Premier Lig Manzaraları, Eylül 2014…

Premier Lig Manzaraları, Eylül 2014…

Uzaklardan…

2012 senesinin Ekim ayında BBC’nin yaptığı bir araştırmada, Ada futbolunun dört profesyonel liginde yer alan takımların bilet fiyatlarının son bir senede yüzde 11,7 artış gösterdiği, bu rakamın İngiltere’deki senelik enflasyonun beş katı olduğu sonucu ortaya çıkmış. Yakın geçmişte futbol sitelerinin birinde ilginç bir istatistik yayınlandı, geldiğimiz çağın paraya pula bulanmış endüstriyel futbolunu ve gidişatı belki en iyi anlatan. Bu vesileyle, Premier Lig heyecanının başladığı zamanlarda hem artan bilet fiyatlarını hem de takımların transfer manzaralarını inceleyelim bilgimiz ve kalemimiz yettiğince…

2014-2015 sezonunda ortalama bir Premier Lig takımı taraftarının, takımının evinde oynadığı maçları izleyebilmesi için 579 Sterlin (2.084 TL) harcaması gerekiyor. Sezonluk bileti en pahalı kulüpler sıralamasında Londra takımları ilk sıraları alırken, Arsenal’ın en ucuz sezonluk bileti 985 Sterlin ve en pahalı sezonluk bilete sahip takımlar sıralamasında ilk sıradalar. İnanması güç ama 1981-1982 sezonunda Arsenal’ın şimdilerde tarih olmuş Highbury Stadı’nda, en ucuz sezonluk bileti 84 Sterlin imiş. Aradan geçen sürede ortalama enflasyon hesabıyla o biletin günümüzde 273 Sterlin olması gerekiyormuş!

Günümüzde Bayern Münih’in ortalama sezonluk bilet fiyatı, Emirates Stadı’nın en pahalı koltuğunda tek maç izlemekten daha ucuz. Eskiyi bilen bir futbol bilgesi özetlemişti meseleyi: “Highbury futbol kokardı, Emirates para kokuyor!”

***

Son senelerde harcadığı astronomik rakamlara rağmen tarihinde sadece bir kez Şampiyonlar Liginde yer almış Tottenham’ın en ucuz sezonluk bileti 795 Sterlin ve listede 2. sırada yer alıyorlar. Batı Londra’nın zenginler kulübü Chelsea 750 Sterlin ile onları takip ediyor. Mavili takımın 1981 senesindeki sezonluk bileti 162 Sterlin civarında imiş. Geçtiğimiz sezon Premier Lig’e terfi eden Burnley en ucuz sezonluk bilete sahip kulüp… Biletlerini erken alan taraftarlar için başlattıkları kampanyada 229 Sterline kadar indirmişler sezonluk bilet fiyatlarını. Selam olsun. Ülkenin kuzeyine gittikçe bilet fiyatları da (tıpkı emlak fiyatları gibi!) düşüyor. Geçtiğimiz sezonun şampiyonu Manchester City’nin en ucuz sezonluk bileti 299 Sterlin. Kim demiş Ada’da Güney-Kuzey ayrımı yok diye!

“Football Supporters Federation” (Futbol Taraftarları Federasyonu) enflasyonu katlayarak her sezon artan bilet fiyatlarını protesto için yeni sezonunun başladığı tarihlerde geniş katılımlı eylemler planlıyor. Sloganları “affordable football for all” (herkes için uygun fiyatlı futbol)… Haklı davalarında yolları açık olsun.

***

Premier Lig’de her sezon artan bilet fiyatlarına rağmen ilgi de o derece artışta. 2013-2014 sezonunda toplamda oynanan 380 maçtaki taraftar ortalaması 37 binin üzerinde. Sezon boyunca 14 milyon taraftar statlara akın etmiş. Forbes sitesinde yayınlanan verilere göre, kulüplerin yayın gelirleri bir sezon öncesine kıyasla % 60 artış gösterdi. Geçen sezon en az yayın gelirini almış Cardiff City’nin bile kasasına 107 milyon Dolar girmesi meselenin özeti. Bu rakam 2012-2013 sezonunda ligi şampiyon bitirmiş Manchester United’ın kazandığından daha fazla. Kırmızı Şeytanlar O sezon 102 milyon Dolar yayın geliri elde etmişler. Her ne kadar gişe hasılatı kulüp gelirlerinin yaklaşık dörtte birine tekabül etse de yine de küçümsenmeyecek boyutlarda.
2013-2014 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde boy gösteren takımların kazandıkları ise ayrı bir yazı konusu. Manchester United Şampiyon Liginden 61 milyon kazanırken Chelsea 59,5; Manchester City 48,5; Arsenal 37,3 milyon Dolar gelir elde etmiş. 2015-2016 sezonunda Şampiyonlar Ligi gelirinin iki kat artması bekleniyor. Haliyle gelecek sezonlarda Şampiyonlar Ligine katılabilmek takımlar için daha da büyük önem kazanacak.

***

El yakan sezonluk bilet fiyatlarını bir kenara bırakıp, takımların transfer harcamalarına bir göz atalım, çılgın gidişatı hatırlatma adına. 20 Premier Lig kulübü transferlere toplamda 857 milyon Sterlin harcadı. Diego Costa transferinde 32 Milyon sayan Chelsea kadrosuna kattığı dört futbolcuya toplamda 80 milyon ödedi. Cesc Fabregas ve Filipe Luis onlar adına önemli transferler. Oynadığı ilk dört maçta puan kaybetmeyen ve 15 gol atan takımın yıldızı Costa, Ağustos ayının sonunda Premier Lig’de “Ayın futbolcusu” seçildi…
Luiz Suarez’i 80 milyon karşılığında Real Madrid’e satan Liverpool 59 milyon (en pahalı transferi Adam Lallana £25m), geçen sezonun hüsran takımı ve yeni hocasıyla yeniden yapılanmaya giden Manchester United 56 milyon (en pahalı transferi Di Maria £59.7m) harcadı. Geçen sezon yaşanan hüsranın faturasını Sir Alex’e çıkaranlar hiç de yabana atılmayacak sayıda. Kırmızı Şeytanlar ilk dört maçta bir yenilgi ve iki beraberlik aldı…

Son sezonlarda transfer cimriliği nedeniyle taraftarlarının tepkisini çeken Arsenal transfer sezonunun sürpriz takımı. Alexis Sanchez transferine 35 milyon Sterlin ödeyen kulübün toplam harcaması 47 milyon. Ancak onlar da sezona iyi başlayamayanlardan. Dört maçta üç berabelik aldı Topçular…Geçen yaz transferlere 120 milyon yatıran, buna rağmen umduğunu bulmayan Tottenham bu yazın sessiz kalanlarından. Toplamda 34 milyon Sterlin harcamışlar. Maliyeti hayli yüksek stat projesinden ötürü bütçeyi kısmak zorunda kalan kulübün White Hart Lane Stadı’nı yenileme projesi 400 milyon Sterline mal olacak…

Geçen sezonun sürpriz takımı Southampton en fazla ayrılığın yaşandığı kulüp. Önce teknik direktörlerini Tottenham’a kaptırdılar, sonra takımın yıldızlarını. Luke Shaw, Adam Lallana, Dejan Lovren, Rickie Lambert ve Calum Chambers’i satan külübün kasasına bu transferlerden 88,5 milyon Sterlin girdi. Ancak taraftarları, önemli futbolcuların takımdan ayrılmasından hoşnutsuz. Kulüp yönetimi ise alt yapısına güveniyor ve mizahi yaklaşımla meseleyi özetliyor: “Şimdi en azından Gareth Bale’i geri alacak kadar paramız var!”

Bunca paranın döndüğü zamanlarda tüm olup bitene uzaktan bakarak iç geçirenler de var elbet. Mesela Sunderland… Transfere 12 milyon harcayan kulübün kasasına 2,5 milyon girmiş. Güney Londra’nın Crystal Palace’ı da zenginler kulübüne dışardan bakanlardan. Transfere sadece 12 milyon Sterlin harcamışlar. Yakın gelecekte zengin bir işadamına satılması beklenen Aston Villa mütevazı bütçesiyle 6,9 milyon Sterlin harcamış…

Tabii işin bir de şu boyutu var; bazıları sürekli zenginleşirken, bazıları bu zenginliğin içinde ayakta kalmaya, futbola tutunmaya çalışıyor. Sanırım Şampiyonlar Ligi’nin en büyük sorunu da bu; paranın adil dağıtılmaması. Futbolun fıtratında bu da var elbet ama 2012 senesinin Ağustos ayında aramızdan ayrılmış olan büyük futbolcu Metin Kurt’un söylediğini de kulak ardı etmemek gerek: “Futbol sahada oynanınca güzeldir, borsada çirkin!” Huzur içinde yatsın…

Ziya Adnan
22 Eylül 2014

Hasan Şengel Söyleşisi…

Hasan Şengel Söyleşisi…

Ankara’dan…

Ülke futbolunda Gençlerbirliği denilince İlhan Cavcav adını bilmeyen yoktur. Dile kolay, Alkaralar’ın 35 yıldan beri başkanlığını yapıyor. Ama bir de Hasan Şengel var. Gençlerbirliği’nin İlhan Cavcav’dan önceki başkanı… Halen kulübün divan kurulu başkanlığı görevini yürütüyor. Kulübün en zorlu döneminde görev alıp elini taşın altına koymuş, hatta kısa bir sure cezaevinde bile yatmış. Ankara’ya geldiğimde ne zaman Gençlerbirliği antrenmanına gitsek, ne zaman Hacettepe maçı için Cebeci Stadı’na yolumuz düşse Hasan Şengel oradadır. Takım gol attığında çocuklar gibi sevinirken, gol yediğinde ise mutsuz vaziyette hayıflanırken görebilirsiniz onu. Yaz güneşinin Ankara’yı kavurduğu bir eylül ikindisinde Necdet Özkazancı ile birlikte gittiğimiz Gençlerbirliği tesislerinde 80’lik futbol aşığı Hasan Şengel’le buluştuk; kendisi hakkında daha az bilinen konularda söyleştik; biz sorduk o yanıtladı..

Sayın Başkan, bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Ben 1925 senesinde Macaristan’da dünyaya gelmişim ama her nasılsa nüfus kağıdında 1931 Bulgaristan doğumlu olarak görünüyorum. Çocukluk yıllarımda Bandırma’da oturuyorduk. Okumak için Ankara’ya geldim. Ankara Ticaret Lisesi’ne kaydoldum.

Futbol oynadınız mı?

Bandırma’da top oynuyordum, Marmara Gençlik Kulübü’nde… Lisede okurken okul takımının spor başkanı, yani yöneticisi oldum. En önemli icraatım, Akgün Kaçmaz vardı Fenerbahçe’de oynayan. O zaman ortaokulda okuyordu ve ortaokul öğrencileri lise takımında oynayamıyordu. Biz onu lisede okuyor gösterip oynattık. (Gülüşmeler)

Siz de takımda yer aldınız mı?

Evet, hatta Eskişehir’i sel aldığı yıl bir dörtlü turnuvaya katılmıştık. Ankara Koleji ile oynuyoruz. Onlarda bir Burhan vardı, sonra Fenerbahçe ve Adalet takımlarında oynayan Burhan Sargın… Büyük bir topçuydu. Karşılıklı oynuyoruz. Burhan bir pozisyonda topu kaptı gole gidiyor. Nasıl olduysa Allah bana bir kuvvet verdi. Koştuk, Burhan’ın ayağından topu aldık. Maçı izleyen Ankara Kolejli kızlar, “Şuna bak şuna! Bacak kadar boyuyla Burhan’ın ayağından top alıyor!” dediler. Adımız da böylece “Bacak Hasan” olarak kaldı. Bak bunu da böylece söylüyorum. (Gülüşmeler)

Hangi yıldaydı başkanım?

Sene 1943 müydü, 1945 miydi, şimdi hatırlayamadım ama 40’lı yıllar diyelim. Yani sizin anlayacağınız biz lise yıllarında başladık bu işlere…

Sonra…

Ondan sonra, 1952’den 1960’a kadar Yenimahalle Spor Kulübü’nde başkanlık yaptım. Kulübün ilk başkanıyım.
Yenimahalle hangi ligde oynuyordu o yıllarda?
Üçüncü mahalli kümede başladık. Her sene şampiyon olarak birinci kümeye kadar çıktık. 1960’ta 3. Milli Lig’e yükseldik.

Gençlerbirliği maceranız nasıl başladı?

Rahmetli Orhan Şeref Apak, Federasyon Başkanı olmadan önce Gençlerbirliği yöneticisiydi. Başkan değildi ama kulübün adeta her şeyiydi. Genç takımlar Ankara şampiyonasında Yenimahalle ile Gençlerbirliği finale kalmışlardı. Maç öncesinde rahmetli Orhan abi bana, “Yav başkan, görüyorum koşturup duruyorsun. Yazık sana! Biz sizi nasıl olsa yeneriz. Bi üç-beş atarız!” dedi. Ben de, “Orhan abi, hiç belli olmaz, top yuvarlak…” diye cevap verdim. Neyse uzatmayayım, biz bunları yendik. Maçtan sonra Orhan abi yanıma geldi, elini omzuma koydu. “Sen bundan sonra Gençlerbirliği’ne geliyorsun tamam mı?” dedi. Böyle başladık işte Gençlerbirliği’nde…

O dönemde mesleğiniz neydi?

Lisede okurken aynı zamanda tuğla imalatı işi yaptım. Müteahhit gibi bir şey… Yüksek Ticaret Okulu’nun gece bölümünü bitirdim. 1965’ten itibaren Gençlerbirliği yöneticisi oldum. Genel kaptan, genel sekreter olarak çalıştım. 70’li yıllarda da bir süre başkanlık yaptım.

Başkanlık o yıllarda nasıldı?

Nasıl olsun, çok zordu. Hep cepten, hep cepten… Hakem parasını bile zor veriyorduk. Deplasmanlara yolcu otobüsü ile önden yer ayırtıp gidiyorduk. Bereket versin işlerim iyiydi de durumu kurtarıyorduk.

Ne iş yapıyordunuz?

Afet işleri müteahhitliği…

Gençlerbirliği maçlarına çok seyirci geliyor muydu? Seyirci geliri var mıydı tribünden?

Millet geliyordu ama doğrusunu söylemek gerekirse pek gelirimiz yoktu. Bazı maçlarda tribünler çok kalabalık oluyordu. Bilhassa Kayseri gibi yakın şehir takımlarıyla oynanan maçlarda tribünler dolardı.

Peki, sponsor var mıydı?

Yok… Sponsor falan hiçbir şey yoktu.

O yıllara baktığınız zaman günümüzle karşılaştırırsanız ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?

Şimdiki futbol daha modern, daha hızlı…

Ama Ankara’nın Süper Ligde tek takımı kaldı. Bunu neye bağlıyorsunuz?

Yöneticilerin zaaflarına bağlıyorum. Çünkü iyi yönetilirsen düşmezsin.

Gençlerbirliği’nin durumunu nasıl görüyorsunuz?

Valla bu genç çocuklar takıma intibak ederlerse bence önleri açık… Çok iyi olur inşallah.
Peki, gelecekte Ankara’dan bir takımın şampiyon olması mümkün müdür sizce?
Bence zor…

Neden?

İstanbul dukalığı böyle devam ettiği sürece zor… Çünkü eşit şartlarda mücadele edemiyorsunuz. Mesela 2002-2003 sezonunda şampiyon olabilirdik ama izin vermediler. Hiç unutmam, İzmir’de Altay ile oynuyoruz. Hakem de Hamza Mısır… Birinci devre bir maç idare etti, şahane… O kadar ki gidip tebrik edesim geldi. İkinci devre başladı, sanki hakem değişmiş de başka bir hakem yönetiyormuş gibi oldu. 2-2 berabere bitti maç… Takım da dağıldı o maçtan sonra. İkinciydik ve birkaç maç kalmıştı. Siz de hatırlarsınız belki.

Tabii hatırlıyoruz o maçı. Bu arada, sizi Hacettepe maçlarında da görüyoruz.
Evet, Hacettepe’yi severim.

Hacettepe’yi nasıl görüyorsunuz?

Eğer genç çocuklar Gençlerbirliği’ne alınmasaydı bu sene şampiyon olacağına inanıyordum. Mesela geçen gün ligin ilk maçında Keçiörengücü’ne karşı 2-0 galipken 2-2 berabere kaldı. Neden? Şimdi teknik direktörle onu konuştum, ağabey yok aralarında. Ağabeyliği tam yapacak vasıflı bir adam koy takıma, bak nasıl oluyor. Takım bir gol yiyince toparlanamadı, dağıldı.

Güzel maç oldu aslında.

Tabii… Güzel maç oldu. En az dört fark olacak bir maçtı.

Passolig konusunda ne düşünüyorsunuz?

Passolig’e karşıyım. Taraftar sayısı yarı yarıya düşecek, bak gör! Gelecek hafta maç var. Bugün baktım, satılan kombine sayısı 750 olmuş. Halbuki şimdiye kadar en az 3.000 olurdu.

Siz aynı zamanda iyi bir taraftarsınız. Gençlerbirliği ve Hacettepe’nin antrenmanlarını ve maçlarını kaçırmıyorsunuz. Bazen deplasmanlara da gittiğinizi biliyoruz. Hatta hasta gittiğiniz bir Trabzon deplasmanı bile var. Bu sizi yoruyor mu?

Bilakis gençleştiriyor, kuvvet veriyor. Mesela gidiyorum futbol okuluna, onların antrenmanlarını seyrediyorum. Genç, küçük çocukları çağırıyorum yanıma, diyorum ki: “Siz ileride iyi futbolcu olacaksınız, büyük paralar kazanacaksınız. Annenize, babanıza ev alacaksınız, araba alacaksınız. Bana da bir yemek ısmarlar mısınız?” Bazıları eliyle, “Çak!” diyerek elime vuruyor. Böyle akıllı çocuklar var. Bir tanesi bana dedi ki: “İyi, güzel ama bakalım sen o zamana kadar sağ olacak mısın amca?” Ben de, “Gel oğlum, seni alnından öpeyim!” dedim. Böyle de tatlılar yani…

Başkanım deneyimli bir taraftar olarak genç taraftarlara ne tavsiye edersiniz?

Genç taraftarlarımız Gençlerbirliği’ni zaten seviyorlar, ondan hiç şüphem yok. Ufak tefek şeyleri dert etmesinler. Bağlılıklarını göstersinler. Takımlarını sevsinler.

Bu güzel ve keyifli söyleşi için Sayın Hasan Şengel’e çok teşekkür ederiz.

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı
10 Eylül 2014

HasanSengelSoylesiFotografi...

Golcüyü hatırlarken…

Golcüyü hatırlarken…

Uzaklardan…

Renkleri bizim Gençlerbirliği’ni andırıyor, 1903 senesinin Kasım ayında Buenos Aires’in kuzeyinde, Santa Fe bölgesinin günümüzde 1,2 milyon nüfusa sahip Rosario şehrinde kurulmuşlar. Adını Arjantin futbolunun kurucularından Isaac Newell’den almış kulüp tarihinde altı sezonda “Primera Division” şampiyonluğu yaşamış, Güney Amerika’nın Şampiyonlar Ligi ‘Copa Libertadores’te 1988 ve 1992 senelerinde iki kez final oynamış.

Kulübün formasını giymişler arasında kimler yok ki: Diego Maradona, Ariel Ortega, Marcelo Bielsa, Maxi Rodriguez, Gabriel Batistuta, Gabriel Heinze… Günümüzde dünyanın en iyisi kabul edilen Lionel Messi 1995 senesinde futbola 1995 senesinde takımın miniklerinde başlamış, 2006 senesinde Barça’nın akademisine kabul edilmiş.Newell’s Old Boys’un hikâyesini başka bir yazıya bırakıp, 2004 senesinde takımın formasını giymiş, bizim topraklara hiç yabancı olmayan golcüyü yâd edelim bu yazıda, anlatalım hazin hikâyesini…

Takvim yaprakları 18 Eylül 1973’ü gösterirken, Brezilya’nın kuzeybatısında ülkenin beşinci büyük şehri Fortaleza’da dünyaya gelmiş. 1991-1995 arasında Vasco da Gama takımında 50 maçta 26 golü var. Kariyerinin yükselişe geçtiği zamanlar, 1995-1996 sezonunda Brezilya’nın Gremio takımında. O sezon Güney Amerika futbolunun en önemli kupası ‘Copa Libertadores’ı kazanan takımın yıldızıymış. O dönem çıktığı 73 maçta 67 golü bulunuyor. Kısa sürede kaydettiği onca golden sonra talipleri de artmış haliyle. Glasgow Rangers’ın transfer listesinin ilk sıralarında yer almasına rağmen Ada futbolunda Avrupa Birliği dışındaki ülkelere uygulanan “yabancı kısıtlaması” nedeniyle bu transfer gerçekleşmemiş. Aynı sene FC Porto ile anlaşan futbolcu kısa zamanda takımda parlamış. Takım arkadaşları arasında, o dönemin önemli futbolcuları Zlatko Zahovic, Sérgio Conceiçao ve Ljubinko Drulović’in bulunması kayda değer…

1998-2002 arasında, üç sezon Avrupa’nın en fazla gol atan futbolcusu olmayı başarmış. Liglerin zorluk derecelerine göre uygulanan katsayı nedeniyle sadece iki sezonda (1998-1999, 2001-2002) “Altın Ayakkabı” ödülüne layık görülmüş. 1999-2000 sezonunda ödülü kazanan Kevin Phillips’ten altı gol fazla atmış olduğunu hatırlatalım. 1996’dan 2000 senesine kadar formasını giydiği Porto’da 125 maçta 130 golü bulunuyor. İnanması güç ama maç başına gol ortalaması 1.04…

1.88 boyu, hafif göbek salmış mahalle topçusunu andıran görünüşü, yavaşlığı, adam geçme becerisine sahip olmamasına rağmen ceza sahası içindeki bitirici vuruşları, pozisyon alışı, zamanlaması, fırsatçılığı, golü koklaması, müthiş kafa vuruşları en önemli özellikleri… Eskilerin ‘beleşçi’ diye tabir ettikleri cinsten. Adam kovalamaz, çok koşmaz, savunmasına yardım etmez ama iş golcülüğe gelince hünerlerini gösterir. Sanırım onu en iyi Pascal Nouma anlatmış: “Maç boyunca sahada göremezsiniz, ama maç sonunda skor tabelasında mutlaka bir, iki golü vardır”.

***

Bizim topraklarda, yaz yağmuru kadar süren macerasında, 2000-2001 sezonunda Galatasaray’da oynadığı 24 maçta 22 golü var. (Daha ilk maçında, ayağının tozuyla beş gol atmıştı). O sezon Süper Kupa’da Real Madrid’i 2-1 yenerek tarihinde ilk kez o görkemli kupayı kazanan takımın o maçtaki iki golü de onun ayağından. Milan ve Real Madrid’i dize getiren, Şampiyonlar Liginde yarı final oynayan Galatasaray’ın gol makinesi. O sezon Şampiyonlar Liginde 6 gol kaydetmiş. Ancak yedi tepeli şehirde aradığı huzuru bulamayan golcü, 2001-2002 sezonun başında 5 milyon Dolar ve üç futbolcu karşılığında Sporting Lizbon’a transfer oldu.

Portekiz takımında o sezon harika maçlar çıkaran Brezilyalının 42 maçta attığı 55 gol, kariyerinin altın zamanları. O sezon takımına hem lig hem kupa şampiyonluğunu yaşatırken ülkenin saygın gazetelerinden “The Record” tarafından düzenlenen “Sezonun en iyi futbolcusu” ödülüne layık görülmüş. Portekiz Lig tarihinde Arjantinli Lisandro López ile birlikte o ödülü kazanan iki yabancı futbolcudan biri…

***

Ancak o sezondan sonrası kariyerinin hızla inişe geçtiği zamanlar… Onca gole rağmen Brezilya Milli Takımına çağrılmayışı (sadece 10 maçta milli takımıyla sahaya çıktı), 2002 senesinde geçirdiği kaza sonucu sahalarda uzak kalması kötü günlerin habercisi… 2003-2004 sezonunda transfer olduğu Ada’da Bolton Wanderers’da sadece 7 maçta forma giyebilmiş. Serie A’da Ancona’da oynadığı zamanlarda giderek fazlalaşan kilolarına izafen “Lardel” lakabıyla anılırmış. 2010 senesinde Bulgaristan’da Varna’nın Cherno More takımında oynarken, ülkenin soğuk iklimini sevmediğini söyleyerek takımdan ayrılmış. Anlayacağınız Sporting Lizbon sonrası, rüzgârda savrulan yaprak misali, o takımdan bu takıma savrulup durmuş. Formasını giydiği takımlar arasında kimler yok ki! Vasco da Gama, Gremio, Porto, Galatasaray, Sporting Lizbon, Bolton Wanderers, Ancona, Newell’s Old Boys, Deportivo Alaves onlardan bir kaçı…

***

1991 senesinde ülkesinde başlayan futbol kariyerinde 19 takımda top koşturdu Mario Jardel, Galatasaraylı taraftarların “Süper Mario” Jardel’i. Kariyerinin en parlak zamanlarında, 1995-2002 seneleri arasında 271 maçta 272 gol atan Brezilyalı, kimilerine göre süper golcüydü, kimilerine göre şansı yaver gitmiş, yeteneksiz, sıradan bir topçu. Kimileri sahada aldırmaz görüntüsüne takar, kimileri ceza sahasında sandalyeye otursa gol atacağına inanırdı. Üç kıtada, dokuz ülkede top koşturdu, şampiyonluklar yaşadı, futbolu 2011 senesinde Suudi Arabistan’ın Al-Taawon takımında bıraktı. Bir transfer sezonu daha kapanırken, golcülerin telefon numaralarını anımsatan rakamlar karşılığında bir takımdan diğerine transfer olduğu zamanlarda o müthiş golcüyü hatırlayalım istedim. Malum başka zamanda, başka şartlarda o müthiş gollerini sıralasaydı, adı futbolun en büyükleri arasında anılırdı sanırım. Ama olmadı, özel hayatındaki çalkantılar, uyuşturucu bağımlılığı, depresyon tedavisi derken çok futbolcunun gıpta ile bakacağı, şimdilerde unutulmaya yüz tutmuş hazin hikâyesinden geriye inkâr edilemeyecek bir gerçek kaldı.
443 maçta 345 gol!

Ziya Adnan
1 Eylül 2014

SuperGolcu

“Match Of the Day”in düşündürdükleri…

“Match Of the Day”in düşündürdükleri…

Uzaklardan…

“Bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde İstanbul olsun!”

Başlangıcı 1964 senesinin Ağustos ayına uzanan, yayınlandığı günden beri izleyenlere keyif veren, bugünlerde 50. yılını kutlayan enfes bir futbol programı vardır İngiliz televizyonlarında. Cumartesi akşamları saat 22.30’da BBC’de başlayan, o gün Premier Lig’de oynanmış tüm maçları özet halinde izleyicilerine sunan programın en büyük özelliği, ayrım gözetmeden tüm takımların maçlarına yer vermesidir. İngiltere’nin kuzeybatısında yer alan Manchester şehrinin ‘Salford Key’ bölgesinde yer alan ‘MediaCityUK’den yayınlanan programı, günümüzde bir zamanların efsane futbolcusu Garry Lineker sunmakta; Ada futbolunda geçmiş yıllarda nam salmış, Premier Lig gol rekorunu halen elinde bulunduran Alan Shearer, Liverpool’un unutulmaz kaptanı Alan Hansen ve unutulmaz savunma oyuncusu Mark Lawrenson maçları yorumlamaktadır.

Her maçın önemli anlarını on dakika gibi bir sürede gösteren programı kaçıranlar, ertesi gün sabahın erken saatlerinde yeniden izleme fırsatı bulur. Her takıma eşit yaklaşan, büyük küçük ayrımı yapmayan programın açılış müziği 1970 senesinde Barry Stoller tarafından yazılmış, zamanla yalnız o programı değil futbolu hatırlatmasıyla marka haline gelmiş. Geçmiş senelerde Kenneth Wolstenholme, David Coleman, Barry Davies, John Motson, Jimmy Hill, Des Lynam gibi futbolla özdeşleşmiş ustaların sunduğu program 70’li senelerin başından itibaren milyonlarca izleyiciye ulaşmış, günümüzde futbolseverin vazgeçilmezi durumunda. Zaman zaman geçmişte yeşil sahalarda adlarını duyurmuş eski yıldızları ağırlayan programın konukları izleyenlere keyifli dakikalar yaşatır. Kimi zaman küme düşmüş takımın minik taraftarlarının gözyaşları düşer ekranlara, kimi zaman deplasman tribünlerinin neşeli halleri. Yeri gelmişken, o programların birinde, bir West Ham maçında görmüştüm. Evinde oynayan Doğu Londra takımı son haftalarda kötü gidiyordu. O maçta da golü kalesinde görünce, ev sahibi tribünlerde açılmıştı o pankart: “O kadar sevinmeyin, siz özel değilsiniz. Bizi herkes yeniyor!” Futbol yaratıcı tribünlerle daha güzel vesselam.

***

Maç özetlerini yayınlama hakkını 2009 senesinde 171 Milyon Sterlin ödeyerek 2013’e kadar elinde bulunduran BBC, 2012 senesinde üç seneliğine 179,7 milyon Sterlin ödeyerek uzattı. BBC’nin spordan sorumlu direktörü Barbara Slater’a göre efsane futbol programı 50. doğum gününü doğup büyüdüğü yerde kutlamalı…
O programın bitiminde başlayan, Manish Bhasin’in sunuculuğunu yaptığı ‘The Football League Show’ o gün Premier Lig’in alt liglerinde oynanan maçların gollerini ve önemli anlarını izleyicilerle paylaşır. 8 Ağustos 2009 tarihinde yayın hayatına başlayan program yaklaşık 75 dakika sürer…

***

Ve futbolun doğup büyüdüğü topraklarda “Match Of the Day”in yayınlandığı saatlerde, uzaklarda her daim üç takımın tartışıldığı ‘futbolsuz’ futbol programları düşer ekranlara. Başkalaştırılmış futbolun başkalaştırılmış programlarıyla teselli bulur futbolsever. Gece yarılarına kadar bir mahalle kahvesi atmosferinde, topu ve yeşil sahayı görmeden futbolun kişiler üzerinden konuşulduğu, kandırılmış futbol nesillerinin sadece üç takımın masallarıyla büyütüldüğü, ezelden bozuk düzenin aynası beter futbol programları bizim futbolumuzu anlatır. Ülke futbolunda aslolan İstanbul masalıdır zira. Her koşulda güçlünün yanında yer alan, zaman içinde kendi kahramanlarını yaratmış futbol medyası, ülke futbolunun kronikleşmiş, tedavisi mümkün olmayan hastalığıdır oysa.

Gelir geçer yazlar… Zaman dediğin nedir ki! Güze doğru başlar futbol sezonu, haliyle televizyon kanallarında aynı format beter futbol programları. Oyalanır taraftar pahalı transferlerle, toz duman derbilerle, şampiyonluklarla, kupalarla, formalara takılan yıldızlarla. Avrupa’nın en büyük altıncı ligine sahip olduğumuza inandırırlar; tıpkı madencinin fıtratında kaza ve ölüm olduğuna inandırdıkları gibi. Geçenlerde, tam da ülke futbolunun dibe vurduğu, kulüplerimizin şike nedeniyle Avrupa Kupalarına alınmadıkları zamanlarda TFF Başkanı çalışmalarının meyvesini topladıklarını söylememiş miydi?

Oysa konuşulmayanlar, görünmeyenler, futbolun sessiz bir kıyısında kalıp olup bitene uzaktan bakanlar, ‘kadrajın dışında’ kalmışlar belirler ülke futbolun kaderini. Çünkü daha çoklar onlar. Tribünlerde sayıca az olsalar bile, daha çoklar. Maç günleri tribünleri dolmayan bir coğrafyanın futbolunun ilerlemesi asla mümkün değildir oysa. Ülkenin hemen her yerinde, maç günleri kıraathaneler dolarken boş kalan tribünler anlatır bizim yazık hikâyemizi. Ve ülke futbolunda rekabeti yaratması gerekenler tartışılmadıkça mesafe açılır, açıldıkça da yalnızlaşır diğerleri. Yalnızlaşmakta da kalmaz, zavallılaşır, figüranlaşır. Hep birlikte izlemedik mi şike davası süresince el pençe divan huzurda duruşlarını…

Alın işte, kaçınız biliyorsunuz 32 sene aradan sonra küme düşmüş, şimdilerde 2. Lig’de, mahalle aralarında futbola tutunmaya çalışan başkentin sarı lacivertli takımının neden bu durumlara geldiğini? Ah Ankaragücü! Ama kimin umurunda? Kaç futbol programında küme düşenlerin, bir zamanlar ülke futbolunun en üstünde mücadele ederken zamana ve paraya yenik düşmüşlerin hikâyesi anlatılır? Ve Kocaelispor, Sakaryaspor, Göztepe, Altay, Vefa, Adana Demirspor, Adanaspor, Şekerspor, Hacettepe, Diyarbakırspor… Kaçınızın umurunda onların hikâyesi? Ülkenin üçüncü büyük şehri İzmir’in, ülkenin en üst liginde tek takımın bile olmayışı kimin umurunda! Ben söyleyeyim, sizin futbol programı sandığınız şeyler yalan bir masal aslında. Yaratılan adaletsiz düzen ülke futbolunun laneti. Her şey gazetelerini daha çok satmak, yayıncı kuruluşun saadetine saadet katmak adına…

Passolig garabetini de hatırlayalım yeri gelmişken, ligin başlamasına az kala 220 bin satabilmişler. G.Saray 41, Beşiktaş 40 bin satarken Anadolu takımların satışları ülke futbolunun aynası. Geçtiğimiz sezon küme düşmüş Antalyaspor’un sattığı kombine 14… Samsunspor Başkanı Emin Kar’ın Samsunsporum.net sitesinde yaptığı açıklamaya göre 60 adet kombine satabilmiş kırmızı beyazlılar. 200 milyon dolarlık yatırım yapılan Passolig için sadece tanıtıma 30 milyon dolar harcandığını hatırlatalım. Dağ fare doğurdu tanımı uygun düşer bu duruma…

***

Çok eskide kalmış zamanlarda, Tansu Polatkan’ın sunduğu TRT’de yayınlanan ‘Spor Stüdyosu’ adında bir program vardı. Ligin en üst sırasında yer alan takımdan başlayarak maç görüntülerinin yayınlandığı programda futbol konuşulur, tartışılırdı. Şimdi o program bile yok artık televizyon kanallarında. Daha çok futbol programı var belki ama varsa yoksa bana bir masal anlat baba, içinde tüm sevdiklerim, içinde yedi tepeli şehir olsun. O yüzden ülke futbolunu değiştirmek, yeniden yapılandırmak isteyenlere naçizane önerim önce spor medyasından başlamalarıdır. Ve kim bilir ‘Match Of The Day’i izlemek bile iyi bir başlangıç olabilir.
Pek umudum yok ama yeni sezon hayırlara vesile olsun…

Ziya Adnan
25 Ağustos 2014

MatchOfTheDay

Mazinde bir tarih yatar; bir de onca teknik direktör…

Mazinde bir tarih yatar; bir de onca teknik direktör…

Uzaklardan…

Ülkenin gülen yüzü İzmir’in Buca’sında dünyaya geldiğinde takvim yaprakları 17 Aralık 1961’i gösteriyormuş. Futbola Denizlispor’da forvet olarak başlamış, ilerleyen zamanlarda alt liglerde Denizli Emsan Şirinköy İDY, Sarayköyspor, Manisaspor ve Nazillispor’da forma giymiş. Teknik direktörlük kariyerine 1990 senesinde, Denizli’nin o dönem 3.Lig’de olan ilçe takımı Sarayköyspor’da başlamış. 1992 yılında Denizlispor’da A Genç Takımı antrenörü, 1993 senesinde Süper Gençler Teknik Sorumlusu olarak çalışmış. Üst liglerde ilk teknik direktörlük deneyimi 1994 senesinde Denizlispor’da. 2000 senesine kadar kaldığı takımda en başarılı sezonu 1999-2000, o sezon ligi 7. sırada bitirmiş Horozlar… Bu vesileyle onları da hatırlamadan geçmeyelim; geçtiğimiz sezonu PTT 1. Ligde 10. sırada bitirdiler, ülke futbolunun şehir takımlarına fazlasıyla ihtiyaç duyduğu zamanlarda umarım en kısa zamanda Süper Lig’e dönerler…

Teknik direktöre dönersek, konuya hâkim olanlar bilir, bizim topraklarda teknik direktör olmanın ilk şartı profesyonel futbol oynamış olmaktır, hele de üç İstanbulludan birinde top koşturduysanız futbol sonrası kariyeriniz sizi bekler. Futbolculuk zamanlarında adı pek duyulmamış olmasına rağmen o, çalışkanlığı, yeniliklere açık olması, vizyonu, futbola bilimsel yaklaşımı ile klasik teknik direktör profilinin dışında kalanlardan. Onunla çalışma fırsatı yakalamış olanlar antrenmanlara farklı yaklaşımını, verimli antrenman programlarını, detaylı analizlerini anlatırlar. Futbol ve taktik üzerine sürekli kafa patlatan, değişen teknoloji ile birlikte yeni antrenman tekniklerini araştıran ve uygulayan bir futbol adamı. Golü ve hücumu sever, gençlere önem vermesiyle bilinir; içlerinde yetenekli olanları parlatmasıyla da. Galatasaray’da kadroya giremediği zamanlarda Manisaspor’da kiralık oynarken kadroya aldığı, ülke futboluna kazandırdığı Arda Turan gibi. Geçmiş zamanlarda futbolculuk döneminde sayısız teknik direktörle yolu kesişmiş Hakan Kutlu ile yaptığım bir söyleşide, birlikte çalıştığı en iyi direktörün o olduğunu söylemişti kaptan…

Ülke futbolunda çıkışı yakaladığı zamanlar Ankaragücü yılları. O yıllarda kır saçlı adamın ellerinde, hedefsizlikle lanetli takıma yeni bir hava getiren teknik direktörle 2001-2002 sezonunu ligde 4. sırada bitirdi Ankara’nın sarı lacivertlileri. 72 gol attıkları sezonda ligi ilk üçte bitirmiş olan üç İstanbulluyu da yenmiş olmaları kayda değer. O sezon ligi şampiyon bitirmiş Galatasaray, Ankaragücü’nden fazla gol kaydeden tek takım. Kısıtlı bütçesine rağmen izleyene zevk veren, onca zamandan sonra Ankara 19 Mayıs Stadı’nın tribünlerinin dolmasını sağlayan taş gibi bir takım yaratmış, hakkı ile yaşanmamış yılları unutturmuştu…

Bir sonraki durağı, güzel insanların takımı Gençlerbirliği’nde devam etti başarısı. Çok alışılmış, türlü masa başı oyunlarının döndüğü 2002-2003 sezonunun sonunda şampiyonluğu kaçıran ve ligi 3. sırada tamamlayan Al-Karalar, 2003-2004 sezonunda genç teknik direktörün yönetiminde UEFA Kupası’nda bütçe olarak kendisinden çok güçlü takımlara kafa tutmuş; Blackburn Rovers, Sporting Lizbon ve Parma’yı eleyerek 4. tura çıkmıştı. 4. turda, o sezonun UEFA Kupası şampiyonu Valencia’ya ikinci maçın uzatma bölümünde yediği golle elenmiş takımı alkışlıyordu tüm ülke.
Gençlerbirliği’ni çalıştırdığı dönemde A Milli Takım deneyimi de kazandı. 2004 yılının Nisan ayında, takımın başındayken aynı zamanda A Milli Takım teknik direktörlüğüne de getirildi. A Milli Takım’ın başında 15 maçta sahaya çıktı. Milli takım karnesi hiç de fena sayılmaz: 8 galibiyet, 4 beraberlik, 3 yenilgi… Ancak orada da uzun sürmedi macerası; başarısız olduğu için değil kadroya almadığı Hakan Şükür yüzünden dışlandı, üstelik takımın farklı kazandığı bir maçın sonrasında…

2007-2009 arasında Trabzonspor’u, 2011-2013 arasında Eskişehirspor’u çalıştırdı. Ziya Doğan’dan devraldığı Trabzonspor 2007-2008 sezonunu 6. sırada bitirirken, bir sonraki sezonun Nisan ayında görevden ayrıldı. Trabzonspor o sene ligi 3. sırada tamamladı.2011-2012 sezonunun ilk yarısının ardından Eskişehirspor’un başına geldi. Ocak ayında geldiği takım ligi 5. sırada tamamladı. 2012-2013 sezonunda 34 haftayı 11 galibiyet, 13 beraberlik ve 10 yenilgiyle tamamlayan Eskişehirspor sezonu 8. sırada bitirdi. Kırmızı siyahlı takım onu yönetiminde iki sezonda Türkiye Kupası’nda yarı final oynadı…

***

20 senelik teknik direktörlük kariyerinde 10 takımı çalıştırdı Ersun Yanal ve geçtiğimiz günlerde 2013-2014 sezonunda şampiyonluk yaşattığı Fenerbahçe’den ayrıldı. “İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır” demiş Dostoyevski; duruma uygun düşer. Bu ayrılığa dair yazılanlara bakınca, iki tarafın da birbirine ‘görüşmek üzere’ dediğini sanmıyorum. Velhasıl özel hayat tartışması, ses kaydı skandalı, bayan arkadaşları (!) derken başarıların ve başarısızlıkların çabucak unutulduğu diyarlarda bir anda hafızalardan silindi yaz başlarında kazanılan şampiyonluk kupası…

Birlikte çalıştığı başkanların artık çok bilinen profilleri (Cemal Aydın, İlhan Cavcav, Yıldırım Demirören, Aziz Yıldırım) onun geçtiği sarp, dikenli yollarda yaşadığı zorlukları anlatmaya yeter sanırım ve ülke futbolunda kalıcı olmanın imkânsızlığını da. Çünkü kalıcı olan başkanlardır bizim coğrafyada, yazın bir kenara. 1998 senesinde ülke futbolunun en göz önündeki köklü takımı Fenerbahçe’ye başkan olmuş, görev yaptığı dönemde 14 teknik direktörle çalışmış Aziz Yıldırım mesela. Joachim Löw’le başlayan teknik direktör kıyımında keskin tornasından geçenlerden bazıları: Rıdvan Dilmen, Mustafa Denizli, Werner Lorant, Oğuz Çetin, Christoph Daum, Zico, Luis Aragonés…

Sambacılar diyarında efsaneleşmişlerin, Dünya Kupasını kazanmışların, ülke futbolunda isim yapmışların yanında, kariyerine Sarayköyspor’de başlamış bir teknik direktörün ağzıyla kuş tutsa bile şansı ne kadar olabilir ki!

Ancak her fani gibi Ersun Yanal’ın da hataları olmuş zaman içinde. İyi başladığı hiçbir hikâyenin sonunu getirememesi, oyundan çabuk düşmesi, zaman zaman yaşadığı konsantrasyon bozuklukları gibi. 2006-2007 sezonunda 10. haftada liderliğe oturttuğu Manisaspor ligi 12. sırada bitirdi. Gençlerbirliği’nin şampiyonluğu kovaladığı sezonda, Fenerbahçe’ye gideceği dedikoduları almış yürümüşken Saraçoğlu Stadı’nda maç öncesi boynuna kondurulan sarı lacivert atkının sonrasında yaşananları kendisi de hatırlayacaktır. O maçtan 10 gün sonra Antalya’da oynanan Türkiye Kupası finalinde varlık gösteremeyen Gençlerbirliği kupayı Trabzonspor’a kaptırmıştı. Gençlerbirliği’nin başındayken Fenerbahçe’nin başına geçeceği söylentileri sırasında yaşadığı kafa karışıklığı, o dönemde kaybedilen iki Türkiye Kupası finali gibi. 2014 Dünya Kupasını yerinde izleyip gözlemlemek yerine tatil yapmayı tercih edişi de karnesinin kırıklarından…

Velhasıl bir teknik direktör daha geldi geçti Fenerbahçe’den. Ersun Yanal için sorun olacağını sanmıyorum, nihayetinde şampiyonluk yaşattığı bir takımdan ayrıldı; üstelik kişisel gelişimini biraz daha zenginleştirerek. Kaç teknik direktöre nasip olur ki öyle bir başarı? Fenerbahçe’ye gelince… Ne diyelim, mazisinde bir tarih yatar; bir Aziz Yıldırım, bir de onca teknik direktör…

Ziya Adnan
20 Ağustos 2014

MazindeBirTarihYatar

Topçular’ın Takımı: The Gunners..

Topçular’ın Takımı: The Gunners…

Uzaklardan...

“That’s the wonder, the wonder of you…” (Bu senin, senin mucizen…)

Bu senenin Ocak ayında Dipnot Yayınlarından çıktı Tanıl Bora ile birlikte yazdığımız “Kimi Başrol, Kimi Karakter – Kulüp Hikâyeleri” kitabı. Dünyanın dört bir köşesinden, futbol kulüplerinin hikâyelerini yazdık kalemimiz yettiğince, uzun ömründe ikbali de idbarı da görenleri. Eh, madem Arsenal var gündemde, bir kez daha hatırlayalım kitapta kırmızılı takım için yazdıklarımızı; neler kazanmış, neler kaybetmişler, şimdilerde ne yaparlar, ne âlemdedirler anlatalım…

Çokları bir Kuzey Londra takımı olarak bilir Ada futbolunun en başarılılarından Arsenal’ı, nam-ı diğer “Topçular”ı (Gunners)… Oysa 1886 senesinde, Güneydoğu Londra’da İngiliz silahlı kuvvetleri için cephanelik (top ve silah mermisi) üreten “Royal Arsenal” fabrikasının işçileri tarafından kurulmuş. İlk zamanlarındaki adı da fabrika ile aynı: Royal Arsenal…
1893 senesinde “Woolwich Arsenal” olarak değiştirilmiş kulübün adı. Kuzey Londra’ya taşındıkları sene 1913… Bir sene sonra da adının başından Woolwich’i silmişler… 6 Eylül 1913’ten Mayıs 2006’ya kadar takıma ev sahipliği yapmış 38.419 kapasiteli, şimdilerde tarih olmuş Highbury Stadı. Stadın mimarı İskoç Archibald Leitch, Ada’da futbol statlarının yaratıcısı olarak bilinirmiş o yıllarda. 1899-1939 seneleri arasında Liverpool’un “Anfield”’, Fulham’ın “Craven Cottage”, Southampton’un “The Dell”, Everton’un “Goodison Park”, Manchester United’ın “Old Trafford” statları dâhil olmak üzere, 20 statta onun imzası var. Her ne kadar Hillsborough Stadı felaketinden sonra yayınlanan “Taylor Raporu” sonucunda Ada futbolundaki tüm profesyonel statlar yenilenip koltuklu hale getirilmiş olsa da uzun seneler onun inşa ettiği statlarda maçları izlemiş futbolseverler…

Arsenal’e dönersek; 1950 ve 60’lı yıllar iyi geçmemiş “Topçular” adına. O senelerde vasat bir takım olarak mücadelelerini sürdürmüşler. 1966 senesinde kulübün fizyoterapisti Bertie Mee teknik direktörlük görevine gelirken, 60’lı yılların sonuna doğru yükselişe geçip, 1971 senesinde ilk “duble”sini Federasyon Kupası ve Lig şampiyonluğu yaşayarak yapmış. O sezondan sonra, 1972–1973 sezonunu ikinci olarak bitirmiş; 1972, 1978 ve 1980 senelerinde Federasyon Kupasını finalde kaybetmiş. 1980 senesinde Kupa Galipleri Kupası finalini penaltılar sonunda kaybettiklerini de hatırlatalım. O yıllarda kazandıkları tek kupa, 1979 senesinde finalde Manchester United’ı son dakika golüyle 3-2 yendikleri Federasyon Kupası…

1986 senesinde eski futbolcularından George Graham’ın teknik direktörlüğe gelmesiyle yeni bir dönem başlamış. Henüz ilk sezonunda (1986-1987) Lig Kupasını kazanan Arsenal çıkışa geçmiş geçmesine ama…

Ama diyelim ve anlatalım, George Graham dönemini yakından gözlemlemiş bir futbolsever olarak o yılları.

***

Göreve geldiği günlerde, 1978-1979 sezonundan o güne kadar kupa kazanamayan Arsenal’de işler iyi gitmiyordu. İlk icraatı, yaşı geçkin futbolcularla yollarını ayırmak olan İskoç teknik direktör, onların yerine genç takımdan mücadeleci futbolcuları monte ediyor; 1986 senesinin Ocak ayında ligi zirvede götürüyordu. Savunma ağırlıklı futbol sistemiyle Arsenal yenilmesi zor bir takım hüvviyetine bürünmeye başlamıştı. Graham’ın ilk sezonunda, Arsenal ligi 4. sırada bitirdi…

1987 senesinde Lig Kupasını kazanan kadroya, ilerleyen zamanlarda Tony Adams, Lee Dixon, Steve Bould, Nigel Winterburn katılacak; zaman içinde Arsenal’in unutulmaz defansı böyle oluşacaktı. Orta sahada David Rocastle, Michael Thomas ve ilerde Alan Smith kısa sürede Arsenal’i zirveye taşıyor; 1988-1989 sezonunun solukları kesen son maçında, en büyük rakibi Liverpool’u Anfield Stadı’nda 2-0’la geçerek şampiyonluğu yakalıyordu. Bu vesileyle yakalandığı amansız kanser hastalığının pençesinde 33 yaşında hayata veda eden David Rocastle’ı da hatırlayalım. “Oh Rocky, Rocky, Rocky, Rocky, Rocky, Rocky Rocastle!” tezahüratı hala yankılanır Arsenal tribünlerinde…

***

George Graham’ın 1994 senesinde kazandığı o kupa, Arsenal’de yakaladığı son başarı oldu… 1992 senesinde, John Jensen ve Pal Lydersen transferlerinde Norveçli futbol menajeri Rune Hauge’den 425 bin Sterlin komisyon aldığı ortaya çıkınca, 1995 senesinin Şubat ayında takımdan kovuldu. Gelişmeler futbol kamuoyunda şok etkisi yaratırken, İngiltere Futbol Federasyonu bir sene teknik direktörlük yapmasını yasakladı. Graham, cezasının bitiminde Leeds United’ın teknik direktörlük teklifini kabul etti…
Arsenal, George Graham döneminde, katı savunma anlayışıyla bilinirdi. Arsenal maçlarında rakip taraftarların, “Boring Boring Arsenal” (Sıkıcı sıkıcı Arsenal) tezahüratı zaman içinde ülkenin tüm statlarında duyulmaya başlandı. Pek de haksız sayılmazdı Arsenal’ı sıkıcı bir takım olarak görenler. Velhasıl, o dönemde Arsenal genelde maçlarını 1-0 kazanan, disiplinli ama seyir zevki vermeyen bir takım olarak tarihe yazıldı. Şimdilerde Arsenal’ın farkı yakaladığı maçlarda Arsenal tribünlerinde yankılanır eskiyi bilenleri gülümseten “Boring Boring Arsenal” tezahüratı…

***

Ve takvim yapraklari 1 Ekim 1996’yi gösterirken, O dönemde Fransa Milli Takımı’nda görev yapan Gerard Houllier’in önerisi ile Arsenal’ın Başkanı David Dein, takımın başına Arsene Wenger’i getirdiklerini açıkladı. O senenin Ağustos ayında Bruce Rioch ile yollarını ayırmış olan Arsenal yeni bir teknik direktör arayışı içindeydi. Japonya’nın Grampus Eight takımında görev yapan, adı sanı pek duyulmamış bir teknik direktörün Arsenal’ın başına getirilmesi futbol âleminde şaşkınlıkla karşılandı. Ertesi gün, Londra’nın en yüksek tirajlı gazetesi Evening Standard’ın ilk sayfasında büyük puntolarla “Arsene Who?” (Arsene de kim?) başlığı vardı. Geçenlerde okuduğum bir söyleşisinde, Wenger’in şu sözleri bu durumu çok güzel özetliyordu: “Görevin bana verilmesine ben bile şaşırmıştım. Adaylar arasında kariyerleri benden çok daha parlak olanlar vardı. Üstelik ben daha önce İngiltere’de bir takım çalıştırmamıştım…”

***

2005 senesinden günümüze kadar geçen dokuz sezonda sadece bir kupa kazanmış olsa da, Arsenal tarihinin en başarılı teknik direktörü Arsene Wenger… Üç şampiyonluk yaşayan, görevde bulunduğu ilk dokuz senede ligi ikinciliğin altında bitirmeyen Wenger döneminde Arsenal taraftarları Dennis Bergkamp, Thierry Henry, Cesc Fabregas, Robin Van Persie, Theo Walcott, Jack Wilshire, Mesut Özil gibi yıldızları izledi; seyir zevki veren takımın gollerini alkışladı… Onun döneminde yapıldı 60 bin kapasiteli, sezonluk bilet için bekleme sırası sekiz seneye yaklaşan Emirates Stadı. Son 14 sezondur Şampiyonlar Liginde yer aldı takım, 2006 senesinde final oynadı…

Günümüzde 64 yaşında, “Profesör” lakaplı, Strazburg Üniversitesi’nden ekonomi Master’lı Fransız teknik direktör. Onunla yapılan bir söyleşide okumuştum; Japonya’da yaşarken “Sumo Güreşi” izlediğini ve kendisini en çok etkileyenin, müsabakanın sonunda kimin galip geldiğini anlayamamak olduğunu, kazanan güreşçinin rakibini küçük düşürmek istemediği için duygularını asla açık etmediğini anlatmıştı. Sözlerine şöyle devam etmişti Wenger: “Ben gol sonrasında, golü atan futbolcunun rakiple alay edercesine dilini dışarıya çıkardığını tek bu ülkede gördüm!” Böylesine bir bilge…

Gençlere fazlasıyla önem veren çok iyi bir öğretmenin ellerinde, kupaları kazanamasa da Ada futbolunun yıldızıdır Arsenal… Her maç öncesi görkemli Emirates Stadı’nın hoparlörlerinde çalan, Elvis Presley’in o güzel şarkısındaki gibi: “That’s the wonder, the wonder of you…” (Bu senin, senin mucizen…)

Ziya Adnan
10 Ağustos 2014

Topcular

Kaptanın ölümü…

Kaptanın ölümü…

Uzaklardan…

Bir an için 2010 Dünya Kupası finaline geri gidelim, hikâyenin belki de en can alıcı noktasına. Tarih 11 Temmuz 2010; Yer 84.490 kapasiteli Johannesburg Soccer City stadı… Hollanda karşısında oynanan maçta, Andres Iniesta, İspanya’ya kupayı getiren maçın tek golünü attıktan sonra formasını çıkarır ve kolsuz beyaz atletinin üzerindeki yazıyı sergiler, dünyanın dört bir yanında o maça kilitlenmiş futbolsevere: “Dani Jarque: Siempre con nosotros.” (Her zaman bizimlesin Dani Jarque). Çokları adına, maçın en heyecanlı anlarında ekranlarda birkaç saniye görülen, okumakta bile zorlandıkları forma altı yazılarından biri gibi görülse de değeri anlaşılmayan o birkaç kelime, hikâyesi anlatmaya değer…

11 Mayıs 1984 doğumlu Andres Iniesta, İspanya’nın 2.000 nüfuslu Fuentealbilla köyünde dünyaya gelmiş. Henüz 12 yaşında Albacete Balompie takımının miniklerinde oynarken dikkatini çekmiş büyük kulüplerin. Barcelona genç takımını çalıştıran Enrique Orizaola, minik Iniesta’yı Barça’nın akademisi La Masia’ya göndermeleri için genç futbolcunun ailesini ikna etmiş. Barça U15 takımının kaptanlığını yaptığı 1999 senesinde Nike Premier Kupasını kazanan takımın yıldızıymış. O yıllarda Pep Guardiola’nın, Xavi’ye söylediği “Sen beni emekliye ayırır, yerime geçersin, ama bu velet ikimizi de emekliye ayırır!” cümlesi, özel yeteneklerle donatılmış bir yıldızın doğuşunu anlatır. 2002 senesinden beri top koşturduğu Barça’da birden fazla lakapla anılmış. Kimileri için “El Ilusionista” (İlizyonist), kimileri için “El Cerebro” (Beyin)… İspanyol basınına göre ise “Don Andres”… Real Madrid’e karşı duyulan nefrete ithafen “El Anti-Galáctico” lakabıyla tanınırmış takım arkadaşları arasında…

2012 senesinin Kasım ayında “The Guardian” gazetesine verdiği söyleşide, henüz 12 yaşında evinden, ailesinden uzakta yaşamanın çok zor geldiğini, çok zamanlar akademiyi bırakıp evine dönmeyi düşündüğünü, anne ve babasının onu görmeye geldiği zamanlarda ayrı odada kalmak yerine onlarla birlikte yattığını söylemiş. Futbolun dışında kalan zamanlarda çok yalnızlık çektiğini, en büyük desteği birlikte top koşturduğu arkadaşlarından gördüğünü dile getirmiş. O kadar uzun zaman uzak kalmış ki doğup büyüdüğü topraklardan, bir zaman sonra kendini Katalan gibi görmeye başlamış!

O yıllarda yolları kesişmiş 1 Ocak 1983 Barcelona doğumlu futbolcuyla. Dani Jarque… Espanyol takımının alt yapısından yetişmiş, La Liga’da ilk maçına 2002 senesinin Ekim ayında çıkmış 1.85’lik stoper. Dani ilk sezonunda 15 maçta sahaya çıkarken, zaman içinde savunmanın değişilmezi olmuş. 2006 senesinde İspanya Kupasını kazanmış takımıyla. 2002–2009 seneleri arasında 173 maçta görev almış, alt yapısından yetiştiği, kariyerinde formasını giydiği tek takımda. O güzel şehrin iki farklı takımında oynayan iki genç birlikte sahaya çıkmışlar genç milli takımlarda. Aynı takımda olmasalar da, ülke takımlarında birlikte parlamışlar; 17, 19, 21 yaş altı takımlarda birlikte forma giymişler. Sahada rakip, saha dışında çok iyi iki arkadaş. 2002 senesinde UEFA Norveç’te düzenlenen U-19 turnuvasını kazanan takımda paylaşmışlar başarıyı. 2007-2009 arasında birlikte oynadığı Valdo, hem saha içinde, hem saha dışında örnek futbolcu olarak tanımlıyor eski takım arkadaşını. Çalışkan, mütevazı, arkadaş canlısı, her takımda bolca bulunması gerekenlerden…

***

Takvim yaprakları 8 Ağustos 2009’u gösterirken, Espanyol’un sezon öncesi Florence kampında, otel odasında geçirdiği kalp krizi sonucu 26 yaşında aramızdan ayrıldı Dani Jarque, ölümünden bir ay sonra dünyaya gelen kızı Martina’yı göremeden. Bologna FC karşısında oynayacakları maçtan önce rahatsızlanmış, tüm çabalara rağmen kurtarılamamıştı. Kaptanlarının ölümünden dolayı İtalya kampını yarıda kesen takım Barcelona’ya geri dönüyor, ölüm haberini alan taraftarlar Cornella El Prat Stadı’nın 21 numaralı kapısında yaktıkları mumlar, astıkları formalar ve atkılarla, bıraktıkları notlarla kaptanlarını anıyorlardı. Espanyol’un başkan yardımcısı Joan Germe, genç futbolcunun ani ölümünü kabullenmenin çok zor olduğunu dile getirmiş. Onun 21 numaralı formasını gelecekte hiçbir futbolcuya vermeyecekmiş Espanyol kulübü…

Iniesta’yı o kadar sarsmış ki yakın arkadaşının ölümü, 2010 Dünya Kupasına gitmemeyi bile düşünmüş. Ölümünden sonra arkadaşına yazdığı mektup ülkenin gazetelerinde paylaşılmış. “Dostuma” diye başladığı satırlarında onu çok özlediğini, beraber geçirdikleri zamanların değerini şimdi daha iyi anladığını yazmış…

2013 senesinin Nisan ayında, Andrés Iniesta, Jordi Alba, Sergio Busquets, Xavi Hernández ve Cesc Fàbregas arkadaşlarının anısına düzenlenen maçta, La Liga karması karşısında sahaya çıkıyor, Cornellà-El Prat Stadı’nı dolduran Espanyol taraftarları maç boyunca İniesta’yı alkışlıyordu. Sanırım iyi bir futbolcu olmanın, kazanılmış onca kupa ve madalyanın ötesinde, rakip takım taraftarının alkışları kadar mutluluk veren bir şey olamaz bir futbolcunun kariyerinde. İyi bir futbolcu olmak kadar iyi bir insan olmaktır mesele zira. Geçtiğimiz Mayıs ayında 30 yaşına bastı İniesta, daha kaç sene izleriz bilinmez ama ustalığının yanında vefası da hiç unutulmasın…

Şimdilerde, her Espanyol maçında, maçın 21 dakikasında bir dakika boyunca alkışlanarak hatırlanıyor Dani Jarque. Cornella-El Prat Stadı’nın içinde bulunan heykeli karşılıyor o futbol mabedinin müdavimlerini…

Ziya Adnan
5 Ağustos 2014

KaptaninOlumu

1950’nin unutulanları…

1950’nin unutulanları…

Uzaklardan…

Geçenlerde yazmıştım 1950 Dünya Kupası finalinde kalesinde gördüğü hatalı bir gol sonrası ülkesinde vatan haini ilan edilen kaleci Moacyr Barbosa Nascimento’nı hikâyesini. 2004 senesinde aramızdan ayrılmadan önce, “Brezilya yasalarına göre en ağır ceza otuz yıldır, benim cezam ise elli yıl sürdü” demiş bahtsız kaleci. O gün o sahada kaderleri kesişen iki futbolcudan şanslı olanı, kupayı getiren golü atan Gigghia kariyerinde kazandığı bütün kupaları, madalyaları oğluna vermiş. Gerekçesi de ilginç: “Anılarla yaşanmıyor. Hayatta sadece o anı yaşıyorsunuz sonra o da unutulup gidiyor.”

Ancak zaman içinde Uruguay’da unutulsa da Brezilya’da hiç unutulmamış 1950 Kupasının yıldızı. 2000 senesinde Rio’ya davet edilmiş. Havaalanında pasaport kontrolü sırasında kendisine uzun uzun bakan yirmili yaşlardaki görevli kıza, “Bir sorun mu var?” diye sorunca görevli kız cevap vermiş: “Siz o Gigghia mısınız?” “Evet” demiş Gigghia, “Evet benim.” Şaşırmış ama genç kızın onu hatırlamak için çok genç olduğunu düşünmüş. “1950 çok eskide kaldı” demiş kıza. Kız elini eski futbolcunun omzuna koymuş, verdiği cevap Gigghia için çok sarsıcıymış. “Brezilya’da biz o günü her gün yüreğimizde hissediyoruz.”

Bu hikâyeyi Alex Bellos’un, “Futebol, The Brazilian way of Life (Brezilya Tarzı Yaşam) kitabında okumuştum. Bilir misiniz, o unutulmaz kupa finalinin hayatta olan tek futbolcusu Alcides Ghiggia günümüzde 87 yaşında. O golü attığında Peñarol’un sağ kanadında oynayan 23 yaşında hızlı bir futbolcuymuş. 1950 sonrası dokuz sezon Roma ve Milan’da top koşturmuş, beş maçta da İtalya Milli Takımının formasını giymiş. 1968 senesinde futboldan koptuğunda, Montevideo’da bir kumarhanede iş bulmuş. Arada direksiyon dersleri de veriyormuş. İlerleyen senelerde dara düşen futbolcu, Dünya Kupası madalyasını satışa çıkarmış. Alan Uruguaylı zengin de madalyayı sahibine iade etmiş.

O maçta Gigghia’yı tutmakla görevli sol bek Bigode, takımının kupayı kaybetmesinden sonra kaleci Barbosa’dan sonra en çok eleştirilen futbolcu olmuş. O maçtan sonra bir daha milli takıma çağrılmamış. Kariyerinin en parlak zamanlarında, kendisine hediye edilmiş olan apartman dairesinde yaşamasına izin verilmeyen futbolcu Rio’dan ayrılıp Minas’a yerleşmiş ama orada da uzun süre barınamamış. 2003 senesinde aramızdan ayrıldığında 81 yaşındaymış. Kaderini değiştiren o maçtan ölümüne kadar sürgünde yaşayan Bigode futboldan, hele de Dünya Kupalarının konuşulduğu ortamlardan hep kaçarmış.

Maçın günah keçilerinin üçüncüsü Juvenal, Brezilya Milli Takımına seçildiğinde Flamengo’da stoper olarak görev yapıyormuş. 26 yaşında forma giydiği final maçından sonra ortamdan uzaklaşarak Bahia’ya yerleşmek zorunda kalmış. O da takım arkadaşları gibi yoksulluğun kıyısında hayata tutunmaya çalışırken, aynı zamanda dizlerindeki eklem iltihabı nedeniyle yürüme zorluğu çekiyormuş. İmdadına yetişen Brezilya televizyon kanallarının birinin başlattığı yardım kampanyası sonucu ömrünün son günlerini nispeten rahat geçiren Juvenal 2009 senesinde, o finalde yer alan son Brezilyalı olarak bu dünyadan göçmüş…

1950 Dünya Kupasının en iyi futbolcusu seçilen, Pele’nin “Bu yaşamda gördüğüm en iyi futbolcu” dediği Zizinho 14 Eylül 1921’de dünyaya gelmiş, Flamengo, Bangu, Sao Paulo FC’de top koşturmuş, Sao Paulo’da üç sezon (1942, 1943, 1944) şampiyonluk yaşamış. IFFHS tarafından 20. yüzyılın en iyi 4. Brezilyalısı olarak gösterilen ofansif orta saha, 1954 ve 1958 Dünya Kupaları’nın kadrosuna davet edilmiş ama o genç futbolculara şans verilmesi gerektiğini düşünerek teklifi kabul etmemiş. Futbol sonrasında yerel bir devlet ofisinde çalışan Zizinho 2002 senesindeki ölümünden önce yaptığı söyleşide, kendisini en acıtan olayın kariyerinde yaşadığı şampiyonluklarla değil, sadece 1950 Dünya Kupası ile anılmak olduğunu dile getirmiş.

Brezilya Milli Takımının kaptanlığını yapan 29 yaşındaki Augusto Da Costa, Vasco Da Gama’da top koşturuyormuş ve en büyük hayali tıka basa dolu Maracana Stadı’nda Dünya Kupasını ilk kez kazanan Brezilya Milli Takımının kaptanı olarak kupayı kaldırmakmış. Ama olmamış! Futbolu bıraktıktan sonra bir süre teknik direktörlüğü denemiş, sonrasında Rio polisinin saflarına katılmış. 2004 senesinde 83 yaşında aramızdan ayrılmış…

Jose Carlos Bauer, 24 yaşındaki Brezilyalı orta saha kariyerinde beş şampiyonluk yaşamış. Ama onu üne kavuşturan kazandığı kupalar değil, ilerleyen senelerde efsaneleşecek Eusebio’yu keşfetmesi olmuş. Genç futbolcuyu önce Sao Paulo’ya öneren, ancak olumsuz cevap alan Bauer eski arkadaşı ve takımın eski hocası Bale Guttmann’a, Lizbon’daki bir berber dükkânında futbolcudan bahsetmiş. Yıldızı bulup çıkaran olarak bilinen Bauer 2007 senesinde ölmüş…

Onun için geleceğin kralı derlermiş. Sao Paulo’da top koşturan 25 yaşındaki kanat oyuncusu Friaca finalde Brezilya’nın tek golünü atan futbolcu olarak tarihe geçmiş ama ne fayda. O maçtan sonra altı sene milli takıma çağrılmayan Friaca futbol sonrası küçük bir dükkân açarak mütevazı hayatını sürdürmüş. 2009 senesinde zatürre nedeniyle hayata gözlerini yumduğunda 83 yaşındaymış.
O kupa finalinin en genç futbolcusu Uruguay’ın sol kanat oyuncusu Ruben Moran Dünya Kupası’nın oynandığı zamanlarda henüz 19 yaşındaymış. Kariyerinde sadece dört kez milli olan Moran 1978 senesinde, 47 yaşında hayata gözlerini yummuş…

***

Brezilya futbolunun en büyük felaketi, 1950 senesinin Dünya Kupası finalinden günümüze çok zaman geçti. Alex Bellos’a göre bugüne kadar oynanan hiçbir futbol maçı bir ulusun duygusal hayatını
bu kadar etkilememiştir. Brezilya’nın en az 1950 Kupa finali kadar derin yara aldığı 2014 Dünya Kupası’nı geride bıraktığımız zamanlarda, yeni nesillerin hiç bilmediği, bir futbol maçından çok mitolojik bir hikâyeye dönüşen 1950’nin unutulanlarını yâd edelim istedim. Futbol sahadaki oyun kadar, içinde barındırdığı unutulmuş insan hikâyeleriyle güzel zira…

Ziya Adnan
29 Temmuz 2014

Sarı formanın aşkına!

Sarı formanın aşkına!

Uzaklardan…

“O forma bana endüstriyel futbola ve Brezilya’ya dair kötü olan her şeyi hatırlatıyor…”
Aldyr Garcia Schlee

Bir Dünya Kupası daha geride kalırken, hüsranı yaşadı ev sahibi; hezimete uğradıkları maçta sarılara bürünmüş taraftarların gözyaşları düştü ekranlara. Malum, adına futbol denilen o güzel oyunun yaşandığı hemen yerde sarı formalı taraftarlar yaşatır Brezilya aşkını, futbolda sarı denilince akla ilk o futbol ülkesi gelir. Dünya Kupasını en fazla kazanmış takımın son 50 senedir değişilmezi olmuştur renkleri. Bilir misiniz o formanın yaratıcısı 1935 doğumlu Aldyr Garcia Schlee, Brezilya’nın değil ülkede hiç sevilmeyen Uruguay Milli Takımının taraftarıdır ve Uruguay sınırına 270 kilometre uzaklıktaki Pelotas şehrinde yaşar. Bu vesileyle anlatalım sarı formanın ve yaratıcısının hikâyesini…

Hikâye 1950 senesinde, Brezilya’ya gönül vermişlerin unutmak istediği Dünya Kupası ile başlar. Hikâyeyi bilenler, o Dünya Kupasını ulusal felaketleri olarak tanımlarlar. Zira Brezilya, Maracana Stadı’nda 199.854 taraftarın önünde oynanan maçta en büyük düşman Uruguay’a 2-1 yenilmiştir. Alex Bellos, “Futebol – The Brazilian way of Life” (Brezilya tarzı yaşam) kitabında hiçbir futbol maçının, bir ulusun duygusal hayatını bu kadar etkilemediğini yazar ve devam eder: “1948’de Maracana Stadyumu’nun inşaatında çalışmış olan, bugünse stadyuma gelen turistlere rehberlik yapan Isaias’a göre maç bitmedi, hâlâ devam ediyor.” Günümüzde bile “The Defeat” (Yenilgi) olarak bilinir o unutulmaz maç. Ülkenin saygın gazeteleri, o maçın yıldönümünde “Felaketin 50 Yıldönümü” manşetleriyle hatırlatmışlar milli felaketi… (O yenilginin günah keçisi, bahtsız kaleci Barbosa’nın hikâyesini geçenlerde yine bu köşede yazmıştım).

Brezilya 1950 Dünya Kupasında sahada mavi yakalı beyaz formayla yer almış ancak mavi ve beyaz Brezilya’nın renkleri olmadığı için çok eleştirilmiş. Rio gazetesi “Correio da Manba” yakadaki beyaz rengin psikolojik ve ahlaki olarak Brezilya’yı temsil etmekten çok uzak olduğunu yazmış. Üstüne gelen Uruguay yenilgisinden sonra, bayraklarında yer alan sarı, yeşil, mavi ve beyaz renklerin kullanıldığı milli formayı yeniden tasarlamak için bir yarışma düzenlemişler.

Takvim yaprakları 1953 senesinin Aralık ayını gösterirken, yarışmayı Pelotas’da yerel bir gazetede illüstratör olarak çalışan on dokuz yaşındaki Aldyr Garcia Schlee kazanmış. Mesleği gereği gazete sayfalarında futbolcuları çizmeye alışık olan genç adam, yarışmaya laf olsun diye katılmış. Üstelik birbirine hiç uymayan dört rengin bir arada kullanılmasının pek yaratıcı olmadığını düşünerek. Sahi, sarı ve beyaz bir arada nasıl kullanılabilir ki! Sonunda birbiriyle uyumlu iki renk, mavi ve beyazı şortlarda, sarı ve yeşili forma da kullanmaya karar vermiş. Neticede yarışmaya gönderilen 301 tasarım içinde en beğenileni onunki olmuş. Yarışmada ikinci gelen tasarımda formalar sade yeşil, şortlar beyaz, çoraplar ise sarı renkteymiş. Eh, bu tasarıma bakınca bizimkinin neden birinci geldiğini anlamak zor olmasa gerek.

***
Brezilya takımı, “The Little Canary” (küçük kanarya) adını verdikleri formayla ilk maçına 1954’ün Mart ayında Maracana Stadı’nda Şili karşısında çıkmış ve o maçı 1-0 kazanmış. Ancak yeni forma o sene İsviçre’de düzenlenen Dünya Kupasında uğur getirmemiş, çeyrek finalde Macaristan karşısında sahadan yenik ayrılmışlar. Dört sene sonra, bu kez İsveç’te düzenlenen turnuvada kupayı kazanmışlar ama finalde karşılaştıkları ev sahibi takım sarılı formayla sahaya çıktığı için yeni formalarını giyememişler. Sarı formayla kaldırdıkları ilk Dünya Kupası 1962 senesinde Şili’de…
Aldyr’e gelince… Yarışmayı kazandıktan sonra mükâfat olarak yeni formanın en önemli destekçisi “Correio da Manhe” gazetesinde stajyer olarak çalışmaya başlamış. Aynı zamanda milli takımın kamplarına katılma şansını yakalasa da 2004 senesinde “The Guardian” gazetesinde verdiği söyleşide o kamplardan nefret ettiğini söylüyor. Sürekli kadın peşinde koşan, serseri, sarhoş bir takımla günlerce aynı mekânı paylaşmanın hiç de iyi bir tecrübe olmadığını düşünüyor.

Sonrasında, Pelotas’a dönen Aldyr zamanla iyi bir gazeteci ve üniversitelerde ders veren bir akademisyen olarak nam salmış. Ancak 1964 senesinde Brezilya’da askerin yönetime gelmesinden sonra hapis cezasına mahkûm olmuş; komünist fikirlerinden dolayı üniversitede öğretim görevlisi olarak çalışmasına izin verilmemiş. 1965 senesinde, doktora tezini vereceği gün üniversite kapısında askerler tarafından karşılanmış ve tezine el konulmuş. O tez, askeri vesayetin bitmesinden çok zaman sonra 1977 senesinde kabul görmüş ve Aldyr doktorasını tamamlamış…

1970 Dünya Kupası yarı finalinin yaşamında ayrı bir yeri olduğunu söylüyor. Bir tarafta sevdalısı olduğu Uruguay, diğer tarafta kendi yarattığı formayla sahada yer alan ülke takımı. Brezilya’nın galibiyetine hiç sevinmediğini, takım kupayı kaldırırken üzgün olduğunu dile getiriyor. Ayrıca o yıllarda Brezilyalıların kendilerini “treble winners” (üç kupa galibi) olarak görmelerini saçma bulduğunu, Brezilya’nın üç Dünya Kupasını üst üste kazanamadığını ekliyor…

1996 senesinde, 100 milyon Sterlinlik anlaşma karşılığında Brezilya Milli Takımının sponsoru Nike olmasını kabullenemiyor. “O forma bana endüstriyel futbola ve Brezilya’ya dair kötü olan her şeyi hatırlatıyor,” diyor Aldyr…

Sevinmiştir muhtemel geçtiğimiz Dünya Kupasında ev sahibi takımın havlu atışına. Malum onun yüreğinde formasını yarattığı takım değil, başka bir ülkenin mavisi yatar. O yüzden, yazdığı kitapların ülkesinden çok Uruguay’da ilgi görüyor olmasına şaşırmamak gerek. Kendi adıma, Uruguay’ın mavisini Brezilya’nın sarısına tereddütsüz tercih ederim. Hele de turnuvanın en berbat futbolunu oynayan, eski takımlarının gölgesinde kalmış o tat vermeyen sarı formalı takımı izledikten sonra…

Ziya Adnan
21 Temmuz 2014

SariForma

Saeta Rubia (Sarı Ok)…

Saeta Rubia (Sarı Ok)…

Uzaklardan…

“Madrid’in tarihi onunla başlar; onun gelişi Madrid efsanesinin başladığı andır.”
Emilio Butragueno

Türk olmak gerçekten zor, hemen anlatayım. Malum önümüzde Cumhurbaşkanlığı seçimleri var. Ben de vatandaşlık görevimi yerine getirip yurt dışında oy kullanayım dedim. Ama demekle olmuyor ki! Londra Başkonsolosluğunda kaydım olmasına rağmen yurtdışı seçmen kaydı sitesinde kaydımın olmadığı yazıyordu. Sorunu çözebilmek için Londra Başkonsolosluğunu aradım ama yetkili birileriyle konuşabilmek ne mümkün! Önce çağrı merkezine yönlendirildim. Konuştuğum görevli yardımcı olamayacaklarını, konsolosluğu aramam gerektiğini söyledi. Ancak günün büyük bölümünde çok yoğun oldukları için telefonlara cevap vermiyorlarmış, saat üçten sonra aramam gerekirmiş. Eh, bende öyle yaptım; saat üç ve beş arasında konsolosluktan bir görevliye ulaşabilmek için kızgınlıktan telefonumu kırıncaya (!) kadar aradım ama açan olmadı. En son çare konsolosluğa mail attım. Bir umut bekliyorum dönerler diye, malum umut fakirin ekmeği. Velhasıl Türk olmak gerçekten zor!

Neyse… Cumhurbaşkanlığı seçiminde oy kullanmaya çalışmak meselesini bir kenara bırakıp, daha keyif veren hikâyeleri anlatalım kalemimiz yettiğince. Günümüzün futbol modası, sevilen, hayranlık duyulan yıldız futbolcuların formalarına sahip olabilmek. Portekiz futbolunun efsanesi Eusebio’nun aramızdan ayrıldığı günlerde internet sitelerinin birinde okumuştum; Kara Panter’in 1962 senesinde Real Madrid’e karşı kazandıkları maçtan sonra koşarak idolü futbolcudan formayı kapışını. Futbola dair en büyük anısının o formayı kapma anı olduğunu söylemiş, yıllar sonra Şampiyonlar Ligi ile ilgili verdiği bir röportajda. Galibiyeti kutlayan taraftar onu omuzlarına aldığında bile tribünleri tek eliyle selamlıyormuş, diğer elinde sıkıca tuttuğu o değerli forma…

Bu vesileyle anlatalım yeni futbol nesillerinin yetişemedikleri, “Saeta Rubia” (Sarı Ok) lakaplı, dünya futbolunun gelmiş geçmiş en iyilerinden kabul edilen Arjantinli futbolcunun hikâyesini. Eduardo Galeano, “Gölgede ve Güneşte futbol” kitabında o müthiş golcüyü, “Bütün bir futbol sahası onun ayakkabılarının içine sığardı,” cümlesiyle anlatır. Onun formasını evinde saklarmış Eusebio; ‘Futbol tarihinin gelmiş geçmiş en iyisi’ olarak tanımlamış onu Pele. Biz de bir kaç satırda bile olsa yâd edelim o müthiş golcüyü…

***

Takvim yaprakları 4 Temmuz 1926’yı gösterirken Buenos Aires’in Barracas bölgesinde dünyaya gelmiş. İtalya’dan Arjantin’e göç eden göçmen bir babanın ve Arjantinli bir annenin oğlu. Futbola 1943 senesinde, henüz 17 yaşındayken River Plate takımında başlamış. 1946’da Club Atlético Huracán’a kiralanmış, ama bir sezon sonra yeniden dönmüş takımına. 1949 senesinde yaşanan futbol grevi nedeniyle Kolombiya liginde forma giymek zorunda kalmış. Kariyerinin ilk 12 senesinde Arjantin ve Kolombiya liginde kazandığı 6 şampiyonluğu bulunuyor…

Ama onun dünya çapında yıldız olmasını sağlayan şey ülkesinde ve Kolombiya’da kazandığı şampiyonluklar değil, 1952 senesinde Santiago Bernabéu Stadı’nda Real Madrid’e karşı oynadıkları ve 4-2 kazandıkları dostluk maçı. İspanyol kulübünün başkanı, o maçta takımını darmadağın eden futbolcuyu, Kolombiya takımı Millonarios ile anlaşarak 1953 senesinin Temmuz ayında kadrosuna katmış. Ancak o yıllarda bile futbolcu transferlerinde her türlü entrikanın döndüğünü hatırlatmadan geçmeyelim. Real Madrid’e transferinden önce futbolcuyu transfer etmek için kolları sıvayan Barcelona yönetimi bir miktar ön ödeme yaparak kulübü ile anlaşmış ve hatta futbolcu Barça formasını bile giymiş. Ancak futbolcunun haklarının hem Arjantin hem Kolombiya takımlarında olması, ayrıca o zamanlarda İspanya’da yabancı oyuncuların transferini yasaklayan yasanın varlığı transferi zora sokmuş. General Franco’ya yakınlığı ile bilinen Real Madrid yönetimi hükümete ricada (!) bulunarak futbolcunun bu yasadan muaf tutulmasını sağlamış. Kulüpler arasında yapılan mutabakata göre ‘Sarı Ok’ İspanya’da ilk iki sezonunda Real Madrid, sonraki iki sezonda ise Barcelona forması giyecekmiş. .

Ancak iç savaşın derin izlerini taşıyan, Katalan milliyetçiliğinin tırmandığı günlerde yapılan bu anlaşma kendi kimliklerini unutmayan Katalanları fena kızdırmış ve Barcelona kulübü yoğun protestolarla karşı karşıya kalmış. Bir süre sonra dönemin Barça başkanı Marti Carreto görevinden istifa etmek zorunda kalırken meseleyi kapatmak isteyen Barcelona transferden çekilmiş. Sonrasında futbolcunun haklarını elinde bulunduran Millionarios ve River Plate ile maddi konularda anlaşan Real Madrid futbolcuyu kadrosuna katmış. Günümüzde Real Madrid – Barça arasındaki husumetin köklerinde futbolcunun transferinin önemli yer tuttuğunu hatırlatalım.

1953 senesinden 1964’e kadar formasını giydiği Real Madrid’de sekiz şampiyonluğu bulunuyor. 1955-1960 seneleri arasında takım arkadaşı, Macar futbolunun yıldızlarından Ferenc Puskas ile beş yıl üst üste günümüzdeki adıyla Şampiyonlar Ligi şampiyonluğu yaşamış. İspanya futbol tarihinin en fazla gol atmış 4. futbolcusu ünvanını taşırken, Real Madrid formasıyla çıktığı 282 lig maçında kaydettiği 216 golle kulüp tarihinin en büyük 2. golcüsü…

BBC’nin önemli spor gazetecilerinden, çok seneler Güney Amerika futbolunu yalamış yutmuş Tim Vickery, kendisine sıklıkla sorulan; “Gelmiş geçmiş en iyisi kimdi, Pele mi, Maradona mı?” sorusunu her iki futbolcuyu da bir kenara bırakarak o büyük golcünün ismiyle cevaplıyor: “Sahanın her yerinde oynayacak kadar büyük yeteneğe sahipti. Sahada olup biten her şey sanki onun kontrolünde gibiydi, ordusunu kumanda eden bir general misali. Yerinde duramayan bir tay misali, kafası yukarda tüm sahayı gözetler, atağa kalktığında rakip savunmayı deler geçerdi.”

Üç farklı ülkenin milli takımında top koşturmuş olması kayda değer. Kariyerinde 6 kez Arjantin Milli Takımıyla sahaya çıkarken, sonraları Kolombiya ve İspanya Milli Takımlarında forma giymiş.
1957 ve 1959 senelerinde “Avrupa’da Yılın Futbolcusu” seçilen futbolcu 1954 senesinde İspanya’da gol krallığı yaşarken, aynı başarıyı 1956-1959 arasında dört sezon üst üste göstermiş.
1956 senesinde İspanyol vatandaşlığına geçip, 1957 senesinde İspanya Milli Takımıyla Dünya Kupası grup elemelerine katılmış ancak İspanya 1958 Dünya Kupasına katılma hakkını kazanamamış. Böylesine önemli bir futbolcunun hiçbir Dünya Kupasında yer almamış olması futbolun cilvesi. Bu vesileyle, hiçbir Dünya Kupasında yeteneklerini gösterme fırsatı bulamamış Gallerli büyücü Ryan Giggs’e de selam çakmadan geçmeyelim.

Futbolu bıraktıktan sonra 1967-1968 sezonunda Elche’yi, ilerleyen senelerde Boca Juniors, Valencia Rayo Vallecano, River Plate, Real Madrid, Boca Juniors’u çalıştırmış. Teknik direktörlük kariyerinde 12 takımda görev yapmış. 1969 senesinde Boca Juniors ile lig şampiyonluğu yaşarken, aynı başarıyı 1970–1971 sezonunda İspanya’da Valencia takımında yakalamış.

Yeşil sahalara veda ettikten çok zaman sonra, 1991 senesinde futbolun saygın dergilerinden ‘France Football’ tarafından “Avrupa’da tüm zamanların en iyi futbolcusu” seçilmiş. 2000 senesinde Real Madrid’in Onursal Başkanlığına getirilmiş o müthiş Arjantinli Di Stefano, geçtiğimiz günlerde Madrid’in Gregorio Maranon Hastanesi’nde 87 yaşında aramızdan ayrıldı. 2006 senesinin Kasım ayında 79 yaşında vefat eden Macar efsanesi Ferenc Puskas’dan sonra o dönemin bir yıldızı daha kayıp gitti. Sir Alex Ferguson, “Bu yaşamda müthiş yıldızlar izledim: Cruyff, Maradona, Pele, Puskas… Ama Di Stefano benim için en büyüğüydü,” demiş.

Mekânı cennet olsun…

Ziya Adnan
15 Temmuz 2014

SariOk