Alexander Hleb’le Highbury’i hatırlarken…

Alexander Hleb’le Highbury’i hatırlarken…

Uzaklardan…

Onu ilk kez 2005-2006 sezonunda, şimdilerde tarih olmuş o eski statta izlemiştim. Ah Highbury! Şimdi yerinde pahalı apartmanların yer aldığı o güzel futbol mabedi… Arsenal 2005 senesinin Mayıs ayında Federasyon Kupasını kaldırmış, ligi Chelsea’nin arkasından 2. sırada bitirmişti. Sezon sonunda takımın kaptanı Patrick Vieira, Juventus’la anlaşmış; ilk on birde düzenli olarak forma şansı bulamayan Jermaine Pennant ve David Bentley yeni takımlarına yelken açmıştı. Takımın orta sahasının takviyeye ihtiyacı vardı… Velhasıl Belaruslu’nun Arsenal’e gelişi o zamanlara uzanır…

2005 senesinin Haziran ayında, zamanın yabana atılmayacak transfer ücreti 15 milyon Euro karşılığında Stuttgart’tan Arsenal’e transfer olmuş, ilk resmi maçına sezonun ilk haftalarında Stamford Bridge Stadı’nda Chelsea karşısında çıkmıştı. 1 Mayıs 1983 Minsk doğumlu orta saha oyuncusu profesyonel futbol kariyerine çocuk yaşlarda Dinamo-Juni Minsk takımında başlamış, 1999-2000 sezonunda Bate Borisov’da göze battıktan sonra Avrupa takımlarının yolunu tutmuş. İlk durağı, 2000 senesinde 150 bin Euro transfer bedeliyle transfer olduğu Stuttgart. 2002-2003 sezonunda kırmızı beyazlar Bundesliga’yı 2. sırada tamamlarken, Şampiyonlar Liginde Manchester United’i elediklerini, teknik direktör Felix Magath’ın onu orta sahada oyun kurucu olarak oynattığını hatırlatalım. 2004 senesinin yazında Magath, Bayern Münih’in başına geçerken yeni gelen teknik direktör Matthias Sammer gideni aratıyordu. O sezon Stuttgart ligi 5. sırada bitirdi ama o Bundesliga’nın asist sıralamasında ilk sıradaydı… Muhtemel, Arsene Wenger’in de dikkatini çeken futbolcunun yaratıcılığı oldu. Malum, teknik kapasitesi, futbol zekâsı, yaratıcılığı yüksek topçuların gönlünde ayrı yeri vardır Fransız’ın. Kimilerine göre dâhi, kimilerine göre çocuk bakıcısı! Herkesin yıldız istediği zamanlarda kendi yıldızlarını yaratmayı seven ekonomi profesörü… Futbolcuya dönersek, orta sahanın sağında, tam da takımına alışmaya başladığı zamanlarda Belarus Milli Takımı ile çıktığı maçta sakatlandı, uzun süre takımdan ayrı kaldı. Arsenal’de ilk golü 2006 senesinin Ocak ayında takımının Middlesbrough’yu 7 golle geçtiği maçta…

2006 senesinin Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona’ya karşı 13 numaralı formasıyla orta sahanın solunda Fabregas’ın yanında oynadığını ve Arsenal’in o maçı 2-1 kaybettiğini hatırlayalım. 2015 senesinin Nisan’ında, Ankara’nın güzel insanlarının takımı Al-Karalar’da oynadığı zamanlarda, bir antrenman sonrası Gençlerbirliği tesislerinde yaptığımız söyleşide o maçı şöyle anımsıyor: “Kalecimiz Jens Lehmann oyunun başlarında kırmızı kart görmüş, eksik oynadığımız maçın son 15 dakikasına önde girmiştik. Thierry Henry kaleciyle karşı karşıya kaldığı pozisyonda golü atsa büyük ihtimalle kupa Londra’ya gelirdi ama olmadı. Barça son 15 dakikada attığı 2 golle o maçı kazanarak kupayı kaldırdı. O maçı düşündüğüm zaman hala Henry’nin kaçırdığı gole yanarım…”

Yeri gelmişken belirtelim, Arsenal’de geçirdiği üç sezonun kariyerinin en mutlu zamanları olduğunu, hiçbir şehirde Londra’daki kadar mutlu olmadığını söylüyor. Eh madem konusu açıldı, Wenger hakkındaki düşüncelerini de soruyorum. Gülümseyerek cevap veriyor: “Babam gibiydi, sadece benimle değil tüm takım arkadaşlarımla iletişimi mükemmeldi. Kapısı herkese açıktı; sıkıntısı, sorunu olan çekinmeden kapısını çalardı. Düşündüğüm zaman, neden Arsenal’den ayrıldığımı inanın bilmiyorum. Sanırım kariyerimde yaptığım en büyük hata ve en büyük pişmanlığım bu oldu. Wenger takımda kalmamı istemişti ama ben Barça’yı tercih ettim ancak orada işler umduğum gibi gitmedi…”

Arsenal’de geçirdiği zamanlarda, kendisini en çok üzen maçın 2008 senesinin Şubat ayında Birmingham deplasmanında Eduardo’nun ayağının kırıldığı maç olduğunu vurguluyor: “O maça kadar lider konumda şampiyonluğu kovalıyorduk ama o maçta yaşananlar takımın ruh halini kötü etkiledi. Sakatlık o kadar ciddiydi ki, televizyon ekranlarında tekrarını göstermediler. Sahadaki futbolcuların yerde baygın yatan Eduardo’ya bakamayacak kadar şoka girdiğini anımsıyorum…”

Peki ya Barça günleri… 17 milyon Euro transfer ücretiyle geldiği Katalan takımındaki İlk sezonunda (2008–2009) üç kupa birden kazanmış ama takımda forma şansı bulamamış. Londra’dan sonra Barcelona’ya alışmakta zorlandığını, Stuttgart’ta geçirdiği kiralık zamanları, Pep Guardiola ile yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Guardiola, takımda düzenli olarak oynamasının mümkün olmayacağını ve kendisine başka kulüp bulmasını söylemiş. 2010-2011 sezonunda kiralık oynadığı Birmingham’da Arsenal karşı kupa kazandığını, ancak orada mutlu olmadığını dile getiriyor.

Peki, ülkemiz futboluna gelişi? 2012–2013 sezonunda BATE Borisov’da top koşturduktan sonra 2014 senesinin Ocak ayında Torku Konyaspor’a transfer olduğu malumunuz. O zamanları sorduğumda, gelişinden önce Konya’yı tanımadığını, ilk zamanlarında şehrin kültürüne alışmakta zorlandığını, teknik direktör Aykut Kocaman’la yıldızının barışmadığını anlatıyor. Ankara’da oynadıkları ve 5-0 kaybettikleri Gençlerbirliği maçından sonra Kocaman’ın başta kendisi ve Rangelov olmak üzere bazı futbolcuları takımdan göndermeye çalıştığını, oysa yenilginin sorumluluğunun tüm takımda olduğunu vurguluyor. Şimdilerde formasını giydiği Gençlerbirliği’ne gelince… Ankara’da mutlu olduğunu, iyi bir takımda oynamaktan keyif aldığını, sözleşmesinin sezon sonunda biteceğini anlatıyor. Gençlerbirliği’nde kalıp kalmayacağını sorduğum zaman verdiği cevap: “Zaman gösterir…”

Futboldan bunca konuşup Türk futbolu hakkındaki düşüncelerini de sormadan olmaz elbet. Süper Lig’de futbolun Avrupa liglerinden farklı ve yavaş oynandığını, Premier Lig ya da Bundesliga kadar taktiğe ağırlık verilmediğini düşünüyor ve şöyle devam ediyor: “Belki futbolcu arkadaşlarım bunu söylediğim için kızacaklardır ama Türkiye’de futbol duygu ağırlıklı oynanıyor; duygular bazen profesyonelliğin önüne geçiyor. Ayrıca Passolig nedeniyle boş kalan tribünlerin de maçların kalitesini etkilediğini düşünüyorum, zira futbolcular boş tribünler önünde oynamaktan keyif almazlar.”

Az futbolcuya nasip olacak parlak bir kariyer onun hikâyesi. Avrupa’nın en çok keyif veren üç liginde, üstelik üst düzey takımlarda forma giydi. Takım arkadaşları arasında kimler yoktu ki… Thierry Henry, Cesc Fabregas, Dennis Bergkamp, Lionel Messi, Andrés Iniesta ve diğerleri… 1 Mayıs’ta 34 yaşına basacak Alexander Hleb, ülke futboluna gelmiş en önemli topçulardan. Sanırım İstanbul takımlarından birinde forma giyiyor olsaydı manşetlerden düşmezdi. Yaklaşan doğum günü kutlu olsun, nice senelere…

(Söyleşi: Ziya Adnan – Necdet Özkazancı)

12 Nisan 2015

WithHleb

Kupalara hasret…

Kupalara hasret…

Uzaklardan…

Bir sezon sonu daha yaklaşırken kimileri şampiyonluk ve kupa, kimileri kümede kalma telaşında. Bir de köklü tarihlerinde kupa görememişler ya da nicedir kupaları unutmuşlar var. Tadı kaçmış ülke futbolunun zorunlu mola verdiği zamanlarda hatırlayalım kupalara hasret takımları…

Rochdale…

İngiltere’nin kuzeyinde, ülkenin ikinci büyük şehri Manchester’a 15 kilometre uzaklıkta, Roch nehrinin kıyısına kurulmuş, kökleri 1086 senesine kadar uzanan 95 bin nüfuslu tarihi bir kasaba… Aracıları kaldırarak ihtiyaç maddelerini daha ucuza sağlamak amacıyla harekete geçen ve “Rochdale’in Haksever Öncüleri” diye anılan güzel insanların 21 Aralık 1844 günü ilk tüketim kooperatifini kurdukları yer… 18. yüzyılda pamuk üretimi ile ülkede nam salmış, sanayi devrimi yıllarında kuzeyin yükselen yıldızı haline gelirken zaman içinde önemini yitirmiş. Kasabaya tepeden bakan, bin seneyi aşkın süre ayakta kalmış St Chads kilisesi bölgeyi ziyaret eden turistlerin ilgi odağı…

İşte o tarihi kasabanın günümüzde 108 sene önce, 1907 senesinde kurulmuş mavili takımı Rochdale AFC… Maçlarını 10.249 kapasiteli Spotland Stadı’nda oynuyor. Köklü tarihinde üç kez küme düşüp, üç kez terfi etmişler. 78 sene ülkenin en alt liginde mücadele eden takım 1974-2010 seneleri arasında Ada futbolunun en alt profesyonel liginin demirbaşı olarak nam salmış. Öyle ki rakip takım taraftarları, futbol sohbetlerinde onların bulunduğu ligi “Rochdale Ligi” olarak anlatırlarmış…

2010 senesinde bir üst lige terfi ettiklerinde onca sene beklemiş olan sevdalıları kasabada kırk gün kırk gece süren şenlikler düzenlemişler ama uzun sürmemiş saadetleri, iki sezon sonra yeniden dönmüşler aşina oldukları lige. Tevekkeli değil, 2014 senesinde Ada futbolseverleri arasında düzenlenen “Long-Suffering Fan Index” (en mutsuz taraftarlar) anketinde ilk sırayı almışlar. Taraftarları arasında İngiliz şarkıcı Lisa Stansfield’in olması bile teselli olmamış bahtı karalara…

2013-2014 sezonunda League Two’yu 3. sırada bitirerek bir üst lige terfi ettiler. Bu yazının yazıldığı saatlerde 24 takımlı League One’da (3. Lig) 7. sıradalar. Ancak onların hikâyesinin en ilginç yanı, onca sene profesyonel liglerde oynamış olmalarına rağmen kupa yüzü görmemiş olması… (Play-off sonunda terfi edenlerin kupa alamadığını hatırlatalım). Müzeleri tam takır kuru bakır anlayacağınız. 1962 senesinde Lig Kupasında Norwich City ile final oynamışlar ama onu da kaybetmişler. 1989–1990 sezonunda, Federasyon Kupasında 5. tura kadar yükselmişler. Bu kez şeytanın bacağını kırdık derken o maçta da Crystal Palace’a tek golle boyun eğmişler.

Futbolun güzel hikâyelerini yazan kitaplarda onlarla ilgili ilginç anekdotlar var. Efsane Bill Shankly’e, evlilik yıldönümü hediyesi olarak neden eşini Rochdale’e götürdüğünü sormuş gazeteciler. “Delirdiniz mi!” demiş Shankly, “Ben hiç futbol sezonunda evlenir miyim? O gün karımın doğum günüydü. Ayrıca Rochdale’in rezerve takımını izlemeye gittik!”

Haliyle onca sene kupa kazanmamış bir takımın taraftarı olmak da zor. Bir Rochdale taraftarı kasabanın kütüphanesine gidip intihar üzerine yazılmış bir kitap istemiş. “S.tir git!” demiş kütüphaneci, “Geri getiremeyeceğin kitabı verir miyim!”

***

Sadece Rochdale değil elbet kupalara hasret kalanlar. League One’da yer alan komşu kasabanın takımı Crewe Alexandra’nın da müzesi boş kalanlardan. 1877 senesinde kurulmuş, hemen yanı başında yer alan Manchester United, Mancester City, Everton, Liverpool FC’nin gölgesinde uzun seneler alt liglerde mücadele vermişler. Günümüze kadar kazandıkları tek kupa 2013 senesinde, 3. ve 4. ligden 48 takımın katıldığı Futbol Lig Kupası. Anlayacağınız onların da müzesini gezmek anlık meşgale!

Kulüple ilgili futbolseverler arasında bilinen ve gülümseten bir hikâye 1960 senesine ait. O sene Tottenham’ın White Hart Lane Stadı’nda oynanan “Federasyon Kupası” maçını 13-2 kaybetmişler. Komik olan, takımlarını izlemek için otobüslerle uzun bir yolculuktan sonra maça geç kalan ve stada girdikten sonra skorun 6-1 olduğunu öğrenen Crewe taraftarlarının sordukları soru: “Who to?” (Kim galip?)

Günümüzde Premier Lig’e tutunma mücadelesi veren Hull City 3. lig şampiyonluğunu kazandığı 1966 senesinden beri kupa yüzü görmemiş. Ada futbolunun kalabalık takımı Newcastle United da onca sene bekleyenlerden. Onların en son kupayı kazandığı sene doğan çocuklar şimdi 50’li yaşlara yaklaşıyorlar. Çok bilinen futbol şakalarından biridir, Günün birinde Newcastle United’ın kupalarının (!) bulunduğu müzesi hırsızlar tarafından soyulmuş. Polis olaydan sonra kaçan adamı ve beraberinde götürdüğü siyah beyaz halıyı arıyormuş! Gazozuna olsa da 2006 senesinde kazandıkları “İntertoto” kupası, 2010 senesinde kazandıkları 2. Lig şampiyonluğu teselli niyetine…

Ada futbolunu yakından takip edenler, maç günleri Arsenal tribünlerinde komşu mahallenin sevilmeyen takımı Tottenham Hotspurs’e yazılmış gülümseten tezahüratı sıklıkla işitirler. “61 never again” diye devam eden tezahürat 1961 senesinde lig şampiyonluğu ve Federasyon Kupası kazanarak duble yapmış Tottenham’ın o sezondan sonraki uzun bekleyişini anlatır. Görünüşe göre daha çok bekleyecekler…

***

Geçtiğimiz sezon, 9 senelik aradan sonra kupa görmüştü Arsenal, Wembley Stadı’nda oynanan Federasyon Kupası maçında geriden gelip kazanmışlardı. Rochdale gibi kupalara ezelden hasret takımları gördükten sonra yatıp kalkıp hallerine dua etsinler. Malum adına taraftarlık denen sevdada onca zaman bekleyip, ahir ömürde takımın kazandığı bir kupayı bile göremeden bu fani dünyadan göçüp gitmek de var…

Ziya Adnan

10 Nisan 2015

Alexander Hleb’le Highbury’i hatırlarken…

Alexander Hleb’le Highbury’i hatırlarken…

Uzaklardan…

Onu ilk kez 2005-2006 sezonunda, şimdilerde tarih olmuş o eski statta izlemiştim. Ah Highbury! Şimdi yerinde pahalı apartmanların yer aldığı o güzel futbol mabedi… Arsenal 2005 senesinin Mayıs ayında Federasyon Kupasını kaldırmış, ligi Chelsea’nin arkasından 2. sırada bitirmişti. Sezon sonunda takımın kaptanı Patrick Vieira, Juventus’la anlaşmış; ilk on birde düzenli olarak forma şansı bulamayan Jermaine Pennant ve David Bentley yeni takımlarına yelken açmıştı. Takımın orta sahasının takviyeye ihtiyacı vardı… Velhasıl Belaruslu’nun Arsenal’e gelişi o zamanlara uzanır…

2005 senesinin Haziran ayında, zamanın yabana atılmayacak transfer ücreti 15 milyon Euro karşılığında Stuttgart’tan Arsenal’e transfer olmuş, ilk resmi maçına sezonun ilk haftalarında Stamford Bridge Stadı’nda Chelsea karşısında çıkmıştı. 1 Mayıs 1983 Minsk doğumlu orta saha oyuncusu profesyonel futbol kariyerine çocuk yaşlarda Dinamo-Juni Minsk takımında başlamış, 1999-2000 sezonunda Bate Borisov’da göze battıktan sonra Avrupa takımlarının yolunu tutmuş. İlk durağı, 2000 senesinde 150 bin Euro transfer bedeliyle transfer olduğu Stuttgart. 2002-2003 sezonunda kırmızı beyazlar Bundesliga’yı 2. sırada tamamlarken, Şampiyonlar Liginde Manchester United’i elediklerini, teknik direktör Felix Magath’ın onu orta sahada oyun kurucu olarak oynattığını hatırlatalım. 2004 senesinin yazında Magath, Bayern Münih’in başına geçerken yeni gelen teknik direktör Matthias Sammer gideni aratıyordu. O sezon Stuttgart ligi 5. sırada bitirdi ama o Bundesliga’nın asist sıralamasında ilk sıradaydı… Muhtemel, Arsene Wenger’in de dikkatini çeken futbolcunun yaratıcılığı oldu. Malum, teknik kapasitesi, futbol zekâsı, yaratıcılığı yüksek topçuların gönlünde ayrı yeri vardır Fransız’ın. Kimilerine göre dâhi, kimilerine göre çocuk bakıcısı! Herkesin yıldız istediği zamanlarda kendi yıldızlarını yaratmayı seven ekonomi profesörü… Futbolcuya dönersek, orta sahanın sağında, tam da takımına alışmaya başladığı zamanlarda Belarus Milli Takımı ile çıktığı maçta sakatlandı, uzun süre takımdan ayrı kaldı. Arsenal’de ilk golü 2006 senesinin Ocak ayında takımının Middlesbrough’yu 7 golle geçtiği maçta…

2006 senesinin Şampiyonlar Ligi finalinde Barcelona’ya karşı 13 numaralı formasıyla orta sahanın solunda Fabregas’ın yanında oynadığını ve Arsenal’in o maçı 2-1 kaybettiğini hatırlayalım. 2015 senesinin Nisan’ında, Ankara’nın güzel insanlarının takımı Al-Karalar’da oynadığı zamanlarda, bir antrenman sonrası Gençlerbirliği tesislerinde yaptığımız söyleşide o maçı şöyle anımsıyor: “Kalecimiz Jens Lehmann oyunun başlarında kırmızı kart görmüş, eksik oynadığımız maçın son 15 dakikasına önde girmiştik. Thierry Henry kaleciyle karşı karşıya kaldığı pozisyonda golü atsa büyük ihtimalle kupa Londra’ya gelirdi ama olmadı. Barça son 15 dakikada attığı 2 golle o maçı kazanarak kupayı kaldırdı. O maçı düşündüğüm zaman hala Henry’nin kaçırdığı gole yanarım…”

Yeri gelmişken belirtelim, Arsenal’de geçirdiği üç sezonun kariyerinin en mutlu zamanları olduğunu, hiçbir şehirde Londra’daki kadar mutlu olmadığını söylüyor. Eh madem konusu açıldı, Wenger hakkındaki düşüncelerini de soruyorum. Gülümseyerek cevap veriyor: “Babam gibiydi, sadece benimle değil tüm takım arkadaşlarımla iletişimi mükemmeldi. Kapısı herkese açıktı; sıkıntısı, sorunu olan çekinmeden kapısını çalardı. Düşündüğüm zaman, neden Arsenal’den ayrıldığımı inanın bilmiyorum. Sanırım kariyerimde yaptığım en büyük hata ve en büyük pişmanlığım bu oldu. Wenger takımda kalmamı istemişti ama ben Barça’yı tercih ettim ancak orada işler umduğum gibi gitmedi…”

Arsenal’de geçirdiği zamanlarda, kendisini en çok üzen maçın 2008 senesinin Şubat ayında Birmingham deplasmanında Eduardo’nun ayağının kırıldığı maç olduğunu vurguluyor: “O maça kadar lider konumda şampiyonluğu kovalıyorduk ama o maçta yaşananlar takımın ruh halini kötü etkiledi. Sakatlık o kadar ciddiydi ki, televizyon ekranlarında tekrarını göstermediler. Sahadaki futbolcuların yerde baygın yatan Eduardo’ya bakamayacak kadar şoka girdiğini anımsıyorum…”

Peki ya Barça günleri… 17 milyon Euro transfer ücretiyle geldiği Katalan takımındaki İlk sezonunda (2008–2009) üç kupa birden kazanmış ama takımda forma şansı bulamamış. Londra’dan sonra Barcelona’ya alışmakta zorlandığını, Stuttgart’ta geçirdiği kiralık zamanları, Pep Guardiola ile yaşadığı sıkıntıları anlatıyor. Guardiola, takımda düzenli olarak oynamasının mümkün olmayacağını ve kendisine başka kulüp bulmasını söylemiş. 2010-2011 sezonunda kiralık oynadığı Birmingham’da Arsenal karşı kupa kazandığını, ancak orada mutlu olmadığını dile getiriyor.

Peki, ülkemiz futboluna gelişi? 2012–2013 sezonunda BATE Borisov’da top koşturduktan sonra 2014 senesinin Ocak ayında Torku Konyaspor’a transfer olduğu malumunuz. O zamanları sorduğumda, gelişinden önce Konya’yı tanımadığını, ilk zamanlarında şehrin kültürüne alışmakta zorlandığını, teknik direktör Aykut Kocaman’la yıldızının barışmadığını anlatıyor. Ankara’da oynadıkları ve 5-0 kaybettikleri Gençlerbirliği maçından sonra Kocaman’ın başta kendisi ve Rangelov olmak üzere bazı futbolcuları takımdan göndermeye çalıştığını, oysa yenilginin sorumluluğunun tüm takımda olduğunu vurguluyor. Şimdilerde formasını giydiği Gençlerbirliği’ne gelince… Ankara’da mutlu olduğunu, iyi bir takımda oynamaktan keyif aldığını, sözleşmesinin sezon sonunda biteceğini anlatıyor. Gençlerbirliği’nde kalıp kalmayacağını sorduğum zaman verdiği cevap: “Zaman gösterir…”

Futboldan bunca konuşup Türk futbolu hakkındaki düşüncelerini de sormadan olmaz elbet. Süper Lig’de futbolun Avrupa liglerinden farklı ve yavaş oynandığını, Premier Lig ya da Bundesliga kadar taktiğe ağırlık verilmediğini düşünüyor ve şöyle devam ediyor: “Belki futbolcu arkadaşlarım bunu söylediğim için kızacaklardır ama Türkiye’de futbol duygu ağırlıklı oynanıyor; duygular bazen profesyonelliğin önüne geçiyor. Ayrıca Passolig nedeniyle boş kalan tribünlerin de maçların kalitesini etkilediğini düşünüyorum, zira futbolcular boş tribünler önünde oynamaktan keyif almazlar.”

Az futbolcuya nasip olacak parlak bir kariyer onun hikâyesi. Avrupa’nın en çok keyif veren üç liginde, üstelik üst düzey takımlarda forma giydi. Takım arkadaşları arasında kimler yoktu ki… Thierry Henry, Cesc Fabregas, Dennis Bergkamp, Lionel Messi, Andrés Iniesta ve diğerleri… 1 Mayıs’ta 34 yaşına basacak Alexander Hleb, ülke futboluna gelmiş en önemli topçulardan. Sanırım İstanbul takımlarından birinde forma giyiyor olsaydı manşetlerden düşmezdi. Yaklaşan doğum günü kutlu olsun, nice senelere…

(Söyleşi: Ziya Adnan – Necdet Özkazancı)

12 Nisan 2015

Hleble

Vah Popescu…

Vah Popescu…

Uzaklardan…

1984 senesinde başlayan futbol kariyerinde Tottenham Hotspurs, Barca, Galatasaray dâhil dokuz takımda top koşturdu, 9 Ekim 1967 doğumlu Romen stoper. Işıltılı kariyerinde dört ülkede dört şampiyonluk yaşarken 2000 senesinde Galatasaray’la UEFA Kupasını, ardından Süper Kupayı kazandı. Romanya Milli Takımının en fazla forma giymiş futbolcusu olmasının yanı sıra, 1989-2001 arasında ülkesinin en iyi futbolcu sıralamasında hep ilk dört içinde yer almış, üç Dünya Kupasında, iki Avrupa Şampiyonasında boy göstermiş. 2000 senesinin UEFA Kupası finalinde, seri penaltılarda attığı son penaltıyla Galatasaray’a tarihinde hiç yaşamadığı başarıyı yaşattığını, yakın geçmişte Romanya Milli Takımının gelmiş geçmiş en iyi 11’ine seçildiğini hatırlatalım…
2003 senesinde futbolu bırakıp, günümüzün gözde mesleği menajerlik işlerine girmiş Gheorghe Popescu. Hikâyenin sonrası hazin. Mart ayının ilk günlerinde, ülkesinde görülen davada 1999 ila 2005 yılları arasında gerçekleşen 12 transferde usulsüzlük yaptığı, para akladığı, vergi kaçırdığı gerekçesiyle üç sene 1 ay hapse mahkûm edildi. Adı geçen transferlerde, futbolcuların Dinamo Bucharest, Rapid Bucharest, Otelul Galati ve Gloria Bistrita takımlarından başka ülke takımlarına transfer olduğu, transfer ücretlerini düşük göstererek devletten 1,7 milyon Euro vergi kaçırdığı, ayrıca Romen kulüplerinin bu transferlerden 10 Milyon Euro’ya yakın para kaybettiği iddia edilmiş. O transferler içinde Galatasaray’a, o dönem Rapid Bükreş’te forma giyen Florin Bratu’yu getirdigini hatırlıyoruz. Habertürk gazetesindeki köşesinde konu üzerine yazan Atilla Türker, mahkeme kayıtlarında yer alan iddiaya göre, 630 bin dolarlık Bratu’nun, Galatasaray’a 2 milyon 750 bin dolara transfer olduğunu anlatıyor ve soruyor: Galatasaray 2 milyon 750 bin dolar verdiğine, Rapid Bükreş’in kasasına 630 bin dolar girdiğine göre… Aradaki 2 milyon 120 bin dolar nerede?

O sorunun cevabını verecekleri beklerken (ki hiç umudum yok!) hatırlayalım yakın geçmişte içeri düşmüş futbol simsarlarını, anlatalım hazin hikâyelerini…
Ada futbolunun en eski kulüplerinden Derby County, nam-ı diğer “The Rams” (Koçlar). 2009 senesinin Temmuz ayında futboldan sorumlu iki direktörü, Andrew Mackenzie ve Murdo Mackay kulübe ait 440 bin sterlini zimmetlerine geçirmek suçundan üç yıl hapse mahkûm oldu. Kulübün avukatı David Lowe da kara para akladığı gerekçesiyle iki senesini hapiste geçirdi. Kulüp, mahkeme kararının açıklanmasından sonra 375 bin sterlinin direktörleri tarafından geri ödenmesini talep ederken, iki direktör futbol yöneticiliğinden beş yıl süreyle men edilmişti…
27 Şubat 1960 doğumlu Hong Kong’lu iş adamı Carson Yeung 2009 senesinin Ekim ayında Birmingham City’i aldığında mavili takıma gönül verenler umutlanmıştı, eski günlerine dönmenin hayaliyle. Ne de olsa yeni başkan, yeni vizyon, yeni transferler, sıcak para demekti. Alt liglerde geçen çileli günler bitecek, takım bıraktığı yere dönecekti. Ama beklendiği gibi gitmedi işler. Geçtiğimiz senenin Mart ayında Hong Kong mahkemesi tarafından kara para aklama ve vergi kaçırma suçundan 6 sene yedi Yeung. 2001-2007 seneleri arasında banka hesaplarına giren çıkan para 55 milyon Sterline yakındı…

17 Temmuz 1977 doğumlu Leeds taraftarı David Haigh 2013 senesin Şubat ayında külübünün yönetim kuruluna, kısa süre sonra da futbol direktörlüğüne getirildi. Bilirsiniz işte, her taraftarın hayalidir çocukluğundan beri gönül verdiği takımın geleceğinde söz sahibi olmak. Ama onun hikâyesi beklendiği gibi mutlu sonla bitmedi. 2014 senesinin baharında kulübe ait 4 milyon sterlini sahte fatura karşılığında kendisine ait başka bir şirkete aktarma suçundan Dubai’de tutuklandı… Karıştığı yolsuzluk, kulüpte yapılan sıradan bir mali denetim esnasında ortaya çıkmıştı…
Yeri gelmişken, bir zamanlar İngiltere Milli Takımının ve Barcelona’nın da teknik direktörlüğünü yapmış El-Tel lakaplı Terry Venables’ı da hatırlamadan geçmeyelim. Tottenham Hotspurs’de teknik direktör iken, futbolcu transferlerinde gerçek rakamları bildirmediği, vergi kaçırdığı için aylarca mahkemelerde sürünmüş, yüklü bir cezayı da ödemek zorunda kalmıştı. 14 Mayıs 1993’de Tottenham kulübündeki işine son verildi. Bir süre ‘zorunlu’ nedenlerle İngiltere Milli Takımı’nın teknik direktörlüğünü yapsa da futbol kamuoyunun baskısına dayanamayıp 1996 Avrupa Şampiyonasından sonra istifa etti. Sonraları hiçbir kulüpte çalışma fırsatı bulamadı…

***

Tam rakam kesin olarak bilinmese de ülke futbolunda 3000’e yakın futbol menajeri ve yöneticisi olduğu biliniyor. Yönetici, menajer işbirliğinde transfer dönemlerinde kasası boşaltılmış kulüplerimizin gırtlağına kadar borç batağında olduğu da malumunuz. Aynı kulüpten üç kere sözleşme imzalayan, adı sanı duyulmamış futbolcuları çılgın paralar karşılığında kulüplere pazarlayan, kısacası ne ararsanız var Türk futbolunda. Yolsuzluk batağında, bankaları batırılmış, denetimsizlik yüzünden naylon faturalarla milyonlarca dolarları çarpılmış bir coğrafyanın futbolu da yolsuzluktan nasibini fazlasıyla alacaktır haliyle. Düşünsenize, bizim kulüplerimiz de şöyle hakkıyla bir denetlense, Popescu’nun hikâyesini aratmayacak, Derin Futbol’da günlerce konuşulacak ne malzeme çıkar, kim bilir!

Ziya Adnan
1 Nisan 2015

Tribün kapatma, forma çıkarma!

Tribün kapatma, forma çıkarma!

Uzaklardan…

Yakın geçmişte oynanan toz duman İstanbul derbisinden birkaç gün önce, ülkenin çok satan gazetelerinin birinde artık çok alışılmış bir haber: “Galatasaray derbisindeki çirkin ve kötü tezahürat nedeniyle tribün kapatma cezası alan ve bu cezanın kaldırılması için itirazda bulunan Fenerbahçe Kulübü’nün başvurusu reddedildi. Tahkim Kurulu’nun aldığı bu karar nedeniyle Fenerbahçe bu hafta oynayacağı Beşiktaş maçında Okul Açık ve Migros tribünlerine taraftar alamayacak. Ayrıca Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, SAİ Kayseri Erciyesspor ile oynadığı mücadelede taraftarlarının neden olduğu çirkin ve kötü tezahürat nedeniyle, Beşiktaş’a tribün kapatma cezası verdi. Siyah-beyazlıların 26. haftada İstanbul Başakşehirspor ile Fatih Terim Stadı’nda oynayacağı mücadelede Güney Kale Arkası ve Maraton tribüne taraftar alınmayacak.”

TFF, bu sezona kadar saha kapatma adı altında, kimi zaman sadece kadınlar ve çocuklar önünde, kimi zaman seyircisiz oynanan, üstelik cinsel ayrımcılığı körükleyen, hiçbir caydırıcılığı olmayan “Made in Turkey” durumu cezadan umudu kesmiş olmalı ki, bu sezon meseleye farklı bir yaklaşım getirdi: “Tribün kapatma”, hayırlara vesile… Bizim oralarda artık saha kapatma yerine, tribün kapatıyorlar! Misal, 10 bin kişilik tribünde 100 kişi sinkaflı tezahürat mı yaptı, kapat tribünü, al sana en hallicesinden ceza! Passolig uygulamasıyla zaten boş kalmış statlarda, şimdi de kapatılmış tribünler, sanırım Eduardo Galeano’nun futbol dilencisi bile şaşar kalırdı bu duruma. Düşünsenize, bir bankadasınız, kuyrukta 50 kişi. Bir anda kuyruktan çıkan üç kişi silahlarını çıkarıp soyguna yelteniyor. TFF’nin mantalitesine göre o kuyrukta olan 50 kişi de tutuklanmalı, meselenin trajikomik özeti! Ama sen şaşırma, neticede futbol dâhil her şeyin başkalaştığı bir yer bizim coğrafya. Ülke futbolunun da nasibini aldığı berbat bir şaka ama hemen herkes memnun halinden, ucunda puan silme olmadıktan sonra…

Yeri gelmişken, o dünya derbisinde (!) kendisini protesto eden taraftarlara kızarak formasını çıkartıp, sahayı hakemin izni olmadan terk eden, sonrasında yöneticilerin zorlamasıyla yine hakemin izni olmadan sahaya dönen ama hakemden sarı kart bile görmeyen ağlamaklı futbolcunun fotoğrafıdır aslında ülke futbolunun geldiği nokta. Kimileri dünya derbisi olarak göre dursun, arkadaşlarına kızınca topunu alıp giden mahalle maçlarını hatırlatır. İzlememiş olanlar için, geçenlerde Liverpool’un, Manchester United karşısında oynadığı bir maçta taç çizgisi kenarında rakibiyle didişen Balotelli’nin formasından çekerek rakiple olası bir kavgayı engelleyen taraftarı da hatırlayalım. Bir de böylesi var futbolun içinde…
Bir de Emre meselesi var ki of ki ne of! Anladık, bizim hakemlerin ona kart göstermeye gücü yetmiyor ama bari ‘görmedik’ diyerek izleyiciyi aptal yerine koymasınlar bi zahmet. Milli takıma seçilmesini geçtim, çünkü bu milli takım tam da ülke futbolunun geldiği noktayı anlatıyor. Velhasıl, 10 kişi küfür etti diye koca tribünü kapatıp, sahada küfür edenin Milli takım ile ödüllendirildi garip bir futbol düzeni bizimkisi!

***

Konumuza dönersek, bizim coğrafyada tribünlerin kapandığı zamanlarda uzaklarda, futbolun beşiğinde… O futbol şehrinin pembe gazetesi “Liverpool Echo”da 65 Liverpool FC, Everton and Tranmere Rovers taraftarının statlara girişinin yasaklandığı, taraftarlara verilen cezaların üç ila on sene arasında değiştiği yazıyor. Ceza alanlardan 32’si Liverpool, 25’i Everton taraftarı. Ada’da “Football Banning Orders (FBOs)” 2000 senesinden beri futbol şiddetini önleme adına başarıyla uygulanıyor. Euro 2000’de Belçika’nın Charleroi kasabasında çıkan olaylardan sonra uygulamaya konulmuş. Stat içinde ve dışında yer alan kapalı devre sistemler sayesinde olaylara karışanlar tespit ediliyor. Ceza alan taraftarların ortalama 6 sene takımlarını sahada izleme fırsatından mahrum kalmaları kayda değer. Ceza almayı göze alacak kadar gözü dönmüş bir takım sevdalısına, muhtemel verilecek en büyük ceza…

Euro 2000’de 105, Japonya ve Kore’de düzenlenen 2002 Dünya Kupasında 1.053, Portekiz’de düzenlenen Euro 2004’te 2.370 taraftarın turnuvaya gidişi engellenmiş. (Kaynak: www.footballbanningorders.net). Ceza alan taraftarlar maç günleri polise denetiminde tutuluyor ve pasaportlarına el konularak yurt dışına çıkmaları engelleniyor. Faillerin ceza alması için suçun illa stat içinde işlenmiş olması gibi bir kural da yok. Maçtan 24 saat önce ya da sonra gerçekleşen kavga gibi durumlarda, olaya karışanların futbolla ilgisi kanıtlanırsa FBO uygulanıyor. Statlardan men edildiği halde maç günü stada girmeye çalışmanın cezası da 6 aydan başlıyor…
Premier Lig’de 2013-2014 sezonunun en fazla yasaklı taraftarları Newcastle sevdalıları. Toplamda 127 taraftar statlardan men edilmiş. Onları 91 taraftarla Chelsea takip ediyor. Premier Lig’in bir altında, Championship’te Ada futbolunun sabıkası kabarıkları Cardiff City (93) ve Millwall (72) yasaklılar listesinin ilk sırasında. O sezon İngiltere’nin dört profesyonel liginde 2.273 taraftarın statlara girişi yasaklanmış…

Peki tribün kapatma yerine böyle bir uygulama bizim coğrafyada mümkün olabilir mi? Sanırım mümkün ama günlük hayatında adaleti sağlayamamış bir ülkenin tribünleri de o ülkenin futbol hallerini anlatır elbet. Bizim bahtsız coğrafyada futbola rağmen futbolu sevmek… Meselenin en acı yanı da bu…

Ziya Adnan
25 Mart 2015

Lanetlenmiş futbol – II…

Lanetlenmiş futbol – II…

Uzaklardan…

Geçen hafta Arubinha’nın lanetinden, Benfica teknik direktörü Béla Guttmann’a uzanan lanetlenmiş futbol hikâyelerini yazmıştım. Bu hafta kaldığımız yerden devamla…
Sene 1999… Norveç 2. Lig takımlarından Alta, kendi evinde Hammerfest’i 2-1 mağlup eder. Maçtan sonra orta hakem Nils Mikkel Sara’nın, kendisini ağır bir dille eleştiren Hammerfest yöneticilerine verdiği cevap şaşkınlık uyandırır. Hakem, yöneticiler kendisinden özür dilemedikleri takdirde takımı lanetleyeceğini, sezon sonuna kadar Hammerfest’in başka maç kazanamayarak ligden düşeceğini söyler. Norveç dilinde “Gande” olarak bilinen laneti yöneticiler pek ciddiye almazlar, hatta takımın teknik direktörü Terje Hansen hakemle ufaktan dalga geçer…
Ancak ilerleyen zamanlarda takım oynadığı her maçı kaybetmeye başlar. Çok üstün oynadıkları, ezdikleri, öne geçtikleri maçlarda bile galip gelmeyi başaramazlar. Takımın ruh hali fena bozulmuş, futbolcular hakem Sara’nın büyüsünün gerçekleştiğine inanmışlardır. Ancak takımın hocası özür dilememekte kararlıdır. Sezon sonunda Hammerfest ligde oynadığı tüm maçları kaybederek küme düşer…

***

Sene 1948… Kolombiya takımı America de Cal’in amatör statüsünden profesyonelliğe geçmesini bir türlü kabullenemeyen fanatik taraftar, diş hekimi Garabato takımı şu cümleyle lanetler: “If the team ever becomes professional, I swear to God that no matter what they do they will never be champions.” (Eğer takım profesyonelliğe geçerse, Tanrı şahidim olsun ki bir daha hiçbir zaman şampiyon olamayacaklar.)
O günden sonra geçen 30 senede takım kupa yüzü görmezken, büyüyü bozmak isteyen taraftarlar 1978 senesinde takımın stadında geniş katılımlı bir ayin düzenlerler. O ayinden bir sene sonra, 1979 senesinde America de Cal ilk şampiyonluğunu yaşarken, o zaferden sonra gelen 23 senede 12 kez kupayı kazanır. Ancak kimilerine göre Garabato’nun laneti hala takımın üzerindedir. Zira America de Cal, Güney Amerika kupası Copa Libertadores’te dört kez final oynamasına rağmen bu önemli kupayı kazanmayı başaramaz.

***

Sene 1990… Teknik direktörlüğünü Dave “Harry” Bassett’in yaptığı kırmızı-beyazlı Sheffield United, Ada futbolunun en üst ligine terfi etmiş, ancak sezona kötü başlamıştır. O sezon, 22 Aralık gününe gelindiğinde, arka arkaya alınan yenilgiler ve kaybedilen puanlardan sonra takım ligin dibine demir atmıştır. Ancak Noel zamanı uğurlu gelir kırmızlara; başarılı maçlar, alınan galibiyetler derken takım o sezon ligi 13. sırada bitirir. Teknik direktöre göre, düşmesine kesin gözüyle bakılan takımın kurtarıcısı, “Noel zamanları” olmuştur.
Ertesi sezon (1992-1993) aynı kötü gidişat tekerrür edince Bassett, henüz Ağustos ayında, yaz sıcağında, bir Manchester United maçı öncesinde futbolcularına bir “çakma” Noel partisi düzenler. Hatta daha da ileri giderek, kendisi de Noel baba kılığına girer. Bir öncek sezon uğurlu gelen Noel, teknik direktöre ilham vermiştir. Premier Lig’in ilk golünü Brian Deane’nin ayağından kazanan ve o maçı 2-1 galip bitiren Sheffield United için artık Noel, “uğur” demektir…
Aynı “uğuru” bir sezon sonra deneyen, Ağustos sıcağında Noel partisi düzenleyen Bassett’in takımı o sezon sonunda küme düşer. Sheffield United’ın küme düştüğü 1993-1994 sezonundan günümüze kadar geçen 19 sezonda yalnızca bir kez Premier Lig’de boy göstermiş olduğunu hatırlatalım…

***

Johny Warren’in 2002 senesinde yayımlanan otobiyografisinde (“Sheilas, Wogs and Poofters”) yer alan bir hikâye…
Avustralyalı futbolcu, 1970 Meksika Dünya Kupası öncesi elemelerde, Avustralya Milli Takımı’nın (Socceroos) ülkede nam salmış bir büyücüyü ziyaret ettiğini, Rodezya ile oynanacak önemli maç öncesinde büyücünün kale direklerinin yakınına kemik gömdüğünü ve rakip takımı lanetlediğini anlatır. Maçı Avusturalya 3-1 kazanmış, büyü gerçekleşmiştir…
Ancak, Avustralyalı futbolcular büyücüye hizmetleri karşılığında söz vermiş oldukları 1.000 Sterlin’i bir türlü ödemezler. Duruma çok sinirlenen büyücü bu kez Avusturalya Milli Takımı’nı lanetler. Bir sonraki maçta İsrail karşısında kaybeden “Socceroos” 1970 Dünya Kupası’na katılmayı başaramaz…

***

Sene 2003… Kongo’da oynanan bir maçta Nyuki Club, yerel rakibi Socozaki karşısında… Maçı yenik götüren Nyuki’nin kalecisi, maç devam ederken yarı sahaya doğru yönelip “black magic” (kara büyü) ayiniyle rakip takım oyuncularını etkilemeye çalışır. Buna sinirlenen Socozaki futbolcuları, kaleciye tam takım tekme tokat girişirken, bahtsız kalecinin imdadına takım arkadaşları yetişir ve ortalık savaş alanına döner. Tribünlerdeki taraftarların da karışmasıyla olaylar büyür, polis çareyi ateş açmakta bulur. Çoğunluğu çocuk, 11 taraftarın hayatını kaybettiği maç sonrası ülkede yas ilan edilir…

***

Japon futbolunun önemli yıldızlarından 31 yaşındaki forvet Ryoichi Maeda’nın rakip takımların kâbusu haline gelmesindeki en önemli faktör golleri değildir. Kâbusun ne olduğunu kısaca anlatalım: Japonya’nın “J-League”inde, Jubilo Iwata takımında oynayan topçunun sezon başında ilk golünü kaydettiği her takım, sezon sonunda mutlaka küme düşmüştür. Tesadüfün böylesi demeyin, 2007 senesinde ilk golünü Ventforet Kofu’ya karşı kaydetmiş, Kofu o sezon sonunda küme düşmüş. 2008 senesinde Tokyo Verdy, bir sezon sonra Jef United Chiba, 2010 senesinde Kyoto Sanga, 2011 senesinde Motedio Yamagata aynı talihsiz akibeti paylaşmış…
Kurbağasız, büyüsüz, büyücüsüz keyif veren maçlar dileğiyle…

Ziya Adnan
18 Mart 2015

Lanetlenmiş Futbol – 1…

Lanetlenmiş Futbol – 1…

Uzaklardan…

Bizden başka kimselerin yayınlamaya değer bulmadığı, futbol kalitesi olarak vasat bir dünya derbisi (!) daha oynandı geçenlerde. Derbi bitmez nasılsa! Ve yine sahada oynanan futbol değil, başka şeyler konuşuldu; görünmez tele çarpan top, Kadıköy’ün büyüsü, 16 senenin laneti süsledi manşetleri. Bu vesileyle hatırlayalım Arubinha’nın lanetinden, Benfica teknik direktörü Béla Guttmann’a uzanan lanetlenmiş futbol hikâyelerini…

Yıl 1937… Vasco da Gama, yağmurlu bir gecede, zayıf rakibi Andarai ile oynayacağı maça giderken yolda kaza geçirmiş, maça geç kalmıştır. Sağanak yağmur altında rakip takımı sahada yarım saatten fazla bekleyen Andarai, Vasco’nun hükmen mağlup ilan edilmesini talep eder. Ancak bu istek kabul görmez ve geç başlayan maçı ilk yarıda 5 gol atan Vasco 12-0 kazanır. Bu ağır yenilgiye çok kızan Andarai’nın kulübedeki futbolcusu Arubinha, yağmurlu bir Aralık akşamında Vasco da Gama’nın, “Sao Januario” sahasına bir kurbağa gömer ve lanetini haykırır: “If there is a God in heaven, Vasco must go without a Championship for 12 years!” (Eğer gökyüzünde gerçekten bir Tanrı varsa, Vasco Da Gama 12 sene boyunca şampiyonluk yüzü görmesin!)

O günden sonra uzun zaman şampiyonluğa hasret kalır Vasco Da Gama. İnanışa göre, o maçta attıkları her gol onlara bir senelik lanet getirmiştir. Brezilya’da halk arasında, yağmurun bekçisi, kötülüğün ulağı olarak bilinen kurbağanın laneti! Takım 1943 ve 1944 senelerinde ülke futbolunun en iyi futbolcularına sahip olmasına rağmen şampiyon olmayı başaramaz. 1943 senesinde şampiyonluk kupasını son maçta Flamengo’ya 6-2 yenilerek kaybeder. Arubinha’nin lanetinden kurtulmak için her yolu denerler ama kurtulmak mümkün olmaz. Hatta büyüyü çözebileceğini söyleyen takımın eski bir futbolcusu günlerce sahada kurbağayı arar ama bulamaz. 1944 senesinde, takımın yöneticileri ve taraftarları, bu kez traktörlerle sahayı delik deşik ederek lanetli kurbağayı aramaya devam ederler, ama nafile…

1945 senesinde, 1934 senesindeki şampiyonluklarının üzerinden 11 sene sonra Vasco Da Gama, Rio şampiyonluk kupasını kazanırken genel inanış Tanrı’nın cezalarının bir senesini affettiği yönündedir. (Kaynak – Gölgede ve Güneşte futbol – Eduardo Galeano).

***

Sene 1962… Benfica takımının Macar teknik direktörü Béla Guttmann, o sene takımıyla Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasını kazanmıştır. Takımın iki sene arka arkaya kazandığı bu büyük kupada en büyük pay sahibi olduğuna inanan Guttmann yönetimden maaşına zam yapılmasını talep eder, ancak olumsuz yanıt alır. Bu duruma çok öfkelenen teknik direktör takımdan ayrılıp “C.A. Peñarol” un başına geçerken, Benfica için şu cümle dökülür dudaklarından: “Not in a hundred years from now will Benfica ever win a European Cup!” (Önümüzdeki 100 sene içinde Benfica, Avrupa Kupasını kazanamasın!)

O tarihten sonra 1963, 1965, 1968, 1988, 1990 senelerinde 5 kez Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasında final oynayan Benfica her seferinde sahadan yenik ayrılır. 1990 senesinde Viyana’da oynanan final öncesinde, Guttmann’ın şehir mezarlığındaki kabrini ziyaret eden efsane futbolcu Eusébio, takımının üzerindeki laneti kaldırması için dua eder. Ama ne fayda! Milan karşısında oynanan o tarihi maçı Rijkaard’in 68. dakikada attığı golle kaybeden Benfica, o lanetten günümüze kadar Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupasını kazanamaz…

***

İngiltere, 1906… Ada’nın köklü takımlarından Birmingham City, Muntz Street Stadı’nın yerine yeni bir stat inşa etmek için çalışmalara başlamıştır. İlk iş olarak stadın yeni yerinde yerleşik çingeneleri bölgeden uzaklaştıran Birmingham City’nin laneti o gün başlar. Evlerinden olan çingeneler takımın yüz sene başarı yüzü görmemesi için dua ederler. O günden sonra yeni stadında aradığı başarıyı bir türlü yakalayamayan kulüp, zaman içinde laneti kaldırmak için her türlü yola başvurur ama sonuç alamaz. 1980’li yıllarda, takımın teknik direktörü Ron Saunders, sahayı aydınlatan ışıklara haç işareti takmaktan, futbolcuların kramponlarını altını kırmızıya boyamaya kadar her yolu dener. Ama ne çare!
1993-1996 seneleri arasında takımın teknik direktörlüğünü yapan Barry Fry, bir din adamından aldığı tavsiye üzerine stadın dört köşesinde, korner bayraklarının olduğu bölüme işer ama takımın üzerindeki uğursuzluğu kıramaz. Takım taraftarlarının inanışına göre, yüz senelik büyü 2006 senesinin Aralık ayında, ev sahibi takımın Queens Park Rangers’ı 2-1 yenmesiyle son bulur…

***

Batıl inançlı futbolseverlere göre, buna benzer bir lanet de Derby County’nin başına gelmiş. 1890 senesinde inşa edilen Baseball Ground Stadı yüzünden evlerinden olan çingeneler, takımın 100 sene boyunca Federasyon Kupasını kazanamaması için dua ederler. 1896-1903 yılları arasında Federasyon Kupasında altı kez yarı final, üç kez final oynayan Derby County kupayı kaldıramazken, 1903 senesinde oynadığı finalden sonra 43 sene final yüzü göremez. 1946 senesinde, Charlton Athletic’le oynadığı maç 1-1 devam ederken top patlar ve maç bir süre durur. Topun patlamasının büyünün kırıldığının işareti olduğuna inanan takım ve taraftarlar maçın yeniden başlamasıyla şahlanır. Maçın sonunda Derby County 4-1 galip gelmiş, uzun seneler hasret kaldığı kupayı kazanmıştır.

***

Haftaya: Lanetlenmiş futbol – II

Ziya Adnan
10 Mart 2015

Jürgen Klopp bizim coğrafyada olsaydı…

Jürgen Klopp bizim coğrafyada olsaydı…

Uzaklardan…

16 Haziran 1967’de Stuttgart’ta dünyaya gelmiş karizmatik futbol adamı. 1989 senesinden 2001’e kadar süren profesyonel futbol kariyerinde tek takımın formasını giymiş; kökleri 1905 senesine kadar uzanan, günümüzde Bundesliga’da mücadele eden kırmızılı Mainz 05… 1995 senesine kadar forvet olarak top koşturduktan sonra savunmada oynamaya başlamış, kariyerinde 52 golü bulunuyor. Futbolculuğu sonrasında teknik direktörlük deneyimini de aynı takımda yaşamış; takımı köklü tarihinde ilk kez Bundesliga’ya çıkaran teknik direktör olarak biliniyor. 2005-2006 sezonunda ilk kez UEFA Kupasında oynamaya hak kazandılar ama uzun sürmedi yükseliş zamanları. 2006-2007 sezonunun sonunda küme düştüler ama o, görevine devam etti. Eh ne de olsa takımın demirbaşı, sanırım hangi takımın taraftarı olduğunu anlamışsınızdır…

Ama her hikâyenin sonu vardır ve onun Mainz 05’de onca zaman yaşadığı hikâyesi de ertesi sezon takım Bundesliga’ya dönmeyi başaramayınca nihayete erer. 2008 senesinin Mayıs ayında o dönem ligde kötü zamanlar yaşayan Borussia Dortmund’la anlaşır. O sezon Borussia Dortmund’un ligi 13. sırada bitirdiğini, teknik direktör Thomas Doll’un takımdan ayrıldığını hatırlatalım…
İlk iki sezonunda takımı ligi 6 ve 5. sıralarda bitirdi. Takımdaki ilk sezonunda lig şampiyonu Bayern Münih’i devirerek Süper Kupa’yı kazanması kayda değer… İlerleyen zamanlarda yükseliş devam etti; Borussia Dortmund 2010–2011 ve 2011–2012 sezonunu şampiyon olarak bitirip, 2011-2012 sezonunda topladığı 81 puanla o sezona kadar Bundesliga tarihinin en fazla puan toplayan takımı olarak tarihe geçti…

Ama her teknik direktör gibi onun da sıkıntılı zamanları oldu elbet. 2014 senesinin Mart ayında Borussia Mönchengladbach’a karşı oynanan maçta 4. hakem Deniz Aytekin’e hakaret ettiği gerekçesiyle tribünlere gönderildi. 2014-2015 sezonuna iyi başlayan, Süper Kupa maçında Bayern Münih’i iki golle geçen takım ilerleyen zamanlarda inişe geçiyor, 2015’in Ocak ayında ligin dibine demir atıyordu. Bu yazının yazıldığı zamanlarda sarı siyahlı takım 18 takımlı Bundesliga’nın 10. sırasında ve oynadığı 23 maçın 11’inde sahadan yenik ayrılmış. Ligin dibindeki VfB Stuttgart ile arasındaki puan farkı sadece 9 ve yakın geçmişe kadar kafa tuttuğu ligin belalısı Bayern Münih’in 30 puan gerisinde…

***

Şampiyon yaptığı takımı ligin son sırasına kadar düşüren Jürgen Klopp’un takımdaki hikâyesinin kesintisiz devam ettiği zamanlarda, uzaklarda… Ankara’nın güzel insanlarının takımı, Cumhuriyet ile yaşıt Gençlerbirliği aynı sezon içinde 5. teknik direktörle anlaşıyor, son olarak görevi geçmişte takımı iki kez çalıştırmış Mesut Bakkal devralıyordu. Ama kim bilir nereye kadar, malum 1978’den beri başkanlık koltuğunda oturan, o süre zarfında 56 teknik direktörle çalışmış, Allah başımızdan eksik etmesin, 80’ine merdiven dayamış İlhan Cavcav bizim hazin hikâyenin esas oğlanı…

Bunca geliş ve gidişlerden başı dönmüş olanlar için küçük bir hatırlatma: 29 Mayıs 2014 tarihinde Kemal Özdeş Gençlerbirliği teknik direktörlüğüne getiriliyor, 10 Temmuz 2014 günü daha lig başlamamışken, tesislerde yapılan sezonun ilk antrenmanının ardından Kemal Özdeş’in görevine son veriliyordu. Onun yerine gelen Mustafa Kaplan da aynı akıbeti paylaşıyor, 13 Eylül 2014 günü takımdan kovuluyordu. Takımı bir süre altyapı koordinatörü Osman Nuri Işılar çalıştırdı ve kısa süre sonra takımın başına İrfan Buz getirildi. Sonra o da kovuldu. Ligin 2. haftasında görevden alınan Mustafa Kaplan, daha sonra göreve getirilip uzaklaştırılan İrfan Buz’un yerine futbol takımına geçici hocalık yaptı. Ama o da kesmemiş olacak ki Şubat ayının ortalarında Mesut Bakkal 3. kez takıma geri döndü…

Uzatmayalım, malum sürer gider bu hikaye… Başkanların uzun yıllar istikrarlı olarak keyiflerince hüküm sürdüğü, teknik direktör konusunda ise istikrarın beş para etmediği beter bir futbol coğrafyasında, son dokuz senede sadece bir kupa görmüş bizim diğer takım Arsenal’ın başındaki Arsene Wenger’in görevde bulunduğu 1996 senesinden günümüze kadar 30 teknik direktörle çalışmış, üstelik duayen olarak bilinen bir başkandan söz ediyoruz sonuçta. Yakın geçmişte koyu bir futbol sohbetinde, “Çünkü bizim topraklarda hiçbir teknik direktörün ömrü beş seneden fazla değildir!” demişti sevgili Necdet Özkazancı. Konu Gençlerbirliği ve Cavcav olunca, bırak beş sezonu bir sezona bile razı olacak nice Al-Karalı taraftarlar vardır kanımca…
O yüzden, Wenger ve Klopp gibiler kendilerini şanslı saymalı, en azından kariyerlerinde Cavcav gibi başkanlarla çalışmak zorunda kalmamış olmaları adına…

Ziya Adnan
1 Mart 2015

El Torero (Matador)…

El Torero (Matador)…
Uzaklardan…

“O, adına futbol denilen güzel oyunun ikinci mucididir; ilk mucidi ise günümüzden çok zaman önce İngilizlerdi!”

1943 senesinde Buenos Aires’te dünyaya gelen ve 1968 senesinden beri enfes futbol yazıları yazan Arjantinli gazeteci Horacio Pagani şöyle anlatmış futbolcuyu: “O, adına futbol denilen güzel oyunun ikinci mucididir; ilk mucidi ise günümüzden çok zaman önce İngilizlerdi!” Futbol konusunda uzman, 1977-1979 seneleri arasında Real Madrid forması giymiş diğer bir Güney Amerikalı Quique Wolff da katılmış bu yoruma ve devam etmiş: “Boca gelecekte hiçbir futbolcuya onun 10 numaralı formasını vermemeli; zira onun gibisi bir daha gelmez…”
Bu vesileyle Ocak ayının son günlerinde, 36 yaşında futbolu bıraktığını açıklayan, ülkesinde dört sezonda yılın futbolcusu seçilmiş ve Arjantin Milli Takımıyla 51 maçta sahaya çıkmış olan 10 numarayı hatırlayalım bu hafta, bilmeyenlere anlatalım hikâyesini…

Takvim yaprakları 24 Haziran 1978’i gösterirken Buenos Aires’in varoşlarında yoksul bir ailenin on bir çocuğunun ilki olarak dünyaya gelmiş. Uğurlu gelmiş ilerleyen zamanlarda formasını giyeceği ülkesinin takımına; ertesi gün Arjantin Milli Takımı 1978 Dünya Kupasını kazanmış. Çocukluk yıllarında, San Fernando’nun mahalle aralarında top koştururken Argentinos Juniors takımının scoutlarının dikkatini çekmiş, seçmelerde başarılı olunca genç takımda görev yapmaya başlamış. Kısa sürede orta sahada parlayan küçük çocuğu şehrin iki devi Boca Juniors ve River Plate transfer etmek istemiş ama elini çabuk tutan taraf Boca olmuş, 1995 senesinde 800 bin dolar karşılığında saflarına katmışlar yeni yetmeyi. Boca’nın bebelerini de yâd edelim yeri gelmişken, Buenos Aires’in kenar mahallerinden La Boca‘da 3 Nisan 1905 tarihinde Genoa’dan göç etmiş beş İtalyan ailenin bebeleri tarafından kurulmuş Boca Juniors. O yüzden günümüzde bile lakapları “Los Xeneizes” (Genoalılar)…

Takım kurulurken renkleri konusunda anlaşamayınca limana ilk girecek geminin bayrak renklerini kullanmaya karar vermişler. Sarı-lacivert renkler o anda limana giren İsveç bandıralı bir gemiden miras. Maçlarını oynadıkları 49 bin kapasiteli La Bombonera (Çikolata Kutusu), yeni adıyla Estadio Alberto J. Armando Stadı’nın yakınlarına taraftarlarının isteği üzerine mezarlık yaptırmışlar; taraftarlar ölümden sonra bile takımlarına yakın olsunlar diye. Takımın alt yapı seçmelerinde şöyle bir pankart asılırmış tribüne: “Bir gün hepiniz Maradona olabilirsiniz ama bir Che asla!”

Futbolcuya dönersek, Boca’da geçirdiği yedi müthiş sezon ve takımla kazandığı altı önemli kupadan sonra 2002 senesinde 11 milyon Euro karşılığında Barça’nın yolunu tutmuş. Ama yükseliş zamanlarında sıkıntıları da olmuş elbet. İspanya’ya transferinden kısa süre önce 17 yaşındaki kardeşi Christian’ı kaçıranlarla fidye pazarlığına girişmek zorunda kalmış. Sonunda istedikleri parayı verip kardeşini kurtarmış ama o olaydan sonra Boca’da kalmak istememiş…

***
Louis van Gaal’ın teknik direktörlüğünü yaptığı Barça zamanları her futbolcunun unutmak isteyeceği cinsten. Takımda düzenli olarak yer bulamayan, oynadığı zamanlarda ise kanatta oynatılan futbolcuyu 2003 senesinde Villarreal’e kiralamış Barça yönetimi. İspanya günlerinin en parlak zamanlarını geçirdiği takımda müthiş maçlar çıkaran ofansif orta saha oyuncusu 2005 senesinde FIFA’nın yılın futbolcusu ödülünü kazanmış. Değerlisini kaybetmek istemeyen Villarreal yönetimi, Barça’ya transfer ücretinin yüzde 75’ini ödeyerek takımda kalmasını sağlamış. 2005–2007 arasında takımla sahaya çıktığı 49 maçta 15 golü var. Ancak bir zaman sonra teknik direktör Manuel Pellegrini ile ters düşmüş ve 2007 senesinin ilk aylarında kiralık olarak yeniden Boca’nın yolunu tutmuş.

Yeri gelmişken, oynadığı her takımda zaman zaman hocaları ile fikir ayrılıkları yaşadığı, hatta bazen meselenin kavgaya kadar vardığı yazılır. Boca yıllarında, kötü oynadıkları bir maçtan sonra teknik direktör Julio Falcioni hışımla soyunma odasına girmiş ve bağırmış futbolcusuna: “Takımın hocası sen değilsin; benim!” Kızgınlıkla ayağa kalkan futbolcunun söz söylemesine fırsat bırakmayan takım arkadaşları sahadaki liderin o olduğunu, kendisine karşı haksızlık yapıldığını dile getirmişler, hocalarının değil onun yanında yer almışlar.

***
2015 senesinin Ocak ayında, 36 yaşında futbolu bıraktığını açıkladı Boca Juniors efsanesi Juan Roman Riquelme, nam-ı diğer JR… “Bundan sonra sadece taraftarım ve her taraftar gibi sevinci de üzüntüyü de tribünlerde yaşarım” demiş. Geçmiş senelerde Boca Juniors taraftarlarının kulüp tarihinin gelmiş geçmiş en iyi futbolcusu anketinde Maradona’nın önünde onu ilk sıraya taşıdıklarını hatırlatalım. Müthiş top tekniğiyle oyunun temposunu ayarlayan, lider özelliklerine sahip komple takım oyuncusu, atletlerle dolu günümüz futbolunun beyni, oyunu istediği gibi şekillendiren rejisörü…

BBC’nin bilge futbol yorumcusu Tim Vickery 2008 senesinde “one of a dying breed” (nesli tükenmekte olanlardan) cümlesiyle tanımlamış Boca efsanesini.
1994-1996 seneleri arasında Real Madrid’i çalıştıran Jorge Valdano ise Eurosport.com’da şöyle anlatmış 10 numarayı: “Çoğumuz altı şeritli bir otobanda seyahat ederken, gidilecek yere zamana karşı yarış ederek en hızlı şekilde ulaşmaya çalışır. Riquelme farklıdır, o otoban yerine, virajlı, manzaralı, keyif veren bir dağ yolunu kullanarak iki saatte varılacak bir yere altı saatte gider.”

Velhasıl türünün son örneklerinden bir 10 numara daha kaydı yeşil sahalardan, uzaklarda yabancı kuralının bilmem kaçıncı kez değiştirildiği zamanlarda. Naçizane görüşüm, Riquelme gibisini bulacaksanız başımız üstüne…

Ziya Adnan
23 Şubat 2015

Boş tribün manzaralarına bakarken…

Boş tribün manzaralarına bakarken…

Uzaklardan…

Her gün yeni yeni vahşetlerin yaşandığı, giderek bir korku ülkesi haline dönüşen, kadına şiddetin olanca dehşetiyle devam ettiği ülke, İngiliz yönetmen Danny Boyle’in 2002 senesi yapımı “28 Days Later” (28 gün sonra) adındaki müthiş filmini hatırlatıyor. İzlememiş olanlar için kısa bilgi: Filmde, ölümcül virüsten etkilenenlerin kısa süre içinde insani özelliklerini yitirip, öldürmeye şartlanmış saldırgan yaratıklara dönüşmesi anlatılır. Virüs yayıldıkça insanlık adına tehdit daha ürkütücü boyutlara ulaşır. Yirmi yaşındaki üniversite öğrencisi Özgecan Aslan’ın Tarsus’tan Mersin’deki evine gitmek için bindiği minibüsün şoförü tarafndan vahşice katledilmesi, sanırım ancak o filmde anlatılan insanlıktan çıkmışlıkla açıklanabilir. Görünen o ki ülkede şiddet ve cinayet eğilimi patlama noktasında…

O vahşetin yaşandığı günlerde, ülke futbolunu yöneten adam konuşuyor televizyon ekranlarında, dinliyorum. “Passolig sayesinde, istemediğimiz taraftarlar artık statlara gelmiyor” diyor. Artık istemedikleri taraftarlar kimlerse! O konuşmadan kısa süre önce oynanan maçta, şampiyonluğa oynayan Galatasaray’ı Eskişehirspor deplasmanında sadece 19 taraftarın desteklediğini yazıyor gazeteler. Ülkenin her köşesinde maç günleri artık çok aşina boş tribün görüntüleri düşüyor ekranlara ama kimin umurunda! Futbolu yönetenler için tribünlerin dolu olması önemli değil nasılsa, malum amaç taraftarı fişlemek ve müşterileştirmek olunca…

Demirören’in Passolig’i ölümüne savunduğu, ülke futbolunun dibe vurduğu zamanlarda, İngiltere’de oynanan maçlardaki taraftar sayılarına göz atıyorum. Arsenal’ın Leicester City’i 2-1 yendiği maçta 60.032, lider Chelsea’nin Everton’u tek golle geçtiği maçta 41.592, o küçük, şirin şehrin takımı Southampton’un golsüz kapattığı maçta 31.241, ligin alt sıralarındaki West Bromwich’in Swansea karşısında iki golle galip geldiği maçta 23.516 taraftar…

Alt liglerde de benzer bir durum söz konusu… Championship’te, eskiyi özleyen Nottingham Forest’in Wigan Athletic’i 2-0 yendiği maçta 19.619, lig lideri Middlesbrough’nun maçında 18.903, Leeds United’ın kendi evinde Brentford’a kaybettiği maçta 23.164 taraftar…

Premier Lig’in iki altı League One’da, Bristol City’nin Port Vale’i devirdiği maçta 10.890, Sheffied United’ın sahasında 17.162 taraftar… Yeri gelmişken, İngiltere ve Alman alt lig takımlarından Nottingham Forest ve 1910 Hamburg’un seyirci sayısının, bir zamanlar UEFA Kupasını kaldırmış Galatasaray’ı geride bıraktığını hatırlatalım. Geçtiğimiz sezon Nottingham Forest ortalama 19 bin 947, 1910 Hamburg ise 17 bin 415 seyirciye oynamış…

***
Bu verilere bakınca, dünyanın en değerli futbol ligi olarak kabul edilen İngiltere Premier Ligi’nin, yeni yapılacak yayın anlaşmalarından sağlayacağı rakamlara şaşırmamak gerek. Halen ligin televizyon yayın haklarını elinde bulunduran Sky ve BT kanalları, 6 ay sonra masaya oturacakları Premier Lig yönetimine 2013-2016 dönemi için 3 milyar 700 milyon Euro, 20016-2019 yılları arasındaki yeni dönem için 5 milyar Euro vermeyi taahhüt ediyor. Ligin gelirleri yükseldikçe kalitesi de artıyor haliyle, takımların kasaları dolarken rekabette aynı ölçüde kızışıyor. 2013-2014 sezonunda ligi son sırada bitiren Cardiff City’nin, yayın havuzundan 76 milyon Euro para aldığını, bu rakamın, halen yılda 37 milyon Euro kazanan Bayern Münih’in gelirinden iki kat fazla olması kayda değer…

Gelelim adının başına ‘Süper” sıfatı eklenmiş ama futbol kalitesi olarak sınıfta kalmış, taraftarı ve kökleri olmayan belediye takımları ile bezenmiş, makarna markasını göğüs reklamı yapmış kurgulanmış ülke futboluna. Kurgulanmış diyorum, malum tüm planlar varsa yoksa üç İstanbullu’nun aralarındaki yarışı kızıştırma adına. Yoksa Ziraat Kupası’nın çeyrek final eşleşmelerinde bile seri başı uygulaması nasıl açıklanır ki? Eh, tüm mesele finalde iki İstanbulluyu karşı karşıya getirmek olunca… Geçenlerde sitcom tadındaki futbol programlarından birinde eski hakem, “Anadolu takımlarını katlediyorlar” demişti ama eklemeyi unuttuğu şey figüranların bu muameleyi hak ettikleriydi. Malum, hep birlikte izledik şike sürecinde nasıl el pençe divan durduklarını, “velinimetimiz” söylemlerini…

Süper Lig maçlarının yayıncı kuruluşu 2010 yılında yapılan ihaleyi 4 yıl için 321 milyon dolara kazanmış, 2014 yılında bu ihale 2 yıl uzatılmıştı. O zaman bu futbolun bu paraları etmediğini, bu balonun kısa sürede patlayacağını yazmıştık; maç günleri tribünleri dolmayan bir ülkenin futbolunun ilerleyemeyeceğini de… Hikâyenin devamında, yayıncı kuruluş 2014 senesinin Aralık ayında ödenmesi gereken 85 milyon lirayı ödeyemezken; TFF, kapısına dayanan kulüplere ödemek yapmak zorunda kaldı…
Velhasıl, boş tribün manzaralarının futbolu yönetenleri pek rahatsız etmediği ortada. İyi de, kimselerin izlemeye değer bulmadığı bir ürüne hangi aklı başında sponsor para yatırmak ister ki, bir de bunu açıklasalar…

Ziya Adnan
16 Şubat 2015