İlhan Cavcav ile söyleşi – 3. Bölüm

Mamak Maskespor’dan Gençlerbirliği’ne… Futbolla akıp giden bir ömür…

(İlhan Cavcav ile söyleşi – 3. Bölüm)

Sizin için hep Afrika’dan bulur getirir derlerdi. Bunun en büyük örnekleri de Moshoeu, Kona, Khuse… O efsane üçlüden Moshoeu geçenlerde aramızdan ayrıldı. Onların hikâyesini en iyi bilenden, sizden dinleyelim mi?

“Orhan Cingözoğlu adında bir menajer arkadaşımla 1993 senesinde onun önerdiği futbolcuları izlemek için birlikte Afrika’ya gittik. O bana 3-4 futbolcu önermişti. Futbolun içinden geldiğim için onun önerdiklerini değil, başkalarını beğendim. “Onlar size yaramaz!” dediler ama ben o üçünü almakta ısrar ettim. Kona ile Khuse’yi 100’er bin dolara aldım. O zaman dolar çok ucuzdu. Moshoeu için 200 bin dolar istediler. İngilizler de ona bu parayı teklif etmişler ancak sadece 8 defa milli olduğu için İngiltere’de oynaması mümkün değil, zira o dönemde bir yabancı futbolcunun en az 11 kez milli olmasını şart koşuyorlar. “İngiltere’ye gel, antrenmanlara çık, yeterli sayıda milli maça çıktığında lisansını çıkartalım” demişler. Moshoeu bunu kabul edecekken ben, “Bizde böyle bir kural yok 200 bin doları ben vereyim, lisansını çıkartalım, hemen oyna” dedim, o da kabul etti. Yalnız bu söylediğim rakamlar kulüplerine verdiğim bonservis ücretleri, kendilerine verdiğim para çok cüzi miktarlardı, inanın şimdi hatırlamıyorum bile…

Böylece üç Afrikalı futbolcuyu transfer etmiş oldunuz…

Evet. Afrika’da geçirdiğimiz 15 günün sonunda üç futbolcuyu uçağa bindirerek Türkiye’ye getirdim. Burada bir anımı anlatmak isterim. Uçakta dördümüz yan yana oturuyorduk. Üçü de bana “Father, Father! (Baba, baba!) diyerek sırtımı okşuyorlardı. Unutamadığım başka bir anım da şöyle: Afrika’da maçları izlerken (iki defa sahanın kenarında, yedek kulübesinde oturduk) herkesin bizi birbirlerine göstermeleri olmuştu. Tabii herkes zenci. O kadar zenci arasında biz iki beyaz göze batıyorduk. Rengimizden dolayı bize bakıp bakıp birbirlerine göstermelerinden rahatsız olmuştum…

Bir de Geremi vardı…

Evet, o zamanlarda Toshack Beşiktaş’ı çalıştırıyordu. Allah rahmet eylesin, Süleyman Seba beni bu futbolcuyu transfer etmek için İstanbul’a çağırdı. Akaretler’de bir otelde buluştuk. “Başkan, bu futbolcuyu bize ver” dedi. “Süleyman Abi, iki milyon dolar verirseniz olur” dedim. Bana, “Sen kafayı mı yedin!” deyince bu transfer olmadı. Sonra Toshack o sene Beşiktaş’tan ayrılıp Real Madrid’e gitti. Bir süre sonra benden yine bu futbolcuyu istedi. Ben bu sefer 5 milyon dolar istedim. Beni İspanya’ya davet ettiler. İspanyolca bilmediğim için başka bir menajeri yanıma alıp gittim. İlk işim Real Madrid’in stadını gezmek oldu. İnanır mısınız o stadın altında yer alan kulüp müzesi kupalarla doluydu. Her taraf kupa…

Oldukça etkileyici bir görüntü yani…

Evet. Sonra bizi bir restorana götürdüler. Onların sekiz yöneticisi, ben ve menajer arkadaşım… Masaya ufak bir dana getirdiler. Şaşırmıştım, çünkü dana sanki canlı gibiydi. Kafası, gözü, kulağı her şeyi tamam! Bizim ülkede kuzu çevirme görmüştüm ama dana çevirme görmemiştim. Danadan çevirme mi olur! Neyse biz danayı afiyetle yedik ve başladık transferi konuşmaya. Adamlar ağız birliği etmişçesine “iki milyon, iki milyon, iki milyon” diyorlar, başka demiyorlar. Sıra bana geldi. Bir kâğıt istedim. Üzerine rakamla “5 milyon dolar” yazdım ve kaldırıp tüm masaya gösterdim. Sonra yanımdaki menajere dönüp, “Kalk gidiyoruz!” dedim. Adamlar şaşırmıştı. “Please, please!” (lütfen lütfen!) dedikten sora beni oturtup “okey” diyerek 5 milyon doları vermeyi kabul ettiklerini, ancak parayı bir ay sonra vereceklerini söylediler. “Peki, menajerin parası ne olacak?” dedim. Ona da 250 bin dolar vermeyi kabul ettiler. Bir ay sonra bize söz verdikleri 5 milyon dolar geldi. Aslında bugün gördüğünüz Gençlerbirliği tesislerinin üzerine “Mosheu, Kona, Khuse ve Geremi” diye yazmak gerek. Zira biz bu tesisleri onlardan kazandığımız paralarla yaptık…

Onları yâd etmişken, sizde iz bırakmış hiç unutamayacağınız futbolcular kimlerdi?

Moshe, Khuse ve özellikle santrfor olduğu için Kona hayatımda unutamadığım bir futbolcudur. Ancak onca zaman içinde Gençlerbirliği’nden çok iyi futbolcular geldi geçti. Bizde kısa süre oynamış olsa da Tijani Babangida (2000-2001), Arjantinli Jorge Rinaldi (1989-1990) ve Arjantinli Claudio Zacarias… Gençlerbirliği olarak iftihar etmek lazım, kulüpten çok iyi futbolular geldi geçti…

Bir de sizin başkanlığınız döneminde Gençlerbirliği bir kez küme düştü. O sezonda ne hissetmiştiniz?

Hatırlarsanız biz 1987-1988 sezonunda küme düştük ve sonra yeniden 1. Lig’e döndük. Ama takıma o kadar güvenim vardı ki yeniden çıkacağımıza emindim ve o konuda hiç şüphem olmadı. Nitekim ertesi sezon büyük farkla şampiyon olduk.

Madem konu düşmelerden açıldı, komşunuz Ankaragücü’nün durumunu nasıl görüyorsunuz?

Ankaragücü, mazisi Gençlerbirliği’nden de eski, çok büyük taraftara sahip köklü bir kulüp. Onların şansızlığı benim gibi bir kulüp başkanına sahip olamamış olmaları… Eğer o yıllarda Sabri Mermutlu beni yönetime kabul etmiş olsaydı ben bugün muhtemelen Ankaragücü başkanıydım. Şimdilerde 2. Lig’de oynadığı halde 8-10 bin taraftar önünde oynuyor. Bizim o kadar büyük taraftar gücümüz ne yazık ki yok. Örneğin geçen sezon bir Trabzonspor maçı oynadık; tribünlerde 850 taraftar, statta 1600 polis vardı!

Bunda Passolig ve e-bilet uygulamasının da olumsuz etkisi yok mu? Geçen sezona kadar Gençlerbirliği stattaki taraftar sayısını ciddi anlamda artıran bir kulüp olmuştu. Özellikle 19 Mayıs Stadı’nda Maraton ve Sağ Kapalı olarak adlandırılan tribünler her maçta doluyor ve her sezon yaklaşık 5.000 kombine bilet satılıyordu. Günümüzde Süper Lig ve 1. Lig’de tribünlerin boş kalmasındaki en büyük sebep olan Passolig konusunda görüşünüz nedir?

Bunun kesinlikle olmaması lazım, yanlış uygulama. Taraftar, 15 lira maç biletine, bilmem ne kadar da Passolig’e veriyor. Mesele güvenliği sağlamakmış! Yahu kardeşim senin emniyetin var, polisin var, görüntü alma durumun var. Kim küfür ediyorsa yakala, al, götür ve öyle bir ceza ver ki bir daha stada gelemesin. Passolig insan haklarına aykırı. Hep söylüyorum Federasyon, Federasyon, Federasyon! Ne yazık ki Türk futbolu iyi idare edilmiyor.

Sizce bu düzende Ankara’dan şampiyon çıkar mı?

Çıkmaz. Hiç umudum yok…

Anadolu’dan çıkar mı?

Tahmin etmiyorum.

Türkiye’de alt yapılara gereken önem veriliyor mu?

Hayır verilmiyor. Keşke genç olsaydım da fazla değil bir üç sene Federasyon Başkanlığı yapsaydım. Tabanı olmayanın tavanı olmaz. İnşaat yapıyorsan evvela temeli sağlam yapacaksın ki bina sağlam olsun. Alt yapılar Futbol Federasyonu’nun en fazla önem vermesi gereken konu. Kulüplere alt yapıdan futbolcu çıkarılmasını şart koşacaksın, teşvik edeceksin.

Elinizden kaçırdığınız ya da keşke satmasaydım dediğiniz futbolcular oldu mu?

Hayır, hiçbir şeklide pişmanlık duymadım. Çünkü Gençlerbirliği bugüne kadar sattığımız futbolculardan aldığımız parayla ayakta kalabildi. Örneğin Jimmy Durmaz’ı 2 milyon avroya sattık. Bir milyon avrosunu peşin aldık, bir milyon avrosunu bu sene alacaktık ama biraz gecikti. Bu paralar gelmese biz ayakta kalamazdık.

Peki, sizce Türk futboluna kaliteli yabancılar geliyor mu?

İstanbul takımlarına geliyor ama maliyetleri çok yüksek. Bizlerin bu paraları vermesi mümkün değil. Bir de acı olan bir gerçek var ki buna Futbol Federasyonu ve Kulüpler Birliği’nin engel olması lazım. Adama tonla bonservis ücreti ve dolgun bir sözleşme verdikten sonra bir de maç başı para veriyorsun! Bu ne yahu! Son derece yanlış. Niye bir sezonda 3-5 milyon veriyorsun? Peşin para verme, maç başına 50 bin avro ver, oynadığı kadar kazansın…

Bu 19 Mayıs Stadı ve Cebeci Stadı’nın durumu nedir, ne olacak? Ankaralı futbolseverlerin içini burkan bir görüntüleri var.

19 Mayıs Stadı’nın yıkılıp aynı yere yeniden yapılması lazım. Hatta stat ile Atatürk Kültür Merkezi arasındaki yolu alttan geçirip iki alanı birleştirerek Ankara’daki amatör ve profesyonel takımlar ve sporcular için spor alanı haline getirilmeli. Ama Ankara üvey evlat muamelesi görüyor.

Deplasmanlara gidiyor musunuz?

Gidiyorum tabii…

İçtenliği ve bu güzel söyleşi için bize ayırdığı zamandan dolayı Sayın İlhan Cavcav’a teşekkür ederiz.

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı

Gen+ºlerbirli-ƒi -¦lhan Cavcav Tesisleri - 01

İlhan Cavcav ile söyleşi – 2. Bölüm

Mamak Maskespor’dan Gençlerbirliği’ne… Futbolla akıp giden bir ömür…

İlhan Cavcav ile söyleşi – 2. Bölüm

Geçen hafta Gençlerbirliği’nin duayen başkanı İlhan Cavcav’la eski günleri yâd etmiş, o yıllara dair anılarını dinlemiştik. Bu hafta kaldığımız yerden devamla…

Yabancı kısıtlaması konusundaki düşünceleriniz…

Biliyorsunuz yabancı futbolcu sınırlaması kalktı ve biz de Kulüpler Birliği olarak bunu istiyorduk. Fakat ben uzun yıllardır devamlı futbolun içinde olduğum için (diğer arkadaşlarım da futbolun içinde ama çoğu sürekliliği olmayan yöneticiler) farklı bir yaklaşımım oldu. Büyük kulüplerin imkânları ve paraları Anadolu kulüplerine kıyasla çok farklı boyutta. Bugün Fenerbahçe’de 14 yabancı var ve bunların her birinin maliyeti 5 milyon, 6 milyon, 8 milyon avro. Bizim öyle imkânlarımız yok. Düşünsenize, yayıncı kuruluştan gelen hasılatın yüzde 50’si dört takım arasında, diğer yüzde 50’si ise 14 takım arasında paylaştırılıyor. Dolayısıyla bizim bütçemizle onların bütçesi arasında dağlar kadar fark oluyor.

Yüz kiloluk bir boksörle elli kiloluk bir boksörün aynı ringe çıkması gibi…

Aynen öyle… Ben Riva’da gerçekleşen Kulüpler Birliği toplantısında yabancı kısıtlamasının kalkması gerektiğini, ancak sekiz yabancıdan fazlasının 18-20 yaş aralığında olmasını savundum. Kulüplerimiz bilhassa Avrupa ve Afrika’dan 18-19 yaşlarındaki maliyeti düşük genç futbolcuları ülke futboluna kazandırmalı, bu gençleri alt yapılarda hazırladıktan sonra A takımlarda oynatmalı. Önerim bu futbolcular için alt yapı fonu alınmaması yönündeydi ama ilk başta olumlu karşılanmasına rağmen kabul edilmedi. Çıkardıkları kararla kulüplerimiz 14 yabacı için federasyona 6.000.000 lira para vereceklerdi. Haliyle isyan ettik. Malum, bizim bir sezondaki toplam hasılatımız bile yalnızca 600-700 bin lira. Biz itiraz edince bunu 4,5 milyon liraya düşürdüler ama biz bunun da çok olduğunu, sekiz yabancıya kadar para alınmaması, sekiz yabancıdan sonra alınan her yabancı futbolcu için 250 bin lira ödenmesini önerdik. Federasyon olarak siz kulüplerin isteklerini dinlemek ve yerine getirmekle yükümlüsünüz dedik. Sayın federasyon başkanı bu önerimizi Fatih Terim’e soracağını söyledi. Toplantı bitip de dışarı çıkınca ikinci başkan Servet Bey kardeşimize, “Federasyonu Fatih Terim mi idare ediyor?” dedim. Fatih Terim’e, “İlhan bey senin için böyle böyle diyor” diye söylemişler, o da “O mu idare edecek?” demiş. İşte böyle bir çelişki içerisinde beyefendi bunu en sonunda 2,5 milyona indirdi güya. Şimdi bu şartlar altında bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın hesabı kulüp başkanlarımızdan kimse sesini çıkarmıyor…

Bu söylediklerimi 17 kulüp başkanından işitmeniz mümkün değil. Eh ben Don Kişot muyum kardeşim? O zaman ne oluyor, hiç hak etmediğim halde düşman kazanıyorum. Eski ve yeni dediniz ya, bu şartlar altında eski ve yeni federasyon arasında dağlar kadar fark var. Hani derler ya eski çamlar bardak oldu!

Kulüplerimizin giderek borç batağına saplanması konusunda ne düşünüyorsunuz? Mesela dünya futbolunun en zengin kulüplerinden Arsenal 30 yaşını geçmiş futbolcularına bir seneden fazla sözleşme vermezken, bizim kulüplerimizin 32, 33, 34 yaşına gelmiş eski yıldızlara astronomik ücretler ödemesini nasıl karşılıyorsunuz? Bu borçlanma durumu gelecekte kulüplerin başını ağrıtır mı?

Bugün Fenerbahçe’nin sıklıkla tekrarlanan bir milyon üye rüyasının altında, o üyelerden toplanacak 50 lira, 100 lira ile kulübün mali portresini düzeltmek var ama hangi kulüp olursa olsun bu kadar açılmak bana göre akıl ve mantık işi değil. İstanbul kulüplerinin hasılat olarak bizden daha avantajlı oldukları bir gerçek ama diğerlerinin gelirleri ortada. Onun için Futbol Federasyonu ile Mali İşler Koordinatörlüğü kulüpleri sıkı denetlemeli, vergi borcu, transfer borcu olan kulüplere ciddi yaptırımlar uygulanmalı ve transfer yasağı getirilmeli. Bunu ben yapacak değilim. Futbolumuzun geleceği, kulüplerimizin idaresinin başarıyla devam edebilmesi ancak bizi yöneten, başımızda olan kuruluşun alacağı tedbirlerle olur.

Biz yine eskiye dönelim isterseniz. Yaşı yetmeyenler bilmez, siz 1978’de Gençlerbirliği’ne başkan olduğunuzda durum pek iç açıcı değildi. Bize o yılları, Gençlerbirliği’ni nasıl düze çıkardığınızı anlatır mısınız?

Ben Gençlerbirliği’ne üye olmadan önce, MKE’de avukat olan Yurdakul adlı bir arkadaşımız, 1970’li yıllarda beni Ankaragücü yönetimine almak istedi. Fakat o zamanlar Ankaragücü’nün başkanlığını Sabri Mermutlu yapmaktaydı. O da değirmenci, ben de! Bir gün bana, “Sen de yönetime giriyormuşsun ama bir yerde iki tane horoz olmaz!” dedi. O zamanlar Gençlerbirliği’nin başkanı Yahya Demirel’di ve otelci Avni Bulduk da kulübün yönetimindeydi. Avni abi bana, “Seni Gençlerbirliği yönetimine alalım” dedi. Ben de “Neden olmasın!” dedim. O yıllarda Gençlerbirliği 2. Lig’de kötü zamanlar geçiriyordu. Ben yönetime girdikten iki ay sonra Gençlerbirliği amatör kümeye düştü. Yahya Demirel ilk toplantıya gelmiş ama ikinci toplantıya gelmemişti. Onun üzerine genel kurulu topladık ve ben başkan oldum. Başkan olarak seçilince ilk işim yönetim kurulunu toplamak oldu ve bunu Allah rahmet eylesin Vehbi Koç’un kulübe verdiği Maltepe’de, Koç Yurdu binasındaki mekânda yaptık. Zaten o mekân olmasaydı bugün Gençlerbirliği olmazdı. Neyse… Yönetim kurulu yemeği için Tavukçu Hüseyin’e Ankara tavası siparişi verdik ama o da ne! Adam bize tavayı vermedi! “Niye vermiyormuş?” diye sorduğumda eskiden gelen 200 lira borç olduğunu söyledi. Ben, “Aman kimse duymasın” diyerek parayı verdim ve yemek sorununu bu şekilde çözdük…

Tabii takım amatör kümeye düştüğü için başkan olarak ilk işim Futbol Federasyonu Başkanı İbrahim İskeçe’yi ziyaret etmek oldu. Kendisine, “Bu kulüp 1923 yılında kurulmuş. Yani Cumhuriyet ile yaşıt. Üstelik başkentin takımı. Bize yardım edin, bizi 2. Lig’e alın” dedim. O da bana, “Bu benim yapabileceğim bir şey değil, Spor Bakanına gidelim” dedi. Birlikte Spor Bakanı Talat Asal’a gittik, durumu anlattık. “Olur” dedi ve İbrahim İskeçe’ye dönerek ekledi: “Ama Karşıyaka’yı da alın.” O dönem Karşıyaka da amatör kümeye düşmüştü ve Bakan İzmirli olduğu için onlara da destek olmak istedi. Velhasıl biz Karşıyaka ile birlikte tekrar 2. Lig’e döndük…

Gençlerbirliği, 2. Lige döndükten sonra da 1982-1983 sezonunda çok iyi bir kadro kurdunuz ve teknik direktörlüğe de Kadri Aytaç’ı getirdiniz. Ve o takım şampiyon olarak 1. Lige çıktı. O dönemde birçok takım için maliyeti oldukça yüksek sayılan bir hoca olan Kadri Aytaç ile nasıl anlaştınız?

Teoman Yamanlar’la birlikte güçlü bir takım kurmuştuk. Başına da Kadri Aytaç’ı getirmek istiyordum. O da bir sezon önce Mersin İdmanyurdu’nu çalıştırmıştı. Geçmişte rahmetli amcam Tayyar’la aynı takımda (Galatasaray’da) oynadığı için kendisini tanırdım. Telefon ettim, “Bana bir uğra” dedim. Fabrikam da o zaman Balgat’ta… Kadri Aytaç fabrikaya geldi. “Bu sezon şampiyonluk hedefliyoruz, seni de takımın başına getirmek istiyoruz” dedim. “Tamam, olur” dedi. “Şartların ne?” diye sordum. “150 bin lira isterim ama peşin!” dedi. Hemen zile bastım, veznedara, “Oğlum 150 bin lira getir” dedim. Çıkarttım parayı verdim ve Kadri Aytaç antrenör oldu. Eğer o anda parayı çıkartıp vermesem, yok, mümkün değil!

O yıllarda para hep başkanlardan, yöneticilerden çıkıyordu. Şimdi öyle bir şey yok; yayıncı kuruluş, sponsorlar, oradan buradan geliyor.
Evet, öyle.

Haftaya – İlhan Cavcav söyleşisi son bölüm

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı

Gen+ºlerbirli-ƒi -¦lhan Cavcav Tesisleri - 02

İlhan Cavcav ile söyleşi – 1. Bölüm…

Mamak Maskespor’dan Gençlerbirliği’ne… Futbolla akıp giden bir ömür…

İlhan Cavcav ile söyleşi

Ülkenin yangın yerine döndüğü, geleceğe korku ile baktığımız zamanlarda Ankara… Bu karmaşada, bu cinnet halinde futbolun ne kadar önemi olabilir ki desek de farklı bir şeyler konuşma adına Necdet Özkazancı ile birlikte ülke futbolunun duayen başkanlarından İlhan Cavcav’ı Sincan Organize Sanayi Bölgesi’ndeki un fabrikasında ziyaret ettik; biz sorduk o içtenlikle yanıtladı. Karşınızda İlhan Cavcav…

Kulübün futbol okulu kafeteryasında gördüğümüz siyah beyaz Maskespor fotoğrafı çok ilgimizi çekmişti. Aynı fotoğrafı şu anda çalışma odanızın duvarında da görüyoruz. 1957 yılında 19 Mayıs Stadı’nın dışında çekilmiş bu fotoğrafta siz de varsınız. Buradan da bir futbolculuk geçmişiniz olduğunu anlıyoruz. Hikâyesini, o yılları anlatır mısınız?

Ben 1935 yılında Ankara Hamamönü’nde dünyaya geldim. Hamamönü’nde fırınımız vardı. Rahmetli babamlar Rumeli’den gelmişler. Muhacir yani. Önce Yozgat’a, sonra Konya’ya, sonra Adana’ya ve en sonunda Ankara’ya yerleşmişler. Hamamönü’nde bir fırın açıp ekmek imal etmeye başlamışlar. Çok iyi hatırlıyorum, üç yaşındaydım, Maliye babamdan defterleri incelemek için istemiş. Babamın da uzun boylu bir Boşnak muhasebecisi vardı. Adam defter, kitap ne varsa hepsini fırına atıp yakıyor. Bunun üzerine Maliye de resen vergi takdir ediyor. Babamların fırın mırın ne varsa hepsi elden gidiyor. Rahmetli babam anlatırdı, “Türkiye’de ilk ekmeği yapan biziz” derdi. Tabii fırın elden gidince babamlar Mamak diye bir yere taşınıyorlar. Kara değirmen diye tabir edilen bir su değirmeni alıyorlar. Köylülerin getirdikleri buğdayları öğütüp un yapıyorlar. Ben de o zaman dört yaşındayım. Hiç unutmam, bir gün babam bana, “Sen değirmenin başında dur, ben bir lavaboya gidip geleceğim” dedi. Ben de un kazanının içine girdim. Tepemden unlar dökülüyor. Üstüm başım her yanım un içinde kaldı. Gayem cinlik yapıp babama ne kadar çalışkan bir çocuk olduğumu göstermek. Nitekim babam geldi, beni una bulanmış bir şeklîde görünce, “Oh oh maşallah! Ne kadar çok çalışmışsın oğlum” dedi. (Gülüşmeler).

Velhasıl çocukluğum Mamak’ta geçti. Bütün çocuklar mahalle arasında top oynardık. Kalabalık bir aileye sahibim. Babam iki defa evlenmiş. 17 kardeşiz. İlk eşinden 8, ikinci eşinden 9 çocuk… O yıllarda Mamak’ta Maskespor diye bir takım vardı. Bahsettiğiniz fotoğrafta yer alan kişilerden şu gördüğünüz eski Ankaragüçlü Cici Necdet… İyi futbolcuydu, sağbekti. O beni Maskespor’a götürdü. Maskespora’da oynarken iyi futbolcuydum, beni o zaman Ankaragücü ve Fenerbahçe istedi.

1950’li yıllar mıydı?

O zamanlar 19-20 yaşımdaydım. Demek ki 50’li yıllar… Ama ben Maskespor’dan PTT’ye transfer oldum. O zamanlarda PTT 1. Lig’deydi ve takımı rahmetli Bedri Kaya çalıştırıyordu. PTT’de oynarken, Ankaragücü ve Fenerbahçe bana dört bin lira teklif etti. Fakat babamlar Rumelili olduğu için onların bir itikadı vardı, “Top, Hazreti İbrahim’in başıdır” derlerdi. Günah yani! Biz gene de top oynardık ama babamdan gizli olarak…

Ben o zaman 14 yaşından beri iş yerinin veznesindeyim. Şimdi 80 yaşındayım hâlâ çalışıyorum. Neyse… Transfer olursam işi bırakmak lazımdı, haliyle gidemedim. O yıllarda Ankara’da Bahçeli Gençlik diye bir kulüp var. Profesyonel oynamam deyince bana amatör olarak 150 lira para verdiler. 150 lira o zamanlar çok iyi para. Bankalarda açılan her 5 liralık hesaba ev ikramiyesi çıkma ihtimali vardı. Ben de aldığım 150 lirayı ev sahibi olurum umuduyla ne kadar banka varsa hepsine dağıttım. Tabii o zaman ne ev ver ne bark! Eh aile de büyük! On odalı bir evde iki aile yaşıyor. Velhasıl fikstür çekildi, ilk maç eski takımım PTT’ye karşı. Ben de çok iyi durumdayım. Maç günü geldi, 19 Mayıs Stadı’nın altındaki soyunma odasındayız ama ben kadroda olmadığımı öğrendim. Moralim çok bozuldu. Biraz düşündükten sonra Başkan Rıdvan beyin Necatibey Caddesi’ndeki eczanesine gittim. Kendisine, “Başkanım ben iyi futbolcuyum, kadroda neden yokum, neden oynamıyorum?” diye sordum. Yanağımı şöyle bir okşayarak bana, “Evladım sen iyi futbolcunun, sana güveniyoruz ama PTT senin eski takımın olduğu için belki zaafın olabilir diye hoca seni oynatmadı” dedi. İnanır mısın dünya başıma yıkıldı. Gittim bankalara yatırdığım bütün paraları topladım. Bir gazete kâğıdına sardıktan sonra başkanın yanına gittim ve parayı aynen iade ederken, “Ben futbolu bırakıyorum, namuslu adamım, ekmek yediğim yere ihanet etmem” dedim. Başkan, “Olur mu evladım!” deyip ikna etmeye çalışsa da ben çıktım gittim. Bırakış o bırakış…

Yeri gelmişken, zaman zaman güzel hikâyelerini anlattığınız Tayyar amcanızı da hatırlayalım. Tek krampon hikâyesini bir de sizin ağzınızdan dinleyelim…

Galatasaray’da da futbol oynamış olan Tayyar, benim amcam ama benden yalnızca üç yaş büyük. O zamanlar onlar okuyorlar, ben veznede çalışıyorum, aylık 10 lira, 20 lira para kazanıyorum. Sigara falan da kullanmıyorum. Futbola meraklı olduğum için kazandığım parayla futbol ayakkabıları alıyorum. Mamak’ın ilerisinde yer alan Kayaş’taki futbol sahasında maç yapıyoruz. O gün kramponları giydim, ayağımda top ayakkabısı var diye hava basacağım. Ancak takımı Tayyar yapıyor. Tabii öğrenci olduğu için top ayakkabısı alacak parası yok. Bana, “Sağ kramponunu verirsen seni oynatırım, vermezsen oynayamazsın!” dedi. Ben de “Ne demek!” dedim, çıkartıp sağ ayakkabımı verdim. Sağ ayağımda normal ayakkabı, sol ayağımda krampon… İşin kötü tarafı sol ayağımla topa hiç vuramazdım ama böyle oynamak mecburiyetinde kaldım… Velhasıl tek ayakkabıyla top oynama hikâyesi böyle…

Tayyar amca hayatta mı?

Hayır, onlar yani Tayyar ve bir zamanlar Hacettepe’de kalecilik yapan kardeşim vefat ettiler…

O yıllarda ülkede, bilhassa Ankara’da futbol nasıldı?

Madem bana bu suali sordunuz ilk defa böyle bir değerlendirme yaptığımı söyleyeyim. Şöyle bir düşündüğümde, o yılların futboluyla şimdinin futbol arasında dağlar kadar fark var. O zamanlarda futbol oynayan insanların derdi para değildi, spor yapmaktı. Spor yaparken de “en iyisini nasıl yaparım” diye düşünürlerdi.

Günümüzde nasıl?

Bugün ne yazık ki o sevgi tamamen paraya dönüştü. On beş yaşından beri futbolun içinde olan biri olarak baktığımda, Türkiye’de çok değerli Futbol Federasyonu başkanları geldi geçti. Bir Hasan Polat, bir Orhan Şeref Apak… Ama üzülerek söylüyorum, ne yazık ki son altı yedi senedir ülkede kulüpler ve Futbol Federasyonu iyi yönetilmiyor. Varsa yoksa dört kulüp: Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor…

Diğerleri? Yani Anadolu kulüpleri?

Diğer Anadolu kulüpleri figüran… Buna da çanak tutan Futbol Federasyonu… Şu andaki Futbol Federasyonu Başkanı (Yıldırım Demirören) Beşiktaş’ta 7-8 sene başkanlık yapmış, Kulüpler Birliği’nde başkanlık yapmış, şimdi de Futbol Federasyonu başkanı… İyi bir ailenin çocuğu ve iyi bir insan… Fakat iyi insan olmak başka, iyi yönetici olmak başka. İki üç seneliğine seçilen federasyon başkanı ve yönetimi, mukavelesinin bitmesine bir yıl kalmış olan milli takım teknik direktörü ile yedi yıllık mukavele yeniliyor. Acıdır, bunu benden başka da söyleyen yok, milli takım antrenörü Fatih Terim’in yedi senelik mukavelesi yıllık 3.800.000 avro… Bu da yapar 26,5 milyon avro… Çevirin bunu Türk Lirasına, 90.440.000 lira… Ben bir sürü sermaye ile gıda işi yapıyorum, değirmenciyim, senede 3.800.00 avro para kazanamıyorum. Tabii ki burada bu arkadaşımızın teknik direktör olarak aldığı parayı kıskanmıyorum. Ama bu paralar kulüplerimizden kesilerekten oralara taksim edilen paralar. Düşünebiliyor musunuz bugün federasyonda görev yapan arkadaşlarımızın maaşları 35-40-50 bin lira. Bugün 18 kulüpten temsilciler yönetimde olduğu halde federasyonumuzu Fatih Terim idare ediyor. Bu da çok acı bir şey. Sen ya milli takım antrenörü olarak çalış ve varsa önerilerini yap, ya da geç futbol federasyonu başkanı ol. İkisini birden olamazsın, bu mümkün değil…

Haftaya – İlhan Cavcav söyleşisi 2. Bölüm

Ziya Adnan – Necdet Özkazancı

İlhan Cavcav - Ziya Adnan (10.09.2015)

Kendall’ın ardından…

Kendall’ın ardından…

Uzaklardan…

Adını ilk kez 1981 senesinde duymuştum. Evimden çok uzaklarda, futbolun doğup büyüdüğü coğrafyada üniversiteye başladığım zamanlardı. Şehrimin, o eski stadın özlemini bir nebze de olsa yeni coğrafyada maçlara giderek gidermeye çalışıyor, hafta sonları Ada futbolunun mabetlerini ziyaret ediyordum. Eh, insan futbol dilencisi olmaya görsün! O zamanlarda futbol sadece hafta sonları oynanır, tüm maçlar aynı saatte başlardı. Cumartesi denilince akla ilk futbol gelirdi. Henüz Premier Lig kurulmamış, Alex Ferguson Manchester United’ın başına geçmemişti. Sadece bu diyarları değil, Avrupa futbolunu da kasıp kavuruyordu Liverpool FC, asla yalnız yürümeyenlerin takımı…

1981 senesinde o futbol şehrinin mavili takımının başına geldiğinde, hedefinin takımı eski şaşaalı günlerine döndürmek olduğunu söylüyordu. Onun gelişinden önce, 1979-1980 sezonunda küme düşmekten kıl pay kurtulan Everton, bir sezon sonra 22 takımlı ligi 15. sırada bitirmişti. Haliyle 1969-1970 sezonundan o güne kadar şampiyonluk kupası göremeyen sevdalıları gidişattan hoşnutsuzdu. İlk teknik direktörlük görevini Blackburn Rovers’ta yaşamış, henüz ilk sezonunda takımı 2. Lig’e çıkarmış. O dönem zaman zaman takımla sahaya çıktığı, iyi bir orta saha oyuncusu olduğu anlatılır… 22 Mayıs 1946’da İngiltere’nin kuzeybatısındaki Ryton kasabasında dünyaya gelmiş. 1961 senesinde Preston North End’in gençlerine katılmış. 1963 senesinde aynı takımda profesyonel sözleşme imzalamış. 1981 senesine kadar formasını giydiği takımlar Everton, Birmingham City, Stoke City ve Blackburn Rovers… 1963-1964 sezonunda, Preston North End zamanlarında Federasyon Kupası finali oynamış, 1969-1970 sezonunda Everton ile şampiyonluk yaşamış.

Everton’daki ilk yıllarında sıkıntılı zamanlar yaşarken 1984 senesinin başlarında takımın dibe vurmasıyla kovulması gündeme gelmiş. Ancak o sezon Everton, Lig Kupası finaline kalınca (o maçı Liverpool’a karşı kaybettiler) ve Federasyon Kupası finalinde Watford’u yenerek kupayı kaldırınca işler değişmiş. O maçtan sonra Watford’un başkanlığını yapan Elton John’un kaybedilmiş kupanın ardından hıçkıra hıçkıra ağladığı rivayet edilir. Yeri gelmişken, onun futbola kazandırdığı, Everton’un efsaneleri arasında gösterilen orta sahanın savaşçısı Peter Reid, dinamo Trevor Steven, kaleci Neville Southall’u, şimdilerde televizyon kanallarında yorumculuk yapan golcü Andy Gray’i de hatırlayalım. 1984–1985 ve 1986–1987 sezonlarını şampiyon olarak bitirmiş, 1984-1985 sezonunda UEFA Kupasını kazanmış takımın yıldızlarıydı onlar. Aradan geçen onca zamandan sonra bile günümüzde Everton tribünlerinde onları anlatan tezahüratlar yankılanır. 1987 senesinde ayrılmış Everton’dan, o yıllarda İngiliz kulüplerinin Avrupa arenalarından men edilmiş olması etkili olmuş ayrılık kararında. 1987–1989 seneleri arasında Athletic Bilbao’yu, sonrasında Manchester City’i çalıştırmış. O dönem adının İngiltere Milli Takımıyla anıldığını ancak Federasyon’un tercihini Graham Taylor’dan yana kullandığını hatırlatalım. 1999 senesinde çalıştırdığı Ethnikos Piraeus son takımı olmuş, sonrasında uzaklaşmış futboldan…

Ve geçtiğimiz Ekim ayının 17’sinde, takımı, sevdalısı Everton’un kendi evinde Manchester United’a farklı mağlup olduğu saatlerde 69 yaşında aramızdan ayrıldı Howard Kendall, ona yetişememiş futbol nesillerinin bilmediği, en fazlasından büyüklerinden dinleyecekleri futbol adamı. “İyi bir insan, bir futbol efsanesi daha aramızdan ayrıldı, çok üzgünüm” demiş Kenny Dalglish. ”Takıma ilham veren iyi bir liderdi. Futbol âlemi onun yokluğunu hissedecektir” diye eklemiş bir zamanlar onun takımında forma giymiş Paul Lake…Yakın geçmişte “The Guardian’da yayımlanmış ona dair gülümseten bir hikâyeyi de anlatmadan geçmeyelim. 1982-1983 sezonunda Sid Fishes adlı bir Everton taraftarı teknik direktöre mektup yazarak kötü gidişten memnun olmadığını, takımın kötü oynadığını, istenildiği takdirde takımla sahada yerini alabileceğini yazmış. Kısa bir süre sonra cevap gelmiş teknik direktörden. Taraftarı denenmek için antrenmana davet etmiş. Hangi taraftar takımla antrenmana çıkmayı kabul etmez ki! Haliyle alay konusu olmayı göze alarak antrenmana çıkmış bizimki. Korktuğu başına gelmiş, kendi adına çok başarılı geçmeyen antrenmandan sonra takımla birlikte öğle yemeği yemiş, bir sonraki maç için iki bilet teklifi almış. Sezonluk bilet sahibi olduğu için biletlere geri çeviren taraftarı, bir sonraki Arsenal deplasmanına götürmüş takımla Kendall ama hiç kendisine yazılan mektuptan hiç bahis açmamış. Deplasman dönüşü takım otobüsünde yanına oturduğu taraftara, “Futbolcularımın ve benim elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştığını gördüğün ve desteğin için sana teşekkür ederim,” demiş. “Alçakgönüllü olmanın değerini gösterdiği için kendisine teşekkür etmiştim,” diyor Everton taraftarı…

Sözü, The Guardian’da yazan David Squires’ın ona dair bir alıntısıyla bitirelim. Futbolun günümüzdeki gibi zengin eğlencesi değil işçi sınıfının oyunu olduğu yıllarda, Stoke City’nin teknik direktörlüğünü yaptığı zamanlarda… Bir deplasman maçından hemen önce kendisinden maç konuşması bekleyen topçularına soyunma odasının camını açarak, “Bugün beni değil, sizi izlemek için özveriyle bunca yol gelmiş taraftarlarınızı dinleyin, bugünün takım konuşması dışardan gelen tezahüratlardır, kulak verin” demiş futbol sevdalısı…

Huzur içinde yatsın…

Ziya Adnan
3 Kasım 2015

Ülke futbolunda hakem olmak…

Ülke futbolunda hakem olmak…

Uzaklardan…

Cüneyt Çakır’ı Avrupa arenalarında izlerken insanın aklına ister istemez şu soru geliyor, “Avrupa’da, üstelik en zorlu maçlarda bu kadar başarılı maçlar yönetirken, bizim vasat ligimizde yönettiği maçlarda neden zaman zaman sıkıntı yaşıyor?” İşte bu soruyu sordum kendime, Arsenal’in, o görkemli futbol mabedinde, o futbol akşamında Bayern Münih’i 2-0 yendiği maçı izlerken. 60 bin taraftarın doldurduğu, üstelik ev sahibi takımın iddiasını devam ettirebilmek için mutlaka kazanmak zorunda olduğu bir maçı kusursuz yönetmişti Cüneyt Çakır. Ne kazananın, ne kaybedenin hakemden dem vurmadığı, tek haklı şikâyetin Ada futbolunda artan bilet fiyatlarına dair olduğu bir maçın sonunda futbolcular el sıkışıyor, teknik direktörler birbirlerini tebrik ediyordu…

Peki, nasıl oluyor da 2014-2015 sezonunda Juventus–Barça arasında oynanan zorlu Şampiyonlar Ligi finalini, 2014 Dünya Kupasında yarı finali hakkıyla yöneten bir hakem, kendi toz duman ligimizde sıradan bir maçtan sonra sınıfta kalıyor? Şampiyonlar Ligi finalini yönetebilecek donanıma sahipken, kendi dilinin konuşulduğu, huyunu suyunu bildikleri arasında neden öylesine bir lig maçında zorlanıyor? Sanırım bu vesileyle ülke futbolunda hakem olmanın zorluklarını irdeleme zamanı…

23 Kasım 1976’da İstanbul’da dünyaya gelmiş Cüneyt Çakır. Babası eski hakem ve MHK eski asbaşkanıymış. Futbola, hakemliğe olan merakı babadan geliyordur muhtemel. 1994 yılında başlamış hakemlik kariyerine. İlk yönettiği maç 18 Ekim 1996 tarihinde Beşiktaş – Samsunspor Paf Ligi maçı. Onun hakemliğe başladığı zamanlardan günümüze sadece dört takım Şampiyonluk Kupasını kaldırabilmiş ülke futbolunda. Düşünsenize, neredeyse 20 seneye yakın bir süre içinde sadece bir kez İstanbul dışına çıkabilmiş şampiyonluk kupası. Yedi tepeli bir şehrin üç takımının sürekli göz önünde olduğu, çoğunluğun mutlu olması adına kurulmuş hastalıklı bir düzende futbolun sadece bir şehre dair oynandığının bilincinde geliştirmiş hakemliğe dair hünerlerini. Büyüğün haksız galibiyetinin, küçüğün mağduriyeti kadar tepki toplamayacağını hikâyenin ta başında anlamıştır muhtemel. Malum, “O hakemi bizim maçlarımızda görmek istemiyoruz!” diyen yöneticilerin, kaybedilen puanlardan sonra soyunma odasını basan başkanların baş tacı olduğu, televizyon kanallarındaki herhangi bir futbol programında saatlerce üç takımın konuşulup, tartışıldığı, başarının şampiyonlukla eşitlendiği bir coğrafyadan bahsediyoruz…

En çok taraftarı olanın, en çok bağıranın, en güçlünün, en zenginin neredeyse her zaman kazandığı, nüfusun yüzde doksanının üç takımdan birini tuttuğu, koskoca bir sezonun toz duman bir derbiye bağlandığı, hakemlerin sürekli baskı altında kaldığı, adaletin sahada tecelli etmediği, gerektiği zaman maçların masa başında kazanıldığı, şikenin bile aklandığı ezelden bozuk bir düzen… En fanatik taraftar bile ülke futbolunda büyüğün her zaman kayrıldığını, kollandığını kabul edecektir. Eh hal böyleyken, adın Cüneyt çakır olsa bile gel de hakkıyla maç yönet. Malum, Avrupa arenasında doğru veya yanlış verdiğin bir karardan sonra soyunma odanı basmaz Barça başkanı ya da Arsenal teknik direktörü ama ya ülke futbolunda?

Velhasıl bizim topraklarda hakem dediğin sen, ben gibi, nicedir ayarı kaçmış, artık ayar tutması mümkün olmayan bozuk bir sistemin küçük bir parçası… Hakem dediğin futbola sevdalanmaya başladığı zamanlarda, etrafındaki hemen herkesin üç takımdan birinin taraftarı olduğunu bellemiş, hikâyenin en başından beri ülke gerçeğiyle yoğrulmuş kafası karışık bir futbol sevdalısı. Bilinen gerçektir, amatör kümelerde başlayan futbol macerasında her hakemin en büyük hayali bir gün İstanbul takımlarının maçlarını yönetmektir. Çünkü kimselerin umurunda değildir mesela bir Adana ya da Ankara derbisi, görünmeyenlerin oyunu. Mesele esas oğlanların piyesinde yer almak, kafasına kazınmış rüyanın parçası olmaktır…

Ama o rüyanın parçası olmak yetmez, işler güçlülerin istediği gibi gitmezse bir daha onların maçlarını yönetmesinin zor olacağını bilir. Zira bizim diyarlarda düdük aslında hakemin elinde değil, güçlünün elindedir. Bizim coğrafyada hemen herkes güçlüyü, hemen herkes üç İstanbulludan birini sever… İşte bu yüzden bizim ligimizde bocalar Cüneyt Çakır. “Büyük ve küçük” teranesine inandırılarak yetişmiş, hatayı büyüğün aleyhine yaparsa alacağı tepkinin o ölçüde büyük olacağını bildiği için bocalar. Mesele adalet değil, çoğunluğun mutlu olmasıdır zira… “Çoğunluk güçlüyü sever, kazananı sever. Bizim coğrafyada futbol çoğunluğu mutlu etmek için oynanır…“

Tabii şu gerçeği de unutmamak gerekir, yaşamın hiç bir alanında adaleti sağlayamamış bir ülkenin, futbolundan adalet beklemek sadece saflığa delalet eder. Onca kişinin hayatını kaybettiği Ankara katliamından sonra “oylarımız yükseliyor” diyen bir Başbakan’ın coğrafyasında futbolun da adaleti ancak o kadar olur. Malum adına futbol denilen o güzel oyun, aslında yaşamın sahaya yansımasıdır…

Ziya Adnan
20 Ekim 2015

Liverpool FC; kimliğini arayan takım…

Liverpool FC; kimliğini arayan takım…

Uzaklardan…

Fırtınada yürürken başını hep dik tut
Ve karanlıktan sakın korkma
Çünkü sonunda altın rengi bir gökyüzü
Ve mutluluğun gümüşten şarkısını bulacaksın..
.

Haftalık mizah dergisi LeMan’ın son sayısındaki kapak karikatürü sanırım pek güzel özetliyor ülkenin durumunu. Derginin kapağında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, “Biz bu yola kefenimizle çıktık” sözleri, yanı başında yerde kanlar içinde yatan Ankara katliamı kurbanlarının, “Siz nasılsa kullanmıyorsunuz, bu kefenlerden biraz ödünç alalım biz” cevabı. Görmesini bilenlere bir karikatür anlatıyor bazen ülkenin hazin durumunu, hızla uçuruma doğru yuvarlanışımızı, onca kirlenmişliği, acılar karşısında bile bölünmüşlüğü. Herkesin kendi ölüsüne ağladığı, birinin acısının diğerinin bayramı olduğu beter bir coğrafya… “Her olayda istifa mı olur?” diye sitem ediyor Cumhurbaşkanı, Ankara katliamından sonra. Sanki Soma’da, Reyhanlı’da, Suruç’ta, yaşanan onca kazadan, katliamdan sonra istifa eden bir devlet yöneticisi varmış gibi! Sözün kıymeti kalmasa da yaşanan tüm kötülüklere rağmen devam ediyor oysa hayat; dünyanın farklı coğrafyalarında farklı gündemler, farklı fotoğraflar…

Bilir misiniz günümüzden 123 sene önce, 1892 senesinde kurulmuş Liverpool FC… Ada futbolunun gelmiş geçmiş en başarılı takımı… Köklü tarihinde sadece 22 teknik direktörle çalışmış. Görevde en uzun kalan Tom Watson, 1896’dan 1915’e kadar 19 sezon çalıştırmış takımı. O teknik direktörler içinde en başarılı olanı Bob Paisley, 1974 senesinden 1983’e kadar dokuz sezonda takımın başında sahaya çıkmış. O sürede altı sezonda lig şampiyonluğu, üç Avrupa Kupası ve Süper Kupa’yı kazanmış kırmızılı takım…

Ama o teknik direktörlerden biri var ki Liverpool’u yazarken adını zikretmeden olmaz. Takvim yaprakları 2 Eylül 1913’ü gösterirken İskoçya’nın Glenbuck kasabasında, yoksul bir maden işçisinin oğlu olarak dünyaya gelmiş William Bill Shankly. İkinci Dünya Savaşı öncesinde Patrick Thistle’da top koşturmuş, savaş nedeniyle kesintiye uğrayan futbolculuk kariyerini 33 yaşında noktalamış. 1949 yılında Carlisle United ile başlayan antrenörlük kariyerine, 1951’de Grimbsy, 1953’de Workington, 1956’de Huddersfield takımlarında devam etmiş. 1959 senesinin Aralık ayında Liverpool’un başına teknik direktör olarak getirilmiş. Liverpool FC, o gelmeden önce, futbolun görünmez köşelerinde ikinci ligde tutunma mücadelesi yapan vasat bir takımmış ama onun gelişiyle yükselişe geçmiş ve 1965-1966 sezonunda ilk şampiyonluğunu yaşamış. Günümüzün rotasyon modasının aksine, o sezon takımda yalnızca 14 oyuncu forma giymiş olması kayda değer. 1974 senesinin Temmuz ayında sağlık sorunları nedeniyle emekliye ayrıldığında geride kazanılmış üç lig şampiyonluğu, iki Federasyon ve UEFA Kupası bırakmış. 28 Eylül 1981’de 68 yaşında vefat ettiğinde, arkasından tüm şehir ağlamış. Ölümünden onca zaman sonra bile Liverpool tribünlerinde açılan “Shankly Lives Forever” flaması, o futbol ustasına duyulan saygıyı anlatır…

Shankly’nin ölümünden sonra da esip kükremeye devam etmişler. Şimdinin futbol sevdalılarının Barça efsanesi ile büyüdüğü zamanlardan çok önce, 80’li senelerde LiverpooL FC Avrupa futbolunun nam salmış efsanesiymiş, bir nevi o zamanların Barça’sı. 80’li seneler takımın en başarılı olduğu zamanlar. 1980-1990 seneleri arasında 7 sezonda kaldırmışlar şampiyonluk kupasını. Premier Lig’in kurulduğu 1992-1993 sezonuna kadar kazandıkları 18 şampiyonluk kupası o güzel zamanların nişanesi…

Ama ne olduysa Premier Lig’in perdelerini açmasıyla olmuş. Düşüşe geçmiş takım, o ünlü müzik grubuyla dünyaya adını duyurmuş şehri gibi geçmişi arar olmuş. Bir zamanların önemli bir liman kentiyken tersanelerin kapanması ve liman işçiliğinin tarihe karışmasıyla yoksulluk ve işsizlik girdabına sürüklenen bahtsız şehrinin yazgısını paylaşmış. 1991 senesinden günümüze kadar dokuz teknik direktörle kesişmiş yolları ama hiçbiri Shankly’nin ruhunu geri getirememiş. Ummak ve beklemekle geçmiş sezonlar. 2006 senesinde Rafa Benitez’le kazandıkları Şampiyonlar Ligi Kupası bile çare olmamış şampiyonluk hasretine.

Ama onca senedir süren şampiyonluk özlemine, her sezon ummak, beklemek ve hüsranla geçen zamanlara rağmen sevdalarından ve değerinden kaybetmemişler. Zaten taraftar dediğin sevinmek için sevmez ki! Hele de o güzel futbol şarkısına tribünlerden eşlik edip asla yalnız yürümemişsen. 2010 senesinin Nisan ayında “Forbes” dergisi 822 milyon Dolar değeriyle dünya futbolunun en değerli 6. kulübü olarak göstermiş kulübü…

Ve 2015-2016 sezonunun henüz başlarında üç sezon önce göreve getirdiği teknik direktör Brendan Rodgers’la yollarını ayırdı Liverpool FC. Transfer döneminde 80 milyon Sterlin harcamasına rağmen oynadığı 8 maçta topladığı 12 puanla 10. sırada. Geçtiğimiz sezon evinde oynadığı 28 maçın sadece 14’iünü kazanabilmiş. Bu sezon kendi evinde kaybettiği West Ham maçından sonra taraftar forumlarının birinde şu satırları yazmış üzgün bir Liverpool taraftarı: “Sahaya çıktıklarında bizim takıma benziyorlardı, kırmızılı formalarının arkasında adları yazıyordu, onlara dair her şey ilk görüşte bizim takımı andırıyordu. Ama oynadıkları futbolun bizim alıştığımız, beklediğimiz takımla hiç ilgisi yoktu!”

Rodgers’ın son maçında, şehirdaşı Everton’un Goodison Stadı’nda oynadıkları maçta kadrosunda Liverpool doğumlu tek futbolcunun bile olmayışı o kaybedilmiş ruhu anlatıyordu görmesini bilenlere. Muhtemel Gerrard’ı aradı gözler nafile bir umutla. Bu yazının yazıldığı saatlerde yeni teknik direktörün Jurgen Klopp olduğunu açıklıyordu Liverpool yönetimi. Yakın geçmişte Dortmund mucizesini gerçekleştirmiş, Bundesliga’da iki sezon şampiyonluk yaşamış futbol adamının hedefi takımın yıldızını yeniden parlatmak, Shankly ruhunu geri getirmek. Yerinde olsam o futbol şehrinin çocuklarına, o takımın formasını giymiş Liverpool sevdalılarına, Steven Gerrard’a, Robbie Fowler’a, Jamie Carragher’a yanı başımda yer verirdim.

Ziya Adnan
10 Ekim 2015

JohnBarnes

Rugby: Centilmenlerin sporu…

Rugby: Centilmenlerin sporu…

Uzaklardan…

Derler ki, “Futbol erkeklerin oynadığı centilmen sporudur, rugby ise centilmenlerin oynadığı erkek sporu!” Rugby sporuna gönül verenler futbolu ‘kız oyunu’ olarak görürler, malum rugby dediğin günümüz sporları içinde en sert olanı. Öyle ki Oscar Wilde bu sporu, “otuz barbarı şehirden uzak tutmanın en güzel yolu” olarak tanımlamış. Kuralları basit, 15’er kişilik iki takımla her devresi 40 dakika olmak üzere iki devre olarak oynanıyor. Amaç rakibinden daha fazla sayı yapmak ve bunun için futbolda olduğu gibi topu rakip kale çizgisinin arkasına taşımak. Ancak oyunun en önemli kuralı, ileriye pas vermenin yasak olması. Sayı kazanmanın yolu ‘try’ yapmak ya da gol atmak. ‘Try’, 5 puan değerinde ve topu kale sahası zeminine dokundurmakla kazanılıyor. Gol atmak için ise topun kale direkleri arasındaki çıtanın üzerinden aşırtılması gerektiriyor. Ancak futbol gibi her gol tek sayı sayılmıyor, değişik puan değerlerine sahip üç çeşit gol mevcut. Açık alanda top yere çarptıktan hemen sonra şut çekerek atılan “Drop gol” 3 puan değerinde. Faul sonucu verilen penaltı sayesinde sabit bir noktadan şut çekilerek veya drop gol şeklinde atılan gol de 3 puan değerinde. Bir de “Try” yapan takıma verilen şut hakkıyla atılan gol var. Top sabit halde iken veya yere çarptıktan sonra yapılıyor ve 2 puan değerinde…

Oyun oval şeklinde bir topla oynanıyor. İlk zamanlarında domuz mesanesinden yapılırmış rugby topları, zaman içinde mesanenin yerini plastik tüp alınca ovallinden biraz kaybetmiş. Tıpkı futbol gibi, topla oynanan bu oyunun da mucidi İngilizler. Yazılanlara göre ülkenin Warwickshire bölgesinde, günümüzde 70 bin nüfusa sahip Rugby kasabasında yer alan, adını kasabadan almış okulda William Webb Ellis adındaki öğrencinin futbol kurallarını iplemeden topu eline alıp rakip kaleye doğru koşması ile başlamış. Neticede her devrim koşuyla başlar. Günümüzde Rugby Dünya Kupası onun adını taşıyor. Diğer öğrencilerin de katılımıyla kısa sürede popüler hale gelen oyunun kuralları 1845 senesinde ilk kez yazılmış. Oyunun en sevildiği ülkeler: İngiltere, Fransa, Galler, Güney Afrika, Yeni Zelanda ve Avusturalya. 24 Şubat 1872’de, 65 yaşında hayata gözlerini yummuş rugbynin atası. Şimdilerde okulun girişindeki heykeli selamlıyor ziyaretçileri… İlk uluslararası rugby maçı 1871 senesinde Edinburgh’unun Raeburn Park Stadı’nda oynanmış. O maçı 1-0 kazanmış İskoçlar ama günümüz kurallarıyla oynansa maçın skoru İskoçlar lehine 12-5 olurmuş. Oyunun icat edildiği kasabaya gelince, o coğrafyada, 1937 senesinde kasaba sakinlerinden Frank Whittlen adındaki İngiliz tarafından icat edilmiş jet motoru… Kasabanın şöhreti sadece rugby ile sınırlı değil anlayacağınız…

Sert spora dönersek, futbola olan benzerliğine rağmen rugbyi futboldan ayıran en önemli özelliği, centilmenlik ve saygı üzerine kurulmuş olması. Maç boyunca tekme ve yumruk kullanmadan birbirlerini hunharca hırpalayan azmanlar, maç sonunda sarmaş dolaş birlikte kadeh kaldırıp şarkılarını söylüyorlar. Futbolun aksine, hakemle konuşmak kesinlikle yasak ve hakem kararlarına itiraz kati suretle oyundan uzaklaştırma sebebi. Küfür ise ne hadlerine!

• • •

Diyeceğim odur ki, futbolla kafayı fena bozmuş ama onu bile dürüst dürüst oynamayı beceremeyen, 1958’den günümüze sadece bir dünya kupası görmüş bizim spor fakiri coğrafyada rugbynin esamisi bile okunmasa da, uzaklarda, İngiltere’de yirmi takımın katılımıyla 8. Rugby Dünya Kupası oynanıyor. O takımlar içinde Arjantin, Japonya, Fiji Adaları, Romanya, Uruguay da bulunuyor. İlk Dünya Kupası 1987 senesinde Yeni Zelanda ve Avusturalya’da oynanmış. Dört senede bir oynanan kupayı Avustralya, Yeni Zelanda ve Güney Afrika ikişer kez kazanmış. Bundan önce 2011’de oynanan son Dünya Kupasının galibi ise Yeni Zelanda… Bu arada yeri gelmişken, Clint Eastwood’un yönettiği ve Morgan Freeman ile Matt Damon’un adeta döktürdüğü 2009 yapımı “Invictus” (Yenilmez) adlı müthiş filmin, Güney Afrika’nın şampiyon olduğu 1995 Dünya Rugby Kupası’nı ve Nelson Mandela’nın 1994 yılında devlet başkanı seçilmesinden hemen sonraki yaşamından bir kesiti anlattığını da kısaca anımsatmış olalım.

18 Eylül’de başlayan turnuva 31 Ekim’de sona erecek. Bu yazının yazıldığı saatlerde ülkenin 13 Rugby arenasında, toplamda 982.924 seyirci izlemiş maçları. Maç başına seyirci ortalaması 49.146… Passolig filan da yok! Biletler, çocuklar için 7 (32 TL), yetişkinler için 15 Sterlinden başlıyor. 31 Ekim 2015’de Londra’nın Twickenham Rugby Stadı’nda final maçı oynanacak. Maç boyunca hakemle didişen, rakibin en küçük dokunuşunda kendini av tüfeğiyle vurulmuşçasına yere bırakan futbolculardan, ağlak yöneticilerden, itiraz manzaralarından, Süper Lig, marka değeri, Passolig yalanından sıdkınız sıyrıldıysa televizyon ekranlarından finali kaçırmayın derim. Malum, bir sonraki dünya kupası 2019 senesinde Japonya’da, kim öle, kim kala!

Ziya Adnan

6 Kasım 2015

Yetenek avcıları…

Yetenek avcıları…

Uzaklardan…

İngilizcesi ‘Scout’, her ne kadar Türkçe’de izci anlamına gelse de futbol âleminde ‘yetenek avcısı’ olarak biliniyor. Meşgaleleri, kulüpler adına izledikleri maçlarda göze batan futbolcuları keşfedip, gelecek gördüklerini kulübe kazandırmak, bir nevi define avcısı anlayacağınız. Bilgisayarların, veri tabanlarının hayatımızda yer almadığı siyah beyaz zamanlarda, elde kâğıt kalem, toprak sahaların taç çizgisi kenarında maç izleyip not alarak yaparmış işlerini yetenek avcıları. Ankara futbolunun eskileri bilir, 2005 senesinde aramızdan ayrılan otelci Avni Bulduk günümüz scoutlarının atalarındandı. Bir zamanlar ülke futbolunda isim yapmış, kuruluşu 1951 senesine dayanan Güneşspor’da başkanlık yaptığı dönemlerde ülke futboluna kazandırdığı önemli futbolcularla anılırdı. 70’li senelerde bizim Gençlerbirliği’nde de yöneticilik yapmış futbol sevdalısı, o yıllarda Ankara’nın sahalarında keşfettiği yeteneklerle bizzat ilgilenir, bir süre şehrinin takımlarında parlattıktan sonra iyi paralar karşılığında İstanbul kulüplerine satardı…

Tanıl Bora, Levent Cantek tandeminin kaleme aldıkları “Ankara Futbolu: Memleket Futbolunun Kenar Semti” yazısında, 50’li yılların ikinci yarısından 60’ların sonlarına kadar şehrin kalburüstü bütün oyuncularının Avni Bulduk’un tezgâhından geçtiği, 60’lı senelerde Bulduk ’un ‘mallarını’ sergilediği en iyi vitrinin PTT olduğu, 70’lerde Ankaragücü’nün bu görevi devraldığı anlatılır. (Sarı siyah takımda parlamış rahmetli Metin Kurt’u da yâd edelim bu vesileyle, huzur içinde yatsın). Muzaffer Sipahi, Ziya Şengül, Yavuz Şimşek, Yaşar Mumcu, Altın Çocuk Şükrü Birant, Tuncay Temeller, Zafer Göncüler, Selçuk Yalçıntaş Ankara’da yetişip, o yıllarda İstanbul’un yolunu tutan yıldızların en bilinenleri…

2013 senesinin Ocak ayında aramızdan ayrılmış Arif Peçenek hocamla 2007 senesinde yaptığım söyleşide, Bulduk’la yollarının kesişmesini şöyle anlatmıştı:

“1976 senesinde Ankara amatör kümede, kaleci olarak futbola başladım. Avni Bulduk beni izlemiş, beğenmiş ve Güneşspor’a gelmemi sağlamıştı. Kısa bir süre sonra Ankara yıldız karmasına davet edildim. 1977–1978 sezonun başında, Genç Milli Takıma çağrıldım. Sonrasında Ankara amatör karmasına, devamında Amatör Milli Takıma seçildim. 1980 senesinde, Moskova Olimpiyatları elemelerinde, İtalya ve Yugoslavya Milli Takımlarına karşı kaleyi korudum. 1979 yılında Güneşspor’dan Şekerspor’a 150 bin TL karşılığında transfer oldum. Bu transferden 50 bin TL kazandım ama daha önemlisi bu benim profesyonelliğe ilk adımım oldu. Şekerspor ikinci ligdeydi. Zaten o sezon Ankara’nın birinci ligde temsilcisi yoktu. İlginç olanı üçüncü kaleci olarak düşünülmeme rağmen, sezon açılışındaki hazırlık maçlarında gösterdiğim üstün performans Ankara spor basınında geniş yer buldu. Gülümseten bir anıdır, gazeteci Erol Yaşar, Avni Bulduk’a; ‘Bu kadar yetenekli kaleciyi sen nasıl verdin’ diye sorunca o da, ‘Bir inek karşılığında verdik…’ demiş.

Gazeteci Erol Yaşar, bu hikâyeyi ertesi gün Hürriyet Gazetesi spor manşetlerine “İnek karşılığı transfer” diye taşıdı. Daha sonra bu dünya basınında bile kendine mizahi yönüyle yer buldu. ‘İnek Arif’ damgasını gittiğim bütün statlarda, bütün taraftarlar maç başlamadan önce dile getirdiler ama maçlarda gösterdiğim performansı herkes takdir etti. İki yıl Şekerspor’un, 12 yıl Ankaragücü’nün kalesini korudum.”

***

Kâğıt kalemin yerini bilgisayarların aldığı günümüzde ‘Scout’luk da değişime uğramış. Geçmiş yıllarda akademisi ve alt yapısından yetiştirdikleri gençleriyle nam salmış Ajax kulübünün scoutları “TIPS model“ adını verdikleri bir metot geliştirmiş. Açılımı, “Technique, İnsight, Personality, Speed” (Teknik, oyun zekâsı, kişilik, sürat). Bunların içinde en önem verdikleri unsur oyun zekâsı; futbolcunun en zor ve karmaşık pozisyonlarda oyunu nasıl okuduğuna, doğru kararı verip vermediğine bakılıyor. Örnekle anlatalım; savunma oyuncusu kalesine yakın pozisyonda rakipten baskıyı yediği anda kalecisine dönüp geri pas vermeyi mi, yoksa topu taca yollamayı mı tercih ediyor? Hatalı bir geri pası sonucu yenilen golün nelere mal olduğu malumunuz.

Sürat topçuda aranan önemli özelliklerden. Ancak sadece fiziksel hız yeterli değil, zihinsel hız da bir o kadar önemli. Xavi Hernández yakın geçmişte İspanya’nın çok satan gazetelerinden El Pais’e verdiği söyleşinde şöyle özetlemiş meseleyi: “Messi ya da Ronaldo kadar çabuk değilim. Daha süratli olmayı çok isterdim. Fizik gücü olarak da kısıtlı olduğumu biliyorum ama bugüne kadar futbol zekâm sayesinde ayakta kaldım.”

Az bilinen hikâyedir. Ada futbolunun efsanesi George Best’i, henüz 15 yaşında Belfast’ın amatör kümelerinde top koşturduğu zamanlarda izleyip keşfeden Bob Bishop, Manchester United teknik direktörü Matt Busby’e telgraf çekerek, “Galiba işine yaracak bir cevher buldum!” demiş. İşin ilginç tarafı, Best’in o dönemde çok küçük ve çelimsiz olduğu gerekçesiyle yerel kulübü Glentoran tarafından kabul edilmemiş olması. 1963 senesinde, henüz 17 yaşında Kırmızı Şeytanlar’da ilk maçına çıkmış Best. Gerisi malumunuz…

Onu keşfeden Bob Bishop, Ada futbolunda yetenek avcısı olarak nam salmış ve ilerleyen zamanlarda Sammy McIlroy ve Norman Whitside’ı da takıma kazandırmış. Anlayacağınız iyi scoutun takımına katacağı çok şey olur. İnanmayan İlhan Cavcav’ın zaman içinde ülke futboluna kazandırdıklarına baksın…

Ziya Adnan
20 Eylül 2015

Ah Livorno!

Ah Livorno!

Uzaklardan…

“Kimi futbolcu transferden kazandığı ile Ferrari ya da yat alır, ben Livorno forması aldım, hepsi o!”

Cristiano Lucarelli

Livorno… İtalya’nın kuzeyinde Toscana bölgesinde yer alan, kökleri 1017 senesine kadar uzanan, günümüzde 150 bin nüfusa sahip liman şehri. Rönesans döneminin önemli merkezlerinden biriyken zaman içinde liman kenti olma önemini yitirmiş. 1921’de İtalyan Komünist Partisi’nin kurulduğu şehir 2. Dünya Savaşında büyük hasar görmüş. Hikâyesi Liverpool’u andırıyor, malum ikisi de bir zamanların değerlisi. Zaman içinde tersanelerin kapanması, liman işçiliğinin tarihe karışması sonucu yoksulluk girdabına kapılmış bahtsız, kadersiz şehirler. İkisinin de ortak yanı “sol”un, işçi sınıfının kalesi olmaları. İngiltere’de Liverpool, İşçi Partisi’nin kalesi olarak nam salmıştır, Livorno İtalya’nın en  ‘kızıl’ şehri. Kızıl bayrak, orak-çekiç, şehrin değişmez sembolleri…

İşte o şehrin 1915 senesinde kurulmuş takımı AS Livorno Calcio… Kurucusu bir İngiliz… İlhamını aralarında futbol oynayan İngiliz gemicilerden almış, renkleri koyu kızıl. Kulüp tarihinde kayda değer başarıları yok. Varsın olmasın, sevinmek için sevilmez ki takımlar! Bizim topraklara çok uzak olsa da, bir şehri tribünden sevmektir taraftarlık, bunların sevdalıları da şehrin çocukları. 1933 senesinde şimdiki adıyla Armando Picchi Stadı’na taşınmışlar. 19.238 kapasiteli stat o yıllarda diktatör Benito Mussolini’nin kızının adını taşıyormuş: Edda Ciano Mussolini…

1942-1943 sezonunu Serie A’da 2. sırada tamamlamışlar, kulüp tarihinin en iyi derecesi. Ülke futbolunun en üst liginde 7 sezon mücadele ettikten sonra 1949 senesinde küme düşmüşler. Kötü kader bırakmamış yakalarını, sonrasında gelen 3. Lig serüvenleri 1955 senesine kadar sürmüş. O sene Serie B’ye geri dönmüşler. 2003-2004 sezonunda, 55 senelik aradan sonra Serie B’yi 3. sırada bitirerek Serie A’ya terfi etiler. Futbolseverler arasındaki genel kanı ertesi sezon küme düşecekleri yönündeydi ama Serie A’yı 9. sırada bitirdiler. 2006-2007 sezonunda tarihlerinde ilk kez UEFA Kupasında yer alan kulüp, 2007-2008 sezonunda ligi son sırada bitirerek küme düştü. 2008–2009 sezonunun sonunda ligi 3. sırada tamamlayıp play-off oynamaya hak kazandılar. 2008-2010 arası düşme ve çıkmalarla geçen zamanlar. 2012-2013 sezonunda ligi 3. sırada bitirerek Serie A’ya bir kez daha döndüler. 2009 senesinin Eylül ayında Adana Demirspor’la Adana’da bir dostluk maçında karşılaşan Livorno iki köklü işçi takımının yeşil sahada buluşmasına vesile olmuştu. Bu vesileyle Adana’nın mavi lacivertlilerine de bir selam çakalım, en kısa zamanda Süper Lig’e çıkmaları dileğiyle…

Livorno’dan dem vurduk madem, efsaneleri Cristiano Lucarelli’yi de anmadan geçmek olmaz. 4 Ekim 1975 doğumlu forvet oyuncusu Livornolu bir liman işçisinin oğlu. 1992–1993 sezonunda Cuoiopell’de başlayan futbol kariyerinde 8 takımın formasını giymiş. 2003-2007 seneleri arasında Livorno’da 146 maçta 92 golü var. Koyu bir Livorno taraftarı. Torino’da forma giyerken, maçının olmadığı günlerde Livorno tribünlerinin müdavimiymiş. Takımın Serie A’ya çıktığı 2002-2003 sezonunda şampiyon oldukları maçtan sonra soluğu taraftarlarla birlikte sahada almış. 2004-2005 sezonunda oynadığı 35 maçta 24 gol atarak Serie A’nın gol kralığını yakalamış. O sezon ligi 8. sırada bitirmiş Livorno…

Lucarelli’nin çok sevilmesinin nedeni sadece golcülüğü degil, kulübe olan bağlılığı. Avrupa’nın önemli kulüplerinden transfer teklifleri almasına rağmen her fırsatta evinde mutlu olduğunu söylüyormuş golcü. 2006 senesinin Temmuz ayında FC Zenit Saint Petersburg’un 3 milyon Euro’luk transfer teklifini geri çevirirken, “Kimi futbolcu transferden kazandığı ile Ferrari ya da yat alır, ben Livorno forması aldım, hepsi o!” demiş olması bile günümüz futbolunda az görülen örneklerden. 2007 senesinin Temmuz ayında, 32 yaşına bastığı günlerde 6 milyon Euro karşılığında istemeye istemeye Shakhtar Donetsk’e transfer olduğunda kulübün kombine satışlarında ciddi düşüş yaşanmış. Attığı gollerden sonra sevincini sol yumruğunu havaya kaldırarak gösterdigi için İtalyan Futbol Federasyonundan defalarca ceza alan Cristiano Lucarelli, kariyerinde kulübün solcu tribün grubu “Otonom Tugaylar”ın kuruluş yılı olan 1999 yılına ithafen 99 numaralı formayla sahaya çıkardı…

***

Efsane futbolcularının yanısıra, futbol medyasına konu olmuş taraftarları da var: 67 yaşındaki Corrado Nastasio 1965-1968 arasında üç sezon takımın formasını giymiş. 1969 senesinde İtalya U21 takımında bir maçta görev almış. Oğlunun hastalığı nedeniyle 31 yaşında futbolu bırakmış, alt liglerde top koşturmuş, sonrasında Livorno limanında işçi olarak çalışmış. Ama Livorno sevdasından hiç vazgeçmemiş. Müthiş futbol dergisi “When Saturday Comes” 2012 senesinin Ekim sayısında, Nastasio’nun bin kilometrelik Reggina deplasmanına tek başına gittigini, deplasman takımının tribününde tek başına oturduğunu anlatır. Önce deplasman tribününü açmak istememiş Reggina yöneticileri, ancak araya polis şefinin girmesiyle bizim yalnız misafire koca tribünü açmak zorunda kalmışlar. Şimdilerde, adını taşıyan, liman işçilerinin kurduğu 200 kişilik bir taraftar grubu takımın her maçında tribünlerde yerini alır…

2013-2014 sezonun sonunda, 20 takımlı Serie A’da Bologna ve Catania ile birlikte Serie B’ye düştü Livorno, içimiz yandı. Geldiğimiz çağın güce, güçlüye tapan, paraya bulanmış endüstriyel futbol düzeninde sadece devrimci ruhları, duruşları bile onları desteklemeye yeter oysa. Yeni sezon başlamasına başladı ama ‘Serie A’ biraz eksik onlarsız. O yüzden, ah Livorno! Serie B’de oynadıkları ilk iki maçta 6 puanla topladılar. Dönüşleri muhteşem olsun…

Ziya Adnan

10 Eylül 2015

 

En uzun deplasman…

En uzun deplasman…

Uzaklardan…

Geçenlerde futbol sitelerinin birinde okumuştum, Rusya 2. Liginde yer alan iki kulüp, Baltika Kaliningrad ve SKA-Energia Khabarovsk arasındaki mesafe 7.026 kilometreymiş. O deplasmana gidecek taraftarlara sabır, malum yol uzun, git git bitmez. En uzun deplasman yolculukları sıralamasında ilk sırayı almışlar. İkinci sıradakiler yine o coğrafyadan, ülkenin en üst liginde yer alan Zenit St. Petersburg ve Luch-Energia Vladivostok arasında 6.531 kilometre varmış. Avusturalya “A League”de mücadele eden iki kulüp Wellington Phoenix ve Perth Glory de aralarındaki 5.258 kilometreyle listenin başı çekenlerinden…

Çok bilinen futbol klişesidir, derler ki: “Amerika futbolun sirkidir.” Genelde kariyerinin son baharındaki topçular kapağı atar o diyarlara, gösteri havasındaki maçlarda boy gösterirler. MSL’de mücadele eden iki takım New England Revolution ve LA Galaxy arasındaki 4.166 kilometre de yabana atılmayacak cinsten. Gösteri tadındaki maçı izlemek için gidilecek yol değil sanırım! Kıtanın güneyindeki Sambacılar diyarında, Serie B’de yer alan iki takım Fortaleza ve Criciúma arasında 3.001 kilometre, Güney Amerika’da Şili 2. Liginde top koşturan Deportes Arica ve Deportes Puerto Montt arasında 3.078 kilometre varmış…

O deplasmanlara bakınca, Premier Lig’de mücadele eden Kuzey’in takımı siyah beyaz Newcastle United ve Gallerli Swansea arasındaki mesafe her ne kadar ligin en uzun deplasmanı sayılsa da (566 kilometre) listedekilerin yanında esamesi bile okunmuyor, malum beterin beteri durumu. İngiliz Daily Mail gazetesinin yaptığı bir araştırmada, Premier Lig’in en fazla yol kat eden taraftarlarının Newcastle United olduğu, 2014-2015 sezonunda ligin 19 deplasmanına gidecek taraftarların toplamda 13.193 kilometre yol gideceği, araba yolculuğunu seven taraftarların 1.077 Sterlin benzin parası (yaklaşık 5 bin TL) harcayacağı hesaplanmış. Deplasman sevenler için, en az yol kat edecek taraftarların da Aston Villa olduğu, Premier Lig’in 19 futbol mabedini 6.818 kilometre kat ederek ziyaret etmelerinin mümkün olduğu anlatılmış…

Madem deplasmanlardan açtık konuyu, bizim yalnız ve güzel coğrafyamızdaki en uzun deplasmanları da hatırlamadan geçmeyelim. O güzel futbol sitesi “Toprak Saha” da yazan İlhan Özgen, 2012 senesinin Eylül ayında yazdığı “Deplasman Yolcusu Kalmasın” başlıklı yazısında, uçak yolculuklarının günümüzdeki kadar revaçta olmadığı zamanlarda, 1979-1980 sezonunda 1.550 kilometreyi otobüsle kat ederek Trabzonspor’un karşısına çıkan Göztepe’nin hikâyesini anlatır. Bordo mavili takım yol yorgunu rakibi karşısında rahat bir galibiyet alacağını umarken 1-1’lik skorla yetinmek zorunda kalmış…

***

Yeri gelmişken, futbolun beşiğinde nam salmış, maç günleri futbol mabetlerini tavaf eden, sevgili Tanıl Bora’nın tanımıyla “stat hacılarını” da hatırlamadan geçemeyelim. “92’ler Kulübü”, Ada futbolunda yer alan 92 profesyonel kulübün statlarında maç izlemiş taraftarların kurmuş olduğu bir çeşit futbol tarikatı… Üye olmanın yegâne koşulu, ülkenin 92 profesyonel futbol stadını görmüş olmak. 92 stadı tamamladığınız sezon, 92 kulübün de profesyonel liglerde yer alması gerekiyor, malum küme düşmeler ve çıkmalar. Kurucusu Gordon Pearce, Bristol City taraftarı ve İngiltere’nin Dünya Kupasını kazandığı 1966 senesinde kurmuş 92’ler kulübünü, ilk üye de kendisi olmuş. 2006 senesinde üye sayısı 1.100’e ulaşmış. Şimdilerde bu sayı 1.500’e yakın. O kulübe üye olmasına az kalmış Southampton taraftarı, Newcastle deplasmanının zorluklarını anlatıyordu geçenlerde, 520 kilometre yol gözünde büyümüş muhtemel…

Bir de onca yol gittikten sonra kendini deplasman takımı tribünlerinde bir başına bulma durumu da var, eh o da futbolun cilvesi. 2012 senesinde takımını Sampdoria deplasmanında yalnız bırakmayan Udinese taraftarı Arrigo Brovedani, aralık ayının soğuğunda dört saatlik araba yolculuğundan sonra stada girmiş ama bir de ne görsün! Koskoca tribünde yapayalnız! Maçın başlarında ev sahibi tribünlerin alaycı tezahüratlarına hedef olmuş, ama kısa süre sonra alışmışlar, muhtemel biraz da acımışlar yalnız misafirlerine. Maçtan sonra yemeğe götürüp, bir de takım forması hediye etmişler o unutulmaz günün anısına. Anlayacağınız, taraftar taraftarın halinden anlar…

***

Bu vesileyle geçmiş yıllarda Pegasus Ankaragüçlüler Derneği üyelerince yapılan okul ziyareti etkinliklerini anımsatırcasına, “En uzun deplasman bir çocuğun kalbine yapılandır” sloganıyla yola çıkan, şehirlerinde yaşayan okul çağındaki çocuklarda Bursaspor sevgisi ve bilinci aşılamak adına ilkokulları ziyaret edip öğrencilere forma ve kırtasiye malzemeleri dağıtan Bursasporlu eğitimcilere de selam olsun. Keşke ülkenin tüm şehirleri Bursa gibi olsa, en azından futbolda rekabeti geliştirme adına. Malum taraftarlık bir şehri tribünden sevmektir…

Ziya Adnan

10 Eylül 2015