaya devam ettiğini, çünkü başka hiçbir golün bir ulusun hayatındaki tarihi an olma gerçeğinin üstüne çıkamadığını yazar…

O başarısızlığın en büyük sorumlusu olarak gösterilen üç zenci futbolcu Barbosa, Bigode ve Juvenal yaşamları boyunca hep o maçla ve hep kötü anıldılar. Bu vesileyle, 2014 Dünya Kupasında finali oynayacak takımların belli olduğu, heyecanın arttığı zamanlarda, hatırlayalım o tarihi maçta ev sahibi takımın kalesini korumuş bahtsız kalecinin hazin hikâyesini…

***

27 Mart 1921’de Brezilya’nın güney doğusundaki Campinas şehrinde dünyaya gelmiş, günümüzde o şehirde yer alan “University of Campinas” Güney Amerika’nın en iyi üniversitelerinden bir olarak kabul ediliyor. 1940 senesinde São Paulo’nun ADCI-SP takımının kalesinde başladığı kariyerini 1962 senesine kadar sürdürmüş. 1940 ve 50’li senelerin en iyi kalecilerinden biri kabul edilen Barbosa maçlarda topu daha iyi hissedebilmek için asla eldiven giymezmiş. 1945-1955 arasında Vasco Da Gama’da yıldızı parlamış, 1949’da Brezilya Kupası’nı kazanmış. 1949-1953 arasında 17 maçta Brezilya Milli Takımının kalesini koruyan kalecinin kaderi, 1950 senesindeki final maçında değişmiş. 173.850 taraftarın izlediği maçın 79. dakikasında durum 1-1 iken Uruguay’ın süratli kanat oyuncusu Ghiggia, savunmacı Bigode’yi geçmiş. Bizim kaleci Ghiggia’nın orta yapacağını düşünerek kalesinden ileriye çıkmış ama Uruguaylı topu sert bir şutla kaleye göndermiş. Bir anda topu kalesinde gören Barbosa olduğu yere yıkılırken Brezilya tribünleri matemi yaşıyormuş. Yediği hatalı golden sonra ülkesinde ‘vatan haini’ ilan edilen Barbosa o maçtan sonra ülkesinde hep aşağılanmış, hep hor görülmüş. Final maçı Brezilya Milli Takımıyla sahaya çıktığı son maç olmuş. O golden sonra sessizliğe bürünen Maracana Stadı’na ithafen şöyle buyurmuş golü atan Ghiggia: “O stadı bu dünyada üç kişi susturmayı başardı. Sinatra, Papa John-Paul II ve ben!”

***

2000 senesinde, ölümünden kısa süre önce verdiği bir söyleşide, “Brezilya yasalarına göre en ağır ceza otuz yıldır, benim cezam ise 50 yıl sürdü!” demiş bahtsız kaleci. Yediği o golden sonra diğer topçular ondan uzun süre uzak durmuş, dışlamışlar. 1993 senesinde, Brezilya Milli Takımının kampını ziyaret etmek istediğinde, uğursuzluk getirir diye içeri alınmamış. Futbol kariyerini noktaladıktan sonra antrenörlüğü denemek istemiş ama hiçbir kulüp kendisine iş vermemiş…

Yaşamının en hüzünlü anını, o maçtan yirmi yıl sonra yaşamış. Bir mağazada Barbosa’yı durduran bir kadın, yanındaki minik oğluna dönerek, “Ona iyice bak. Brezilya’yı yasa boğan adam işte o,” demiş. Kendisinden önce vefat eden eşinin cenazesinde, yakın bir arkadaşının omuzunda ağlarken şu cümle dökülmüş ağzından: “Kabahat sadece bende değildi, o maçta sahada 11 kişiydik!”.

1963 senesinde Rio’nun kuzeyindeki evinde arkadaşları için düzenlediği mangal partisinin davetlileri eve geldiklerinde bahçede bir gariplik olduğunu, yanan mangal ateşinin olması gerektiğinden daha harlı olduğunu fark etmişler. Sonrasında anlaşılmış harlı ateşin nedeni; Barbosa hayatını cehenneme çeviren Maracana’nın kale direklerini yakıyor, elindeki et parçasına kızgın gözlerle bakarak, “Yemekte olduğum soğan ve sirkeyle iyice kızartılmış şu et parçası Gigghia’nın bacağı,” diyormuş.

***

Bir Dünya Kupası daha geride kalıyor; arkasında sevinenleri, üzülenleri, ülkesinde kahraman ya da hain ilan edilenleri, yaşamları boyunca o anları hiç unutmayacakları ve muhtemel hiç hatırlamak istemeyecekleri, anıları bırakarak. Kimileri uzatma dakikalarında atılan penaltı golü sonrasında gelen galibiyeti ve bir üst tura çıkışlarını, kimileri de kaçırılmış o penaltıyla birlikte sönüp giden hayallerini, toz duman olmuş umutlarını hatırlayacak. Kimilerinin acıları zamanla azalacak, kimileri hep o acıyla hatırlanacak. Yaşı kemale ermiş topçular gelecek Dünya Kupasında yer alamayacak olmanın hüznünü yaşarken, yeni yetmeler bir sonraki Dünya Kupasını bekleyecek umutla…

Velhasıl final maçında doğru yol aldığımız 2014 Dünya Kupasını izlerken, 7 Nisan 2000 tarihinde, 79 yaşında geçirdiği kalp krizi sonucu yokluk ve sefalet içinde aramızdan ayrılmış kaleci Moacyr Barbosa Nascimento’yu da unutmayın. Üç direğin arasındaki yalnız adamları, zaman zaman yedikleri hatalı golleri, gol sonrası yıkılışlarını izlerken, kalesinde gördüğü bir gol yüzünden hayatı kararmış bahtsızın ruhuna bir selam yollayın…

Ziya Adnan
8 Temmuz 2014

BahtsizKaleci

El Pistolero: Silahşor…

El Pistolero: Silahşor…

Uzaklardan…

Yakın geçmişte “The Guardian” gazetesinde verdiği söyleşide okumuştum; “There are two of me, two different people,” (İçimde iki tane ben var, iki değişik insan) diyordu. Söyleşiyi okurken, 1991-1998 seneleri arasında Glasgow Rangers’ın kalesini korumuş, o yıllarda ‘şizofreni’ teşhisi konulmuş kaleci Andy Goram’a, Celtic taraftarlarının yaptığı gülümseten tezahürat geldi aklıma: “Two Andy Gorams, there’s only two Andy Gorams.” (İki Andy Gorams, yalnızca iki Andy Gorams!)…

Bu şizofrenik, ‘içimde yaşayan başka biri var’ meselesini bir kenara bırakıp, geçtiğimiz sezon Premier Lig’i kasıp kavuran, gol krallığını yakalayan, sonrasında futbolun en görkemli şöleninden aforoz edilen, futboldan dört ay uzak kalacak olan Liverpoolluyu (muhtemel yakın gelecekte Barçalı) yad edelim bu hafta. “El Pistolero” (silahşor) lakaplı, müthiş yetenekli ama uslanmaz Uruguaylı forveti…

***

Liverpool teknik direktörü Rodgers, “Çok iyi bir insan” diyor topçusu için. Öyledir mutlaka. Ama kaybetmeyi sevmediği de kesin, sicili kabarık… Henüz 15 yaşında Uruguay’ın Nacional takımında oynarken hakeme kafa atmasıyla başlamış o sicil. 2005 senesinin Mayıs ayında, Junior de Barranquilla takımıyla sahaya çıktığında henüz 18 yaşındaymış. 2005-2006 sezonunda oynadığı 27 maçta kaydettiği 10 golle takımının Uruguay şampiyonluğunda önemli rol oynamış…

Onun yeşil sahalarda filizlenmeye başladığı zamanlarda, Hollanda’nın takımının ‘scoutları’ başka bir futbolcuyu izlemek için Uruguay’a gelmişler. Böyle kesişmiş golcünün yolu Hollanda takımıyla. Futbolcunun kaderi diyelim. Müthiş oynadığı, bir penaltı yapıp, penaltıyı gole çevirdiği, ardından jeneriklik bir gol daha attığı maç sonrasında Groningen, Nacional’e 800 bin Euro ödeyerek kadrosuna katmış golcüyü.

“Hollanda’ya aşkım için geldim,” diyor söyleşisinde. O yıllarda kız arkadaşı, şimdiki eşi Sofia Barcelona’da yaşıyormuş; en azından mesafeler biraz daha yaklaşmış bu transfer sonrasında. 2006-2007 sezonunda, oynadığı Groningen ligi 8. sırada bitirirken 29 maçta 10 gol atmış. Ancak saha içindeki hırçınlığı nedeniyle sıkıntılı günler de yaşamış. O dönem verileri, 4 maçta gördüğü 3 sarı, bir de kırmızı kart…

O sezonun sonunda ülke futbolun devlerinden Ajax genç futbolcuyu transfer etmek için 3,5 milyon Euro önermiş takımına. Uzun süren pazarlıklar sonucunda, takvim yaprakları 9 Ağustos 2007’i gösterirken 7,5 milyon Euro’ya anlaşmış iki takım.

***

Ajax’la beş sene imzalayan Uruguaylı, takımla ilk maçına Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında Slavya Prag karşısında çıkıp bir de gol atmış. Ajax o sezon Ligi 2. sırada bitirirken oynadığı 33 lig maçında 17 golü var. Sezonu gol kralı olarak bitiren takım arkadaşı Klaas-Jan Huntelaar’la ‘müthiş ikili’ olarak anılmaya başlanmışlar. 2008-2009 sezonunda da çıkışını sürdürmüş. Ajax ligi 3. sırada tamamlarken, 31 maçta 22 golle o sezon takımın en iyisi seçilmesi tesadüf değil elbet. Ancak gördüğü kartlar nedeniyle cezalı duruma düştüğü maçların bolluğu da meselenin diğer yüzü…

2009-2010 sezonunun başında hocası Van Basten, yerini Martin Jol’a bırakırken, kaptan Thomas Vermaelen de Kuzey Londra’nın yolunu tutmuş. Çiçeği burnunda teknik direktör, golcüyü kaptanlığa getirmiş; muhtemel hırçınlığını törpüler, sakinleşir, olgunlaşır, daha az kart görür umuduyla. O sezon tüm kupalarda kaydettiği 49 golle ülkede yılın futbolcusu seçilmiş. Ama şampiyonluğu yaşayamamış; Ajax, Twente’nin ardından ligi 2. sırada bitirmiş.

Ancak golleriyle birlikte hırçınlığı da durulmamış. 2010 senesinin Kasım ayında golsüz biten maçta PSV’li Otman Bakkal’ın omzunu ısırması büyük yankı uyandırmış Hollanda basınında. De Telegraaf gazetesi “Cannibal of Ajax” (Ajax yamyamı”) manşetini atarken Hollanda futbol Federasyonu kesmiş cezasını: 7 maç!

Bunca gol atıp da Avrupa futbolunun devlerinin radarına girmemek mümkün olmaz elbet. Cezalı olduğu dönemde, Ada futbolunun mazisini mumla arayan devi Liverpool 26,5 milyon Eurol’luk teklifle çalmış Ajax’ın kapısını. Hollanda takımı Liverpool’un teklifini kabul ederken, Ajax formasıyla oynadığı 159 maçta 111 gol kaydeden golcüsünü şanına yakışır bir törenle uğurlamış. O sezon sadece 13 maçta sahada yer almış olmasına rağmen kazandığı şampiyonluk madalyasıyla.

Ajax günlerinde, hocası Van Basten ve yardımcısı Bergkamp’ten çok şey öğrendiğini dile getiriyor her fırsatta. Eh hoca Van Basten, yardımcı da ‘Buz adam’ olunca öğrenmemek olmaz elbet…

***

Liverpool günleri…

Kırmızılı takımda ilk maçına Stoke City karşısında çıkan, oyuna sonradan girdiği maçta bir de gol atan forvet 2010-2011 sezonunda oynadığı 13 maçta 4 golle tamamladı. Liverpool o sezonu ligin 6. sırasında kapatırken takımın en iyilerinden gösterilmişti. Bir sonraki sezon sonunda Liverpool ligi 8. sırada bitiriyor, Lig Kupasını kazanıp Avrupa Liginde oynamaya hak kazanıyordu. Ligde 11 gol kaydetmiş ama sıkıntılı zamanlar da geçirmişti. Manchester United’a karşı oynadığı maçta Patrice Evra’ya ırkçı hakarette bulunduğu gerekçesiyle 8 maç ceza aldı. Cezanın bitiminde United’la karşılaştıkları ilk maçta hasmının elini sıkmaması yeni bir tartışma konusu yaratıyordu.

2012-2013 sezonuna takımıyla yeni sözleşme imzalayarak çıkarken, ilk 12 maçında 10 gol kaydetti. Mart ayına gelindiğinde Liverpool’da 50. golüne ulaşmıştı. Ancak ligin son haftalarına yaklaşırken, bir kez daha manşetlere taşındı. Chelsea ile oynanan lig maçının 73. dakikası oynanırken, savunmacı Branislav Ivanovic’in kolunu ısırmıştı. Cezası ağır oldu, sezonu 10 maç ceza ile kapattı. İngiltere Başbakanı David Cameron bile dahil oldu ona verilen ceza üzerindeki tartışmalara. Daha ağır ceza verilmeliydi diyenlerin saflarına yer alıyordu Cameron.

2013-2014 sezonunda Ada futbolunda fırtına gibi esti, üstelik kimselere diş göstermeden. Ligin ilk altı maçında cezası nedeniyle forma giyememiş olmasına rağmen sezonu 31 golle gol kralı olarak kapattı. İlk altı maçta oynamış olsa şampiyonluğu kıl payı kaçırmış Liverpool’un kaderi farklı olurdu sanırım.
Sonra 2014 Dünya Kupası… İtalya karşısında oynanan maçta kariyerindeki üçüncü ısırma vakası ile manşetlere düştü uslanmaz topçu. İngiltere Milli Takımının eski kaptanı Terry Butcher meseleyi pek güzel özetlemiş: “Suarez’in sorunu mental değil, dental!”

Yazılanlara göre, Liverpool tarihinin en pahalı transferi, ilk günlerinde 7 numaralı formaya niyetlenmiş. Geçmişte o formayı giymiş iki Liverpool efsanesi Kenny Dalglish ve Kevin Keegan gibi hatırlanmak istediğinden olsa gerek. Ah bir de sürekli rakipleri ısırıp ceza almaktan kurtulabilse!

Ziya Adnan
1 Temmuz 2014

Silahsor

Socrates, “Bilge Brezilyalı”yı hatırlarken…

Socrates, “Bilge Brezilyalı”yı hatırlarken…

Uzaklardan…

1962 Dünya Kupasında suya “Bru!” diyecek kadar küçüktüm; geçenlerde 1. yaşını kutladığımız minik, afacan oğlum gibi, adı gibi engin olsun. Ondan dört yıl sonra düzenlenen 1966 Dünya Kupasından aklımda kalan ise Dünya Kupalarının tarihini anlatan futbol programlarında tekrar tekrar izlediğimiz, siyah beyaz zamanlarda İngiltere’nin Batı Almanya’yı 4-2 yendiği maç… O maçı anlatan, 2002 senesinde aramızdan ayrılmış BBC spikeri Kenneth Wolstenholme’nun, hakemin bitiş düdüğüne yakın dudaklarından dökülen, “Some people are on the pitch. They think it’s all over… It is now!” (Sahada taraftarlar var, maçın bittiğini düşünüyorlar ve şimdi bitti!) cümlesi futbolun klişeleşmişleri arasında yerini almıştır…
Sonra onca kupa geçti aradan. Onca kupa, onca şölen… 1974 Dünya Kupasında ‘Sarı Fare’ Cruyff ve arkadaşlarını, 1978’de Mario Kempes’i, 1982’de Paolo Rossi’yi, 1986’da “Tanrı’nın eli”ni hatırlarım. 1990 Dünya Kupasına penaltılar sonucu veda eden İngiltere’de Gascoigne’nin gözyaşları, 1994’de turnuvayı gol kralı olarak kapatan Romário’nun golleri, 2010’da Zidane’nın kafası Dünya Kupalarının unutulmazları arasındadır.

***

Hatırladığım Dünya Kupalarını sayarsak bu benim 12. şölenim. Ama bugüne kadar hiçbir kupa 1982 Dünya Kupası’nın yerini tutmadı. Carlos, Leandro, Serginho, Zico, Eder, Falcao, Juninho ve hiç unutulmayacak efsane Socrates, futbolun en güzel Brezilyalısı… 1.90’lik ince bedeni, kara sakalları, dağınık saçları, çatık kaşları, soğukkanlı duruşu ile bir futbolcudan çok bir filozofu andıran zarif bilge… Şiir gibi pasları, adam geçmedeki ustalığı, futbol zekâsı ile sahadaki varlığı hemen fark edilirdi. Topuk pası denilince aklıma ilk o gelir. Pele, çoğu futbolcunun ileriye doğru yaptığının daha iyisini geriye doğru yaptığını söylemiş. Eh, Pele söylemişse doğrudur.

Dünya Kupalarının tarihini iyi bilenler, o takımı “The greatest team that never win the world cup” (Dünya Kupasını kazanamamış en iyi takım olarak hatırlar…

İşte o takımın kaptanıydı Socrates, 19 Şubat 1954 tarihinde Brezilya’nın Belem do Para şehrinde yoksul bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Yunan mitolojisine meraklı babası ona “Socrates” adını vermiş, diğer iki kardeşin de adları Sofocles ve Sostenes… Henüz 10 yaşında, ülkesinde yaşanan askeri darbenin tüm acılarına şahitlik etmiş; ilerleyen yıllarda ülkesinde yaşanan tüm sosyal adaletsizliklere karşı duran bir önder olarak nam salmıştı. Futbol oynadığı yıllarda tıp eğitimi görmüş; kariyeri sonrasında diplomalı bir doktor olarak sporcu sağlığıyla uğraşan bir klinik kurmuş; aynı zamanda fakir bir semt hastanesinde çalışmış; liderlik ve sosyal ilişkiler üzerine seminerler vermiş; gazetelerde makaleleri yayınlanmıştı. Ülkesinde “O Doutor” (doktor) olarak bilinmesi boşuna değil anlayacağınız. 1974 senesinde Botafogo’da başlayan kariyerinde Corinthians, Fiorentina, Flamengo, Santos takımlarında top koşturdu. Futbolu 1990 senesinde, 36 yaşında bıraksa da 2004 senesinde İngiltere’nin kuzey amatör liglerinde yer alan Garforth Town takımına antrenör-futbolcu olarak dönüş yaptı. Bir ay kaldığı takımda Tadcaster Albion’a karşı oynanan maçın son 12 dakikasında oynadığında 50 yaşındaydı. Öylesine futbol sevdalısına yakışacak cinsten…

Ölümünden kısa süre önce verdiği söyleşide, yaşamında onu en çok etkileyen, ona ilham veren üç insanın John Lennon, Che Guevara ve Fidel Castro olduğunu söylüyordu. Küba, hayalindeki Brezilya’ydı. “Keşke Küba’da dünyaya gelseydim!” demiş. Hayalinde yatan, herkesin aynı fırsatlara sahip olduğu, eşitliğin temel olduğu, zenginle, yoksul arasındaki farkın uçurum olmadığı ülke…

1982 Brezilya’sını formasını giydiği en özel takım olarak tanımlıyordu. 1986 Dünya Kupasının Brezilya takımı ona göre bir önceki turnuvaya göre daha zayıftı. 1982’nin takımını inşa etmek üç sene sürmüş, 1986’nın derme çatma takımı ise bir kaç haftada bir araya getirilmişti. Ancak hayat karşısındaki duruşu, politik görüşü, futboldan, kazanılan kupalardan, zaferlerden çok ama çok daha önemliydi. Dünya Kupasını hiç kaldıramamış olmasına üzülüp üzülmediğini soran bir gazeteciye şöyle cevap vermişti: “Unvanların ne ehemmiyeti var? Biz oynadığımız oyunla turnuvaya heyecan getirmiştik. Biz o turnuvanın en keyif veren takımıydık. Sorun bakalım insanlara, 1982 Dünya Kupasından neyi hatırlarlar? Ben söyleyeyim, İtalya’yı değil, Brezilya’yı!”
Kariyerinin ilerleyen zamanlarında kendisine sunulan, Pele gibi futbol elçisi olma önerisini elinin tersi ile itmiş. Endüstriyel futbolun, ıvır zıvırla uğraşan ticari kuklası olmak istemediğindendir muhtemel…

***

4 Aralık 2011 tarihinde, Sao Paul’daki Albert Einstein Hastanesi’nde geride altı çocuğunu ve arkasından ağlayan bir ulusu bırakarak aramızdan ayrıldığında 57 yaşındaydı Socrates. Yoksulluğun kader olduğu topraklarda düzenlenen ve hemen her gün büyük protestolara sahne olan 2014 Dünya Kupasını göremedi. Turnuvanın Brezilya’ya verildiği açıklandığında, durumdan hiç memnun olmamıştı. Kupanın ülkeye hiçbir şey kazandırmayacağını, maliyetin halkın cebinden çıkacağını, zenginlerin daha da zenginleşeceğini, yolsuzluğun ve hırsızlığın tavan yapacağını düşünüyordu. Ülkede Dünya Kupası düzenlemek, başta sağlık ve ulaşım olmak üzere kamu harcamalarının kısılması demekti. Bu yüzden Brezilya halkı daha fakirleşecek ve Kupa’nın halka hiçbir getirisi olmayacaktı.
Geçenlerde bir internet sitesinde rastladığım, ev sahibi takımın maçının başlamasına yakın stada akan sarı formalı taraftarların arasında, çöp yığınları içinde yiyecek arayan bir kadının fotoğrafı Socrates’in haklılığını anlatıyordu görmesini bilenlere. O yüzden kendi adıma, 2014 Dünya Kupasından geriye kalan sanırım o fotoğraf karesi olacak. Zira o güzel Brezilyalının söylediği gibi, “Maç dediğin 90 dakika sonunda biter, ama hayat devam eder!”

Ziya Adnan
23 Haziran 2014

Socrates

Rudolph Valentino yüzlü Çingene…

Rudolph Valentino yüzlü Çingene…

Uzaklardan…

“Bir gece tüm parasını bir kumarhanede yitirdi. Başka bir gece kim bilir nerede yitirdi yaşama sevincini? Son gecesinde ise bir yoksullar yurdunda sayıklayarak öldü…”
Eduardo Galeano

Futbolun bilindik klişesidir, kafa gollerini benimsemiş topçular için “hava toplarında çok iyi” derler. Genelde uzun olur bunlar, fiziklerini iyi kullanırlar, iyi sıçrarlar. İlk etapta aklıma gelenler Miroslav Klose, Jan Koller, Luca Toni, Alan Shearer, bizde ise Hakan Şükür… Ama bir tanesi var ki, anlatmadan olmaz. “Rio’nun Prensi” olarak bilinirmiş futbol oynadığı siyah beyaz yillarda, yetenekli, karizmatik ama aynı zamanda öfkesini kontrol edemeyen bir deli… Bu vesileyle anlatalım günümüzden çok zaman önce yaşamış, belki de yeşil sahaların gelmiş geçmiş en iyi kafacısının hazin hikâyesini…

1920 senesinde Brezilya’nın Sao Joao Nepomuceno şehrinde dünyaya gelmiş, henüz 12 yaşındayken kaybetmiş babasını. 17 yaşındayken parlamış yeşil sahalarda, futbolun yaşamın parçası olduğu topraklarda. Copacabana sahilinde top yerine portakal kullanarak sergilediği hünerler dikkatini çekmiş Botafogo kulübünün scoutlarından birinin. 22 yaşına geldiğinde takımın yıldızı, 27 yaşında Güney Amerika’nın en büyük topçusuymuş. 1939–1948 arasında 235 maçta formasını giydiği Botafogo’da 209 gol kaydetmiş, üstelik çoğunluğu kafayla.
Onu şöyle anlatmış Uruguaylı yazar Eduardo Galeano: “Çingeneye benzer bir yönü vardı ama yüzü Rudolph Valentino’yu andırıyordu. Kuduz köpek mizacına sahipti ama iş futbol sahasına gelince o gerçek bir yıldızdı…”

Futbol stili zarif bir dansçıyı andırırmış; ayakları sahaya hükmeder, top tekniği izleyenleri büyülermiş. Lastik gibi bir vücuda sahip, rakiplerini kolaylıkla geçebilen, topu ayakları, kafası,
hatta göğsüyle kaleye yollayan bir futbol ustası, bir dahi…

Galeano, “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabında onun bir golünü şöyle anlatır: “Sırtı kaleye dönüktü. Havadan gelen topu göğsüyle durdurdu ve topu yere düşürmeden yüzünü kaleye döndü. Bedeni yay gibi gerilmişti. Göğsünde top olduğu halde yoluna devam etti. Kaleyle arasında müthiş bir kalabalık vardı. Flamengo’nun sahasında adeta tüm Brezilya nüfusu kadar insan birikmişti. Topu yere indirse kaybetmesi işten bile değildi. Bu şekilde arkaya doğru eğik halde topu göğsünde taşıyarak düşman hatlarını yardı ve kalenin önüne geldiğine bedenini düzelterek topu yere doğru indirdi ve müthiş bir şut çıkardı…”

Kariyerinin büyük bölümünü geçirdiği Botafogo’da çok sevilirmiş. O da âşıkmış takımına. Günün birinde bir gazetecinin onun için söylediği, “Sadece bir futbol oyuncusu olduğunu unutuyor” sitemine verdiği cevap o aşkı anlatır: ”Ben bir futbol oyuncusu değilim, bir Botafogo oyuncusuyum.”

Karnaval müziği eşliğinde çıktığı maçlarda sahada hünerlerini sergiler, attığı her golden sonra General Severiano Stadı’nın tribünlerine koşarak kucağında taşıdığı görünmez muzları taraftarlara atarak kendine has stili ile selamlarmış hayranlarını. Futbol oynadığı yıllarda üniversiteye devam edip avukatlık diploması almış. Kariyerinin en parlak zamanlarında, Copacabana Plajı’nda futbol oynayan küçük bir çocuğa para verdikten sonra söylediği sözler onu anlatmış, “Bunun hepsini dondurmaya ve sinemaya harca. Sakın bütün gününü futbol oynayarak geçirme. Hayatta daha güzel şeyler de vardır.”

Haliyle, dönemin film yıldızı Rudolph Valentino’yu andıran bu yakışıklı, zeki, karizmatik futbol yıldızının çevresinde kadınlar hiç eksik olmazmış. Maç günleri yeşil sahalarda, geceleri gece kulüplerinde, dans pistlerinde, yatak odalarında sergilermiş hünerlerini. “Rio’nun Prensi” olarak bilinmesi boşuna değil yani.

***

Ancak onca yeteneğine karşın hayli asabiymiş, kimi zaman rakip topçularla, kimi zaman hakemlerle, kimi zaman rakip takım taraftarlarıyla kavga edermiş. Kendi takım arkadaşları bile zaman zaman nasiplerini alırmış onun kontrolden çıkmış öfkesinden. Rakip taraftarlar onu kızdırmak için “Gilda” lakabı takmışlar, o zamanın güzel aktrisi Amerikalı Rita Hayworth’un canlandırdığı bir fahişeyi anlatan 1946 yapımı filmden esinlenerek. Rakip tribünlerden yükselen “Gilda!” tezahüratı çılgına çevirirmiş futbolcuyu. Öylesine ki bir maçta o tezahüratı duyunca tribünlere koşup şortunu indirecek kadar deliye dönmüş…

***

1948 senesi Boca Juniors kulübüyle Arjantin’in yolunu tutan golcünün kariyerinin hızla inişe geçtiği zamanlar. O sezon bir maçta takım kadrosunda yer almadığını öğrenince, takımın teknik direktörü Flavio Costa’nın kafasına silah dayamış ve tetiği çekmiş ama teknik direktörün şansına silah dolu değilmiş. Kadınlara, içkiye ve kumara olan düşkünlüğü yalnız futbol kariyerinin değil, kendi hazin sonunu da hazırlamış. 1949 senesinde Junior Barranquilla’da ki kısa serüveninde gazeteciliğe yeni başlayan Gabriel Garcia Marquez ile tanışmış. Onun Kolombiya macerasını “Yılın en güzel hikâyelerinden biri” olarak tanımlar Marquez. Ama dostlukları kısa sürmüş. Futbolu 1951 senesinde Rio’da yer alan Americas takımında bırakmış.

***

1958 senesinin Dünya Kupası finalinde, Brezilya ev sahibi İsveç’i 5 golle geçerken tüm ülke zaferi kutluyormuş. Hayatını anlatan yazılarda, aynı saatlerde eski futbol yıldızının Barbacena’da bir akıl hastanesinde tek başına kaldığı koğuşunda hayatına son vermeye çalıştığı anlatılır. 1953 senesinde tanıştığı sanatoryumda, altı yıl boyunca odasının duvarlarında asılı, parlak kariyerinin en güzel zamanlarını anlatan gazete kupürlerine bakarak, kim bilir belki eski günlerin hayaliyle ölümü beklemiş. Uzun sürmemiş çilesi, 8 Kasım 1959 günü 39 yaşında hayata vedat etmiş Heleno de Freitas.

Ölüm nedeni, çok zaman önce kaptığı ama tedaviyi reddettiği frengi hastalığı olarak geçmiş kayıtlara. 2012 senesinde Brezilyalı film yapımcısı José Henrique Fonseca, Marcos Eduardo Neves’in kitabından uyarladığı, futbolcunun hayatını anlattığı, “Heleno” filmiyle yeni nesillere tanıtmış bir zamanların yıldızını.
Şimdi Dünya Kupası zamanları… Futbolun delice sevildiği, futbolu dans eder gibi oynayanlar diyarında bir futbol şöleninde daha tüm ülke Brezilya’nın zaferini bekliyor. Bu vesileyle bundan çok zaman önce o topraklarda yaşamış ve hazin bir şekilde hayata veda etmiş Rudolph Valentino yüzlü “Çingene’yi hatırlayalım istedim.

Ve madem Galeano ile başladık Heleno’yu anlatan yazıya, onunla bitirelim: “Bir gece tüm parasını bir kumarhanede yitirdi. Başka bir gece kim bilir nerede yitirdi yaşama sevincini? Son gecesinde ise bir yoksullar yurdunda sayıklayarak öldü…”

Ziya Adnan
16 Haziran 2014

Heleno

Onlarsız Bir Dünya Kupası…

Onlarsız Bir Dünya Kupası…

Uzaklardan…

İngiliz yazar Alex Bellos, ”Futebol – The Brazilian Way of Life” (Brezilya Tarzı Yaşam) kitabında coğrafyayı, kulüp armalı tabutların satıldığı, bir futbol kulübünün üyesi olmanın parlamentoya seçilebilmede etkin rol oynadığı ve futbol sahasız deniz üstü petrol platformlarının bile düşünülemediği bir ülke olarak anlatır. İşte o futbol delisi ülkede başladı 2014 Dünya Kupası ve her daim Avrupa’nın en genç nesline sahip olmakla övünen bir ulusun çocukları, ne yazık ki bir futbol şölenine daha maaile dışarıdan bakacak. Avrupa’nın en iyi 6. ligine sahip olduğu kandırmacasında, bir futbol şöleni daha bizden çok uzaklarda futbolun yaşamın parçası olduğu topraklarda hayat bulacak. Son 50 senede takımını dünya kupalarında sadece bir kez izleme fırsatı bulmuş olanlar, bir kupada daha başka coğrafyaların takımları ile avunacak…

Ama yalnızca biz olmayacağız orada yokları oynayan. Aynı kaderi, aynı yalnızlığı, takımları kupaya katılma şansını yakalayamamış dünya yıldızları da paylaşacak. Çok bilenen gerçektir, az futbolcuya nasip olan upuzun kariyerinde 12 Premier Lig, iki Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu, 4 Federasyon Kupası zaferi yaşamış, şimdilerde Kırmızı Şeytanlar’da yardımcı hocalık yapan Ryan Giggs, futbolun en görkemli sahnesinde hiç rol almamış olmasıyla namlıdır. 29 Kasım 1973 doğumlu kanat oyuncusu Galler’in dünya kupalarına en son katıldığı 1958 senesinde henüz dünyaya gelmemişti. Bu vesileyle hatırlayalım kendi takımlarında yıldızlaştıkları halde, futbolun en ışıltılı podyumunda boy gösteremeyecek yıldızları, 2014 Dünya Kupası’nda yokları oynayacakları…

Sanırım turnuvada yokluğunu en çok hissetirecek olan, geçtiğimiz sezonu Fransa ‘Ligue 1’da 26 golle gol kralı olarak bitirmiş, forma giydiği 8 Şampiyonlar Ligi maçında 10 gol kaydetmiş İsveçli. 31 yaşındaki bir futbolcu için kaçırılmış en büyük fırsat; haliyle onu ve müthiş gollerini izleme fırsatı bulamayacaklar için de. Futbola altı yaşında, kendisine hediye edilen bir çift kramponun hatrına, bölgenin iki takımı Malmö BI ve FBK Balkan miniklerinde başlamış, ışıltılı kariyerinde dünya devlerinde top koşturmuş Zlatan’dan bahsediyorum elbette. 2013 senesinin Aralık ayında Ada’nın saygın gazetelerinden “The Guardian”ın en iyiler katagorisinde Ronaldo ve Messi’nin arkasından üçüncülüğü kapmış; 2012’nin Kasım’ında İngiltere’ye karşı oynadığı maçta, görüp görebileceğiniz en müthiş gollerden birini atmıştı. 2018’de oynanacak Dünya Kupası’nda 35 yaşında olacak altın çocuk Ibracadabra, takımı kupaya katılma şansını yakalasa da, orada olur mu, kim bilir!

Şampiyonlar Ligini kazandıktan sonra Dünya Kupasına gidemeyecek olmanın Gallerli olmakla ilgisi olmalı. Önce Giggs, sonra Bale… Real Madrid’de geçirdiği başarılı sezondan sonra Gareth Bale’i kupada izleyemeyecek olmak futbolsever adına eksiklik. Çocukluğunu geçirdiği Cardiff’de, 14 yaşında 100 metreyi 11.4 saniyede koştuğunu, beden eğitimi hocasının ısrarı sonucu okulun futbol takımına seçildiğini anlatır. Geçtiğimiz sezon İspanya Kupası finalinde Barca’ya attığı golü tekrar tekrar izlerken, keşke şölende o da olsaydı demiştim. Bereket daha 25 yaşında… Bir, iki fırsat daha yakalar, şayet futbol tanrıları Galler’in yanında olursa…

Dünya devi Bayern Münih’e transfer olduğun sezon, futbolun en görkemli sahnesini ıskalamak, eh futbolun içinde bu da var! 21 Ağustos 1988’de Warsaw’da dünyaya gelen golcü adını 2010 senesinden beri forma giydiği Borussia Dortmund’da duyurdu. 2013-2014 sezonunu Bundesliga’da 20 golle gol kralı olarak kapatan, Şampiyonlar Ligi’nde altı golü bulunan Polonyalı turnuvanın eksiklerinden. 2008’den günümüze Polonya Milli Takımında forma giymiş Robert Lewandowski… Kim bilir belki bir daha ki dünya kupasına…

Şimdilerde Chelsea taraftarına ‘takımın en istikrarlı’ futbolcusunu sorsanız, onun adı sıklıkla telafuz edilecektir şüphesiz. 22 Şubat 1984’de Sırbistan’ın Sremska Mitrovica şehrinde dünyaya gelmiş. 2006-2008 arasında Lokomotiv Moscow’da adını duyurduktan sonra 13 milyon Euro’ya Chelsea’ye transfer oldu. 2013 UEFA Kupası finalinde, maçın son saniyelerinde attığı kafa golüyle Chelsea’ya kupayı kazandıran, o maçın en iyisi seçilmiş sağ bek, 2012 ve 2013’de ülkesinde ‘Yılın Futbolcusu’ ödülünü kazandı. Bir sonraki Dünya Kupasında 34 yaşında olacak savunmada sağlam, hücumda yaratıcı Branislav Ivanović. O da Brezilya’da izleme fırsatı bulamayacaklarımızdan…

Kupanın eksiklerinden diğer bir Chelsea’li, günümüzün en iyi kalecilerinden. 20 Mayıs 1982’de Plzeň’de dünya gelmiş 1.96’lık dev. 2004 senesinden beri kalesini koruduğu Batı Londra takımında 450’nin üzerinde maça çıktı, üç sezon Premier Lig şampiyonluğu yaşadı, Şampiyonlar Ligi’ni ve UEFA Kupasını kazandı. Chelsea’nin kalesini koruduğu 220 maçta gol yemediğini, üç sezon UEFA’nın “En iyi kaleci” ödülünü kazandığını hatırlatalım. Elemelerde Çekoslavya, grubu İtalya ve Danimarka’nın ardından 3. sırada bitirmeseydi, Brezilya’da bir kez daha o müthiş kaleciyi izleme fırsatı bulacaktık, ama o da fırsatı kaçıranlardan…

Ve bizden biri; müthiş bir sezon geçirip, La Liga’yı şampiyon kapatan Atletico Madrid’in aslarından. Kiralık olarak formasını giydiği Manisaspor’da ki ilk Süper Lig deneyiminden sonra Galatasaray’a dönen, 22 yaşında koluna taktığı kaptanlık pazubandı ile yıldızı parlayan sempatik çocuk. Bir dahaki Dünya Kupasında 31 yaşında olacak Arda Turan, son treni kaçırmasa bari…
Eh, madem dört yılda bir gerçekleşen futbol şöleninden açtık konuyu, 1982 Dünya Kupasını da hatırlamadan geçmeyelim. Sanırım Uğur Vardan söylemişti, “Birçoğumuz hayatını dünya kupalarına bakarak ölçer” cümlesini. 1982’de 22 yaşındaydım, sonra onca kupa, onca şölen… Hatırladığım dünya kupalarını sayarsak bu benim 12. şölenim. Ama 1982 Dünya Kupası hep bir başka bende. Serginho, Zico, Eder, Falcao, Juninho ve hiç unutulmayacak efsane Socrates, futbolun en güzel Brezilyalısı. Kupayı kazanamadılar varsın olsun, ne takımdı ama…

Ziya Adnan
10 Haziran 2014

Altınordu, Kırmızı Şeytanlar’ın dönüşü…

Kırmızı Şeytanlar’ın dönüşü…

Uzaklardan…

Ankara’nın Al-Karalar’ı gibi onlar da 1923 senesinde kurulmuşlar. Ülke futbolunun Cumhuriyet ile yaşıt güzide takımı… Sadece ülke futbolunun değil, güzel ve yalnız coğrafyanın gülen yüzü İzmir’in en köklü kulüplerinden, nam-ı diğer “Kırmızı Şeytanlar”… Renkleri kırmızı-lacivert… Kırmızısı “kan’dan, laciverti “çelik’ten miras…
Kuruluşuna dair iki tez var.

İlk teze göre, 1923 yılında bir Ankara seyahatinde Altay’ın kurucuları, futbolcularla hep beraber bir hatıra fotoğrafı çektirmek istemişler. O yıllarda Altay’da kravat takmak gelenekmiş. Ancak fotoğraf çekimine takım kaptanı Hamit ve birkaç futbolcunun kravatsız gelmeleri yönetimi kızdırmış ve onlar da futbolcuları uyarmış. Bu duruma gücenen Hamit ve arkadaşları İzmir’e dönünce Altay’dan ayrılarak Altınordu Spor Kulübü’nü kurmuşlar.

İkinci teze göre, savaş nedeniyle durmuş olan spor faaliyetleri Cumhuriyetin kurulduğu günlerde yeniden canlanmaya başlamış. Ancak İzmir’in en eski semtlerinden Basmane, Tilkilik, Namazgâh semtlerinde bir spor kulübü bulunmuyormuş. Semt gençlerinden Mustafa (Balöz), Hüseyin (Yurdakul) ve Mehmet Hancıoğlu’nun (Hoca Mehmet) yoğun girişimleri sonucu takımı kurmak için semt sakinleri ile Ragıp Paşa kıraathanesinde toplantılar yapılıyormuş. Yeni kurulacak takıma isim arandığı günlerde, semtin büyüklerinden Süleyman Ferit Bey (Eczacıbaşı), büyük bir Türk İmparatorluğu olan Altınordu ismini önermiş. Semt sakinlerinin itirazsız kabul ettiği bu öneriden sonra Süleyman Ferit Bey, Altınordu’nun hem isim babası hem de kurucu başkanı olmuş.

***

1924 senesinin ilk gününde, Altay’ı 2-1 yendiği tarihi maç ilk resmi müsabakası… İlerleyen zamanlarda dönemin Valisi Fazlı Güleç’in ısrarları neticesinde Altınordu, Altay ve Bucaspor’un birleşmesiyle Üçokspor kurulmuş ve 1939’a kadar devam etmiş. Anlayacağınız, tıpkı günümüzde olduğu gibi o yıllarda da siyasetin eli ülke futbolunun üzerinden hiç eksik olmamış. Amatör olduğu senelerde, İzmir Ligi’nde 6 defa şampiyon olan Altınordu, 1959 yılında 1. Lige yükselmiş…

1961-1962 sezonunda tarihinin en iyi sezonunu yaşayarak ligi 8. sırada tamamlamış. 60’lı ve 70’li seneler düşmeler ve çıkmalarla geçen “asansör” zamanlar… 1964-1965 sezonunu sonuncu bitirerek 2. Lige düşmüş ama uzun sürmemiş ayrılık; ertesi sezon geri dönmüş. 1977-1978 sezonunda 3. Lige düşen takım, yeniden 2. Lige terfi ettikten sonra uzun süre bu ligde mücadele etmiş. 1991-1992 sezonunda 3. Lige, 1995-1996 sezonunda 3. Lig 7. Grubu sonuncu bitirerek amatör kümeye düşmüş.

***

2002-2003 sezonunda yeniden 3. Lige dönen Kırmızı Şeytanlar, 2007-2008 sezonunda ligi averajla 4. sırada bitirerek Trabzon’da yapılan play-off maçlarını kazanıp 2. Lige yükseldi. Ancak 2008-2009 sezonunda bir kez daha düştü. 2010-2011 sezonunda 2. Lige dönse de ertesi sezon yeniden 3. Ligin yolunu tuttu.2012 senesi küllerinden doğuşun habercisi… Takımın küme düşmesinin hemen ardından Temmuz ayında yapılan genel kurul sonucunda kulübün şirketleşmesi yönünde karar alındı. İzmir futbolunda nam salmış, Bucaspor’u Süper Lig’e çıkaran, futbol akademisinin kurucusu Seyit Mehmet Özkan kulübün %99 hissesini satın alarak başkan oldu. Yaş ortalaması 22 olan takım 2013-2014 sezonunda 2. Lig Kırmızı Grupta oynadığı 34 maçta 25 galibiyet aldı ve ligi ilk sırada tamamlayarak 22 yıl aradan sonra 1. Lige çıkmayı başardı. Başarının sırrını, kulübün internet sitesindeki (www.altinordu.org.tr) cümle özetliyor: “Çocuklarımız geleceğimiz…”

Bu vesileyle kulübün efsaneleşmiş futbolcularından Sait Altınordu’yu da yâd etmeden geçmeyelim. 43 yaşına kadar meşin yuvarlağın peşinden koşmuş, takımda aralıksız 27 yıl oynamış Altınordu sevdalısı… Kulübü ile o kadar özdeşleşmis ki, soyadı bile “Altınordu”… Kariyeri boyunca, İstanbul kulüplerinin astronomik transfer tekliflerini kabul etmemiş. Altınordulu olarak yaşamış ve 17 Kasım 1978 günü 66 yaşında Altınordulu olarak hayata veda etmiş. Futbol tanrıları her takıma böyle futbolcu ve taraftar bahşetsin…1959-1965, 1966-1970 arasında 10 sezon ülkenin en üst liginde yer alan kulüp 100. yıldönümünü Süper Lig’de geçirmeyi hedefliyor. Futbol melekleri ve şans her daim yanlarında olsun…

***

Aslında onlar gibi ülke futbolunun nice köklü takımları alt liglerde eski günlerine dönme mücadelesi veriyor: Ankaragücü, Ankara Demirspor, Hacettepe, Göztepe, Altay, Karşıyaka, Adanaspor, Adana Demirspor, İstanbulspor, Vefa, Beykoz, Samsunspor ve diğerleri… İzmir’in güzel takımını selamladığımız bu yazıda onları da unutmayalım; en kısa zamanda yeniden dönsünler ülke futbolunun en üst ligine, taraftarı olmayan yapay belediye takımları ile bezelenmiş beter futbolumuza şehir takımları olarak renk katsınlar. Ülke futbolunun kökleri, taraftarı, tarihi, rengi, hikâyesi olan takımlara, iz bırakmışlara ihtiyacı var zira…

Onca çileli seneden sonra 1. Lig’e hoş geldin Altınordu, çocukluk yıllarımın altın çocukları… Darısı futbolun görünmez köşelerinde sessiz sedasız çile dolduran, futbol tarihimizde yer etmiş, eskiyi özleyen, zamana yenik diğer takımların başına…

Ziya Adnan
27 Mayıs 2014

Altinordu

2014 Dünya Kupasına az kala..

2014 Dünya Kupasına az kala…

Uzaklardan…

İngiltere’nin en çok satan bulvar gazetesi “The Sun”, 2010 Dünya Kupasında Almanya karşısında yaşanan hezimet sonrası, “Eğer İkinci Dünya Savaşında İngiltere Milli Takımı gibi savunma yapmış olsaydık şimdi hepimiz Almanca konuşuyor olurduk!” manşetini atmıştı. Neredeyse dört sene geçmiş aradan, zaten zaman dediğin nedir ki! Bir Dünya Kupasına daha az kala bakalım takımların falına; kalemimiz yettiğince anlatalım artılarını, eksilerini…

O turnuvada kalesinde kolay gol gören bir takım görüntüsündeydi Adalılar. Bu turnuvada da defans kurgusu en önemli kaygıları… Grup elemelerinde kalelerinde gördükleri dört golden ikisi kornerlerden geldi. İlk yarısını önde bitirdikleri iki maçta, Polonya ve Sırbistan-Karadağ karşısında galibiyeti koruyamadılar. Turnuvaya katılacak 32 takım arasında, sadece üç takım öne geçtiği maçlarda İngiltere’den daha fazla puan kaybetti. Üstelik kaledeki ilk tercihleri 26 yaşındaki Joe Hart, sezonu şampiyonluk madalyası ile kapatmasına rağmen inişli çıkışlı bir sezon geçirdi. Takımın üç deneyimli oyuncusu John Terry, Rio Ferdinand ve Ashley Cole’un da eksikliğini hissedeceklerdir sanırım…

Buna karşılık önemli artıları var İngilizlerin. Gençleştirilmiş takımla (20 yaşındaki Ross Barkley ve Raheem Sterling’e dikkat) kanatları çok iyi kullanıyorlar. Turnuvaya katılacak takımlardan sadece yedisi, kanat organizasyonlarında İngiltere’den daha çok gol kaydetmiş. Aynı zamanda şut atmayı seven bir takım İngiltere… Grup elemelerinde kaydettikleri 31 golün altısı ceza sahası dışından attıkları şutlardan gelmiş. Bu konuda sadece 5 takımın karnesi İngiltere’den daha iyi… Geçtiğimiz sezon Southampton’da yıldızı parlamış 19 Mayıs 1988 doğumlu ofansif orta saha Adam Lallana, Liverpool’da müthiş bir sezon geçiren ve gol krallığında Suarez’in ardından 2. sırada bulunan Daniel Sturridge ve muhtemelen son dünya kupasını yaşayacak Wayne Rooney en önemli silahları. Ama geçirdiği sakatlık sonrası Ağustos ayına kadar sahalara dönemeyecek olan Theo Walcott’un da eksikliğini hissedeceklerdir şüphesiz. Premier Lig’i uzun süre lider götürüp, Theo’nun sakatlanmasından sonra ligi ancak 4. sırada bitirebilen Arsenal taraftarlarına sorun dilerseniz…

Gruptaki iki rakibi Uruguay ve İtalya duran topları iyi kullanan, hava toplarında etkili topçulara sahip takımlar… Uruguay, grup elemelerinde kaydettiği gollerden üçte birini duran toplardan bulmuş. Üstelik bu sezon Ada futbolunda esmiş kükremiş Suarez gibi bir golcüye sahipler. “Silahşor” lakaplı golcü, Premier Lig’de geçtiğimiz sezon 31 gol kaydetti ve gol kralı oldu. Üstelik cezası nedeniyle sezonun ilk 6 maçında takımda yerini alamadan!

Grubun iddialı takımlarından İtalya geçmiş turnuvalara kıyasla hücum yapmayı seven bir takım… Kaydettikleri gollerin % 42’si kafa toplarından… Kanatları iyi kullanıyorlar; gollerinin % 44’ü kanatlardan gelmiş. Ancak İngilizler kadar şut atmayı sevmiyorlar. Elemelerde sadece bir golleri ceza sahasının dışından… İngiltere’nin sol kanat hücumları takımın en etkili yanı olurken, İtalyan savunmasının sağı en zayıf noktası… Dikkat edilmesi gereken oyuncuları orta sahada görev yapan Alessio Cerci… Torino’da bu sezon forma giydiği 27 maçta 11 gol kaydetmiş, 8 golde de asisti bulunuyor.

Grubun diğerlerine göre daha az şansa sahip takımı Costa Rica hücum yollarında sıkıntılı… Grup elemelerinde oynadıkları maçların üçte birinde gol kaydetmeyi becerememişler. Ancak her şeye karşın hafife alınmaması gereken bir takım… FIFA sıralamasında geçtiğimiz senenin en iyi çıkış yakalamış takımları arasına girmeyi başarmış. Geçtiğimiz sezon Levante’de çok iyi maçlar çıkaran kaleci Keylor Navas, La Liga’da yıldızı parlayanlardan…

‘A’ grubunda mücadele edecek olan takımlar: Brezilya, Hırvatistan, Meksika ve Kamerun…

Brezilya 1950 senesinden beri Dünya Kupasına ev sahipliği yapma fırsatı bulamadı. O yüzden hazır kupa evlerine kadar gelmişken kaptırmak istemeyecektir. Ancak bir zamanların Eder’li, Falcao’lu Socrates’li, Zico’lu takımı kadar olmadıklarını söyleyelim. Ev sahibi olarak turnuvaya doğrudan katılan Brezilya’nın en önemli silahı 22 yaşındaki golcüsü Neymar… İlk turnuvasına katılacak forvetten beklenti büyük… Premeir Lig’de, Manchester City’de şampiyonluk yaşayan 28 yaşındaki orta saha oyuncusu Fernandinho’nun da iyi bir sezon geçirdiğini hatırlatalım. Brezilya da İngiltere gibi gençleştirilmiş bir takımla sahaya çıkacak. Kaka ve Robinho’yu kadroya almayan Scolari, Shakhtar Donetsk’te iyi bir sezon geçiren Bernard ve Chelsea’de forma giyen Willian’a şans verecek. Savunmaları, eski kadrolarına kıyasla daha iyi görünse de özellikle uzun toplar ve ceza sahası dışından gelen şutlarda zorlanıyorlar. Turnuvaya katılan takımlardan sadece Nijerya, ceza sahası dışından atılan şutlarda kalesinde daha fazla gol görmüş. Dünya Kupasını en fazla kazanan (5 kez) Brezilya’nın şansı bulunduğu grup. Sarılı takım, ‘A’ grubunun favorisi…
Ancak Brezilya’nın belalısı Meksika’yı da hafife almamak gerek… Grup elemelerinde kaydettikleri gollerin üçte biri maçın son 15 dakikasında gelmiş. Ayrıca duran topları çok iyi kullanıyorlar. Brezilya karşısında zorlanabilirler ama Kamerun ve Hırvatistan’ı yenebilecek güce sahipler. Villarreal’de forma giyen 24 yaşındaki sağ kanat oyuncusu Javier Aquino takımın yıldızı ama teknik direktörü Miguel Herrera ile yıldızı bir türlü barışmıyor. Hırvatlar’ın grup maçlarındaki gollerinin % 43’ü altı pas içinden gelmiş ve gollerinin üçte ikisi kanat organizasyonlarından. Turnuvanın kanatları en iyi kullanan, sahaya genişlik kazanıran takımı. Ancak gol bulmakta zorlanıyorlar, maç başına gol ortalamaları 1.17. Ayni istatistiği paylaşan diğer bir takım Nijerya ile birlikte, oynadıkları hiçbir grup maçında iki’den fazla gol atmayı başaramamışlar. Brezilya ve Meksika’nın bulunduğu gruptan çıkmaları kolay olmayacak.

Grubun sürpriz takımlarından Kamerun iyi savunma yapması ile biliniyor. Elemelerde oynadıkları maçların yarısında kalelerinde gol görmemişler. Turnuvaya katılan takımlardan sadece 8’i bu başarıyı yakalamış. Ancak hücum yollarında çok etkili değiller. Grup elemelerinde oynadıkları maçların üçte birinde gol bulmayı başaramamışlar. Gruptan çıkarsa, turnuvayı kazanmış kadar başarılı sayılmalı…

Ziya Adnan
28 Mayıs 2014

İçine cin kaçmış takım..

İçine cin kaçmış takım…

Uzaklardan…

En son 1990 senesinde şampiyon oldu Liverpool FC, günümüzden 24 sene önce. 1985 senesinde yaşanan Heysel Stadı faciasından sonra gelen cezaları devam ediyor, 1990-1991 sezonunda Avrupa Kupalarına katılamıyorlardı. O senenin güz aylarında, internetin mucidi Tim Berners-Lee, “World Wide Web (www) Server”ının kurulduğunu açıklıyor, internetin dünyaya açılması 1991 senesini buluyordu. 1979 senesinden beri İngiltere’de Başbakanlık koltuğunda oturan Margaret Thatcher, o senenin kasım ayında görevi John Major’a devretti. İtalya’da düzenlenen Dünya Kupasını üçüncü kez Almanya kazandı…

Premier Lig henüz kurulmamıştı. “English First Division” (İngiltere 1. Ligi) adıyla bilinen ligi o sezon Aston Villa ikinci, Tottenham Hotspurs üçüncü sırada bitirdi. Küme düşen üç takım Sheffield Wednesday, Millwall ve Charlton Athletic halen alt liglerde mücadele ediyorlar. Küme düşmekten son haftalarda kurtulan Luton Town ilerleyen zamanlarda amatör kümelere kadar düşecekti. Ada basını, o sezon ligi 13. sırada bitiren Manchester United’ın teknik direktörü Alex Ferguson’un kovulacağını yazıyordu. Şehrin gürültücü takımı Manchester City küme düşmekten kıl payı kurtulmuştu. Liverpool o sezon tarihindeki 18. şampiyonluğunu yaşadı…

***

Belki kader, belki futbolun cilvesi, ama ne olduysa Premier Lig’in kuruluşundan sonra oldu. 1992-1993 sezonunda ilk Premier Lig şampiyonluğunu yakalayan Manchester United ilerleyen yıllarda kupalara ambargo koyuyor, günümüze kadar geçen sürede 13 şampiyonluk yaşıyordu. Bir zamanlar yalnız Ada futbolunu değil, Avrupa arenalarını da kasıp kavuran Liverpool, Premier Lig’in kurulmasıyla birlikte sessizliğe büründü. 1980-1990 seneleri arasında şampiyonluk kupasını yedi sezonda kaldırmış takım, 1990’dan sonra bir daha şampiyonluk yüzü görmedi. 2008-2009 sezonunda hasret kaldıkları şampiyonluğa çok yaklaştılar ama yine olmadı, o sezon kupayı dört puan farkla Kırmızı Şeytanlar’a kaptırdılar…

***

1892 senesinde kurulmuş Liverpool FC, köklü tarihinde 18 teknik direktörle çalışmış. Bunlardan sekizi 1990’dan sonra gelen süreçte takımı eski şaşaalı günlerine döndürmeye uğraştı ama nafile. Kimler yoktu ki içlerinde: 2005 senesinde İstanbul’da oynanan mucize finalde, 3-0 yenik düştüğü maçta Şampiyonlar Ligi kupasını kaldıran Rafa Benitez, Fransız öğretmen Gérard Houllier, Roy Evans, takımın efsane futbolcusu Graeme Souness, Ronnie Moran ve göreve iki kez gelmiş, takımın eski kaptanı Kenny Dalglish…
Muhtemel, kulüp tarihinin en başarılı hocası, altı sezonda şampiyonluk kupası kaldırmış, üç sezonda Avrupa Kupası kazanmış Bob Paisley aramızda olsaydı o da şansını denerdi, ama ne yazık ki 1996 senesinin Şubatında 77 yaşında aramızdan ayrıldı İngiliz futbol adamı…

***

Onca arayış, onca bekleyiş, onca hüsranla geçen, umutların hep bir sonraki sezona kaldığı zamanlardan sonra 2012 senesinin haziran ayında 41 yaşındaki kuzey İrlandalı Brendan Rodgers’ı takımın başına getirdi Liverpool yönetimi. Antrenörlük kariyerinde Chelsea’nin akademisinde görev yapmış, sonrasında Chelsea’nin rezerve takımını çalıştırmıştı Rodgers. 2008 senesinde Watford’da başlayan ‘A’ takım teknik direktörlüğünü Reading ve Swansea City’de sürdürmüş, Ada futbolunda adını parlayan teknik direktörler arasına yazdırmıştı. Liverpool’da geçirdiği ilk sezonda takım Premier Lig’i zirveden uzaklarda, 7. sırada tamamladı.

2013-2014 sezonuna fırtına misali giren kırmızılar, ligin ilk üç maçını kazanıyor, “Buck Rodgers” lakaplı teknik direktör ağustos ayının en iyisi olmayı başarıyordu. Son beş sezonda transfer harcamalarında rakiplerinin hayli gerisinde kalan Liverpool, (Manchester City 640 milyon, Chelsea 436 milyon Sterlin) ligin devlerine kıyasla mütevazı kadrosuyla iyi sonuçlar alıyor, Avrupa Kupalarında yer almamaları maç trafiğini azaltıyordu. Manchester United’ı iki maçta da yenmeleri güzel günlerin habercisiydi. Sezon finaline yaklaşırken, 90’ın üzerinde gol kaydetmiş, “Üç S” olarak nam salmış hücumcuları ile rakipleri fena hırpalamışlardı. Takımın iki forveti Suarez ve Sturridge’in 52 gol kaydetmiş olması kayda değer…

Ama ligin bitmesine üç maç kala tökezledi içine cin kaçmış takım. Kendi sahasında oynadığı, beraberliğin bile büyük avantaj sağlayacağı maçta rakibi Chelsea’ye iki golle boyun eğiyor, sonrasında 3-0 öne geçtiği Crystal Palace deplasmanında rakibin son 20 dakikada attığı üç gole mani olamayarak iki puan daha kaybediyordu. Selhurst Park Stadı’nda, 2005 senesinin İstanbul akşamını, bu kez kurban olarak yaşayan Liverpool taraftarlarının ağlayan görüntüleri düştü maç sonrası ekranlara. İçimiz acıdı. Ama gerçek şu ki oynadıkları 38 maçta kalelerinde 50 gol görmüşler, ilk 5 takım içinde en kötü savunma onlarınki… Ligi 11. sırada bitiren Crystal Palace bile Liverpool’dan daha iyi savunmuş kalesini. Tek teselli, sezonun ilk altı maçında geçen sezondan kalan cezası nedeniyle forma giyemeyen Suarez’in ligi gol kralı olarak bitirmesi ve sezonun en iyisi ödülünü alması oldu.

***

Velhasıl Premier Lig tarihinde ilk kez bir takım ligde 100’un üzerinde gol kaydetti ama şampiyon olmayı başaramadı. Eh, başarıya giden yolda gol atmak kadar gol yememek de önemli… Ne diyelim, bir sezon daha yazık oldu o futbol şehrinin güzel takımına…

Ziya Adnan
20 Mayıs 2014

Suarez, Crystal Palace maçından sonra kaçan şampiyonluğa ağlarken...

Suarez, Crystal Palace maçından sonra kaçan şampiyonluğa ağlarken…

Madrid rüyası…

Madrid rüyası…

Uzaklardan…

“Atleti is my life.” (Atletico benim hayatım.)
Luis Aregones…

Günümüzden 111 sene önce, 1903’ün Nisan ayında “Athletic Club de Madrid” adıyla kurulmuşlar. Kurucuları Bask bölgesinde yaşayan Athletic Bilbao sevdalısı üç genç… Sonraları şehrin eskisi Real Madrid’den kopup gelenler de katılmış yeni kulübe. Kuruldukları ilk yıllarda renkleri Bilbao’nun mavi beyazı… 1911 senesinde kırmızı beyaza dönmüşler ve günümüze kadar gelmiş renkleri. Bu vesileyle anlatalım kırmızı beyaz renklerin hikâyesini…

O sene kulübün eski futbolcusu ve yönetimde yer alan Juanito Elorduy, İngiltere’ye Blackburn Rovers’ın mavi beyaz formalarını almak için gitmiş ama yeterli sayıda forma bulamayınca eli boş dönmemek için Southampton FC’nin kırmızı beyaz formalarında karar kılmış. Formalarını Southampton, şortlarını Blackburn Rovers’in renklerinden alan kulübün lakabı “Los Rojiblancos” o günlerden miras. Bir başka teze göre, o yıllarda yatak minderleri ve çarşaf üretiminde kullanılan kırmızı ve beyaz çizgili bezler, maliyeti azaltmak için aynı zamanda takımın forması olarak kullanılmış. Kimilerinin gözünde “Los Colchoneros” (şilteciler) olarak bilinmeleri bu yüzden…

1926 ve 1927 senelerinde Copa del Rey’de final oynayan takım 1928 senesinde 10 takımlı İspanya ligine katılma hakkını kazanmış. Kulübün ilk stadı, şehrin güneyinde, işçi sınıfının çoğunlukta olduğu bölgede yer alan “Ronda de Vallecas”… Şimdilerde takıma ev sahipliği yapan 54.960 kapasiteli “Estadio Vicente Calderón” 1966 senesinde inşa edilmiş. Önceleri “Estadio Manzanares” olarak bilinen stada, 24 Mart 1987 tarihinde 73 yaşında kalp krizi sonucu aramızdan ayrılmış eski başkanın adını vermişler.

1947-1965 arası, takımın ülke futbolunda esip kükrediği zamanlar… 1950 ve 1951 senelerinde La Liga şampiyonluğunu kazanmışlar. O yıllardaki teknik direktörleri Arjantinli Helenio Herrera 1953 senesinde takımdan ayrılınca şehrin diğer takımı Real Madrid’in gölgesinde kalmışlar. Yeri gelmişken onların da hakkını vermeden geçmeyelim. 1961-1980 arasında La Liga’yı domine eden Madrid devi o dönemde 14 sezonu şampiyon olarak bitirmiş. Atletico Madrid 1965 senesinde Real’i evinde yenip ligi 2. sırada bitirken, ev sahibini Bernabéu Stadı’nda son sekiz senede ilk kez yenmeyi başaran takım olarak tarihe geçmiş.

1970’li yıllarda, İspanya futbolunda yabancı futbolcu transferi yasağının kalkmasından sonra kadrolarına bolca güney Amerikalı futbolcu katmışlar. “Los Indios” (kızılderililer) olarak nam salmaları bu zamanlara denk gelir. Bilindiği üzere Kızılderililer, Beyazlar’ın (Real Madrid’in lakabı, “Beyazlar” anlamına gelen “Los Blancos”tur) en büyük düşmanıdır. 90’lı yılların sonlarında mali krize giren kulüp 1999-2000 sezonunda İspanya Kupasında finale yükselmesine rağmen o sezon ligin son maçında Hasselbaink’in kaçırdığı penaltı sonrasında Real Oviedo karşısında galip gelemeyerek küme düşmüş. Sonraki iki sezonu “Dos años en el infierno” (cehennemde iki sene) olarak anlatır Atletico taraftarları… 2. ligde oynadıkları zamanlarda genç Fernando Torres takımla ilk kez sahaya çıkıyor; Atletico Madrid ilk sezonunda La Liga şansını kıl payıyla kaçırırken, golcünün parladığı 2001-2002 sezonunda yeniden La Liga’ya dönüyordu. Köklü tarihlerinde La Liga’yı dokuz sezonda şampiyon olarak bitirmişler. 1996 senesinde hem ligi, hem İspanya Kupasını kazanmışlar. Ondan sonra geçen 14 sezonda kupa kuraklığı yaşayan takım, 2009-2010 sezonunda, UEFA Kupası finalinde Fulham karşısında Diego Forlan’ın uzatmalarda attığı golle güldü.

***

Kulüp tarihinin en golcü futbolcusu, geçtiğimiz aylarda 75 yaşında aramızdan ayrılan Luis Aragonés… İspanyol futbol adamı 1974-2003 seneleri arasında dört kez takımın başına getirilmiş. 1976–1977 sezonunda takımla şampiyonluk yaşamış. “Tiki-Taka” futbolunun yaratıcısı olarak bilinen teknik adam, futbolculuk günlerinde bilhassa duran toplardaki ustalığından dolayı “Don Luis” olarak bilinirmiş. Ölümünden önce Marca gazetesinde verdiği söyleşide, “Atleti is my life.” (Atletico benim hayatım) diyen Aregones, 2008-2009 sezonunda Fenerbahçe’yi de çalıştırmıştı.

***

Önümüzdeki günlerde sevilmeyen komşu Real Madrid ile Lizbon’da oynanacak Şampiyonlar Ligi finalinde kozunu paylaşacak Atletico Madrid; bu sezonun sempatik takımı… Ligde oynadıkları 36 maçta sadece dört mağlubiyetleri var, 75 gol atmışlar. Şampiyonluk şimdi çok yakın, bitime iki maç kala 2. sıradaki Barça’nın üç puan önündeler.
2012-2013 sezonunun öncesinde on dört sezon Madrid derbilerinde galip gelmeyi başaramadı kırmızı beyazlılar, ama o sezon şeytanın bacağını kırdılar. Yarı final maçında Kuzey Londra’nın zenginler kulübünün Stamford Bridge Stadında yalnız Chelsea’yi değil Mourinho’nun kibrini de bileklerinin hakkıyla yendiler. Şampiyonlar Liginde ilk kez aynı şehrin iki takımı karşı karşıya geleceği finalde de şans yanlarında olsun…

Ziya Adnan
8 Mayıs 2014

Passolig: Bizden paso…

Passolig: Bizden paso…

Uzaklardan…

Baharın habercisi nisan ayının ortalarında nicedir dipte, sonda ve depresyonda olan ülke futbolunun başına yeni bir garabet musallat oldu: E-Bilet ve PASSOLİG… Yeri gelmişken kalemimiz yettiğince anlatalım. Endüstriyel futbolun taraftarı çeke çeke sürüklediği son noktada amaç taraftarları denetim altına alarak güya tribün şiddetini engellemek, her hareketi kontrol altına alınmış, her daim görülebilen “saydam taraftar” yaratmak… Aslında taraftar da denmez, en fazlasından izleyici… Senelik 25 TL ödeyerek alınacak PassoLig kartı, E-Bilet projesi kapsamında stadyumlara girişi sağlarken alışveriş ve ulaşım başta olmak üzere günlük hayatın birçok alanında kullanılabilecekmiş. Tabii bir de bunun yanında maç başına alınacak 2 lira tutarında hizmet ücreti… Görünüşte makul gibi görünse de konuyu irdelemek gerek, malum şeytan ayrıntılarda gizlidir…

Sevgili Tanıl Bora 12 Mart’ta Radikal gazetesinde yazdığı “Bir Sen Eksiktin E-bilet” başlıklı yazısında elektronik bilet denilen şeytan icadının cennetinin İtalya olduğunu anlatıyor. Adına “Tessera del tifosi” (taraftar kimliği) diyorlarmış. Kart sahibi taraftarların tüm kişisel bilgileri kulüp ve polisin emanetinde saklı… Ayrıca fırsattan istifade kendilerine ticari avantajlar sağlamak, müşteri portföyünü genişletmek isteyen ticari firmalar da kulüpler aracılığıyla kişisel bilgilere ulaşabiliyor. Deplasmana gitmek isteyen taraftarların çektiği çile ise cabası… Bir banka şubesinde kimliği ve vesikalık fotoğrafla birlikte vergi numarasını da ibraz ediyor, polise teslim edilmek üzere bir sözleşme imzalıyor. Eh, futbolseverin tadını kaçıran bunca meşakkatten sonra İtalyan tribünlerinin dolmuyor olmasına şaşırmamak gerek…

Elektronik bilet uygulaması Ada futbolunda nicedir kullanılıyor, ama bizdeki uygulamayla İngiltere’yi karşılaştırmak elma ile portakal mukayesesi gibi. Ada futbolunda “Season Ticket”, bizdeki adıyla kombine bilet sadece taraftarı olduğunuz kulübün evinde oynadığı maçlarına girebilmek için kullanılıyor. Kombine bilet kulüpler tarafından satılıyor ve aracı kurumlar kullanılmıyor. Örneğin kombine biletine sahip olabilmek için yaklaşık sekiz sene beklemek zorunda olduğunuz Arsenal kulübü kombinesine sahip olamayanlar için farklı üyelik yolları sunuyor. “Red Membership” (Kırmızı Üyelik) adını verdikleri kategorinin üyeleri için her maçta 3.500 bilet satışa sunuluyor. 8-10 sene arasında kırmızı üyelikleri bulunan taraftarlar, “Silver Membership”e (Gümüş Üyelik) terfi ediyorlar. Gümüş üyeler maçtan iki ay önce satışa çıkan biletleri alabiliyor. Ayrıca 4-11 yaş grubundaki çocuklar için “Junior Gunners”, emekli ve engelliler için “Senior Citiziens” katagorileri mevcut… Ancak Arsenal’in sezonluk bileti sadece Arsenal’in evinde, yani Emirates Stadı’nda oynadığı maçlar için kullanılıyor. Yani bizdeki gibi aynı kartla alışveriş, sinema, ulaşım söz konusu değil…

Deplasman maçlarına gitmek isteyen tarafların “Loyalty Bonus” (Sadakat Puanı) adı verilen puanına bakılıyor; öncelik doğal olarak daha fazla deplasmana gitmiş olan taraftarlarda… Eh, sezon boyunca ülkenin statlarını tavaf eden stat hacılarının o kadar önceliği olsun haliyle. Arsenal’in 60 bin kapasiteli Emirates Stadı’nın 2006 senesinde açıldığını, yaklaşık 40 bin kombine biletli taraftara sahip olduğunu da hatırlatalım.

***

Bizde ise yakın gelecekte hayata geçecek PassoLig’in amacı taraftarı fişlemek ve müşterileştirmek… Bir taşla iki kuş anlayacağınız… Yediden yetmişe telefonların dinlendiği, özel hayat bilgilerinin, mahremiyetin hiçe sayıldığı çivisi çıkmış memlekette bir de üstüne taraftar veri tabanı açmak, bu tabanda yer alan kişisel bilgileri paylaşmak, futbol taraftarını müşterileştirmek değilse nedir merak ederim!

Bir de o kartın kulübe değil de, bankanın birine ait olması durumu var ki eyvah eyvah! E-bilet projesinin ticari ortakları arasında iktidara yakın duran Çalık Holding’in olduğu söyleniyor. Taraftar sadece kombine bilete değil, ayrıca bir de o karta para ödemek zorunda bırakılıyor, yani futbol üzerinden yeni bir rant kapısı, taraftarın —takım sevgisi sömürülerek— cebinden bir sermaye grubuna oluk oluk para akışı… Eh, “Futbolun içinde bu da var,” diyeceklerdir belki ama ben almayayım, sizin Passolig’inize benden paso!
Gökçek gazabına beş sene daha mahkûm kadersiz Ankara’mın güzel takımı Gençlerbirliği tribünlerinin müdavimlerinden sevgili Necdet Özkazancı takımının Alkaralar taraftar sitesinde konuyla ilgili şunları yazmış; kulak verelim: “’Futbol budur işte!’ denilerek kin, nefret, kavga, şiddet, küfür, düşmanlık, şike, rant vs. gibi birçok kötü malzemeyle başkalaştırılarak futbol olmaktan çıkarılmış bir futbolun topluma başat spor olarak dayatıldığı bir ortamda bunlara ek olarak bir de e-bilet ya da bize sunulan adıyla PASSOLİG kartı… Yeter artık! Ben almayacağım; Süper Lig ve 1. Lig maçlarına gitmeyeceğim. 2. Lig, 3. Lig ve amatör futbol maçları… Bir de yeni başladığımız hentbol… Bu uygulamaya imza atan federasyon yönetimine ve kulüplere bol PASSOLİG’li maçlar diliyorum.”

Necdet Özkazancı’ya katılıyorum. Her ne kadar e-bilet uygulaması görünüşte pratik gibi görünse de asıl amaç taraftarı fişlemek, futbol taraftarlarının takım sevgisini sömürerek ticari bir pazar yaratmak. Üstelik yerel seçim süreci boyunca “özel hayatımıza girdiler” diye bas bas bağıran bir iktidarın döneminde! Kaldı ki ülke futbolunun kalitesi ortada… Kalitesiz bir ürüne kim fazladan para vermek ister ki! İnternet sitelerinin birinde konuyla ilgili yazan ve maçları boykot edeceğini belirten taraftar meseleyi pek güzel özetlemiş: “Bizim kalbimizdeki aşk uzaktan sevmeye de yeter!”.

Velhasıl bir türlü anlamadılar ama biz yine haykıralım: Artık anlasanıza yahu! Biz müşteri değiliz, taraftarız!

Ziya Adnan
15 Nisan 2014