Ayrılık sevdaya dâhil…

 

Ayrılık sevdaya dâhil…

Uzaklardan…

Neredeyse her transfer sezonunda o takımdan bu takıma zıplayan topçulara fazlasıyla alıştığımız zamanlarda hatırlayalım nesli giderek tükenenleri, kariyerlerinin sonbaharında yeni maceralara yelken açmışları… Şairin mısralarındaki gibi, ayrılık sevdaya dâhil diyerek birkaç satırda yâd edelim tek formanın yakıştığı, bazen istemeye istemeye takımından ayrılmak zorunda kalmışları…

Yakın geçmişte yazmıştım o futbol şehrinde dünyaya gelmiş, çocukluğunda sevdalandığı takımın kaptanlığına kadar yükselmiş 8 numaranın hikâyesini. Henüz 9 yaşında Liverpool’da başlayan serüveni, 18 sene sonra 2015’in yazında son bulurken, futbolun sirki olarak bilinen diyarların, Amerika’nın yolunu tutuyordu Steven Gerrard… “Neşeli sokağın çocuğu”, tek formanın yakıştığı adamların muhtemel en afilisi… Tevekkeli değil, 2013 senesinde Liverpool taraftarları arasında yapılan “100 Players Who Shook The Kop” (Kop’u Sallayan 100 futbolcu) anketinde ilk sırayı almış. Ondan geriye kalan kırmızılı takımda çıktığı 695 maç, o maçlarda attığı 180 gol. Işıltılı kariyerinde bir sezon Şampiyonlar Ligini, iki sezon Federasyon Kupasını, üç sezon Lig Kupasını, iki sezon UEFA Süper Kupasını kazandı ama hiç Premier Lig şampiyonluğu yaşayamadı. Sanırım hep bununla hatırlanacaktır. Muhtemel kariyerinin en unutulmazı o güzel İstanbul akşamında kazandığı Şampiyonlar Ligi kupasıdır ve o bilindik tezahürat anlatır o Liverpool akşamının hikâyesini: “Bir akşam İstanbul’da / Roma’dan 21 sene sonra / Göğsünde Liverpool arması / Kupayı şehrine getirdi…

20 Mayıs 1981’de Madrid’in kıyısına kurulmuş Mostoles şehrinde dünyaya gelmiş Iker Casillas, 25 senelik tek takımlı kariyerinde futbolun en görkemli kupalarını, Dünya Kupasını, Avrupa Şampiyonasını ve Şampiyonlar Ligini kazanmış 1.85’lik kaleci. Onunla birlikte bu başarıyı yakalamış sadece iki kaptan var: Franz Beckenbauer ve Didier Deschamps…

Real Madrid’in altyapısı “La Fábrica”ya kabul edildiğinde henüz 9 yaşındaymış. A takım kadrosuna henüz 16 yaşında dâhil olan Cassilas 2015 senesine kadar süren kariyerinde beş sezon üst üste Avrupa’nın en iyi kalecisi seçildi. 2000 senesinde Şampiyonlar Ligi finalinde Real Madrid’in kalesini korurken kupa tarihinin en genç kalecisi olarak tarihe geçmesi, kariyerinde beş sezonda yaşadığı La Liga şampiyonlukları onun hikâyesinden geriye kalanlar. Yeni sezonda onu Porto’da izleyeceğiz ama sanırım şairin dizelerindeki gibi ayrılanlar hala sevgili…

Real Madrid’in adının geçtiği yerde Barça’yı da anmadan olmaz, haliyle takımın generalini de. Geçen sezonun sonunda, Katalan takımında geçirdiği 17 seneden sonra bu yaz ayrılacağını, Katar takımı Al Sadd ile üç senelik sözleşme imzaladığını duyuruyordu Xavi Hernández. 25 Ocak 1980’de Barcelona’nın 20 kilometre kuzeyinde yer alan, günümüzde 200 bin nüfusa sahip Terrassa şehrinde dünyaya gelmiş. Profesyonel futbolcu olan babası Joaquim sayesinde merak salmış futbola, henüz 11 yaşında Barça’nın futbol akademisi La Masia’ya kabul edilmiş. 18 Ağustos 1998 tarihinde RCD Mallorca karşısında çıktığı ilk maçından günümüze 700 maçta forma giymiş ve toplam 82 gol atmış. İspanya futbol tarihinin en fazla kupa görmüş futbolcusu olan Xavi 133 kez milli takım formasını giymiş. 25 kupa kazanmış kariyerinde. Beş sezonda Ballon d’Or ödülüne aday gösterilmiş, 2010 senesinde o görkemli ödülü kazanmış… Ama her güzel hikâye başladığı gibi biter, gelecek sezon o da takımında olmayacak. Yine de eski alışkanlıkla gözlerimiz sahada o müthiş 6 numarayı arayacak, kalabalık bir orta saha mücadelesinde keskin bir dönüş, bir ara pası…

Diğerlerine göre yaşça küçük 1 Ağustos 1984 doğumlu Bastian Schweinsteiger, Bayern Münih orta sahasının dinamosu. Takımda geçirdiği 13 sezondan sonra o da gelecek sezon farklı bir formayla izleyeceklerimizden. Çocukluk yıllarında çok iyi bir kayakçıymış, hatta futbol ve kayak arasında tercih yapmak durumunda bile kalmış. 1998 senesinin Temmuz ayında, genç takımda başlayan Bayern Münih kariyerinde sekiz Bundesliga şampiyonluğu, bir Şampiyonlar Ligi kupası mevcut… Kariyerine sol bek mevkiinde başlamış, ilerleyen zamanlarda orta sahada görev almaya başlamış. 2015-2016 sezonunda Kırmızı Şeytanlar’da forma giyen ilk Alman futbolcu olarak izleyeceğiz onu…

Konu vefa olunca Chelsea’nin vefalısını da hatırlayalım. 20 Haziran 1978 doğumlu Frank Lampard profesyonel futbol kariyerine 1995 senesinde, bir zamanlar babası Frank Lampard’ın da formasını giydiği West Ham United’da başladı. 2001 senesinde 11 milyon Sterlin karşılığında Doğu Londra’dan Batı Londra’ya transfer olurken, henüz ilk sezonunda 8 gol atıyor, ofansif orta saha rolünde parlıyordu. İlk maçından sonra, takımıyla 164 maç arka arkaya sahaya çıkan Lampard, 2014 senesine kadar uzanan Chelsea kariyerinde üç Premier Lig şampiyonluğu yaşadı. 2011-2012 sezonunda Şampiyonlar Ligini kazanırken o maçta kaptan olarak sahaya çıkan orta saha oyuncusu, aynı sezon Federasyon Kupasını da kazanıyordu. 2014 senesinde New York City’e transfer olduğunda, kulüp tarihinin en büyük futbolcusunun ayrılışına üzülmüştü Chelsea taraftarı…

Ne diyelim, ayrılık da sevdaya dâhil…

Ziya Adnan

31 Ağustos 2015

 

Diaby, Arsenal’in bahtsızı…

Diaby, Arsenal’in bahtsızı…

Uzaklardan…

Kimileri vardır, birkaç verimli sezondan sonra genç yaşında transfer dönemlerinde aranılan, takımların peşinde koştuğu isim haline gelir; yakın geçmişe kadar alt liglerde, futbolun görünmez köşelerinde top koştururken bir anda parlar yıldızı, onu transfer etmek için sıraya girer kulüpler, gazetelerin arka sayfalarını hikâyesi süsler. Şansı yaver gitmiştir, açılır kapılar, yeni ufuklar… Kimileri vardır, büyük hayaller, umutlarla geldiği takımda işler bir anda ters gider, birkaç sakatlık derken ayrı kalır takımından, tepetaklak hallerden geçer, zamanla söner hayaller. Hep bir sonraki sezondan umutla bahsederken zaman içinde unutulur gider…

Hatırlayalım bir zamanlar büyük beklentilerle transfer edilmiş ama 2013 senesinin Ağustos ayından günümüze sadece 16 dakika sahada kalabilmiş, dokuz sezonda 40 sakatlık, sayısız ameliyat geçirmiş, 1.92’lik orta saha oyuncusunu, anlatalım hazin hikâyesini…

11 Mayıs 1986’da Paris’in kuzeyinde yer alan Aubervilliers banliyösünde kamyon şoförü bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmiş. 1998 Dünya Kupası’nın, ülkesinde oynandığı zamanlarda merak salmış futbola, o zamanlardaki kahramanının Patrick Vieira olduğunu vurgular söyleşilerinde. 1996-2005 arasında, Arsenal’de oynadığı dokuz sezonda üç şampiyonluk yaşamış Senegalli orta saha oyuncusuna da selam çakmadan geçmeyelim. Aradan geçen onca seneye rağmen hâlâ adına yazılmış şarkılar söylenir Kuzey Londra takımın tribünlerinde, takıma gönül vermişler yerinin asla dolmadığını söylerler futbol sohbetlerinde…

Futbolcuya dönersek, ilk profesyonel takımı 2004-2006 arasında formasını giydiği Auxerre. Sakatlıklarla boğuştuğu iki sezonda sadece 10 maçta forma giyebilmiş. 2006 senesinin Ocak ayında 2 milyon Sterlin karşılığında Arsenal’e transfer olurken Auxerre başkanı Gerard Bourgoin, kulübün genç futbolcuları satmaktan yana olmadığını, ancak futbolcunun fazla forma şansı bulamadığından satılmasında sakınca görmediklerini söylemiş. İşin ilginç yanı, Chelsea de futbolcuyu kadrosuna katmak için uğraşmış o yıllarda…

Lee Dixon’dan boşalan 2 numaralı formayı kapmış ilk sezonunda. O senenin Mayıs ayında geçirdiği sakatlık uzun sürecek bahtsız hikâyenin başlangıcı olmuş. Sunderland’a karşı oynadığı maçta Dan Smith’in hunhar darbesi sonucu sahayı sedyeyle terk etmek zorunda kalınca o sene oynanan Şampiyonlar Ligi finalini ve 21 yaş altı Avrupa Şampiyonasında boy gösterme fırsatını kaçırmış. O dönemde ayak bileğinden geçirdiği üç ameliyat ve neredeyse bir sene kadar süren iyileşme döneminden sonra sahalara dönmüş ama sakatlığının ciddi olduğunu, kariyerinin erken sona erebileceğini söylemiş doktorlar…

Sonrası sakatlıklarla geçen, her dönüşün kısa sürdüğü, umutların hep bir sonraki sezona kaldığı beklemek ve ummakla geçen zamanlar. 2011-2012 sezonunda, sadece dört maçta forma şansı bulabilmiş mesela, üstelik hiçbir maça ilk 11’de başlayamadan. 2013 senesinin Mart ayında dizinden sakatlanmış ve 13 ay uzak kalmış sahalardan. 2014 senesinin baharında dönmüş takıma ama Ekim ayında yeniden sakatlanmış, bu kez altı ay ayrı kalmış. Takımdaki en verimli sezonu 2009-2010… 55 maçın 40’ında forma giymiş o sezon… Wenger’in de hakkını verelim, aynı jenerasyondan Denilson, Song, Bendtner, Senderos, Djourou’yu gözden çıkarırken, sabırla dönüşünü beklemiş futbolcusunun, güvenini, umudunu hiç kaybetmemiş. Futbol tarihini yazan kitaplar, efsane Shankly’nin, kadrosundaki sakat futbolcularıyla konuşmadığını, iletişim kurmaktan kaçındığını, tüm zamanını işine yarayacaklara harcadığını anlatır. Kalan sağlar bizimdir felsefesi! Wenger’i farklı yazacaklardır şüphesiz…

***

Ve 2015 senesinin yaz aylarında Arsenal’de geçirdiği 11 sezonda sadece 135 maçta forma giyebildikten sonra serbest kaldı Abou Diaby, bir zamanlar Vieira’nın varisi olarak gösterilen, 16 maçta Fransa Milli Takımıyla sahaya çıkmış Arsenal’in bahtsızı. Geçenlerde Daily Mail gazetesine verdiği söyleşide, son iki sezonda sadece iki maçta forma giyebildiğini, üzgün olduğunu söylüyordu ve gösterdiği sabır için Wenger’e teşekkür ediyordu…

Onun bedelsiz olarak Marsilya’nın yolunu tuttuğu zamanlarda Ada futbolunun yükselen yıldızı John Stones’u transfer edebilmek için 30 milyon Euro’yu gözden çıkartmıştı Chelsea. 2013 senesine kadar alt liglerde, Barnsley’de top koşturuyordu Stones. 2013 senesinin Ocak ayında 3 milyon Sterlin karşılığında Everton’a transfer olmuştu. Velhasıl, birinin yıldızı parlarken, diğeri sakatlıklarla geçen zamanlara yanıyordu. Arsenal taraftar forumlarının birinde okumuştum. “Şimdilerde tarih olmuş Hihgbury Stadı’nda forma giymiş en son futbolcu da takımdan ayrıldı” diyordu eskiyi bilen Arsenal taraftarı ve devam ediyordu: “O harika futbol mabedinin son halkasını da kaybettik.”

Ziya Adnan

20 Ağustos 2015

 

Premier Lig: Futbolun Darphanesi…

Premier Lig: Futbolun Darphanesi…

Uzaklardan…

Günümüz futbolunun en görkemli sahnesi Premier Lig’in temeli 1992 senesinin Mayıs ayında atıldı. O senenin yazında, Danimarka Milli Takımı, “plajdan apar topar gelerek” son anda katıldığı Avrupa Şampiyonasında, finalde Almanya’yı 2-0 yenerek şampiyon olurken, Ada futbolu 1985 senesinde yaşanan Heysel faciasının yarattığı travmayı unutmaya, yakın tarihin karanlık izlerini silmeye çalışıyordu. 70’li ve 80’li yıllarda Avrupa sahalarında esip kükreyen İngiliz takımları sessizliğe bürünmüş, holiganizm illetinin izlerini taşıyan ve tribünleri dolmayan ürkütücü futbol mabetlerinde keyif vermeyen maçlar oynanıyordu. “Serie A” ve “La Liga”nın izlenme oranları, kulüp gelirleri Ada futboluna fark atıyor, o dönemin yıldız futbolcuları ilk fırsatta kapağı İtalya ve İspanya’ya atıyordu…

Hani derler ya, önce teşhis sonra tedavi… Futbolun doğup büyüdüğü topraklarda futbolu yeniden izlenir hale getirmek için kolları sıvadı İngilizler. Gazetelerin manşetlerinde, ‘London Weekend Television’ (LWT) direktörü Greg Dyke’in futbolun 5 önemli kulübü ile masaya oturduğu, anlaşma şartlarının detayları yazılıyordu. Kurulacak olan yeni lig ile kulüplerin gelirleri artacak, televizyon gelirleri, sponsorluk anlaşmaları sayesinde kulüpler statlarını yenileme fırsatı bulacak, maddi açıdan daha güçlü hale geleceklerdi. O yıllardaki İngiltere 1. Ligi ve yeni lig arasındaki temel fark, televizyon gelirlerinin sadece yeni kurulacak ligde oynayan takımlar arasında paylaştırılacak olmasıydı. Eski sistemde televizyon gelirleri tüm takımlar arasında eşit paylaştırılıyor, 2. Ligde orta sıralarda mücadele eden takımla, 1. Ligin üst sıralarındaki takım eşit derecede pay alıyordu…

Görüşmelerin ilk aşamasında ülkenin önemli televizyon kanallarından ITV, maçların naklen yayın hakkı için kulüplere 205 milyon Sterlin önermiş, uzun süren pazarlıklar sonucu bu rakam 262 milyon Sterlin’e çıkmıştı. Ancak o yıllarda Rupert Murdoch’un kurmuş olduğu, abonelerine ücret karşılığında hizmet veren özel televizyon kanalı ‘Sky’ televizyonu devreye giriyor, Tottenham Hotspurs’un başkanlığını yapan iş adamı Alan Sugar’ın tavsiyesi ile naklen yayın ücretini yükseltiyordu…

“Big five” olarak bilinen beş büyük kulübün (Manchester United, Liverpool, Tottenham, Everton, Arsenal) dördü ulusal televizyon kanalı ITV’nın teklifine olumlu bakarken, sadece Tottenham Hotspurs’ün başkanlığını yapan Alan Sugar Sky’a destek verdi. Adının baş harflerinden yarattığı “Amstrad” (Alan Michael Sugar Trading) elektronik şirketi, Sky televizyonu ile ticari anlaşmaları ve Sky’ın çanak antenlerini üretmesi ile biliniyordu. Haliyle Sky’a destek vermesi boşuna değildi…

Beş büyük kulübün dışında kalanlar, maçlarını ulusal kanalda düzenli olarak yayınlama sözü veren ITV’nin teklifini sıcak karşılamıştı. Sky ise bu konuda herhangi bir güvence vermiyordu. Neticede konu mahkemeye taşındı ve yeni bir futbol liginin kurulmasının önünde bir engel olmadığı, ülkenin Futbol Federasyonun bağımsız olduğu kararına varıldı…

Bazıları şiddetle karşı çıksa da o sene 104 senelik ‘İngiltere Lig statüsü’ değiştirildi ve 22 takımın katılımı ile yeni bir lig kuruldu. Şimdilerde alt liglerde eski günlerine ağıt yakan Coventry City, Ipswich Town, Leeds United, Middlesbrough, Nottingham Forest, Oldham Athletic, Sheffield United, Sheffield Wednesday, Wimbledon, Luton Town, Notts County de o takımlar arasındaydı…

***

Aradan geçen zaman diliminde futbolun en görkemli sahnesi ve yıldızların gözdesi haline geldi Premier Lig. Tribünler doldu, yenen sevindi, yenilen üzüldü ama kazanan hep futbol oldu. O süre içinde kimleri izleme fırsatı bulmadı ki futbol sevdalıları: Peter Schmeichel, Patrick Vieira, Cristiano Ronaldo, Dennis Bergkamp, Eric Cantona, Thierry Henry, Gianfranco Zola, Ruud Van Nistelrooy, Luis Suarez bir çırpıda akla gelenler. Onları izleme fırsatı bulanların belleklerine kazınmış futbola ve onlara dair nice güzel hikâyeler kaldı mutlaka gelecek nesillere anlatılacak…

 

Günümüzde 212 ülkede 4,7 milyar futbolsever ekranları başında izliyor Premier Lig maçlarını. 2014/2015 sezonunda, ülke statlarındaki ortalama taraftar sayısı 36.176. (Passolig’in yerle yeksan ettiği Süper Lig’de 2014/2015 sezonu seyirci ortalaması 7.809). Eh haliyle, ilgi bu kadar büyük olunca gelirlerin de katlanarak artması kaçınılmaz. İnanması güç ama 2016/2017 sezonundan itibaren üç sezon için televizyon gelirleri 3 milyar Sterlinden 5,1 milyar Sterline yükselecek. Küme düşen kulübün kasasına 99 milyon, şampiyonun kasasına 150 milyon Sterlin girecek. Transfer harcamaları da zenginliğin göstergesi… 2004/2005 sezonunda Premier Lig takımlarının transferlere harcadığı toplam 265 milyon Sterlin iken bu rakam 2014-2015 sezonunda 853 milyona yükselmiş. Darphane denilmesi boşuna değil anlayacağınız…

***

Premier Lig’den uzaklarda, takım otobüslerinin, futbolcuların arabalarının kurşunlandığı, o güzel oyununun giderek darbukalı, tabancalı, bıçaklı ve bol kavgalı sefil bir düğünü andırdığı, aklı başında futbolseverin futbola sırtını döndüğü coğrafyada… Biliyorum bizim topraklarda bir Premier Lig yaratmak zor ama hiç olmazsa içinde kurşun, iddianame, şike, teşebbüs, belediye, başkan, hapishane kelimelerinin geçmediği futbol yazıları yazılabilsin. Bitsin insan haklarını ihlal eden Passolig saçmalığı, bitsin yedi tepeli bir şehrin üç takımının sandalcı kavgası, bitsin belediye takımları… Maç günleri ülkenin dört bir yanında dolsun tribünler, babalarının ellerinden tutmuş çocuklar aksın statlara, şehir takımlarının sesleri duyulsun, yenenin de yenilenin de alkışlandığı statlarda sadece renkleri değil, ilk önce o güzel oyunu sevmeyi öğrensin futbolsever…

Biz görmedik ama bari bizden sonra gelenlerin anlatacak nice güzel futbol hikâyeleri olsun…

Ziya Adnan

20 Ağustos 2015

Futbolun Humphrey Bogart’ı…

Futbolun Humphrey Bogart’ı…

Uzaklardan…

Usta bir satranç oyuncusuna benziyor; rakipten gelecek hamleleri daha önceden görebilen, kendi stratejisini çok önceden geliştirebilen, çabuk düşünen müthiş bir beyin, bir dâhi. Sanki belleğinde var olan kamera ile maç boyunca sahanın fotoğrafını çekip, o fotoğrafta gördüğü boşlukları, rakibin kapatamadığı alanları kullanıyor. Messi kadar süratli ve Ronaldo kadar güçlü değil, ikisi kadar bol gol de atamıyor, ama futbol zekâsına gelince ikisinden de altta kalmıyor. Kendi de farkında bu gerçeğin. Geçmişte İspanya’nın çok satan gazetelerinden El Pais’e verdiği söyleşisinde şöyle özetlemiş meseleyi: “Daha süratli olmayı çok isterdim, fizik gücü olarak da kısıtlı olduğumu biliyorum ama futbol zekâm sayesinde ayakta kaldım.”

Barça’nın efsanelerinden, takımın teknik direktörlüğünü de yapmış Johan Cruyff, FİFA’nın yılın futbolcusu ödülünün ona verilmesi gerektiğini söylemişti yakın geçmişte: “Cristiano Ronaldo ve Lionel Messi gerçekten olağanüstü futbolcular. Ama bana göre, o takımın generali, diğerleri onun zekâsıyla ön plana çıkıyor.” Ustaya katılmamak elde değil…

“Onu ilk izlediğimde, gelecekte Barça’nın beyni olacağını anlamıştım. Bu çocuk, benim en iyi olduğum zamanlarda bile benden daha iyiydi.” cümlesiyle özetliyor topçusuna duyduğu hayranlığı eski hocası Pep Guardiola. Takım arkadaşları arasında Humprey Bogart olarak bilinirmiş, şaşırmadım. Malum karizma denilince akla ilk gelen…

Jenerasyonunun en iyi orta saha oyuncularından biri olarak kabul ediliyor. 1.70’lik boyuyla kendinden fizik olarak çok daha güçlü rakiplere karşı zekâsını kullanıyor. Oyunun temposunu ayarlayan, geriye ve yana verdiği paslarda bile oyunu şekillendirebilen bir pas profesörü. Derler ki, “İyi topçular oyun içinde kendilerine daha fazla zaman yaratırmış.” Bu tezi sanırım en iyi o doğruluyor. Dar alanda rakip takım oyuncularınca kuşatılmışken bile sakinliği, keskin bir dönüşle boş alana topla birlikte sarkışı, öldürücü pasları izleyenleri büyülüyor. Kolay top kaybetmiyor. “10 yaşından beri Barça’da bize öğretilen, futbolda en utanç duyulacak şeyin top kaybetmek olduğudur” demiş bir söyleşisinde.  Barça başkanı Sandro Rosell, takımın tiki-taka oyun felsefesinin mimarının, “The Puppet Master” (kukla hocası) olarak gördüğü futbolcusunun olduğuna inanıyor…

***

25 Ocak 1980’de Barcelona’nın 20 kilometre kuzeyinde yer alan, günümüzde 200 bin nüfusa sahip Terrassa şehrinde dünyaya gelmiş. Profesyonel futbol oynamış babası Joaquim sayesinde merak salmış futbola, henüz 11 yaşında Barça’nın futbol akademisi La Masia’ya kabul edilmiş. 1991-1997 seneleri arasında geliştirmiş hünerlerini, 1997-1998 senesinde Josep Maria Gonzalvo’nun teknik direktörlüğünde FC Barcelona rezerve takımıyla 2. Lige yükselen kadronun yıldızlarındanmış.

Barça’nın ‘A’ takımıyla sahaya çıktığı 1998-1999 sezonunda, La Liga’nın en iyi genç futbolcusu seçilmiş. 1999 senesinde İspanya’nın kazandığı FIFA 20 Yaş Altı Dünya Kupası’nda yıldızı parlarken, 2000 senesinin yaz olimpiyatlarında takımıyla gümüş madalya kazanmış. 1999-2000 sezonunda, Pep Guardiola’nın sakatlanmasından sonra takımdaki oyun kurucu görevini üstlenmiş. Barça’nın maddi sorunlarla boğuştuğu, La Liga’ya güç bela tutunduğu zamanlarda, defansif orta saha rolünde takımını ayakta tutanlardanmış. 16 Mart 2002’de “El Clasico”da ilk golünü kaydederken, 2004-2005 sezonunda takımın kaptanlığına getirilmiş. Ama her futbolcu gibi iyi günlerinin yanında sıkıntılı zamanları da olmuş. Barça’nın La Liga’yı ve Şampiyonlar Ligi’ni kazandığı 2005-2006 sezonunun büyük bölümünde dizinden geçirdiği sakatlık nedeniyle yerini alamamış. Rijkaard’ın takımda teknik direktörlük yaptığı dönemde uzun süre yedek kulübesine mahkûm kalmış ama yılmamış…

Kariyerinde sekiz sezonda La Liga şampiyonluğu yaşarken (kaç futbolcuya nasip olur ki), iki sezon İspanya Kupasını, üç sezonda da Şampiyonlar Ligi’ni kazanmışlığı var. İspanya Milli Takımıyla 2010 Dünya Kupasını, 2008 ve 2012’de Avrupa Şampiyonasını kazandı. 2011 senesinin Şubat’ında Daily Mail gazetesine verdiği söyleşide, jenerasyonunun en iyi orta saha oyuncusun Paul Scholes olduğunu söylüyor ve devam ediyor: “İspanya’da doğmuş olsa muhtemel değeri daha iyi bilinirdi.” Çocukluk yıllarında örnek aldığı futbolcuların John Barnes, Paul Gascoigne ve Matt Le Tissier olduğunu dile getiriyor.

Zaman içinde eleştirenleri de olmuş elbet; İngiltere’nin çok satan bulvar gazetelerinden Daily Mail, 13 Ocak 2009 tarihinde o senenin Ballon d’Or (FIFA’nın yılın futbolcusu) adaylarını açıklarken en iyilerin yanına parantez içinde onun da adını yazmış, hani aday adayı niyetine, dalga geçercesine. “Windshield Wiper” (Cam sileceği) diyenler bile olmuş onun için, çünkü topu sürekli yana oynuyormuş. “Bir orta saha oyuncusuna göre az koşuyor ve savunma yönü zayıf” diyenler bile olmuş geçmişte…

Kimden bahsettiğimi anlamışsınızdır sanırım. Xavi Hernández Creus… Barcelona orta sahasının generali, İspanya Milli Takımının beyni… Geçtiğimiz günlerde Katalan takımında geçirdiği 17 seneden sonra takımından ayrılarak Katar takımı Al Sadd’ın yolunu tuttu. 18 Ağustos 1998 tarihinde RCD Mallorca karşısında çıktığı ilk maçından günümüze 700 maçta forma giymiş, 82 golü bulunuyor. 180 asist yapmış o maçlarda, 50’nin üzerinde futbolcunun golünde onun pası mevcut. Barça kulüp tarihinin en fazla milli olmuş futbolcusu, 133 kez milli takım formasını giymiş. 25 kupa kazanmış kariyerinde, İspanya futbol tarihinin en fazla kupa görmüş futbolcusu. Beş sezonda Ballon d’Or ödülüne aday gösterilmiş, 2010 senesinde o görkemli ödülü kazanmış…

Ama her güzel hikâye başladığı gibi biter, yeni sezonda Barça takımında olmayacak Xavi. Yine de eski alışkanlıkla gözlerimiz sahada o müthiş 6 numarayı arayacak, kalabalık bir orta saha pozisyonunda keskin bir dönüş, bir ara pası…

Yine de bunca zaman o futbol dâhisinin hünerlerini izleyebildiğimiz için şanslı sayalım kendimizi, sıcak diyarlardaki yeni serüveninde bahtı açık olsun…

Ziya Adnan

7 Ağustos 2015

Ne mutlu, hükûmetin yok ama artık Podolski’n var!

Ne mutlu, hükûmetin yok ama artık Podolski’n var!

Uzaklardan…

Geçenlerde ülkenin çok satan bilindik gazetelerinin birinde yazıyordu, çay parasına dünya yıldızının ülke futboluna muhteşem transferi! Ülkede hükümet kurulamıyordu ama futbolcunun transferini manşetlerden duyurmuştu. Habere göre, sarı kırmızılı takım, Lukas Podolski için 6 milyon Euro’dan kapıyı açan Arsenal’i 2,5 milyon Euro bonservis bedeline ikna etmişti. Eh, bizim kulüplerin ikna kabiliyeti malumunuz, hele bir de karşınızdaki transfer işlerinden hiç anlamayan saf Arsene Wenger olunca!

Velhasıl bir transfer sezonunda daha ülke takımları geçmişten ders almamakta kararlı adımlarla borç batağına gömülürken, anlatalım kalemimiz yettiğince nicedir yakından izleme fırsatı bulduğumuz Podolski’nin hikâyesini…

4 Haziran 1985’de dünyaya gelmiş Polonya asıllı forvet. 2003 senesinde başladığı FC Köln macerasının devamında, 2006 senesinde 10 milyon Euro transfer bedeliyle Bayern Münih’e transfer oldu. Ancak işler umduğu gibi gitmeyecek, 2009 senesine kadar kaldığı takımda düzenli olarak forma şansı bulamayınca 2009 Temmuz’unda geldiği paraya yeniden FC Köln’ün yolunu tutacaktı. 2007-2008 sezonunda sadece iki maçta forma giyebilmiş. Köln’e döndüğü ilk sezon tam hayal kırıklığı. Büyük beklentilerle geldiği takımdaki ilk sezonunda sadece üç golü var. Bir sonraki sezonunda karnesi biraz daha iyi, 13 gol ve 7 asist. 2011-2012 sezonu takımdaki en iyi sezonu. O sezon 29 lig maçında 18 golü bulunuyor ama takımını küme düşmekten kurtaramamış.

2012 senesinin Ocak ayında Arsenal’e transferi gündeme geliyor ama gerçekleşmiyordu. O senenin yazında Arsenal’e geldiğinde 26 yaşındaydı ve kulüp futbolcu için Köln’e 11 milyon Sterlin ödemişti. Futbolcu dört sene boyunca top koşturacağı Arsenal’de senelik 7 milyon Euro kazanacaktı.  (İngiltere’de futbolcuların yüzde 50 vergi ödediğini hatırlatalım). Arsenal’in ligi 4. sırada bitirdiği 2012-2013 sezonunda 16 gol ve 11 asisti var…

2013-2014 sezonun başında Fenerbahçe karşısında oynanan Şampiyonlar Ligi ön eleme maçında sakatlandı ve 10 hafta sahalardan uzak kaldı. Takıma döndüğü zamanlarda takımın forvet hattındaki rekabet kızışmış; Yaya Sanogo, Olivier Giroud, Danny Welbeck, Theo Wallcott’un yanında daha az forma şansı bulmaya başlamıştı. Oyuna sonradan girdiği maçlarda kimi zaman iyi işler yapıyor, kimi zaman tembel görüntüsü yedek kalma nedenini açıklıyordu. Sol kanatta oynadığı zamanlarda etkisizdi, süratli ve agresif olmayışı, sert rakiplere karşı oyundan düşüşü karnesindeki olumsuz notlar. Naçizane görüşüm, dünya yıldızı dediğin, müthiş bir sol ayak ve zaman zaman ölümcül şutlardan çok daha fazlasına sahip olmalı. Liderlik özelliği olmalı mesela. Bir başına oyunu çevirebilmeli mesela. Yedek kulübesinin müdavimi olmaya başladığı zamanlarda, 2015 senesinin Ocak ayında İnter’e kiralandı ama burada da ilk 11’e girmekte zorlandı. O dönemde takımın teknik direktörü Mancini’nin, bazı maçlarda Alman futbolcu yerine Xherdan Shaqiri’ye forma vermiş olması kayda değer…

***

Ve şimdi  30 yaşındaki forvet oyuncusu Galatasaray’da. 3+1 yıllık imza sonunda ilk 3 yıl için 3’er milyon Euro garanti ücret ve maç başına da 20’şer bin Euro alacakmış. Arsenal’e ödenen 2,5 milyon Euro ve aracılarla ödenenlerle birlikte Galatasaray’a maliyeti 15 milyon Euro civarında. Bu senenin Mart ayında borcu 523 milyon TL olarak açıklanan, geçtiğimiz sezon Passolig garabeti yüzünden 24 bin taraftar ortalamasına oynamak zorunda kalan bir takım için hiç de yazıldığı kadar kârlı bir alışveriş olmadığı ortada. Aralarında Tarık Çamdal’ın da bulunduğu 12 oyuncudan daha ucuza mal edilmiş diye seviniyor bazıları, o transferlere ödenen rakamların uçukluğunu görmezden gelerek. Ama ne futbolda, ne yaşamda iki yanlış bir doğru yapmıyor. Üstelik 2011-2012 sezonunun başında, yine Arsenal’den 3,5 milyon Euro transfer bedeliyle transfer edilen, A2 takımında antrenmanlara çıktığı son sezonda bile ortalama 2,5 milyon Euro kazanan Emmanuel Eboue örneği önümüzde öylece dururken.

Arsenal dünya futbolunun 1,3 milyar Sterlinle en zengin beşinci kulübü. 2014 senesinde kulübün geliri 298,7 milyon Sterlin. Her maçta doldurduğu 60 bin kişilik Emirates Stadı’nda maç başına geliri 3,5 milyon Sterlin. Wenger’in felsefesi, 30 yaşına gelmiş hiçbir futbolcuya uzun sözleşme vermemek, maliyeti pahalı oyuncuları mümkün olduğunca çabuk sürede elden çıkarmak. Podolski de onlardan biri. Bizim kulüplerin aksine, miadını doldurmuşların yerine kendi yıldızlarını yaratmayı seviyor Fransız teknik direktör. Geçtiğimiz günlerde, Forbes dergisinin yayınladığı en zengin futbol kulüpleri sıralamasında Galatasaray’ın 5 basamak üzerindeki İnter bile futbolcuyu satın alma yerine kiralama opsiyonunu kullanıyorsa, bu alışverişte kazanan Galatasaray değil, Arsenal ve Podolski aslında. Neticede Arsenal’e transfer olduktan dört sene sonra, 30 yaşına bastığı zamanlarda, daha zayıf bir ligde, daha zayıf rakiplere karşı oynayarak İngiltere’de kazandığına yakın kazanacak. Üstelik üç sezonluk parası garanti. Ama mesele illa da Arsenal’den oyuncu almaksa, 2014 Dünya Kupası’nın yıldızlarından 23 yaşındaki Kosta Rika’lı Joel Campbell’i hatırlasaydınız keşke…

Galatasaray’a gelince… 2011 senesinde 11 milyon Euro’ya sattığı Arda bugün 40 milyon Euro ediyorsa, yapılması gereken ortada. Yeni Arda’lar çıkartabilmek, altyapına önem vermek, FC Porto olabilmek. 2004 senesinde, Mourinho önderliğinde Şampiyonlar Ligi’ni kazandıkları zamandan günümüze sattıkları futbolculardan 400 milyon Euro’dan fazla kazanmış Ejderhalar. Üstelik güçlerinden kaybetmeden. O dönemde 7 lig şampiyonlukları bulunuyor.

Velhasıl, nicedir futbolun Katar’dan önceki son durağı olmuş ülkem takımlarının savurgan transfer politikası Albert Einstein’ın cümlesini hatırlatıyor: “Delilik, aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemektir.”

Ziya Adnan

6 Temmuz 2015

 

 

Yeni sezonda eski hüsranlar…

Yeni sezonda eski hüsranlar…

Uzaklardan…

Siz bakmayın Robin Van Persie’nin, bizim coğrafyanın gerçek futbol ülkesi olduğuna inandığını söylemesine. Hiç beklemediği bir anda çok değerli bir hediye alan, başına talih kuşu konmuş küçük çocuğun heyecanına verin. Malum, koskoca sezonda seyirci ortalaması 7.809 olan, maç günleri ülkenin dört bir yanında tribünlerini doldurmayı başaramayan bir coğrafya asla futbol ülkesi olamaz. Hele de ülkenin milli takımı Dünya Kupası elemelerine Faroe Adaları’yla birlikte dördüncü torbadan katılıyorsa! O yüzden, bunca zaman futbola dair size öğretileni sıfırlamaya buradan başlayın, futbol ülkesi olmadığımıza inanın önce…

Sonra “üç büyükler” meselesi var sırada, futbola dair en büyük Türk yalanı. Kafayı bir şehrin üç takımıyla fena bozmuş, rekabetsizlikle lanetli beter bir düzende hep aynı beter hikâye… Maç günleri yurdun dört bir yanında boş tribün manzaraları ve bu durumu hiç dert etmeyen hedefsiz Anadolu kulüplerinin yöneticileri. Para yayıncı kuruluştan geliyor nasılsa! Hiçbir ülke televizyonunun yayınlamaya değer görmediği, bizden başka kimsenin ilgilenmediği toz duman İstanbul derbileri… Parasızlıktan, ilgisizlikten, sahipsizlikten sürüm sürüm sürünen asırlık kulüpler, onlara inat halkın paraları ile desteklenen, taraftarı ve kökleri olmayan belediye takımları… Bütün mesele formaya 4. yıldız, köprülere asılan bayraklar! Velhasıl ligimizin kalitesi ortada… Yakın geçmişte yurt dışına ihraç ettiğimiz futbolcu sayısı sadece iki…

Ülkenin en zengin, en güçlü takımlarından Fenerbahçe, Şampiyonlar Ligi ön eleme maçlarında 2002 senesinden beri 6 kez elendi, kimi zaman Avrupa futbolunun pek vasat takımları karşısında. Geçenlerde elendiği Shaktar Donesk’in teknik direktörü Lucescu’nun takımda görev yaptığı 11 sezonda, 8 teknik direktörle çalışmış sarı lacivertliler, istikrar diyenlere hatırlatma…

Sadece Fenerbahçe değil Avrupa arenalarının sıklıkla hüsran yaşayanı. Nicedir pastanın çileğini arayan Galatasaray geçen sezon oynadığı Şampiyonlar Ligi maçlarında sadece bir puan toplayıp, kalesinde 19 gol gördüğü grubu sonuncu bitirdi. Tek teselli onca senede kazanılan bir UEFA Kupası. Oysa o kupayı Sevilla 2006 senesinden beri dört kez kazandı…

Ülkenin 4. büyüğü Trabzonspor’un Avrupa Ligi elemelerinde havlu attığı Rabotnicki’nin senelik bütçesi 350 bin, futbolcuların ortalama aylık maaşı 2000 Euro! Trabzonspor’un bir maçta futbolcularına ödediği, adamların neredeyse sezonluk bütçesi, o gariban takımın karşısında havlu atan bizim büyüğün özeti bu aslında…

Yeri gelmişken yaşı yetmeyenlere hatırlatalım, geçen sezonun başında 18 futbolcu transfer eden Karadeniz kulübü 80’li yılların ortalarına kadar esip kükrerken, kadrosunda tek yabancısı bile yoktu. Gücünü kendi şehrinin çocuklarından, alt yapısından alan takımdı eskinin Trabzonspor’u. Şimdi o da hayal oldu. Velhasıl her transfer döneminde harcadıkları onca paraya rağmen bizim büyüklerin (!) durumu ortada. Ülke futbolunun üç lokomotif takımının toplam borcu 1 milyon Dolar’ın üzerinde ama ne gam! Yabancı kısıtlamasının kalktığı sezonda har vurup harman savurdukları onca paraya rağmen değişen bir şey yok şark cephesinde…

***

Naçizane hatırlatma, gerçek futbol coğrafyalarında, her takım kendi taraftarı için büyüktür. Ada futbolunda, Championship’te geçen sezon küme düşmekten kıl payı kurtulan Brighton Howe Albion’un, evinde, Falmer Stadı’nda oynadığı maçlardaki taraftar ortalaması 25.645, bizde şampiyon Galatasaray’ın yakalayabildiği taraftar ortalaması 24 bin. Eğer bir gün Türk futbolu ilerleme kaydedecekse, bunun yolu Anadolu şehirlerinin dolu tribünlerinden ve rekabetten geçecektir, yazın bir kenara.

Bir de altyapı meselesi var düşündükçe insanı kederlere boğan. Adının başına “altyapı” eklenmiş ama yapıdan başka her şeye benzeyen, futbolumuzun ücra köşelerinde, göstermelik futbol okullarında hikâyeleri hep yarım kalacak gençlerin toplamı bizde altyapı dedikleri… Kovulan teknik direktöre 8 milyon Euro tazminat ödenirrken, altyapı hocasının 1500 TL maaş aldığı, neresinden tutsan elinde kalan garip bir düzen. Daha önce de yazmıştım, ülke takımlarının ilk on birinde alt yapıdan iki, 18 kişilik kadrosunda alt yapıdan dört futbolcu olması gerektiğini. Türk futbolunu ileriye taşıyacak olanlar, uğruna çuval dolusu paralar saçılan, son kullanım tarihine yaklaşmışlar değil, Arda, Muhammet, Salih Uçan’lardır zira. Sahip olduğun potansiyeli, üzerinde görmezden gelerek oturduğun madeni işleyebilmektir çözüm. 5 milyon nüfuslu Norveç’in 16 yaşından daha küçük olan futbolcularının sayısı, 75 milyon nüfuslu Türkiye’nin genel futbolcu sayısından daha fazlaysa sorunu başka yerde arama…

Ülkenin spor medyasının perişanlığını da atlamayalım… Dünyanın hangi medeni futbol ülkesinde bir Pazar akşamı televizyonda, futbol topunu ve yeşil sahayı görmediğiniz halde sadece üç takımın tartışıldığı, beş saate yakın süren futbol programı yapılır, bilen varsa…

Çözüm mü?

Çözüm ortada… İnandığınız tüm masalları, futbola dair ezberlerinizi, marka değeri palavrasını unutup hikâyenin en başına dönmek, her şeye yeniden başlamak, rüyadan uyanmaktır çözüm. Türk futbolu aşama kaydedecekse her şeyi sıfırlayıp, yeni aktörlerle hikâyeye yeniden başlamak, kendi liginde rekabeti yaratmak gerekir…

Ziya Adnan

15 Ağustos 2015

Emirates Kupası…

Emirates Kupası…

Uzaklardan…

Şöyle bir bak ülkene! Herkesin herkesten nefret ettiği, kendi gibi olmayanın yok sayıldığı, savaşın gölgesinde çocukların öldüğü ama gazete manşetlerinin bomba transfer haberleriyle oyalandığı, ne yargısına, ne polisine güvenemediğin, cehaletin, vicdansızlığın, arsızlığın kol gezdiği beter bir coğrafya görüp göreceğin. Kaçak bir sarayın gölgesinde artık yönetilemeyen, doğusuyla batısının siyah ve beyaz kadar farklılaştığı, adaletin mumla arandığı, son on yılda başkalaşmış artık tanımakta güçlük çektiğin topraklar… Bir tarafta ölen çocuklar, ülkeyi saran terör dalgası, bir tarafta milyonluk yatlarda zevk-ü sefa manzaraları! Futbolu yazması kolay ama ya ülkem…

Çok uzaklarda, sonbaharı hatırlatan yağmurlu, kasvetli havada Londra… 2015-2016 sezonunun başlamasına az kala, Emirates Kupasında… Arsenal metrosunun önündeki kalabalık, futbolsuz zamanlarda bu diyarlarda o güzel oyuna duyulan özlemi anlatıyor. Pahalı malikânelerin yer aldığı şimdilerde tarih olmuş Highbury Stadı’nın önünden stada doğru yürüyor taraftarlar, babalarının ellerinden tutmuş kırmızı formalı küçük çocuklar akıyorlar stada, yeni sezona yeni heyecanlara. Bir sezonun daha başlamasına yakın o futbol mabedi müdavimlerini kucaklarken, Chelsea’den transfer edilen Petr Cech taraftardan en çok alkışı alıyor…

***

İlk kez 28-29 Temmuz 2007’de oynandı Emirates Kupası, o iki günde stadı ziyaret edenlerin sayısı 110 bin… Ülkemizde, Süper Lig’de geçtiğimiz sezon seyirci ortalaması 7.809! O sene Arsenal, Paris Saint-Germain, Valencia ve İnter’in katıldığı turnuvayı ev sahibi kazanmıştı. Arsenal 2009 ve 2010 senelerinde turnuvayı iki kez daha kazanırken, 2012 senesinde Londra’da gerçekleşen Olimpiyatlar nedeniyle turnuvaya ara verildi. Turnuvanın yayın haklarını elinde bulunduran İngiliz televizyon kanalı ESPN, maçları Brezilya’dan Avusturalya’ya kadar geniş bir yelpazede yayınlıyor. Futbola pek ilgi duymayan Amerikalılar bile izliyormuş Emirates Kupası maçlarını. Anlayacağınız marka değeri içi boş cümlelerle, kurgulanmış futbolla, kalitesiz bir ligle değil, o güzel oyunu sevdirmekle, dolu tribünlerle yaratılıyor…

Adını sponsorundan alan stadın asıl ismi “Ashburton Grove”, Kuzey Londra’nın kendi halinde bir mahallesinden miras. Futbolseverler onu sponsorun adıyla tanıyorlar, bir havayolu şirketi adına reklamın bundan iyisi de olmaz muhtemel. Futbolun beşiğinde, o iki görkemli futbol mabedi Wembley ve Old Trafford’dan sonra 3. büyük stat, 60.361 kapasiteye sahip, Arsenal’in evinde oynadığı maçlarda tıka basa doluyor. 44 bin kombine biletli taraftar ve o kombineye sahip olabilmek için yaklaşık sekiz sene bekleme sırası günümüz Arsenal’ini ve endüstriyel futbolu anlatıyor…

1997 senesinde planlanmaya başlanmış Emirates projesinin yaratıcısı Arsene Wenger. 1913 senesinden o güne kadar takıma ev sahipliği yapmış 38.500 kapasiteli Highbury Stadı’nın her sezon artan talebi karşılayamadığını, Avrupa’nın devleriyle aynı kulvarda mücadele edebilmek için mali anlamda onlar kadar güçlü olmak gerektiğini, kulübün daha büyük bir stada ihtiyacı olduğunu gözlemlemiş profesör. Önce Highbury Stadı’nın bulunduğu yere daha büyük bir stat yapmak için kolları sıvamış Arsenal yönetimi. Ancak stadın ”East Stand” adı verilen tribününün tarihi yapı olması ve bölge sakinlerinin şiddetli itirazı neticesinde bu düşünceden vazgeçmişler. 1998 senesinde maçlarını Wembley Stadı’nda oynamak için Federasyona başvurmuşlar ama kısa sürede bu planda suya düşmüş. Kulübün imdadına Highbury Stadı’na taş atımlık mesafede, yüzde 80’i İslington Belediyesi’ne ait olan sanayi bölgesi “Asburton Grove” yetişmiş. Uzun süren istişareler, proje aşamalarından sonra İslington Belediyesi yeni stad yapımına izin vermiş…

Emirates Stadı için, “1925 senesinde Arsenal efsanesi Herbert Chapman’ın kulübe transfer edilmesinden sonra alınmış en doğru karar” diyor Wenger. Her ne kadar inşaat çalışmaları 2002 senesinin Ağustos ayında başlamış olsa da, finans konusunda sıkıntı yaşayan kulüp projeyi bir süre askıya almak zorunda kalmış. Ta ki 2004 senesinin Ekim ayında Emirates Havayolları ile yapılan 100 milyon Sterlinlik sponsorluk anlaşmasına kadar. O dönem Arsenal’in sponsorluğunu yapan mobil telefon şirketi O2’nun kulüple anlaşmasının bitiminde, 2005-2006 sezonunun sonunda Emirates Havayolları, Kuzey Londra takımının yeni sponsoru olmuş. Emirates, maliyeti 390 milyon Sterlini bulan stadın 15 seneliğine isim hakkını alırken, proje 2004 senesinde yeniden başlamış. Nihayetinde 22 Temmuz 2006 tarihinde taraftarlara kapılarını açmış o görkemli mabet…

Statla ilgili az bilinen bir gerçek, Şampiyonlar Ligi maçlarında UEFA tarafından “Arsenal Stadı” (Highbury’nin eski adı) olarak tanıtılması… Zira Emirates, Şampiyonlar Liginin resmi sponsorları arasında yer almıyor. Geçmişte Bayern Münih’in Allianz Arena Stadı da futbolun en ihtişamlı şöleninde başka bir isimle anılmış…

Wenger’e gelince, geçenlerde “The Guardian” gazetesiyle yaptığı söyleşide, ne zaman emekliliği düşünse panik atak yaşadığını söylemiş. Futbolsuz yaşayamayacağını düşünüyor 65 yaşındaki profesör. Geçen sezon bir maçta yolunun kesiştiği Sir Alex Ferguson’a futbolu özleyip özlemediğini sormuş biraz naif bir dille. “Özlemiyorum” demiş kesin bir dille Ferguson. “Ama onun başka uğraşları, mesela atları var” diyor Wenger ve ekliyor: “Ben atlardan hiç anlamam!”.

Gelecek senenin Kasım ayında kulüpteki yirminci senesini dolduracak. Nice senelere…

Ziya Adnan

27 Temmuz 2015

 

 

Barça’yı kurtaran İrlandalı…

Barça’yı kurtaran İrlandalı…

Uzaklardan…

Şimdilerde futbolun en büyüğü Barça, 1999’dan bu yana La Liga’yı sekiz sezonda şampiyon bitirmiş, dört sezonda Şampiyonlar Ligi’ni kazanmışlar. Ancak hikâyenin bir de başı var, dara düşüp kulübün kapısına kilit vurulma noktasına geldikleri siyah beyaz zamanları anlatalım bilmeyenlere, kurtarıcıları İrlandalıyı yâd edelim…

Temmuz 1936… İspanya iç savaşı patlak vermiş, tarihin 2. Dünya savasının provası olarak yazıldığı kara zamanlarda ülke kana bulanmıştır. Haliyle ülkede futbol askıya alınmış, La Liga perdelerini indirmiştir. Sadece Cumhuriyet yanlısı kulüplerin Akdeniz Liginde mücadele etmesine izin verildiği zamanlarda İspanyol kulüpleri parasızlıktan iflasın eşiğine gelmiş, başta Barça olmak üzere birçok kulübün kapısına kilit vurulmak üzeredir…

1937 senesinin ilk aylarında, Barça’nın kaderi Manuel Mas Serrano adında Meksikalı bir iş adamının kulübe yaptığı teklifle değişir. Mas Serrano, takım futbolcularından Josep Iborra aracılığıyla, Barça’nın Meksika’da oynayacağı gösteri maçları karşılığında kulübe 15 bin Dolar ödeyeceğini, ayrıca ulaşım ve konaklama dâhil tüm masrafların tarafından karşılanacağının teminatını verir. 14 gün sürecek Meksika turnesinde takımın kafilesinde 16 futbolcu yer alacak, ayrıca dört kişilik teknik heyet futbolculara eşlik edecektir. O dört kişi, kulüp doktoru Modest Amoró, kulübün sekreterliğini yapan Rossend Calvet, teknik direktör Patrick O’Connell ve yardımcısı Ángel Mur’dur. Barça’yı parasal açıdan düzlüğe çıkaran bu teklif sonrasında takım Club América, Atlante F.C. Necaxa ve Meksika Milli Takımı karşısında sahaya çıkar. Turnenin devamında Amerika’ya geçen takım, Brooklyn Hispano, Brooklyn St. Mary’s Celtic ve American Lig karmasıyla maçlarına devam eder ve son maçında Hebrew takımıyla karşılaşır.

Turnenin sonunda kulüp finansal açıdan rahatlamış, ancak futbolcuların Meksika’ya iltica etmelerinin akabinde teknik direktör O’Connell sadece dört futbolcuyla İspanya’ya dönmüştür. 1937-38 sezonunda Cumhuriyetçilerin katıldığı Akdeniz Ligi de sayıca azalmış,  ikinci bir Akdeniz Ligi düzenlemek imkânsız duruma gelmiştir. O’Connell’in girişimleri sonucu düzenlenen Katalan ligi Barça’nın yok olmanın eşiğinden dönmesine vesile olur. Önemli futbolcularını kaybetmiş olmasına rağmen takım La Liga’dan çok önce, 1929 senesinde kurulmuş Katalan şampiyonluğunu kazanır. Sonraları bu lig General Franco’nun gazabına uğrayacak, futbol tarihini yazan kitaplarda unutulmuş bir lig olarak yerini alacaktır…

***

Takvim yaprakları 8 Mart 1887’i gösterirken İrlanda’nın günümüzde 86 bin nüfusa sahip Westmeath kasabında dünyaya gelmiş Patrick Joseph O’Connell. Dublin’de geçen çocukluk yıllarında merak salmış futbola. İlk profesyonel sözleşmesini 1909 senesinde Belfast Celtic kulübüyle imzalamış. Profesyonel dedikse, günümüzdeki gibi futbolcuların çuval dolusu paralar karşılığında oynadığı zamanlar gibi değil, sadece karın tokluğuna. Futbol sertliğe dayalı kurallarla oynandığı, yere sağlam basanın, ayakta kalanın kazandığı zamanlarda iyi bir savunmacı olarak nam salmış. Neticede futbol dediğin erkek oyunu, öyle öğretmediler mi bize!

İlerleyen zamanlarda o yılların gözde kulübü Sheffield Wednesday, takım arkadaşı Peter Warren ile birlikte iki futbolcuyu o günün parası 50 Sterlin karşılığında kadrosuna katmış. Ancak yeni takımına uyum sağlamayan futbolcu düzenli olarak kadroya girmeyi başaramayınca üç sezon sonra Hull City’e satılmış. Burada çok başarılı maçlar çıkaran ve kırık kolla tamamladığı bir maçtan sonra kupa kaldıran futbolcuyu Manchester United 1000 Sterlin ödeyerek transfer etmiş. Bu transferden üç ay sonra, 1. Dünya savaşının patlak vermesiyle futbol kesintiye uğrasa da, 1915 senesinin Nisan ayında oynanan bir maç futbolcunun kaderini değiştirmiş.

Kümede kalmak için deplasmanda Liverpool’ yenmesi gerek United hiç beklenmedik sonuçla sahadan 2-0 galip ayrılarak kümede kalmayı başarmış. United”in küme düşmesine kesin gözüyle bakılırken, o maçtan sonra küme düşen takımlar Chelsea ve Tottenham Hotspurs olmuş. Ancak bu sonucu hayli şaibeli bulan İngiltere Futbol Federasyonu’nun açtığı soruşturma sonucunda United takımından üç, Liverpool’dan dört futbolcu şikeye karıştıkları gerekçesiyle futboldan ömür boyu men edilmiş. Suçlu bulunanlar arasında O’Connell yokmuş ama skor 1-0 iken kullandığı penaltının neredeyse taca gitmiş olması şüpheleri üzerine çekmiş. Öyle ki penaltının dağa taşa gitmiş olmasından rahatsız olan hakem maçı bir süre durdurarak yardımcıları ile maçın tatil edilip edilmemesini istişare etmiş.

Kimlerine göre şikeci, kimlerine göre şikeyi bilen ama içinde yer almayan futbolcu o maç sonrasında kendisine kulüp bulmakta zorlanınca bir süre Londra’da bir mühimmat fabrikasında çalışmış. Futbol kariyerini İskoçya’da Dumbarton takımında sonlandırdıktan sonra eşini ve dört çocuğunu terk eden futbolcudan uzun zaman haber alınamamış. Çok zaman sonra hayatta olduğu, bulunduğu coğrafyaya dair ipuçları ailesine gönderdiği mektuplardan ortaya çıkmış. İçi İspanyol paraları ile dolu zarfların üzerinde Santander’den geldiği yazıyormuş.

1922 senesinde Racing Santander’in teknik direktörlüğüne getirilen, 1929 senesine kadar takımda beş şampiyonluk yaşayan O’Connell ülkede “Don Patricio” lakabı ile nam salmış, İngiltere ve İrlanda’da yakalayamadığı başarıyı çok uzaklarda yaşamış. 1931-1935 arasında Real Betis’i çalıştıran teknik adam 1932 senesinde 2. Ligine çıkardığı takımla 1935 senesinde kulübün La Liga’da ki yegâne şampiyonluğunu görmüş. O dönemde Betis’in Halkla İlişkiler sorumlusu Julio Jiménez Heras, “O bu kulübün makûs kaderini değiştirdi” demiş İrlandalıyı yâd ederek.

1959 senesinde, 71 yaşında kardeşinin evinde, bir çatı katında yoksulluk içinde zatürreeden ölen O’Conwell’in mezarı batı Londra’nın St Mary’s Katolik mezarlığındadır. Ve şimdilerde Johan Cruyff, Oliver Kahn, Martin O’Neill ve Luis Figo’nun ortak girişimiyle Barça’yı kurtaran adam için bir anıt mezar yapılması amacıyla kampanya başlatmıştır…

Ziya Adnan

21 Temmuz 2015

Robin Van Persie…

Robin Van Persie…

Uzaklardan…

2006 senesinin o güneşli Temmuz gününde, Kuzey Londra’nın görkemli Emirates Stadı’nı dolduran 60 bin taraftar unutulmaz 10 numarayı son kez izleme adına oradaydı. Futbol kariyerini noktaladığı Arsenal, ilk takımı Ajax karşısında sahne alırken, o jübile maçında sahada kimler yoktu ki: Thierry Henry, Ian Wright, Emmanuel Petit, Patrick Vieira, Marc Overmars, Jaap Stam ve hatta son 10 dakikada oyuna giren Johan Cruyff, Marco van Basten… 11 senelik Arsenal kariyerinde 423 maça çıkmış Hollandalı o gün yeşil sahalara veda etti. Bergkamp’in Arsenal formasıyla kaydettiği 120 gol dev ekranda yeniden gösterilirken buruk bir hüzün kaplamıştı o futbol mabedini. Bir jübile maçına gösterilen büyük ilgi ona duyulan saygıyı anlatıyordu. Böylesine bir veda, kaç futbolcuya nasip olurdu ki?

***

Bergkamp’in yeşil sahalara veda ettiği günlerde, onun varisi olarak gösterilen genç vatandaşı bazen ilk 11’de, bazen de rezerve takımıyla çıktığı maçlarda adından sıklıkla söz ettiriyordu. 6 Ağustos 1983 Rotterdam doğumlu forvet, futbola SBV Excelsior takımının miniklerinde başlamış, ancak ilerleyen zamanlarda antrenörü Jamie Mcculloch ile yaşadığı sorunlar nedeniyle Hollanda’nın köklü takımı Feyenoord’a geçiş yapmıştı. Henüz 17 yaşında, Feyenoord’un ilk 11’inde yer almaya başlarken ilk sezonunda 15 maça çıkıyor, 2001-2002 sezonunun sonunda ülkesinde “Yılın Genç Futbolcusu” ödülünü kazanıyordu.

Bir sonraki sezonda üç senelik profesyonel sözleşmeye imza atsa da teknik direktörü Bert van Marwijk ile yıldızı barışmıyor, 2002 senesinin UEFA Süper Kupa finali öncesinde Real Madrid’e karşı forma giyme şansı bulamadan kadro dışı kalıyordu. O yıllarda takımda yaşadığı sorunlar nedeniyle adı ‘uyumsuza’ çıkmış, Feyenoord teknik heyeti takımdan gönderilmesine karar vermişti. Ancak geçmişte yaşadığı disiplin sorunları nedeniyle bir türlü alıcısı çıkmıyordu…

İmdadına 17 Mayıs 2004 tarihinde Arsene Wenger yetişirken, 2,75 milyon Sterlin karşılığında Arsenal’a transfer oluyor, Kuzey Londra takımı ilk pazarlıkta istenen 5 milyon Sterlin’lik bonservis bedelini neredeyse yarıya indiriyordu. Önceki sezonlarda Thierry Henry adında bir sol açıktan müthiş bir forvet yaratan Fransız teknik direktör, bu kez 21 yaşındaki sol kanat oyuncusunu takıma kazandırmıştı…

***

Arsenal formasıyla ilk maçına 8 Ağustos 2004 tarihinde sezonun açılış maçında, Community Shield Kupası maçında Manchester United karşısında çıktı ve Arsenal o maçı 3-1 kazandı. İlk kez sahaya çıktığı takımıyla kupa kazanmasına rağmen 2004-2005 sezonunun büyük bölümünü yedek kulübesinde geçiriyor, 27 Ekim 2004 tarihinde bir Lig Kupası maçında Manchester City’e karşı forma giyiyordu. Arsenal o maçı 2-1 kazanırken, takımının gollerinden biri onun ayağından gelmişti…

2006 senesinin soğuk bir Şubat akşamında oynanan maçta, Southampton takımının sol beki Graeme Le Saux’a yaptığı kasıtlı faul nedeniyle kırmızı kart gördüğünde, saha kenarındaki teknik direktörü Wenger’in kızgınlığı yüzünden okunuyordu. Ertesi günün spor sayfalarında, o maçı anlatan Telgraph gazetesi yazarı, genç futbolcuyu “21 yaşında ama sahada 9 yaşındaki çocuk gibi davranıyor!” cümlesiyle manşetlere taşımıştı…

O maçtan sonra bir süre yedek kulübesine mahkûm olmuş, Thierry Henry’nin sakatlanmasıyla yeniden forma şansı bulmuştu. Arsenal’in Blackburn Rovers’ı elediği Federasyon Kupası maçında takımının iki golü onun ayağından geldi. O sezon forma giydiği 41 maçta 10 gol kaydetti. 2005-2006 sezonuna iyi başlayan forvet oyuncusu, 8 maçta 8 gol kaydederken Kasım ayının en iyi futbolcusu seçiliyor, o senenin Ocak ayında kulübü sözleşmesini 2011 senesine kadar uzatıyordu. O sözleşmeden kısa süre sonra, Cardiff’e karşı oynanan Federasyon Kupası maçında ayak parmağı kırılacak, uzun süre sahalardan uzak kalacaktı. Mayıs ayında Arsenal’in Barça’ya 2-1 yenildiği Şampiyonlar Ligi finalini yedek kulübesinden izledi. 2006-2007 sezonunun başında, Londra derbisinde Charlton Athletic’e attığı mükemmel gol sezonun en iyi gollerinden biri olarak istatistiklere yazılırken, Ocak ayında Manchester United’a karşı oynanan maçta bir kez daha sakatlanıyor, sezonu 13 golle kapatıyordu. Sakatlıklarla boğuştuğu zamanlarda düzenli olarak forma giyememesine rağmen, Arsenal’in en golcü futbolcusu olması kayda değer.

***

Premier Ligde unutulmaz izler bırakmış Henry’nin, Barca’ya transferinden sonra Wenger’in gol yollarındaki ilk tercihi olarak 2007-2008 sezonuna iyi başlıyor ve 10 maçta 7 gol kaydediyordu. Ancak bu kez milli takımıyla çıktığı maçta sakatlanacak ve sahalardan iki ay uzak kalacaktı. Sezonun geri kalanında ara ara forma giyse de, sakatlıklar yakasını bırakmıyordu. 2008-2009 sezonuna iyi başlayıp 4-4 biten Londra derbisinde Tottenham’a karşı Arsenal kariyerinin 50. golünü kaydediyor, o sezonu 20 golle tamamlıyordu. Bir sonraki sezona Arsenal’in efsane ismi Dennis Bergkamp’ın 10 numaralı formasıyla başlarken, ligi en golcü futbolcu sıralamasında Carlos Tévez ve Dimitar Berbatov’un ardından 3. sırada tamamlıyor, Altın Ayakkabı ödülünü kıl payı kaçırıyordu.

O günlerde Emirates Stadı’nın tribünlerinde yankılanan o tezahürat, kariyerinde kat ettiği mesafeyi anlatır hikâyesini bilenlere: “RobinVan Persie – He scores when he wants!” (Dilediği zaman got atar!)

***

2012 senesinin Ağustos ayında 24 milyon Sterlin bedelle Manchester United’a transfer olduğunda, içindeki çocuğu dinlediğini, o çocuğun ısrarla United’ı istediğini dile getirmiş “The Independent” gazetesine verdiği söyleşide. Arsenal macerasından geriye kalan 8 sezonda forma giydiği 194 maçta 96 gol…

Ve 2015 senesinin yazında, muhtemel içindeki çocuğu bir kez daha dinleyerek (!) kariyerini bizim coğrafyada devam ettirmeye karar verdi RVP. 32 yaşına basmasına az kala, Fenerbahçe’den kazanacağı senelik 4,9 milyon Euro (ayrıca maç başına 20 bin Euro) ve üç senelik sözleşme bu kararı vermesinde önemli pay oynamıştır şüphesiz. Tıpkı Manchester United’da, Arsenal’de kazandığının neredeyse iki katını kazandığı gerçeği gibi. Yanlış anlaşılmasın, her profesyonel futbolcu gibi onun da en fazla kazanacağı kulübe gitmesi en doğal hakkıdır. Ancak Avrupa’nın hiçbir kulübünün o yaştaki bir futbolcuya bu kadar bonkör sözleşme vermeyeceği gerçeği de unutulmasın derim…

Bir de, hiç beklemediği bir anda çok değerli bir hediye alan küçük çocuğun heyecanı ile bizim coğrafyanın gerçek futbol ülkesi olduğuna inandığını söylemesi var ki, bizim vasat futbolu iyi tanımamasına verilsin. Malum, seyirci ortalaması 7.809 olan bir coğrafya asla futbol ülkesi olamaz. Hele de ülkenin Milli takımı dünya kupası elemelerine Faroe Adalarıyla birlikte dördüncü torbadan katılıyorsa! Naçizane önerim, birilerinin kendisine bizim ülkede uygulanan Passolig gerçeğini hatırlatması olur…

 

Ziya Adnan

15 Temmuz 2015

Tarihin en bereketli transferleri…

Tarihin en bereketli transferleri…

Uzaklardan…

Bir transfer sezonunda daha gırtlağa kadar borç içindeki ülke takımları pastanın çileği peşinde koşarken, Sırbistan U20 takımı finalde Brezilya’yı yenerek tarihindeki ilk şampiyonluğunu yaşıyordu. Takımın toplam değeri 3,3 milyon Euro… Fenerbahçe’nin, geçen sezon Manchester United’ın kadrosunda yer bulamamış, Sporting Lizbon’da kiralık oynayan 30’una merdiven dayamış Nani için gözden çıkardığının yanında devede kulak misali. Takımın 2 Ağustos 1997 doğumlu forveti Ivan Saponjic, Partizan’da forma giyiyor, ilerleyen zamanlarda adını sıkça duyacaksınız muhtemel…

Sadece Fenerbahçe değil elbet har vurup harman savuran, Galatasaray’ın Akhisar Belediye’den geçen sezon 800 bin TL alan 32 yaşındaki Bilal Kısa ile yıllık 2,4 milyon TL sabit ücret ve maç başı 45 bin TL karşılığında 2+1 yıllık sözleşme imzalaması da takdire şayan! Üstelik Arsenal’den transfer ettikleri Emmanuel Eboue fiyaskosu hâlâ hafızalarda taptaze yerini korurken… Bir de toplam kadro değeri 5,5 milyon olan Antalyaspor’un üç sezon için 34 yaşındaki Eto’ya 12 milyon Euro ödeyecek olması meselesi var ki tam giderek Katar’ı hatırlatan ülke futbolunu muhtemel en iyi anlatan…

Bu vesileyle bir transfer sezonunda daha ülke basını elde patlaması muhtemel bombaları manşetlere taşırken, hatırlayalım tarihin en bereketli transferlerini, transfer işini en iyi becerenleri…

1997 senesinin Şubat ayı… Ada basını Arsenal’in yeni teknik direktörü Wenger’in 17 yaşındaki Fransız forveti, Paris Saint-Germain’den 500 bin Sterlin’e transfer ettiğini yazıyordu. 1996-1997 sezonunda kadroya girmekte zorlanan oyuncu, bir sonraki sezon takımın golcüsü Ian Wright’in sakatlanmasıyla takımda yer buluyor, o sezon Arsenal Premier Lig şampiyonluğu ile birlikte Federasyon Kupasını kaldırıyordu. Genç futbolcu kupa finalinde Arsenal’in, Newcastle United’ı iki golle geçtiği maçta ikinci golü atıyor, Arsenal’e gönül verenler Wenger’in müthiş transferini alkışlıyordu. O sezonun “en iyi genç futbolcusu” seçilen, Kuzey Londra takımıyla 72 kez sahaya çıkan ve 27 gol kaydeden Nicolas Anelka, 1999 senesinin yaz aylarında 23 milyon Sterlin karşılığında İspanyol devi Real Madrid’e transfer oldu. Arsenal bu transferden 22,5 milyon Sterlin kazanmıştı…

1991 senesinin yazı… 28 yaşındaki kaleci Brondby’den Manchester United’a 505 bin Sterlin karşılığında transfer oluyor, 1999 senesine kadar kaldığı takımda 5 Premier Lig şampiyonluğu, 3 Federasyon kupası ve bir sezon da Şampiyonlar Ligi’ni kazanıyordu… IFFHS tarafından yüzyılın en iyi 10 kalecisi arasında gösterilmesi tesadüf değil anlayacağınız. 2000 senesinde Sir Alex Ferguson “Yüzyılın kelepiri” olarak tanımlamış 1.91’lik dev kaleciyi. 2003 senesinde futbolu bıraktığında 40 yaşındaydı Peter Schmeichel, Ada futbolunun muhtemel gelmiş geçmiş en iyi kalecisi…

Mayıs 2004… Feyenord’un 5 milyon Sterlin istediği 21 yaşındaki golcüsünü, istenilen rakamın yarısından az fazlasını ödeyerek kadrosuna kattı Arsenal. Wenger’in şapkadan çıkarttığı bir tavşan daha… 2012 senesine kadar kaldığı takımda 194 maçta 96 golle kulüp tarihinin en fazla gol atan 8. golcüsü olarak tarihe yazıldı Robin Van Persie. 2012 senesinin yazında, 30’una yaklaştığı zamanlarda 24 Milyon Sterlin bedelle Manchester United’a transfer oluyor, Kuzey Londra takımı, Feyenord’a ödediği rakamın neredeyse 10 katını kazanıyordu.

1992 senesinin Kasım ayı… Alex Ferguson’un henüz Sir unvanını kazanmadığı zamanlar… Manchester United’ın, 1,2 milyon Sterlin ödeyerek kadrosuna kattığı Fransız hücumcu 1997 senesine kadar kaldığı takımda 4 Premier Lig şampiyonluğu yaşadı. “Old Trafford Stadı’nın parlayan yıldızıydı, topa her dokunuşunda tribünler canlanırdı” demiş onun için Sir Alex. Tevekkeli değil, yakın geçmişte Manchester United taraftarların dergisi “İnside United”da kulüp tarihinin en büyük futbolcusu olarak gösterilmiş Eric Cantona, nam-ı diğer “King Eric”.

Liverpool’un 1980 senesinde Chester City’e 200 bin Sterlin ödeyerek kadrosuna kattığı 9 numaranın kulüp tarihin gelmiş geçmiş en büyük golcüsü olacağını kim bilebilirdi ki? 1987 senesine kadar kaldığı takımda 224 maçta 139 gol kaydetti Ian Rush. 1986 senesinin Temmuz’unda Juventus’a 3,2 milyon Sterline transferi Ada futbolunun o yıllardaki rekoruydu…

Temmuz 2012… Premier Lig’in Galler temsilcisi Swansea City iki milyon Sterlin ödeyerek Rayo Vallecano’nun 26 yaşındaki golcüsü Michu’yu saflarına katıyordu. İlk sezonunda 43 maçta 22 gol kaydeden forvet oyuncusu, Premier Lig gol krallığı yarışını 18 golle 5. sırada bitirirken sezonun en iyileri arasında gösterilmişti. 2014-2015 sezonunun başında 10,5 milyon Sterlin satın alma opsiyonuyla Napoli’ye kiralandı ama burada aynı başarıyı yakalayamadı…

Tarihin en bereketli transferlerinden dem vurup, işin erbabı İlhan Cavcav’ın da kazandırdıklarını hatırlamadan geçmek olmaz elbet. 1997-1998 sezonunun başında, Paraguay’ın Cerro Porteno takımında oynarken keşfettiği 18 yaşındaki Kamerunluyu Gençlerbirliği’ne getirdiğinde kim bilebilirdi ki bu transferin ülke futbolunun en kazançlı alışverişlerinden olacağını. Orta sahanın sağında parlayıp, iki sezon sonra 5 milyon Dolar karşılığında Real Madrid’e transfer oldu Geremi Njitap. Kariyerinin ilerleyen zamanlarında Premier Lig’de Middlesbrough, Chelsea ve Newcastle United’da top koşturdu. Geçenlerde aramızdan ayrılan Moshoeu’yi anma konuşmasında, Moshoeu, Kona, Khuse ve daha sonra takıma katılan Geremi’nin Gençlerbirliği’ne çok katkısı olduğunu anlatan Cavcav, onların transferinden gelen paralarla kulübün alt yapısını oluşturduklarını anlatıyordu. Ne diyelim, futbol tanrıları her takıma böyle bereketli transferler ihsan eylesin…

Ziya Adnan

30 Haziran 2015