Sahibinden satılık, takım otobüsü…

Sahibinden satılık, takım otobüsü…
Uzaklardan…

Milan…

İtalya’nın kuzeybatısında Lombardy bölgesinde yer alan, 5,2 milyon nüfusuyla ülkenin ikinci büyük şehri. Tarihinde Batı Roma İmparatorluğuna başkentlik yapmış, 15. yüzyıldan başlayarak ticaret
ve finans merkezi olarak ünlenmiş, 1861’de İtalyan birliğine katılmış, 2. Dünya Savaşı yıllarında Nazi istilasına karşı duran direnişçilere kucak açmış, günümüzde modanın merkezi, İtalya’nın güzel şehri…

İşte o tarihi şehrin iki köklü takımından biri, mazisi 1899 senesine kadar uzanan AC Milan, nam-ı diğer “Il Diavolo” (Şeytanlar). Renkleri bizim Gençlerbirliği’ni hatırlatıyor, bu vesileyle güzel insanların takımı, Ankara’nın kırmızı-siyahına da selam çakmadan geçmeyelim…

Tıpkı ülkenin “yaşlı hanımefendisi” Juventus gibi onların da kuruluşlarında İngilizlerin harcı var. İngiltere’nin Nottingham kentinden Milano’ya gelip yerleşen Alfred Edwards ve Herbert Kilpin adlı iki İngiliz dantel üreticisi tarafından “Milan Cricket and Football Club” adıyla kurulmuş. Zaman içinde Britanyalı kurucularını onurlandırmak, köklerini hatırlamak adına ana dillerindeki Milona yerine, İngilizce okunuşuyla Milan’ı tercih etmişler. İlerleyen zamanlarda şehrin sevilmeyen diğer takımının kuruluşuna da vesile olmuşlar. 1908 yılında, yöneticilerin yabancı oyuncularla sözleşme imzalanması konusunda fikir ayrılığına düşmesi sonucu bölünmüşler, yabancı oyuncuların transferine onay verenler İnter Milan’ı kurmuşlar. Maçlarını oynadıkları 80 bin kapasiteli San Siro Stadı (Giuseppe Meazza olarak da bilinir) 1926 senesinin Eylülünden beri takıma ev sahipliği yapmakta…

1950-1951 sezonuna kadar elle tutulur bir başarıları yok, o seneye kadar müzeleri tamtakır. O sezon kulübün yükselişe geçtiği zamanlar. Gre-No-Li olarak nam salmış üç İsveçli, Gunnar Gren, Gunnar Nordahl ve Nils Liedholm önderliğinde 1951, 1955, 1957 ve 1959 yıllarında İtalya lig şampiyonluğunu (Scudetto) kazanmışlar. 60’lı yılların sonunda ve 70’li yıllarda Avrupa arenalarında esip kükremiş Şeytanlar. Müzelerini süsleyen 1967–1968, 1972–1973 ve 1973–1974 sezonlarında kazandıkları Kupa Galipleri Kupası o yılların hatırası…
1979 senesinde 10. şampiyonluğunu yaşayan takımın o zamanlardaki amblemi bir şeytan resmi, yanında 10 lig şampiyonluğu elde ettiklerinden dolayı verilen altın renkli bir yıldız. Ama uğurlu gelmemiş o kupa. 1980 senesinde şikeye karıştıkları gerekçesiyle tarihlerinde ilk kez Serie B’ye düşürülmüşler. 1980-1981 sezonunda Serie A’ya dönen kulüp ertesi sezon yeniden küme düşmüş. 1992-1994 arasında yaşadıkları üç Serie A şampiyonlukları mevcut. Tarihlerinde 18 kez Serie A’yı, 7 sezon da Şampiyonlar Ligini kazanmışlar. Avrupa futbolunun en çok taraftar çeken kulüplerinden. 2010-2011 sezonunda evinde oynadıkları maçlarda taraftar sayısı olarak en yüksek ortalamayı yakalayan 9. kulüp olmuşlar. Formasını giymiş kıymetliler arasında Ruud Gullit, Marco van Basten, Frank Rijkaard, Andriy Shevchenko, Filippo Inzaghi, Andrea Pirlo, George Weah bulunuyor…

***
Ve geçtiğimiz günlerde gazeteler ekonomik olarak zor günler geçiren kulübün, tasarruf amacıyla takım otobüsünü 150 bin Euro’ya sattığını, bakım ve diğer masraflarla bu satıştan yıllık 200 bin Euro kâr edeceğini yazıyordu. Borcun en büyük yoksulluk olduğunu hala idrak edememiş yöneticilerimiz transfer dönemlerinde har vurup harman savurmaya devam ederken, Avrupa devlerinin, bütçelerinde kısıtlamaya gitmesi düşündürmeli, hele de bizim toz duman futbolumuzda gelecek sezondan itibaren 14 yabancıya izin çıkmışken…

Geçmiş senelerde Şampiyonlar ligine ambargo koymuş Milan gibi devler bile günümüz futbolunun borç girdabında boğulmamak için önlemler alırken, sorulması gereken bizimkilerin borçlarını azaltma konusunda ne yaptığıdır. En azından kulüpler mezarlığına dönüşmüş futbolumuza daha fazla kurban vermeme adına. Malumunuz, geldiğimiz noktada ülke futbolunun dört büyük (!) kulübünün geliri 1 milyar TL, borcu 1 milyar Dolar, borç dediğin gırtlakta. Anadolu kulüpleri desen, birçoğu haris yöneticilerin ellerinde perişan olmuş, kapısına kilit vurulma noktasında, ne elde var ne avuçta. Çare olarak görülen yayıncı kuruluşun, geçtiğimiz Aralık ayında kulüplere olan borcunu ödeyemediğini, TFF’nin eksik olan 140 milyon TL’yi kendi kasasından karşılayarak kulüplere dağıttığını hatırlatalım.

Geldiğimiz noktada ülke futbolunun yazık fotoğrafı, hiç bitmeyen şike süreci, maç günleri dolmayan tribünler, futbolun kirliliği, rekabetsizlik, borç içinde yüzen kulüplerimiz ve üstüne bayat pastanın çileği: PasoLig garabeti! Bu verilerin ışığında bizim coğrafyada hiçbir kulübün geleceğinin parlak olmadığı ortada. Yeri gelmişken, her ne kadar bizim haramiler hafife alsa da, UEFA’nın giderek daha katı bir biçimde uygulayacağı “Financial Fair Play” meselesini de hatırlatalım. Velhasıl, Ülker gibi son 10 senede futbola en büyük yatırımı yapmış sponsorlar bile oyundan elini çekiyorsa geleceği bir düşünün derim.

En azından “Sahibinden satılık, takım otobüsü” ilanlarına sarılmama adına…

Ziya Adnan
8 Şubat 2015

Ah bizim kurgulanmış kupamız…

Ah bizim kurgulanmış kupamız…

Uzaklardan…

Ada futbolunda “FA Cup” (The Football Association Challenge Cup) olarak bilinir, bizdeki adıyla Federasyon Kupası. İlk kez 1871 senesinde oynanmış, dünya futbolunun en eski kupası olmasıyla nam salmış futbol âleminde. 2014-2015 sezonunda 5 profesyonel ve amatör liglerin 736 takımı yer almış tek maç üzerinden oynanan kupada. 2004 senesinde 660 takım katılırken, bu sayı her sezon artarak gelmiş günümüze. 2013-2014 sezonunda 737 takım katılmış. Tek maç sonunda takımlar berabere kalırsa, bir maç daha, bu kez ilk maçı deplasmanda oynamış takımın sahasında. Üstelik mutlaka ev sahibinin tıka basa dolu tribünleri önünde, bir nevi iade-i ziyaret anlayacağınız…

Toplamda 14 tur üzerinden oynanan kupanın ilk altı turunda amatör takımlar tek maç üzerinden eleme usulü birbirleriyle karşılaşıyor. Ağustos ayında başlayan elemelerde ayakta kalmayı başaranlar, üst turlarda adlarını duyuruyor ve “büyüklerle” tek maç üzerinde karşılaşma, kasalarını doldurma fırsatı yakalıyor. Televizyon ekranlarında naklen yayınlanan kura çekiminde “seeding” (seribaşı) uygulanmıyor, her takım aynı torbada yer alıyor ve kura sonucunda belirlenen takımla karşılaşıyor, küçük büyük ayrımı gözetmeden.

İşte o kupaya heyecan kazandıran “Giant Killing” (devi öldürmek) meselesi. Alt liglerde, hatta amatör kümelerde yer alan takımların, üst liglerin güçlü takımlarını kupadan elemelerine verilmiş bu isim, kupanın sürprizlere açık olduğunun özeti. Güçsüzün, güçlüyü yenebilme ihtimali, eh biz de futbolu bu yüzden sevmedik mi?

Kupa tarihi sürprizlerle dolu, mesela 1992 senesinde Arsenal’ı kupadan eleyen Wrexham Town, bir önceki sezonda 92 takımlı profesyonel liglerin en son sırasında yer almış, Arsenal ise ligi şampiyon olarak bitirmiş. Aradan geçen onca zaman sonra bile o maçı hatırlatır Wrexham taraftarları, Kuzey Londra takımı sevdalılarının asla unutamayacağı…

Geçtiğimiz sezon, henüz Şubat ayında, 5. turda karşılaştı Ada futbolunun devleri. Zira kupada kura dediğin ne çıkarsa bahtına! Manchester City Chelsea’yi iki golle geçerken Arsenal Liverpool’u 2-1’le eledi. 2013 senesinin finalinde Manchester City’i tek golle yenip kupayı kazanan Wigan Athletic’in o sezon Premier Lig’den düşmüş olması kayda değer… 2000 senesinden beri oynanan finallerde Southampton, Millwall, Portsmouth, Cardiff City, Everton, Stoke City, Wigan Athletic, Hull City gibi takımlar yer almış, üstelik final maçının tribünlerini doldurarak…

***

Gelelim adının başına eğreti bir ‘Süper’ sıfatı takılmış ligimizin nam-ı diğer Ziraat Türkiye Kupasına. 1962 senesinden günümüze kadar gelen Kupa’nın adı defalarca değiştirilmiş, 1980-1981 sezonunda Federasyon Kupası, 1992-1993 sezonunda yeniden Türkiye Kupası, 2005-2009 yılları arasında Fortis Türkiye Kupası, 2009-2010 sezonundan itibaren “Ziraat Türkiye Kupası”…

Maçlar 3. eleme turu sonucunda tur atlayan 27 takım ve Süper Ligi ilk 5 sırada bitiren takımlar arasında 4’er takımdan oluşan 8 grup halinde çift devreli lig usulüne göre oynanıyor. Üstelik iş günlerinin en uygunsuz saatlerinde! Sahi çarşamba günü saat 15.00’e maç koymanın mantığını bilen var mıdır? Veya boş tribünlere oynanan maçlar mıdır ülke futbolunun marka değerini yükseltecek?

Kupaya dönersek, statü gereği son 16’ya kalan takımlar çapraz olarak eşleşiyor. Her ne kadar bazıları bu sistemin küçük takımların çıkarlarını gözetmekte olduğunu söylese de amaç ülke büyüklerinin yarı final ve finalde karşılaşmalarını sağlamak. Mümkün olsa her sezon kupa finali Galatasaray – Fenerbahçe arasında oynansın diyecekler, malum bizim diyarlarda futbol dediğin çoğunluğu mutlu etme adına oynanan başkalaştırılmış bir oyun. 2000-2001 sezonundan beri Fenerbahçe 7, Beşiktaş 5, Galatasaray 2 kez final oynamış. Üç İstanbulludan birinin olmadığı final sayısı üç. İnandıkları ve işin hazin tarafı, üç İstanbullunun en az birinin yer almadığı bir finalin gereken ilgiyi görmeyeceği. O yüzden amaç, bir kazaya kurban gidip elenmeden çeyrek finali görebilmeleri…

Meselenin özeti, maç günleri tribünleri dolmayan, sonu ta başından belli, sezon başında fikstürü çekilirken bile ayarlanma yapılan kurgulanmış bir ligin kurgulanmış kupası bizimkisi. Oysa bu kurgulama işi futbolun doğasına, ruhuna aykırı. Malum kupa dediğin sürprizlere, ters köşelere açık olmalı, büyük dediğin de iyi oynamadığı bir maçta tepetaklak olmalı. O yüzden takımlar eşleşirken aynı torbada yer almalı…

Velhasıl, bir anlasalar futbolun marka değerinin kurgulamayla değil, adil koşullarda gerçekleşen, rekabete dayalı bir düzende yükseleceğini. Düşünsenize Bozüyükspor’un tek maç üzerinden oynanan kupada Fenerbahçe’yi henüz ilk turlarda elediğini ya da final maçında Balıkesirspor’un Galatasaray’ı devirerek kupayı kaldırdığını.

Kaçınız hatırlar, şimdilerde Kırklareli Amatör Ligi’nde eskiye ağıt yakan kırmızı-yeşil Lüleburgazspor’un 1979-1980 sezonunda 2. Lig’de top koştururken hem Fenerbahçe’yi hem Beşiktaş’ı eleyişini; şimdilerde 2. Lig’de çile dolduran Ankara’nın sarı lacivertli takımının 1980-1981 sezonunda 2. Lig’deyken aralarında Fenerbahçe ve Beşiktaş’n da bulunduğu birçok 1. Lig takımını eleyip kupayı kaldırışını?

Zaten biz futbolu hep zayıfın güçlüyü yenebilme ihtimalinden ötürü sevmedik mi?

Ziya Adnan
1 Şubat 2015

Neşeli sokağın çocuğu…

Neşeli sokağın çocuğu…

Uzaklardan…

İngiltere’nin kuzeybatısında, Liverpool’a sekiz kilometre uzaklıkta 13 bin nüfuslu, geçmişte kömür madenleri ile bilinen Whiston kasabasında dünyaya geldiğinde takvim yaprakları 30 Mayıs 1980’i gösteriyormuş. İşçi sınıfının mahallesi Huyton’da, bölgeye has tarihi sıra evlerin arasındaki beton sahalarda merak salmış futbola. Kapısında “10” yazan evinin hemen önünde yer alan Ironside sokağındaki o küçük futbol sahasının, bölgenin çocukları arasında “Happy Street” (Neşeli Sokak) olarak bilindiğini, onlar için o futbol mabedinin Anfield, Goodison veya Wembley’den farklı olmadığını anımsıyor. Henüz 9 yaşında, bölgenin amatör takımı Whiston Juniors’da top koştururken dikkatini çekmiş Liverpool takımının scoutlarının. Yaşıtlarının çoğunun o yıllarda şehrin mavili takımına sevdalı olduğunu, onun gönlünde ise kırmızılı takımın yattığını söylüyor o yılları anlatan söyleşilerinde…

Liverpool’un akademisinde oynamaya başladığı zamanlarda, takım arkadaşlarının arasında Robbie Fowler, Jason Koumas, Dave Shannon bulunuyor. O yıllarda geçirdiği talihsiz kaza nedeniyle bir hafta kadar hastanede kaldığını, sağ ayak parmağının ampute edilmesine akademin başındaki Steve Highway’in karşı çıktığını, uzun süren tedavi döneminden sonra tekrar sahalara döndüğünü anlatıyor. O zamanlar akademide yer alan 30 futbolcudan ancak dördünün ilerleyen yıllarda futbolda adını duyurmuş olması kayda değer…

Liverpool’un genç takımında oynadığı yıllarda, her genç futbolcu gibi maçlardan önce ‘A’ takımda oynayan futbolcuların kramponlarını temizlermiş, gelecekte bir gün Jamie Redknapp, Robbie Fowler, David James, Paul Ince gibi dönemin yıldızları ile birlikte top koşturmayı hayal ederek. A takımıyla ilk deneyimi, 29 Kasım 1998’de Blackburn Rovers’a karşı oynanan ve son dakikalarda Vegard Heggem’in yerine oyuna girdiği maçta. O yıllarda takımın teknik direktörü Gerrard Houlier’i futbol kariyerindeki en önemli öğretmeni olarak görüyor. Geçmişte kendisi ile yapılan bir söyleşide Houlier için şunları söylüyor: “İlk üç sezonumda, yalnız saha içinde değil, saha dışında hep yanımdaydı, diyetimden, özel yaşantıma kadar her şeye karışırdı. O yaşlarda onun gibi bir öğretmenim olduğu için kendimi şanslı sayıyorum…”

O sezon, takımın kaptanı ama bir türlü sakatlıktan kurtulamayan Jamie Redknapp’in yerinde, orta sahanın sağında 13 maçta forma giyiyor, ancak göz doldurmuyor. Guardian gazetesiyle yaptığı bir söyleşide şöyle anlatmış ilk deneyimlerini: “İlk zamanlarda sahada heyecanımı yenemiyordum, hem alıştığım mevkiimde oynamıyor olmam, hem o yıllarda defansif oynamayı daha çok benimsemem performansımı etkiliyordu. Ancak, Liverpool’un teknik kadrosu hep yanımda oldu, destek verdi.”

1999–2000 sezonunda, şimdilerde SKY Sports kanalında yorumculuk yapan Jamie Redknapp ile birlikte sırtlamışlar takımın orta sahasını. İlk kırmızı kartı o sezonun ilk derbisinde, Everton’a karşı. İlk golü de Liverpool’un 4-1 kazandığı Sheffield Wednesday maçında. 23 yaşına gelene kadar takımıyla Federasyon Kupasını ve UEFA kupasını kazanmış. 2003 yılının Ekim ayında takım kaptanlığını Sami Hyypia’dan devralıyor. “Henüz 23 yaşında, Liverpool gibi bir takımının kaptanlığına yükselmek benim için bir rüyanın gerçek olmasıydı…” diyor, onu ilk tebrik edenin Hyypia olduğunu da söylemeyi ihmal etmeden. O sezonun sonunda Liverpool, kaptanının sözleşmesini dört sene uzatmış.

Futbol stilini en iyi anlatan, çocukluk yıllarında Kop tribününden hayranlıkla izlediği Liverpool efsanesi John Barnes olmalı, kulak verelim: “Zidane ve Ronaldinho gibi ofansif orta saha oyuncuları futbola keyif veren, izlemekten zevk aldığımız en büyük yeteneklerdi. Makelele ise orta alanın defansif yükünü bir başına sırtlayan günümüz futbolunun en büyük zanaatkârı. David Beckham tam bir pas ustasıydı. O, adlarını saydıklarımla karşılaştırınca bu oyuncuların hiçbirinden daha üstün olmasa da bir takım oyuncusu olarak bu üç futbol zanaatkârının yaptığının hepsini yapabilen dünyanın en komple futbolcusu. Bazıları onun en büyük özelliğinin bitmek bilmeyen enerjisi olduğuna inanıyor. Bana göre en büyük özelliği komple bir takım oyuncusu oluşu, takım için kullandığı yeteneği ve emeği…”

***

Gelecek futbol nesillerine onu anlatacak olanlar 2005 senesinin Mayıs’ında, İstanbul’da oynanan Şampiyonlar Ligi finalini hatırlayacaktır mutlaka. Sanırım günümüze kadar oynanmış finallerin en heyecanlısı. Futbol sohbetlerinde hala dillendirilir, henüz maçın başlarında kalesinde üç gol görmüş Liverpool’un yıkılışı, A.C. Milan’ın kupayı kaldırmasına mutlak gözüyle bakıldığı, sonra 8 numaralı formasıyla kaptanın sahne alışı. Bir gol attığı ve mükemmel oynadığı maç 3-3 bitiyor, penaltı atışlarını 3-2 kazanan Liverpool kupayı İngiltere’ye götürüyordu. O gün futbol tanrıları asla yalnız yürümeyenlerin ve kaptanın yanındaydı.

Ve 2015 senesinin ilk günlerinde yaptığı basın toplantısında hayatının en zor kararını verdiğini, içini acıtacak olsa da sezon sonunda Liverpool’dan ayrılacağını duyuruyordu kırmızılı takımda 695 maça çıkmış, o maçlarda 180 gol kaydetmiş Steven Gerrard.

Işıltılı kariyerinde bir sezon Şampiyonlar Ligini, iki sezon Federasyon Kupasını, üç sezon Lig Kupasını, iki sezon UEFA Süper Kupasını kazandı ama hiç Premier Lig şampiyonluğu yaşayamadı. 2013 senesinde Liverpool taraftarları arasında yapılan “100 Players Who Shook The Kop” (Kop’u Sallayan 100 futbolcu) anketinde ilk sırayı almış neşeli sokağın çocuğu…

Ondan önce gelip geçmiş nice Liverpool efsaneleri gibi onun da adına yazılan şarkılar yankılanacaktır o futbol şehrinin tribünlerinde. O tarihi akşamın kahramanını gelecek nesillere şu tezahüratla anlatacaktır Liverpool taraftarları:

Then one night in Turkey,
It was 21 Years since Rome,
With a Liverbird Upon His Chest,
He Brought The Cup Back Home…

Bir akşam İstanbul’da / Roma’dan 21 sene sonra / Göğsünde Liverpool arması / Kupayı şehrine getirdi…

Ziya Adnan
26 Ocak 2015

Yabancı kısıtlaması; bitmeyen hikâyemiz…

Yabancı kısıtlaması; bitmeyen hikâyemiz…

Uzaklardan…

2013-2014 sezonunun başıydı…

Türkiye Futbol Federasyonu ülke futbolunun bitmeyen hikâyesi yabancı kısıtlamasında yeni bir sayfa açıyor ve yeni sezonda “6+0+4” kuralının uygulanacağını açıklıyordu. Kulüplere 10 yabancı futbolcuyla sözleşme hakkı tanınmış, ancak sadece 6 tanesinin kadroda yer almasına izin verilmişti. O zamanlar, ”Tribünde oturan futbolcuya maaş ödemenin mantığını bilen var mı dersiniz?” diye sormuştuk ama zamanla gördük ki mesele orta yolu bulup herkesi bir şekilde mutlu etmekmiş. Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip bir ülkenin alt yapılarına önem vermek yerine, mantık dışı bir kurala sığınması ülke futbolunun hazin fotoğrafıydı ama kimin umurunda…

Ve geçtiğimiz günlerde ülke futbolunun yazboz tahtasına döndürülmüş “Yabancı Kısıtlamasına” yeni bir düzenleme getirildi. Yazboz diyorum, çünkü yabancı planlaması son 10 senede 10 kez, Demirören döneminde ise 5 kez değiştirildi. Anlayacağınız; değişemeyen tek şey değişim futbolumuzda, bir de Passolig inadı!
TFF, Süper Lig’de 2015-2016 sezonundan itibaren kulüplere 28 kişilik takım kadrolarında 14, 18 kişilik maç kadrolarında ise tamamı ilk 11’de oynayabilecek şekilde 11 yabancı oyuncu bulundurma hakkı verildiğini duyurdu. Bu vesileyle Avrupa’nın önemli liglerindeki uygulamaya göz atalım, anlatalım kalemimiz yettiğince…

Önce günümüzde yabancı futbolcu cennetine dönmüş Premier Lig… Kurulduğu 1992-1993 sezonunda, sadece 13 yabancı futbolcu forma giymiş ama zamanla artmış yabancıların sayısı. Hem de ne artış! 2000–2001 sezonunda ligde forma giyen futbolcuların yüzde 36’sı yabancıymış. 26 Aralık 1999 tarihinde, Ada futbolunda ilk kez Chelsea, tamamen yabancılardan kurulu 11 ile sahaya çıkmış. 14 Şubat 2005 tarihinde oynanan maçta, Arsenal’in 16 kişilik takım kadrosunda Ada topraklarında dünyaya gelmiş tek futbolcu bile yokmuş. 2009 senesinde, Premier Lig’de mücadele eden 20 takımın kadrolarında ortalama 13 yabancı futbolcu yer almış. Ligde mücadele eden futbolculardan yüzde 40’ı İngiltere doğumluyken, geri kalanları Ada’nın dışında dünyaya gelmiş. 2012-2013 sezonunda Premier Lig takımlarında forma giyen yabancı futbolcu sayısı 233… Bunlardan 25’i Fransız, 24’ü İspanyol, 23’ü İskoç, 20’si Gallerli… Listede ayrıca 14 Brezilyalı, 12 Belçikalı, 11 Hollandalı ve 10 Arjantinli var. 73 farklı milletin futbolcuları top koşturuyor dünya futbolunun en görkemli liginde. Kurulduğu günden beri 99 ülkeden 1.598 yabancı futbolcu boy göstermiş Premier Lig takımlarında.

Avrupa Birliği ülkeleri dışından gelen ithal futbolcular için kural net: Milli takımının son iki senede oynadığı maçların yüzde 75’inde forma giymiş olması, ayrıca futbolcunun milli takımının FIFA sıralamasında ilk 70 içinde yer alması şart. Özetle; elitleri ithal ediyor İngilizler. Haliyle bu kural ligin kalitesini de yükseltiyor…
Bundesliga’da ise en az 12 Alman futbolcunun kadroda bulunması şartı var. En az 8 futbolcu ise altyapıdan yetiştirilmeli. 2012-2013 sezonunun Şampiyonlar Ligi finalinde yer alan Borussia Dortmund ve Bayern Münih’in kadrolarında yer alan 26 futbolcunun “evden yetişmiş” olduklarını, Almanya Milli Takımında oynayabileceklerini hatırlatalım. Ayrıca parasal konuda da rahat Alman kulüpleri. 2011-2012 sezonunda 18 kulüpten 14’ü finans yılını kâr göstererek kapatmış.

İspanya’da ise kural biraz daha katı. La Liga kulüpleri Avrupa Birliği dışından gelenler için kadroda sadece 3 yabancı futbolcu bulunma hakkı tanıyor. İspanya’da beş sene geçiren futbolcuların İspanyol vatandaşlığına geçme hakları bulunuyor. Örneği, 2007 senesinden beri Real Madrid’de top koşturan Brezilyalı Marcelo, beş seneden sonra İspanyol vatandaşlığı almış, günümüzde kulübünde yabancı futbolcu statüsünde oynamıyor…

Fransa’da durum İspanya’ya benziyor. Ancak onlar kulüplere 3 yerine 4 yabancı hakkı tanımışlar. Fransa’nın eski kolonilerinden gelen futbolcular yerli statüsünde sayılıyor. İtalya Serie A’da kulüplerin Avrupa Birliği futbolcuları dışında 5 yabancı futbolcu hakları var.

Gelelim bizde uygulanacak yeni kurala… Tamam, yabancı kısıtlaması kalksın da, Dernekler Yasası ile yönetilen ve denetlenmeyen kulüplerin transfer hareketlerini nasıl kontrol edeceksiniz? Hasbelkader koltuğa oturmuş şark kurnazı tüccar bir başkanın birkaç fırsatçı menajerle birlikte Mısır’ın üçüncü sınıf bir takımından 11 futbolcu transfer etmesini nasıl önleyeceksiniz? Üstelik haris başkanların, iş bilmez yöneticilerin ellerinde perişan olmuş, kapısına kilit vurulma noktasına gelmiş asırlık kulüplerimizin acınası görüntüleri gözlerimizin önünde öylece dururken. Ülke futbolunun dört büyük (!) kulübünün geliri 1 milyar TL, borcu 1 milyar Dolar iken bu borçların katlanarak büyümesinin önüne nasıl geçeceksiniz? Bu yeni uygulamayla, 30’luk yabancıların gölgesinde kalacak Türk gençlerinin gelişimini nasıl sağlayacaksınız?

Sahi, Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip bir ülkenin alt yapılarına önem vermek yerine dermanını kullanım tarihini hayli geçmiş eloğullarında araması mıdır önerilen çözüm?

Ziya Adnan
20 Ocak 2015

Ada futbolunda bir azman…

Ada futbolunda bir azman…

Uzaklardan…

Adı Saheed Adebayo Akinfenwa, 10 Mayıs 1982’de Londra’nın Islington semtinde dünyaya gelmiş, Nijeryalı Müslüman bir babayla Hıristiyan bir annenin oğlu. Çocukluk yıllarında, Ramazan ayında babasının ısrarıyla mutlaka oruç tuttuğunu, annesini üzmemek için düzenli olarak kiliseye gittiğini anlatıyor. Ada futbolunun alt liglerini yakından takip edenler AFC Wimbledon’da 10 numaralı formasıyla rakip takımlara korku salan siyahi topçuyu “The Beast” (canavar) lakabıyla tanıyor. Korku dedikse yanlış anlaşılmasın, golcülüğü bir yana, fiziği yeşil sahalarda az görülen cinsten. 1.80 boyundaki forvet 108 kilo ağırlığında, topçudan çok iri bir rugby oyuncusunu andırıyor. İzlememiş olanlar için, maçın başlamasından önce takımlar yana yana dizildiğinde, görüntüsü “Gulliver Devler Ülkesinde” filmini çağrıştırıyor, her ne kadar adına futbol denilen güzel oyunda her hacimden topçuya yer olsa da…

Antrenmanlarda takım arkadaşları koşuya ağırlık verirken o ağırlık çalışmayı sevdiğini, 180 kiloya kadar ağırlığı zorlanmadan kaldırabildiğini söylüyor. Yerde uzanarak yaptığı ağırlık çalışmasında takım arkadaşı Sammy Moore’un kilosunun üç katını kaldırıyormuş. Tevekkeli değil 2013 senesinin Eylül ayında FIFA 13 “En güçlü futbolcular (!)” oyununda ilk sırayı almış. Rakip takım taraflarının “You’re just a fat Eddie Murphy” (Şişko Eddie Murphy) tezahüratının kendisini çok güldürdüğünü söylüyor; ancak 1996 senesinde çevrilmiş “Nutty Professor” filmindeki karaktere pek benzemediğini, olsa olsa filmdeki karakterin kaslı halini çağrıştırabileceğini dile getirerek…

Futbola ilk başladığı zamanlarda hocaları bile iri kıyım cüssesinin bu spora müsait olmadığını, boks, halter ya da rugby gibi ağır sporlarda şansını denemesi gerektiğini söylemiş, porselen dükkânında fillere yer olmadığını ima ederek. Sahaya çıkarken kendisini gören taraftarların şaşkınlığına zamanla alıştığını, Ada futbolunda şişman futbolculara (Yeşil sahaların gelmiş geçmiş en şişmanı William Fatty Foulk’u da analım bu vesileyle) söylenen “Who ate all the pies” (Bütün turtaları kim yedi) tezahüratını çok sevdiğini anlatıyor. Kariyerinde kaydettiği 100’ün üzerinde golün dalga geçenlere verilmiş en güzel cevap olduğunu hatırlatarak…

***
Profesyonel futbola 2001-2002 sezonunda Litvanya’nın FK Atlantas takımında başlamış, 22 maçta 5 golü bulunuyor. Ama ilk takımında işler iyi gitmemiş, enine boyuna azmanı gören rakip takım taraflarının alaycı, hatta ırkçı tezahüratlarına hedef olmuş. “Tribünlerdeki küçük çocuklar bile fiziğimle dalga geçiyordu. Benim yerimde başka futbolcu olsaydı bavulunu toplar, arkasına bile bakmadan çeker giderdi. Ama zoru görünce kaçmak mizacımda yok” diyor BBC’ye verdiği söyleşisinde…

Litvanya’da geçirdiği iki sezondan sonra 2003 senesinde Ada’ya Galler takımı Barry Town’la dönüş yapmış. Ancak dokuz maçta forma şansı bulmuş ve o dönemde 6 gol attığı takımda Galler Ligi ve Kupa şampiyonluğu yaşamasına rağmen parasal nedenlerle takımdan ayrılmak zorunda kalmış. Bir sonraki durağı Boston United’da üç maçta forma giydikten sonra Doğu Londra’nın Leyton Orient takımının yolunu tutmuş ama burada da barınamamış. O sezonda beş takımda forma giymiş futbolun gezgin toramanı. Kariyerinde 14 takımda forma giymiş, hiçbir takımda iki sezon oynama fırsatı bulamamış. 2005-2007 arasında Swansea City’de, 2007-2008 sezonunda Millwall’da top koşturmuş. Güney Londra takımıyla yedi maçta sahaya çıkmış ama gol atamamış. Swansea’de oynadığı dönemde bir maçta sağ bacağını kırmış, uzun süre sahalardan uzak kalmış. 2006-2007 sezonunun sonunda Swansea’nin önerdiği sözleşmeyi yeterli bulmayarak Swindon Town takımıyla anlaşmış ama sağlık kontrolünü geçememiş! Bu sezon bir zamanlar “Deliler Çetesi” olarak nam salan “League Two” (4.Lig) takımlarından AFC Wimbledon’da sahaya çıktığı 22 maçta 8 gol kaydetmiş.

Ürkütücü görüntüsüne karşı onu akıllı, arkadaş canlısı, duygusal, hassas olarak tanımlıyor geçmişte Northampton’da birlikte top koşturduğu takım arkadaşı Clarke Carlisle. Ancak karşısında oynamak istemediğini de ekleyerek…

***

Ve geçtiğimiz günlerde, çocukluğundan beri sevdalısı olduğu Liverpool’a karşı Federasyon Kupası 3. tur maçında sahada yerini aldı Adebayo Akinfenwa, nam-ı diğer “The Beast” (canavar). Bir gol atmasına rağmen takımı elenmekten kurtulamadı. Maçtan önce takım arkadaşlarına Gerrard’ın formasına kimsenin talip olmamasını, o formanın kendisinin olduğunu söylemiş ve hatta uyarmış nazik bir dille. Takım arkadaşı Sammy Moore, “Karanlık bir sokakta saati sorsa cüzdanı verirsin, o yüzden hepimiz Gerrard’ın formasını unuttuk” diyor ve ekliyor: “Formayı kaptı ama içine sığabileceğini sanmıyorum!”.

Ziya Adnan
10 Ocak 2015

Çalıkuşu’nun varisi…

Çalıkuşu’nun varisi…

Uzaklardan…

Hemen her genç topçunun kendisinden önce yeşil sahalarda boy göstermiş, zaman içinde parlamış bir kahramanı vardır. Şimdinin yeni yetmelerinin Messi ya da Ronaldo olma hayali ile tutuştuğu zamanlardan çok önce sahalardaydı, “World Soccer Magazine” tarafından “Yüzyılın en iyi 100 futbolcusu” listesine Zinedine Zidane’ın bir basamak üstünde, 27. sıradan giren kanat oyuncusu. Geçtiğimiz günlerde 70. yaşını kutlamış Brezilyalı efsaneyi hatırlayalım bu vesileyle…

Takvim yaprakları 25 Aralık 1944’ü gösterirken Rio de Janeiro’da dünyaya gelmiş. Rio’nun kenar mahallerinde top peşinde koştuğu zamanlarda, hayali bir gün o yılların efsanesi Garrincha, nam-ı diğer ‘Çalıkuşu’ gibi futbol dünyasında nam salmakmış. 2010 senesinin Eylül’ünde yine bu köşede yazmıştım, oynanmayı bekleyen bir topun, dans edilmesini bekleyen bir müziğin ya da öpülmeyi bekleyen bir kadının peşinde bir ömür tüketmiş; kuşlarla konuşan futbol cambazının hikâyesini. Pele onun için, “O olmasaydı, ben üç Dünya Kupası kazanan bir futbolcu olamazdım” demiş. O kadar sevilirmiş ki, günümüzde “Estádio do Maracanã” Stadı’ndaki ev sahibi takımın soyunma odasına onun adını vermişler. Ne yazık ki 1983’un Ocak ayında, 50 yaşında göçüp gitmiş bu fani dünyadan. Ölüm nedeni siroz olarak geçmiş kayıtlara. Çarpık bacaklı meleğin son yolculuğunda binlerce insan Pau Grande sokaklarını onu uğurlamak için doldurmuş. Mezar taşında, “Burada insanlara mutluluk vermiş, kuşlarla konuşan çocuk yatıyor” yazıyormuş.

Futbolcuya dönersek, kahramanı Garrincha gibi o da üstelik henüz 15 yaşında Botafogo formasıyla ilk profesyonel maçına çıkmış. Kökleri 1894 senesinin Temmuz ayına uzanan ve kürek kulübü olarak kurulduktan sonra futbola el atan siyah beyazlı takımı da hatırlayalım yeri gelmişken. Estrela Solitária (Yalnız Yıldız) lakabıyla nam saldıkları o futbol ülkesinde, 2013-2014 sezonunda ligi 4. sırada bitirdiler. Maçlarını şehrin iki büyük stadı Estádio do Maracanã ve Estádio Olímpico’da oynuyorlar.

1.73 boyuyla her iki kanatta da oynayabilen (ancak sağ kanatta daha etkili olduğu bilinir), müthiş futbol zekâsına ve adam geçme yeteneğine sahip, lokum gibi paslar dağıtan, adrese teslim ortalar kesen dâhi bir kanat oyuncusu… 1959–1974 seneleri arasında formasını giydiği Botafogo’daki kariyerinde şu veriler var: 413 maçta 186 gol… Brezilya Milli Takımıyla ilk maçına 1964 senesinde Portekiz karşısında çıkmış. 1966 Dünya Kupasında kahramanı Garrincha ile birlikte ilk 11’de sahada yer almış. Ancak ustası sağ kanatta oynadığı için o solda oynamak zorunda kalmış. Brezilya’nın erken elendiği Dünya Kupasının akabinde Garrincha’nın milli takımdan ayrılmasından sonra sağ kanatta oynamaya başlamış.

Meksika’da düzenlenen 1970 Dünya Kupasında Brezilya’nın en iyileri arasında gösteriliyormuş. Turnuva boyunca her maçta golü bulunan futbolcu, o yılların efsanesi Alcides Ghiggia ile birlikte Dünya Kupalarının rekortmenleri arasına yazılmış. O güne kadar iki kez kırdığı sağ bacağına rağmen Hurricane (Kasırga) lakabıyla anılması o zamanlara denk gelir. İngiliz efsanesi Bobby Moore, hayatını anlattığı “The Man in Full” kitabında, Dünya Kupası maçında onu durdurma anını, Süperman’in treni durdurmasına benzetir. Brezilya’nın, İtalya’yı 4-1 geçtiği final maçında attığı golle turnuvada 7 gole erişmiş ancak “Altın Ayakkabı” ödülünü 10 gol atan Gerd Muller kazanmış. İngiltere’yi onun attığı golle yendikleri ve İngiltere Milli Takımının kalesini koruyan Gordon Banks’ın Dünya Kupalarının jenerikleri arasında girmiş o müthiş kurtarışını yaptığı 90 dakikayı hayatının maçı olarak anlatıyor, 2013 senesinin Kasım ayında “Daily Mirror” gazetesine verdiği söyleşide.

Maçtan sonra İngiltere Milli Takımı, kendilerini kaldıkları otelde ziyaret etmiş. Bu beklenmedik ziyaret karşısında şaşırmış Brezilyalılar. İri yarı İngiliz futbolculardan birinin o ziyaret esnasında ufak tefek Brezilyalı futbolculara bakıp, biraz şaşkın bir ifadeyle “Biz bu ufacık, çelimsiz, vitaminsiz takıma nasıl yenildik!” diye serzenişte bulunduğunu anımsıyor.

***

Dünya Kupasında parlayan yıldızı onu Avrupa devlerinin gözdesi yaparken, 1974-1975 sezonunun başında Marsilya’ya transfer olmuş. Ancak yeni takımına ve farklı bir kültüre uyum sağlamakta zorlanınca ülkesine, Cruzeiro takımıyla dönüş yapmış. 1976 senesinde, Nelinho ve Dirceu Lopes’le birlikte Brezilya Kupasını kazanan takımın aslarından…
Futbolu Venezüella’nın Portuguesa takımında bırakmış. Onun oynadığı dönemde 16 maç üst üste galip gelerek şampiyon olmuş Güney Amerika kulübü. Beş sezonda dört şampiyonluk yaşamış takım ülke futbol tarihinin en başarılı takımı olarak gösterilir.

***

Futbolu bıraktıktan sonra bir süre ülkesinin genç takımlarında teknik direktörlük deneyimi kazanıp, Japonya ve Suudi Arabistan’da çalıştı Jair Ventura Filho, nam-ı diğer Jairzinho. Yaşı yetenler hatırlayacaktır futbolun gelmiş geçmiş en büyük ustalarından birini. 70. doğum gününe az kala yâd edelim istedim bu yaşayan efsaneyi. O da futbol hayatı sonrasında teknik direktörlüğü deneyip umduğunu bulamayanlardan. 1997-1998 sezonunda Yunanistan Süper Lig takımlarından Kalamata’da teknik direktörlük yaptı ama başarılı olamadı. Takım o sezon sonunda küme düşerken görevine son veriliyordu. Hocalık kariyerindeki en büyük başarısı Sao Cristovao takımını çalıştırırken, bulup çıkarttığı 14 yaşındaki öğrencisi… Ronaldo Luís Nazário de Lima’yı 1993 senesinde eski takımı Cruzeiro’ya götürürken, “Bu çocuk geleceğin yıldızı olur” diyormuş.

Eh, ondan iyi kim bilebilir?

Ziya Adnan
5 Ocak 2014

Highbury’nin en afili jönü…

Highbury’nin en afili jönü…

Uzaklardan…

1999 senesiydi…

Henüz Emirates Stadı inşa edilmemiş, Highbury yıkılmamıştı. Arsenal, 50 yaşındaki Fransız teknik direktörün önderliğinde, uzun senelerden sonra ilk kez 1997-1998 sezonunu şampiyon olarak kapatmıştı. Takımın önemli futbolcusu David Platt sezon sonunda futbolu bırakmış, kulüp tarihinin en büyük golcüsü Ian Wright 1998’in yazında West Ham United’a transfer olmuştu. Ada basınında Wenger’in, golcünün yerine Patrick Kluivert’i veya Juventus’ta kanat oyuncusu olarak görev yapan Fransız futbolcuyu düşündüğü yazılıyordu…
O senenin Ağustos ayında Arsenal taraftarlarının dört gözle beklediği transfer gerçekleşti. 21 yaşındaki hücumcu 11 milyon Sterlin karşılığında İtalyan kulübünden Kuzey Londra takımına transfer oldu. Wenger, Monaco’da kanat oynattığı ve zamanla forvete kaydırdığı genç topçuya güveniyor, Arsenal’de parlayacağına inanıyordu. Ama ilk zamanlar işler beklendiği gibi gitmedi. O günleri yaşayanlar, futbolcunun ilk sekiz maçında çok zorlandığını, hatta zaman zaman alay konusu bile olduğunu anımsayacaktır. Yakın geçmişte, “The Telegraph” gazetesindeki köşesinde o günleri ve golcüyü şöyle özetlemişti Henry Winter,

“Henry’nin Arsenal’de forma giydiği ilk zamanlarında Highbury’nin kale arkasındaki meşhur tarihi saat inanın ciddi tehlike altındaydı! Rakip kale yerine sürekli tribünleri döven şutları ve acemi hareketleri şaşırtıcıydı! O zamanlar, ‘Bu adamdan futbolcu olmaz!’ demiştim. Büyük konuşmamak gerekirmiş…”
İlk golünü Southampton’un şimdilerde tarih olmuş The Dell Stadı’nda, Kanu’nun yerine oyuna girdiği maçın bitimine 13 dakika kala kaydetti. Sonra devam etti golleri, ilk sezonun sonunda 26 gol kaydetmiş, takımı da Manchester United’ın ardından ligi 2. sırada bitirmişti. Arsenal o sezonun sonunda oynanan UEFA Kupası finalinde Galatasaray’a penaltılar sonucu mağlup olurken üzgündü golcü. Uzatma dakikalarında Parlour’un ortasına vurduğu enfes kafayı Taffarel’in mükemmel refleksle çizgiden çıkarışı maçın kırılma anı olarak hafızalara kazındı…

***

Sonra zaman içinde yalnız Ada futbolunda değil, Avrupa arenalarında da nam saldı 14 numaralı formasıyla. O tarihi stadın müdavimleri onun müthiş gollerini alkışlıyor, kısa mesafedeki çabukluğu, son vuruşlardaki inanılmaz becerisi, duran toplardaki ustalığı ve en önemlisi futbol zekâsı ile parlayan yıldızın adına Highbury tribünlerinde şarkılar söyleniyordu. 2007 senesine kadar Arsenal’de geçirdiği sekiz sezonda 377 maçta 228 gol kaydetti… Kökleri 1886 senesine kadar uzanan kulübün en büyük golcüsü olarak futbol tarihini yazan kitaplara yazıldı…
2007 senesinin Temmuz’unda 24 milyon Euro karşılığında Barcelona’nın yolunu tuttuğunda üzülmüştü Arsenal taraftarları. Bergkamp’ten kısa süre sonra diğer bir yıldızın takımdan ayrılması ağır gelmişti. Arsenal’de geçirdiği zamanlarda iki sezon şampiyonluk yaşayan (2001–2002, 2003–2004), üç sezon da Federasyon Kupası’nı kazanan (2002, 2003, 2005) golcüden geriye o unutulmaz tezahürat kaldı, “We have the best striker in the World/ and his name is Thierry Henry”. (Biz dünyanın en iyi forvetine sahibiz ve onun adı Thierry Henry).

2012 senesinin Ocak ayında, MLS’e verilen aradan yararlanıp iki aylığına yeniden döndü Kuzey Londra’ya. Takımın iki forveti Gervinho ve Chamakh Afrika Kupası nedeniyle kadroda yer almazken o ilerlemiş yaşına rağmen 12 numaralı formasıyla en parlak günlerindeki gibi tribünleri ayağa kaldırdı. Geçenlerde kendisiyle yapılan bir söyleşide kariyerindeki en anlamlı golünün o dönemde Federasyon Kupası maçında Leeds United’a attığı gol olduğunu söylemiş. Arsenal’den ayrıldığı için pişman olup olmadığını sorana gazeteciye şöyle cevap vermiş: “Yaptığım hiçbir şeyden pişman olmadım, inandığım her şeyin mutlaka bir nedeni vardır…”

Ancak her fani gibi onun da günahları oldu elbet. 2010 Dünya Kupasına katılabilme adına, İrlanda ile oynadıkları play-off maçının uzatma dakikalarında eliyle iki kez düzeltip William Gallas’a attırdığı gol hiç hak etmediği halde Fransa’yı Dünya Kupasına götürmüş, FIFA Başkanı Sepp Blatter bile o golün sayılmaması gerektiğini söylemişti. Böylesine büyük bir golcünün o golle anılacak olması da hikâyesinin kötü tarafı…

***

Ve geçtiğimiz günlerde futbola veda ettiğini açıkladı Highbury’nin en afili jönü. Her futbolcunun imrenerek bakacağı kariyerinde Dünya Kupası dahil 13 kupa kazanmış, İngiltere ve İspanya’da dört şampiyonluk yaşamış. Onu izlemiş olanlar ilerleyen zamanlarda müthiş gollerini anlatacaktır futbol sohbetlerinde. Şimdilerde Emirates Stadı’nın içinde yer alan heykeli o zamanları hatırlatacaktır…

Spor psikolojisi üzerine yazılmış kitaplar iki farklı yetenek biçiminden bahseder. Biri doğarken dünyaya getirdiğimiz (innate ability), diğeri de sonradan çalışarak kazanılan (learned ability). Velhasıl bazı futbolcular doğarken kendilerine bahşedilmiş özel yetenekleri ile ön sıraya çıkarlar. Kimi zaman gol vuruşlarındaki ustalıkları, kimi zaman diğerlerinden daha hızlı düşünme ve uygulama becerisi ama en önemlisi sezgisel futbol zekâsıdır onları farklı kılan. Geçtiğimiz günlerde futbolu bıraktığını açıklayan Thierry Henry futbolun gelmiş geçmiş en büyük ustalarındandı, izlemiş olanlar kendilerini şanslı saymalı…

Ziya Adnan
3 Ocak 2015

Mor Beyaz’ın çöküşü…

Mor Beyaz’ın çöküşü…

Uzaklardan…

Ordu…

Orta Karadeniz’in 186 bin nüfuslu, fındığı, yeşil alanları, tarihi eserleriyle nam salmış şirin sahil şehri. 1883 tarihinde geçirdiği büyük yangından birkaç taş bina ve camiler dışında hiçbir yapı ayakta kalamamış; o felaketten sonra harabeye dönen ildeki tarihi eserlerin çoğu zarar görmüş. 1920 senesinde, o yıllarda bağlı olduğu Trabzon’dan ayrılmış, 4 Nisan 1920 tarihinde il statüsünü almış. Günümüzde, birçok Anadolu şehri gibi biraz sessiz, biraz yoksul, biraz içe kapanık ama giderek muhafazakâr. Öyle ki 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde tüm belediyelerini AKP kazanmış…

İşte o şirin şehrin 1967 senesinde kurulmuş takımı mor beyaz Orduspor, nam-ı diğer “Mor Menekşeler”… Kuruluş hikâyesi ilginç… 1960’lı yılların ikinci yarısında Anadolu’nun birçok kentinde futbol yokları oynarken (hoş şimdilerde de pek fark yok!), tribünlerinde bayanların coşkulu tezahüratlarıyla maçları izlediği bir şehirmiş. Şehrin iki takımı Karadeniz İdman Yurdu ve Gençler Yurdu’nun yetenekli gençleri “Ordu Karması”nı oluşturup vitrine çıkarmış. O yıllarda İstanbulspor’da, daha sonra da Anadoluhisarı’nda forma giyen Kara Ali lakaplı Ali Ataoğlu Ordu’ya döndükten sonra Spor Yıldızı takımını kurmuş. Sonra bu üç takımdaki yetenekli futbolculardan oluşan bir karma kurup, 1966 senesinde Mersin’de düzenlenen 1966 Gençler Türkiye Şampiyonası’na katılmışlar. Dönemin Futbol Federasyon Başkanı Orhan Şeref Apak’ın desteğiyle Orduspor adıyla profesyonel liglere adım atmışlar ama kolay olmamış. Kuruluş sürecinde ciddi maddi sıkıntılar yaşayan kulübün yardımına, bankadan aldığı şahsi krediyi Orduspor için kullanan, o yıllarda Beden Terbiyesi Bölge Müdürlüğü yapan Ali Ataoğlu yetişmiş…

Kulübün resmi internet sitesinde (www.orduspor.org.tr) kuruluş aşamasında renk ve amblem konusunda uzun süren tartışmalar yaşandığını, sonrasında mor-beyaz renkler ve Karadeniz’in geçim kaynağı fındık amblemi üzerinde anlaşma sağlandığı yazılı. Mor ihtirası, beyaz ise başarı ve yüz akını temsil ediyormuş. Maçlarını oynadıkları 19 Eylül Stadyumu, adını Atatürk’ün şehri 19 Eylül günü ziyaret etmesiyle almış. Şehir merkezinde yer alan stadın günümüzde kapasitesi 12 bin…

***
Tarihlerinde göze batan başarıları yok. 1975 senesinde ilk kez boy gösterdikleri ülkenin en üst liginde 1981 senesine kadar tutunabildiler. Diğer Karadeniz takımı Trabzonspor’un şampiyon olduğu 1978/1979 sezonunda, ligi Fenerbahçe’nin ardından 4. sırada bitirdiler. O yıllarda takımın formasını giymiş ustalar arasında sonraları Galatasaray’da forma giyecek golcü Kemal Yıldırım, 2012 senesinin Nisan’ında 57 yaşında aramızdan ayrılmış, Orduspor sonrası Fenerbahçe ve Galatasaray’da top koşturmuş Erdoğan Arıca, Üstün ve Güven biraderler ve “Pele” Erol var.

Avrupa arenalarında adlarını duyurdukları yegâne sezon 1979/1980… UEFA Kupası 1. tur maçının ilk ayağında evlerinde FC Baník Ostrava’yı 2-0 yendiler ama ikinci maçta kalelerinde altı gol görerek elendiler. 1980/1981 sezonunda düştükleri 1. Lige 1983 senesinde geri döndüler ama kalıcı olamadılar. Sadece 22 puan toplayabildikleri 1985/1986 sezonundan sonra uzun seneler futbolun görünmez köşelerinde, gözlerden ırak yaşadılar. 2000’li senelerin başında 3. Lige kadar düşen, 2009 senesinde kayyuma devredilen kulüp 2010/2011 sezonunun play-off maçları sonunda Süper Lige yükseldi ama 2012/2013 sezonunda küme düştü. 2010 senesinden beri dokuz teknik direktörle çalışmışlar. O teknik direktörler içinde biri var ki hatırlatmadan olmaz. Kariyerinde İnter, Parma, Valencia’yı çalıştırmış Hector Cuper… 2011 senesinin Aralık ayında takımın teknik direktörlük görevine gelen Arjantinli de kalıcı olamadı ve 2013 senesinin Nisan ayında takımdan ayrıldı.

***

Bu yazının yazıldığı saatlerde, PTT 1.Lig’de ligin dibine demir atmış durumda mor menekşeler. Oynadığı 14 maçta sadece iki galibiyeti bulunan takım yedi puan toplayabildi ve 11 maçta sahadan mağlubiyetle ayrıldı. Parasızlıkla başlayan hikâyenin devamında, geldiğimiz çağın güce ve güçlüye tapan düzeninde yine maddi sıkıntılar içinde futbola tutunma savaşında. Şimdilerde bankadan aldığı şahsi krediyi takımı için kullanan bir yönetici çıkar mı bilinmez ama yeniden hikâyenin en başındalar. Üç takımla lanetlenmiş, tarihi ve kökleri olmayan belediye takımları ile süslenmiş ülke futbolunda onların da kronikleşmiş hastalığı diğer şehir takımlarıyla benzer. Neredeyse tüm Anadolu takımlarının ortak yazgısı, parasızlık, ilgisizlik, sahipsizlik, yalnızlık, kötü yönetilmişlik. Pazar akşamlarının artık alıştığımız magazinsel futbol programlarında saatlerce üç İstanbullu konuşuladursun o şirin şehrin unutulmuş, makûs kaderine terk edilmiş köklü takımı hasta yatağında birilerinin gelip kendisini kurtarmasını bekliyor…

Yeni yılın onlara ve aynı beter kaderi paylaşan tüm kulüplerimize şans getirmesi dileğiyle…

Ziya Adnan
22 Aralık 2014

Alex De Souza, 10 Numara’nın vedası…

10 Numara’nın vedası…

Uzaklardan…

Şimdi de Osmanlıca meselesi düştü ülkenin gündemine, sanki başka meselelerimiz yokmuş gibi, sanki kendi vatandaşına bunca zaman doğru dürüst Türkçe öğretmişsin gibi. Eloğlunun uzaya insansız araç gönderdiği zamanlarda yeni Osmanlı rüyası, itibarın saraylarla ölçüldüğü yeni Türkiye’den trajikomik gündem manzaraları…

Neyse, yeni kutuplaştırma fırsatı Osmanlıca meselesini bir kenara bırakıp dönelim konumuza: 10 Numara’nın vedasına…

2009 senesinin yaz aylarıydı. Sıcaktı Belfast… Stranmillis Üniversitesi’nin kampüsünde, yaklaşık 30 kişilik sınıfta UEFA A lisansının ilk senesi için toplanmıştık. Sınıfta değişik milletlerden tanıdık simalar, futbol kariyeri sonrası teknik direktörlük macerasına adım atmaya hazırlanan eski futbolcular vardı. Sahaya çıkmadan önce ders aralarında laflar, mutlaka futbol üzerine derin sohbetlere dalardık. İşte onlardan biriydi Brezilyalı kondisyon hocası. Güney Amerika futbolunu avucunun içi gibi biliyor, bizim ekranlardan, yeşil sahalardan tanıdığımız futbolcular hakkında detaylı analizler yapıyordu. Nereden aklıma geldiyse, o yıllarda bizim coğrafyada parlamış o efendi Brezilyalı golcüyü sordum kendisine. Gülümsedi, Coritiba’da bir süre birlikte çalıştıklarını söyledi. “Fizik olarak biraz daha güçlü olsa sizin topraklarda değil, şu anda dünya devlerinde top koşturuyor olurdu” dedi ve ekledi: “Brezilya’da çok sevilir. Mükemmel futbolculuğunun yansıra çok iyi insandır. İyi kalplidir. Tanıyan herkes çok sever.”

14 Eylül 1977’de Brezilya’nın güneyinde, ülkenin sekizinci büyük şehri, günümüzde 1,7 milyon nüfusa sahip Curitiba’da dünyaya gelmiş futbolcu. İlk profesyonel kulübü, 1995 senesinde, henüz 18 yaşında formasını giydiği şehrinin takımı yeşil beyazlı Coritiba. Bu vesileyle onlara da bir selam çakalım uzaklardan. 1909 senesinde göçmen Alman gençleri tarafından kurulmuşlar. Günümüzde maçlarını 41 bin kapasiteli Couto Pereira Stadı’nda oynayan takım 1985 senesinde yaşadığı Serie A (Brezilya futbolunun en üst ligi) şampiyonluğundan sonra inişli çıkışlı zamanlar geçirmiş. 2009 senesinde Serie B’ye düşüp, bir sezon sonra yeniden ülkenin üst ligine geri dönmüş.

Futbolcuya dönersek, her futbolcu gibi onun da küçük yaşlarda örnek aldığı bir kahramanı varmış: O yılların efsanesi oyuncusu Zico… Kariyerinin ilerleyen zamanlarında talebesi olacağı futbol adamını şöyle anlatıyor bir söyleşinde: “Zico beni futbola bağlayan en büyük etkendi. Hayalim onun gibi bir efsane olamasam da ona yakın bir oyuncu olmaktı.”

1997-2004 arasında Brezilya’nın Palmeiras, Flamengo, Cruzeiro takımlarında forma giymiş. 2002 senesinde, o dönem teknik direktörlüğünü geçenlerde Galatasaray’dan kovulan Cesare Prandelli’nin yaptığı Parma’ya transfer olmuş ama yıldızı barışmamış yeni hocasıyla. Sadece altı maçta, (üstelik dostluk maçları) forma şansı bulduğu sıkıntılı zamanlardan sonra yeniden Cruzeiro’ya dönmüş. Müthiş bir sezon geçirmiş Cruzeiro’da; kaptan olarak sahaya çıktığı takımda oynadıkları 48 maçta 100 gol atarak Santos’un önünde ligi şampiyon olarak bitirmişler. O sezon topladıkları 100 puan Brezilya futbol tarihine rekor olarak geçerken, birlikte forma giydiği takım arkadaşları arasında Deivid, Edu Dracena, Luisao, Maicon, Zinho, Felipe Melo, Gomes ve Cris’in olması kayda değer…
2004 senesinde, Cruzeiro’ya ödenen 5 milyon Euro karşılığında Fenerbahçe’ye geldiğinde bu transferden çok emin değildi Fenerbahçeli arkadaşlarım; malum futbolcu dediğinin endamı, kalıbı olmalıydı! Oysa o Robinson Cruse’nin Cuma’sına benzeyen çelimsiz görüntüsüyle bir futbolcudan çok haylaz bir çocuğu andırıyor, kimi zaman sahada gezinirken hiçbir şey yapmadığı izlenimini yaratıyordu. Oysa hiçbir şey yapmadığı zamanlarda bile fark yaratanlar vardır yeşil sahalarda. Hiç beklenmedik anda golü getiren bir ara pası, herkesin unuttuğu arka direkte biterek yaptığı beleşçi vuruşu, kalabalık orta sahadan keskin bir dönüşle yönünü bir anda değiştirip kimselerin fark etmediği boş kulvara akıp gidişi, duran toplardaki vuruş ustalığı, kalecinin hiç beklemediği anda uzaktan vurduğu güdümlü şutları ve belki de en önemlisi futbol zekâsı…

Birlikte çalıştığı hocalardan Christoph Daum, “Futbolcularım ne yapacaklarını bilemediklerinde topu ona verirlerdi” demiş; muhtemel futbol stilini en iyi anlatan cümle… New York Times gazetesinin 2004 senesinin Temmuz’unda Avrupa takımlarına transfer olan Güney Amerikalı futbolcuları anlattığı bir makalesinde okumuştum, Brezilya’da top koşturduğu zamanlarda oyun içinde zaman zaman kaybolup gidişine itafen “Alexotan” lakabı ile nam salmış, uyku ilaçı Lexotan’dan miras. Yine de oyun içinde olduğu zamanlardaki istatistikleri kayda değer… Fenerbahçe’de geçirdiği sekiz sezonda 341 maçta 171 gol ve 136 asist. 1998 senesinde 2005’e kadar yer aldığı Brezilya Milli Takımında 48 maçta 12 gol.

***

Ve geçtiğimiz günlerde, takımının Bahia ile oynadığı maçtan sonra futbolu bıraktığını açıkladı Alex De Souza; muhtemel bizim futbol fakiri coğrafyada boy göstermiş, hiç hak etmediği şekilde takımından sürülmüş en yetenekli, en efendi Brezilyalı, örnek 10 numara. Şimdilerde Kadıköy Yoğurtçu Parkı’ndaki heykeli hatırlatıyor bizim topraklarda geçirdiği zamanları, o afilli hikâyenin hazin sonunu. “Ne zaman kaybetsem kazananı tebrik ederim. Çünkü kazandıysa bizden iyi bir şeyler yapmıştır” demiş bir söyleşisinde, günümüz topçularına ders niyetine. Velhasıl futbolu seven herkesin içini biraz acıtmıştır o beklenmedik ayrılık; malum bazı futbolcular bir ömre ancak bir kez gelir. Eksisözlük’te yazan bir taraftar, “O, Fenerbahçe’nin başına gelen en güzel şeydi…” demiş; bir futbolcu için söylenebilecek en güzel cümle…

Sadece futbolculuğuyla değil, günümüzde yeşil sahalarda giderek azalan efendiliği, rakibe saygısı, mütevazı kişiliğiyle…
Hep hatırlanacak Alex de Souza…

Ziya Adnan

10 Aralık 2014

Kupa Canavarı…

Kupa Canavarı…

Uzaklardan…

Geçenlerde ülke gazetelerinin baş sayfalarında görmüştüm. Küçük bir kız çocuğu İstanbul’un dondurucu soğuğunda, yazdan kalma yıpranmış kıyafetiyle durakta yolcu almak için durmuş bir otobüsün egzozundan çıkan dumanla minicik ellerini ısıtmaya çalışıyordu. Kimilerinin saraylarda, kimilerinin yalılarda saltanat içinde yaşadığı yeni Türkiye manzaralarından biri daha acıtıyordu merhametini kaybetmemişlerin içini. Sessiz kalamadım yazdım, çocukların milliyetinin olmadığını bilerek…

Neyse… Giderek içimizi acıtan, ruhumuzu yaralayan ülke hallerini bir kenara bırakıp dönelim bu haftaki konumuza…

Takvim yaprakları 27 Kasım 1964’ü gösterirken, Adriyatik Denizi’nin kıyısına kurulmuş, günümüzde 40 bin nüfusa sahip İtalyan kasabası Lesi’de dünyaya gelmiş İtalyan futbol adamı. Roman Katolik ailenin iki çocuğundan biri. Futbol tutkusu çocukluktan geliyor. Henüz 7-8 yaşlarında yerel takım Aurora Calcio’nun miniklerinde oynamaya başlamış. İlk profesyonel kulübü, 1981-1982 sezonunda formasını giydiği Bologna. Bu vesileyle onları da hatırlamadan geçmeyelim. 1909 senesinde kurulmuş kırmızı-mavililer. Tarihlerinde 7 sezon İtalya Lig şampiyonluğunu kazanmışlar. Çizme futbolunun en başarılı 6. kulübü. 2004-2005 sezonunda veda ettikleri Serie A’ya 2008-2009 sezonunda döndüler. Maçlarını 38.279 kapasiteli Renato Dall’Ara Stadı’nda oynuyorlar…

Ofansif orta saha oyuncusu olarak göze battığı ilk sezonun sonunda, 2,2 milyon Sterlin karşılığında Sampdoria’ya transfer olmuş. Kuruluşu 1946 senesine dayanan, geçmişte Serie A’yı bir kez (1990-1991), İtalyan Kupasını 4 kez kazanan bu Genova kulübünde 1997 senesine kadar forma giymiş. Sampdoria kariyerinde 424 maçta kaydettiği 132 golü bulunuyor. Kariyerinin en başarılı sezonu 1990-1991… O sezonda takım arkadaşı Gianluca Vialli’yle birlikte Sampdoria’yı şampiyonluğa taşımışlar. 1989-1990 sezonunda UEFA Kupa Galipleri finalinde Anderlecht’i 2-0 yenerek kupayı kazanan takımın 10 numarası. 1992-1992 sezonunda bu kez Barça karşısında finale çıkmışlar ama o maçı uzatmalarda kaybetmişler.

Kariyerinin ilerleyen dönemlerinde yalnız sahadaki yeteneği ile değil liderlik özelliğiyle de öne çıkmış. Öyle ki, kulüp yönetimi yeni teknik direktör arayışında iken, adaylarla yapılan görüşmelerde o da yer alırmış. Henüz 27 yaşındayken Sven-Goran Eriksson’un takımın başına getirilmesine onay verenlerden. O yıllarda kulübün başkanlığını yapan Paolo Mantovani, ‘oğlu’ gözüyle bakarmış futbolcuya; alınacak kararlarda mutlaka fikri sorulurmuş. Takıma transfer edileceklerden, gönderileceklere kadar onun onayından geçermiş. Eh, kaptan dediğin de böyle olmalı. Takım üzerindeki otoritesini pekiştirmek için takım arkadaşlarıyla dalaştığı zamanlar bile olmuş. 1982 senesinde, Manchester City’den transfer edilen 28 yaşındaki Trevor Francis’le antrenman sahasında kavgaya tutuştuğunda henüz 18 yaşındaymış…

Çizme’de başarılı sezonlar geçiren David Platt’in 1995 senesinde yazdığı “Achieving the Goal” (Hedefe varırken) adını verdiği biyografisinden bir alıntı:
“Bari’de forma giydiğim zamanlarda, Sampdoria ile oynayacağımız maç öncesinde tünelde gözlerini ayırmadan bana baktığını gördüm. Sonra yanıma gelip, sezon sonunda Bari’de kalıp kalmayacağımı sordu ve kararlı sözlerle devam etti: “Sampdoria’ya gelmeyi düşünür müsün?”
O konuşmadan sonra, 1992-1993 sezonunda Platt, Juventus’a transfer olmuş ama bir sezon sonra soluğu Sampdoria’da almış…

***

Platt’in Sampdoria’ya gelmesini sağlayan kaptan, 1997 senesinde Lazio’ya transfer oldu. 1997-2001 seneleri arasında top koşturduğu Lazio’da Serie A şampiyonluğu (1999-2000) yaşadı, İtalya kupasını iki kez kaldırdı. 1998-1999 sezonunda UEFA Kupa Galipleri Kupasını kazanırken, 1999 senesinde UEFA Süper Kupası zaferi yaşadı…

2001 senesinin Ocak ayında, 36 yaşında kiralık olarak geldiği Leicester City’de 5 maça çıktı, ancak kısa sürdü İngiltere macerası. O senenin Şubat ayında, mali kriz içinde bulunan Fiorentina’nın teknik direktörlük teklifini kabul ettiğinde henüz antrenörlük lisansına sahip değildi. İtalya Futbol Federasyonu’nun özel izni ile çalışmaya başladı İtalyan kulübünde. O dönemde kulübe kaynak yaratabilmek için takımın iki yıldızı, Rui Costa ve Francesco Toldo’nun satılmasını istediği, buna kızan Fiorentina taraflarından ölüm tehditleri aldığı yazılmıştı spor sayfalarında. Kısıtlı bütçesine rağmen İtalya Kupasını kazanan Fiorentina’da 10 ay dayanabildi. 2002 senesinin Mayıs’ında Lazio’nun teknik direktörlüğüne getirildi. UEFA Kupasında yarı final oynayan Lazio, 2003-2004 sezonunda İtalya Kupasını kazandı. Onun, takımın başında olduğu iki sezonda Serie A’yı dördüncü, bir sezon sonra da altıncı bitirdi mavi beyazlılar…

Teknik direktörlük kariyerinin en başarılı zamanları Inter’de geçirdiği sezonlar… Onun döneminde Inter 1989 senesinden beri ilk kupasını kazanırken, 2004-2008 seneleri arasında 3 sezonda Serie A şampiyonluğu yaşadı, iki kez İtalya Kupasını kaldırdı…

***

2009 senesinin Ocak ayında, takımdan kovulan Mark Hughes’ün yerine geldiği Manchester City’de, maviler ilk sezonunda ligi tarihinin en başarılı derecesi beşincilikle bitiriyor; Şampiyonlar Ligi’ne katılmayı kıl payıyla kaçırıyordu. 2011-2012 sezonunda Premier Lig şampiyonluğunu son saniye golü ile komşusu Manchester United’dan kaparken, takımın taraftar sitesinde (Bluemoon.co.uk) kulüp tarihinin en başarılı teknik direktörü olacağı yazılıyordu. Ama işler beklendiği gibi gitmeyecek 2012-2013 sezonunda şampiyonluk kupasını Manchester United’a iade ederken, Federasyon Kupası finalinde Premier Lig’den düşen Wigan Athletic’e mağlup olacaktı. O yenilgi Manchester City kariyerinin sonu oldu ve Ancelotti’den sonra Premier Lig’de şampiyonluk yaşamış olan başka bir İtalyan teknik direktör Ada’dan ayrıldı.

***

Ve 30 Eylül 2013 günü Galatasaray’la üç sezonluk anlaşma imzalamıştı Roberto Mancini. Futbolculuk kariyerinde 13, teknik direktörlük zamanlarında 12 kupa kazanmış kupa canavarı, City’de geçirdiği sezonlarda “Bobby Manc” lakabı ile anılırmış taraftarlar arasında, soyadının Manchesterli anlamına gelen “Mancunian”ı çağrıştırmasına ithafen. Teknik direktörlerin çok uzun barınamadığı, gelenin gideni arattığı ülkemde ancak 2014 senesinin Haziran ayına kadar dayanabildi ve tazminatının tek kuruşuna bile dokunmadan çekip gitti.
Mancini’nin, 2000 senesinden günümüze 16 teknik direktörle çalışmış olan sarı kırmızılı takımı, geçen sezon Juventus ve Real Madrid’in bulunduğu Şampiyonlar Ligi grubundan çıkardığını hatırlatalım ve önümüzdeki maçlara bakalım…

Ziya Adnan

8 Aralık 2014