Ülke futbolunun bitmez çilesi: Passolig…

Ülke futbolunun bitmez çilesi: Passolig…

Uzaklardan…

2014-2015 sezonunda Avrupa takımlarının statlarında oynanan maçlardaki taraftar sayılarına bakıyorum. Bundesliga’yı 7. sırada bitirmiş Borussia Dortmund’un Signal Iduna Park Stadı’nda oynadığı maçlardaki ortalama taraftar sayısı 80.463… Şampiyon Bayern Münih’in Allianz Arena’daki taraftar ortalaması 72.882… Schalke 04 (61.578), Hamburg (53.252), FC Köln (48.329) taraftar ortalaması yakalamış. Küme düşmekten averajla kurtulmuş Hertha BSC bile Olympiastadion’da (50.185) taraftar ortalamasına oynamış…

Premier Lig’de de durum benzer… Manchester United (75.335), Arsenal (59.992), Newcastle United (50.359), Manchester City (45.365), Liverpool (44.659)… İspanya’da Barça (77.632), Atlético Madrid (46.603) ortalamasına oynarken, İtalya, Hollanda, Belçika, İskoçya, Fransa’da da maç günleri statları doldurmuş taraftarlar. Bizim küçük gördüğümüz Club Brugge maçlarını ortalama 26 bin taraftar önünde oynamış…

Dönüyorum adının başına “Süper” (!) sıfatı eklenmiş ama futbol kalitesi olarak pek vasat, tribünleri dolmayan, üstelik 2011 senesinde yaşanan şike depreminin artçılarından bir türlü kurtulamamış, siyasetin gölgesinde başkalaşmış ülke futboluna…

2014-2015 sezonunda uygulamaya konulan, güya tribün şiddetini engellemek olan Passolig’in asıl amacının taraftarları sıkı denetim altına alarak her hareketi kontrol edilen, her daim görülebilen saydam taraftar yaratmak, takım sevgisini sömürerek ticari bir pazar yaratmak olduğunu görmüş olmalı ki futbol ahalisi, henüz ilk sezonunda boykot etti Passolig garabetini. Malum, taraftar dediğinin aşkı uzaktan sevmeye de yeter. Meselenin bizim açımızdan hazin yanı, Avrupa kulüplerinin tribün ortalamasında ilk 50 kulüp içinde tek Türk takımının bile olmayışı. Ve o 50 kulüp içinde kimler yok ki! İskoçya’nın bayırlarında, bıraktığı yere dönmek için gün sayan Glasgow Rangers, mavi beyaz Napoli, 2014-2015 sezonunu 5. sırada bitirmiş Saint-Étienne, o küçük şehrin takımı Leicester City, Avrupa futbolunun fabrikası Porto, İspanya’nın en eski kulübü Sevilla, mazisini arayan Derby County, 75 bin nüfuslu kasabanın takımı West Bromwich Albion ve diğerleri…

Bize gelince, ülkenin dört bir yanında oy toplama amacıyla inşa edilen 50 bin kapasiteli statlar sezon boyunca neredeyse boş kalmış ama kimin umurunda! Broadage’in yaptığı araştırmaya göre Süper Lig takımları geçtiğimiz sezon ortalama 7 bin 500 civarında seyirciye oynamışlar. Premier Lig maçlarındaki taraftar ortalaması 36.083, bir alt lig Championship’te bu sayı 17.868, League One’da (3. Lig) 7.025 (Kaynak: soccerstats.com). Hal böyle olunca futbola ciddi paralar yatıran dev sponsorların oyundan alelacele çekilmesine şaşmamak gerek. Malum, kimselerin izlemeye değer bulamadığı, üstelik kalitesiz bir ürüne hiçbir aklı başında sponsor para yatırmak istemez…

Şampiyon Galatasaray’ın bile, gıcır stadında yakalayabildiği taraftar ortalaması 24 bin. Bu sayı Championship’i 20. sırada bitirmiş Brighton & Hove Albion’un taraftar ortalamasından bile daha az. Martılar zor bela kümede kalabildikleri sezonda Falmer Stadı’ndaki maçlarında 25.645 taraftar ortalamasına oynamışlar. TFF’ye göre bu tablo Türk futbolunun başarısı! Demirören’e göre istemedikleri taraftarlar maçlara gelmiyormuş ve kulüpler de para kazanıyormuş! Artık nasıl taraftar istiyorlarsa ve bu nasıl kazanmaksa!

Geçenlerde Bağış Erten, Galatasaray’ın Passolig’den önce 40 bin ortalamaya oynadığını, Passolig’den sonra 16 bin taraftarını kaybettiğini yazmıştı. Bağış’ın, yerinde hesaplamasına göre Galatasaray’ın maç günü gelirleri hariç kaybı 13,6 milyon lira. Boğazına kadar borca batmış bir kulüp için hiç de küçümsenmeyecek rakam… Bu mudur kazanmak!

Yeri gelmişken, onca zaman sonra kongre üyeliğine kabul edildiğim şehrimin kırmızı siyahlı takımının durumuyla devam edeyim. Geçtiğimiz sezon 3.147 taraftar ortalamasına oynamış Al-Karalar. Oysa bir önceki sezonda bu sayı 8.938 imiş (Kaynak: transfermarkt.com). Yani Passolig’in hayatımıza girişiyle birlikte Ankara tribünlerinin yarısından fazlası boşalmış. Zaten futbolun can çekiştiği başkente bir darbe de Passolig’den gelmiş anlayacağınız. Bu durumu, ülkenin ekonomik tablosu ve halkın gelir seviyesi ile açıklamaya çalışanlara da geçtiğimiz sezon Gençlerbirliği’nin Ankara 19 Mayıs Stadı’nda oynadığı tüm lig maçlarında geçerli olan kombine bilet fiyatlarının taraftarlar için oldukça uygun rakamlar (kale arkası 160 TL, maraton 210 TL ve kapalı tribün 310 TL) olduğunu hatırlatalım. Kulüpler Birliği’nin Demirören’i desteklediğini açıkladığı zamanlarda Gençlerbirliği’nin çekimser kalmasına şaşırmamak gerek. Keşke diğerleri de benzer duruş sergileyebilse…

Velhasıl, AKP dışında kalan tüm partilerin seçim programındaki Passolig’i kaldırma sözü bile, AKP dışında kalan her seçeneğin dipte, sonda ve depresyondaki ülke futbolu adına hayırlı olacağını görmeye yeter. Malum, tribünleri dolmayan bir ülkenin futbolu asla ilerleyemez…

Ziya Adnan

24 Haziran 2015

 

Kulübümüzü satın almış olabilirsin ama ruhumuzu asla!

Kulübümüzü satın almış olabilirsin ama ruhumuzu asla!

Uzaklardan… 

2005 senesinde, Old Trafford Stadı’nın yakınlarındaki Stretford Pub’da başlamış o ibretlik futbol hikâyesi… O gün, para babası bir ABD’linin Manchester United’ı ele geçirmesinden, kulüplerinin giderek ticarileşmesinden, artan bilet fiyatlarından hoşnut olmayan bir grup taraftar, kulübün gerçek sahibinin taraftarlar olması gerektiğini savunarak kombine biletlerini kulübe iade etmiş ve Kırmızı Şeytanlar’ın maçlarına gitmeme kararı almışlar. Az biraz Passolig meselesini andırıyor, endüstriyel futbola karşı taraftar duruşu, her ne kadar bizim topraklarda toplu duruşu sergilemek çok kolay olmasa da…

kulubumuzu-satin-almis-olabilirsin-ama-ruhumuzu-asla-53068-1.

İlk icraatları Manchester United Supporters Trust’u (Manchester United Taraftarlar Vakfı) kurmak olmuş, ardından gereken çoğunluğu sağladıktan sonra “FC United of Manchester” diye yeni bir kulüp kurarak bölgesel amatör liglerin an alt liginde mücadele etmeye başlamışlar. Zaten takımını seviyorsan hangi ligde mücadele ettiğinin ne önemi olabilir ki? Kuruluş aşamasında daha önce aynı yollardan geçmiş, ticarileşen futbola karşı başkaldırmış AFC Wimbledon, Exeter City ve Swansea City taraftarlarını örnek almışlar. Renkleri ilk göz ağrıları Manchester United’dan miras, tüzüklerine forma sponsoru almayacakları maddesini eklemişler. Kulübün ambleminin üzerinde yer alan üç çizgi, şehrin içinden geçen üç nehrin simgesi, şehrin ana geçim kaynağı gemiciliği de unutmayarak minik bir gemi yerleştirmişler ambleme…

Henüz ilk sezonlarında bulundukları küme şampiyonluğunu kazanıp bir üst lige, ikinci sezonlarında “North West Counties Football League Division One”ı ilk sırada bitirip daha geniş katılımlı kuzey bölgesinin amatör liglerinin prestijlisi “Northern Premier League”e terfi ettiler. İlk sezonları 2005-2006’da Ada futbolunun amatör kümelerinde en yüksek ikinci taraftar ortalamasına (3.059) ulaştılar. 10. Lig’den başlayıp 7. Lig’e kadar yükseldiler. İlk sezonlarında maçlarını ortalama 3 bin taraftar önünde oynarken zamanla artmaya başlamış bu sayı ve Manchester yakınlarındaki Bury kasabasının 11.840 kapasiteli Gigg Lane Stadı’nı doldurmaya başlamış takıma gönül verenler. 2007-2008 sezonunda 10 bin taraftar ortalamasını yakaladılar. O günlerde profesyonel liglerde yer alan Bury takımıyla paylaşıyorlardı o futbol mabedini. “Düşler Tiyatrosu” Old Trafford’dan sonra o minik stada alışmak zaman alsa da benimsediler yeni evlerini zaman içinde…

İşte o günlerde doğmuş o yaratıcı tezahürat: “Glazer, wherever you may be, you bought Old Trafford but you can’t buy me.” (Glazer, Old Trafford’u satın almış olabilirsin ama bizi asla!). Kulübün tüm giderleri taraftarlar tarafından karşılanırken, ilk sezonların bilançolarında ortalama 40 bin sterlin zarar gösterdiler. Günümüzde 4.200 üyeye sahipler. Kulübün internet sitesinde (www.fc-utd.co.uk) tüm gelirlerin kulübe kaldığı yazılı. Süper Lig’de yer alan Anadolu kulüplerinin çoğunun bu üye sayısını yakalayamamış olması boş tribünlerimizin göstergesi…

Takımın demirbaş oyuncusu Jerome Wright 2006 senesinde 16 yaşında katıldığı Oldham Athletic seçmelerini kazanamamış. 2006 senesinden beri savunma oyuncusu olarak oynadığı FC United of Manchester’da 300’ün üzerinde maça çıkmış. Profesyonel futbolcuların kazandığının yanında onun kazandığı devede kulak misali: Haftada 150 sterlin! Başka takımlardan transfer teklifleri aldığını, ancak burada mutlu olduğunu söylüyor…

Günümüzden 47 sene önce, 29 Mayıs 1968 tarihinde Şampiyonlar Ligi’nde Benfica’yı final maçında yenerek Avrupa’da ilk kupasını kazanmış Manchester United… Yeri gelmişken, Portekiz devi Benfica’nın futbolda taraftarların sahip olduğu en büyük kulüp olduğunu da hatırlatalım. Ve geçtiğimiz günlerde, yeni stadı 4.400 kapasiteli Broadhurst Park’ın açılışında, Avrupa devi Benfica ile karşı karşıya geldi FC United of Manchester. Açılış maçı için o günü seçmiş olmalarının nedeni ise kayda değer…

Maliyeti 5 buçuk milyon sterlini bulan yeni stadın giderinin büyük çoğunluğu taraftarlar tarafından karşılanmış. Kale arkası tribünü maçları ayakta izlemek isteyen taraftarlar için ayrılmış. Kulübün genel menajeri Andy Walsh, 10 sene içinde başardıklarını anlatırken rüyanın gerçek olduğunu, taraftarın gücünü gösterdiklerini vurguluyor ve ekliyor: “Hikâye daha yeni başladı, yol uzun…”
Uzaklarda istenmeyen, sevilmeyen, 17 senedir kulübün başkanlığını yapmış, üstelik sportif anlamda başarısız bir kulüp başkanı bir kez daha başkanlığa seçilirken, futbolun bize çok uzak, başka bir yüzünü gösteriyor FC United of Manchester, endüstriyel futbolun gölgesinde nicedir unutulmuş o gerçeği hatırlatıyor: Kulüplerin gerçek sahibi taraftarlardır!

 

Ziya Adnan

23.Haziran.2015

Bilic’ten çok zaman önce…

Bilic’ten çok zaman önce…

Uzaklardan…

Bir yabancı teknik direktör daha kopup gitti bizim futbol fakiri coğrafyadan, eminim ne ilk ne de son… Benim gibi futbolculuğunu da izleme fırsatı bulmuş olanlar, onu entelektüelliği, güzel konuşması, duruşu, farklılığı ile hatırlayacaktır; yaşamda olduğu gibi futbolda da efendiliğin fazla rağbet görmediği zamanlarda. Tüm sezon boyunca kendi evinde oynayamamış, stadı bile olmayan bir takımla sezonu deplasmanlarda geçirmiş, şehirdaşı iki rakibine göre kadro ve bütçe açısından hayli geride olmasına rağmen son haftalara kadar yarışta kalmış, üstelik Avrupa’da hiç de fena sayılmayacak sonuçlar almış siyah beyazlı takımın 2000 senesinden beri kovulan 17. hocasıydı Slaven Bilic. Üstelik yakın geçmişte sekiz gol yedikleri Liverpool’u Avrupa Ligi’nde elediği sezonda! Arsene Wenger’in Arsenal’in başında olduğu günden beri 20 teknik direktörle çalışmış siyah beyazlılar, bunlardan 12’si yabancı. Bilic o saadet zincirinin son halkasıydı. Başarının sadece şampiyonluk olarak görüldüğü, kafayı yıldızla, kupayla bozmuş garip bir futbol düzeninde ligi 3. sırada bitirdiği için kovuldu. Üstelik uzaklarda, dünya devi Manchester United’ın Premier Lig’i zar zor 4. sırada tamamladığı zamanlarda…

Bu vesileyle, 80’li yıllara dönüp siyah beyazlı takımda yedi sezonda yaşadığı üç şampiyonluktan sonra ezeli rakibine 1-0 yenildiği için “Go Back To Your Home” pankartları arasında yol verilmiş o efendi İngiliz’i hatırlayalım bu yazıda, Liverpool efsanesini yâd edelim…

29 Mart 1937’de İngiltere’nin kuzeybatısında yer alan 114 bin nüfuslu Preston kasabasında dünyaya gelmiş. Futbol dünyasında adını duyurduğu zamanlar 60’lı yıllar. Liverpool’un yaratıcısı Bill Shankly, 1959 senesinin Aralık ayında takımın başına geldiğinde hedefi takımı 1. Lig’e çıkarmakmış. O yıllarda Liverpool 2. Lig’in vasat takımlarındanmış ve Shankly’nin gelişi ile makûs kaderleri değişmiş. Shankly’nin o dönemdeki en önemli iki transferi Ian St. John, Ron Yeats ile birlikte katılmış takıma. Onun transferi için diğer iki futbolcuya ödediğinin yarısını ödemiş ve 16 bin Sterlin karşılığında orta saha oyuncusunu Preston’dan transfer etmiş. 1960-1967 arasında oynadığı dönemde üç şampiyonluk yaşamış futbolcu, 236 maçta 17 golü var. Teknik direktörlük kariyeri öncesinde 1967–1970 arasında Blackpool, 1970–1972 arasında Wigan Athletic takımlarında top koşturmuş. 1970 senesinde başladığı hocalık kariyerinde Wigan Athletic, İngiltere U18, Coventry City ve Lecester City takımlarını çalıştırmış. 1987 senesinde tanışmış Beşiktaş’la, Başkan Süleyman Seba’nın isteğiyle takımın başına getirilmiş.

En son lig şampiyonluğunu 1985-1986 sezonunda yaşayan siyah beyazlılar onun ilk iki sezonunda ligi Galatasaray’ın arkasından 2. sırada bitirdiler ama Seba inandığı teknik direktörü görevde tutmaya devam etti. Ve o inanç 1989-1990 sezonunda şampiyonluğu getirirken, takım o sezon Türkiye Kupası’nı da kazanıyordu. O sezon Süper Lig tarihinin en farklı skoru olan 10-0’lık Adana Demirspor ve 5-1’lik Fenerbahçe galibiyetleri tarihe düşen notlar…

1991-1992 sezonunda Beşiktaş üst üste üçüncü kez şampiyon oldu ve Süper Lig’i namağlup olarak kapatan ilk takım olarak tarihe geçti. O sezon 16 takımlı ligde oynadıkları 30 maçın 23’ünü kazandılar. Onun döneminde kazanılan kupalar: 2 Cumhurbaşkanlığı, 1 Başbakanlık ve 4 TSYD Kupası. O kadronun yıldızlarından Feyyaz Uçar 1989-1990 sezonunda Beşiktaş tarihinin ikinci gol kralı olarak tarihe geçti…

1992-1993 sezonunda takımın ikinci olması, yurtdışında alınan başarısız sonuçlar, 1993-1994 sezonunun başında yaptığı, fiyaskoyla sonuçlanan Francesco Manessero ve Osvaldo Nartallo transferleri, bu transferlerden komisyon aldığı iddiaları hikâyenin sonunu hazırladı. Ülkemiz futbolunda gelmiş geçmiş en başarılı teknik direktörlerden biri olan Gordon Milne 1993-1994 sezonunun ortasında görevinden ayrıldı…

Ve Gordon Milne’den geçen onca zaman sonra, üstelik istikrara inanan bir başkanın adının verildiği bir sezonda onunla aynı kaderi paylaştı Slaven Biliç. Dedim ya, o bizim kendine özgü futbol düzeninde kovulmuşlar zincirinin ne ilk ne de son halkası olacak. Ondan önce aynı kaderi paylaşmışlardan bazıları: John Toshack, Karl-Heinz Feldkamp, Hans-Peter Briegel, Christoph Daum, şimdilerde hepsinin peşinde koştuğu ama belli ki dersini almış Mircea Lucescu, Jean Tigana, Bernd Schuster ve nam-ı diğer “Yeniköy Kasabı” Vicente Del Bosque…

Günümüzde 78 yaşında Gordon Milne. Yakın geçmişte “Four Four Two” dergisine verdiği söyleşide Türkiye yıllarını şöyle anlatıyor:

“Tesisler hiç durumda iyi değildi. Saha topraktı. Soyunma odalarının durumu da çok fenaydı. İngiltere’deki 3. Lig takımlarının soyunma odaları gibiydi, hatta onlarınkinden bile daha kötüydü. Bu durum benim için büyük sürprizdi tabii ki. İlk sezon çok sorun yaşadık çünkü doğru dürüst çalışamadık bile! Önce Fulya’da daha iyi bir tesise sahip olduk. Sahamızı çime çevirdik. Çok büyük değildi ama yine de çimdi, kum değil! İkinci yıl saha ve tesisler biraz daha iyi oldu. Takım olarak da ilerledik, Türkiye Kupası’nı kazandık. Ondan sonra her şey gelişmeye devam etti ve şampiyonluklar arka arkaya geldi.”

Şimdilerde ülke takımlarının sahaları toprak değil, tesis olarak da Avrupa takımlarından aşağıda kalmazlar ama gel gör ki değişmeyen futbola bakış açısı! Reza’nın gördüğü itibarı Biliç gibiler görmez bizim diyarlarda. Böyledir bizim topraklar, futbolu değil takımları ve renkleri sevenlerin, başarıyı sadece şampiyonluk olarak görenlerin coğrafyasında giderken sadece adına yazılmış şarkılar bırakırsın…

Ziya Adnan

10 Haziran 2015

 

 

Ankara’nın “Demir”i…

Ankara’nın “Demir”i…

Uzaklardan…

Dünyaya geldiğim siyah beyaz zamanlarda Ankara futbolu beş takımla temsil edilirmiş: Ankaragücü, Gençlerbirliği, Ankara Demirspor, Şekerhilâl, Hacettepe… Bugün adının başına eğreti bir sıfat yapıştırılmış Süper Lig’de başkentin tek temsilcisi bulunuyor: Gençlerbirliği, Ankara’nın güzel insanlarının takımı…

Ankaragücü ve Hacettepe 2. Lig’de geçmişe ağıt yakıyorlar, biri 9. diğeri 12. sırada. Şekerhilâl diye bir takım da yok artık. O tarihten sonra 6 kez isim değiştirmiş yeşil beyazlılar, günümüzde Şekerspor A.Ş, o da 3. Lig’den düşmüş durumda. Gelecek sezon bölgesel amatör ligde yer alacaklar. 1959-1960 sezonunun bitiminde puan cetvelinin en üstünde üç İstanbullu varmış. Aradan geçen 55 senede karşımızda yine aynı tablo… O süre içinde başkentinden şampiyon çıkartamamış tek ülke olarak kala kalmışız, zaman hiçbir şeyi değiştirmemiş bizim futbol fakiri coğrafyada…

Peki ya Ankara Demirspor, başkentin trenle hatırlanan takımı! 2014-2015 sezonunda 3. Lig 3. Grupta 2. Lige çıkma mücadelesi veren, yakın geçmişte Cebeci Stadında, boş tribünler önünde izlediğim o köklü takımı hatırlayalım bu hafta. Futbol ahalisinin genelinin gözünden ırak olsalar da bizim gibilerin gönlünde her daim yerleri olduğunu hatırlatalım…

Adı üstünde, kökleri Devlet Demiryolları’ndan miras. TCDD’nin sportif faaliyetlere ilk adım atışı, 1930 yılında Eskişehir Cer Atölyesi’nde kurulan Eskişehir Demirspor Kulübü’nün oluşmasıyla başlamış. Sonrasında Samsun, Ankara, İstanbul, Kayseri, Adana, İzmir, Sivas Demirspor Kulüplerinin kurulması ile ivme kazanmış. Demiryolları camiasında spora gösterilen bu büyük ilgi, demiryollarının geçtiği tüm güzergâhlara dalga dalga yayılmış. Daha önce kurulmuş bulunan kulüpleri Erzurum, Malatya, Kayseri, Adapazarı, İskenderun, Çatalağzı, Afyon ve Balıkesir’de kurulan Demirspor kulüpleri takip etmiş. Demiryollarında kurulan bu kulüpler içerisinde, MKE Ankaragücü ve Gençlerbirliği kulüplerinden sonra, yaşamını günümüze kadar sürdüren başkentin en eski kuruluşu ise Ankara Demirspor Kulübü. Yeşil sahalara adım attıkları tarih 29 Mayıs 1932… Ancak, kulübün tüzükteki resmi tescili ise 29 Ekim 1932 tarihini göstermekte…

Ankara Demirspor kulübünü zamanının spor adamları kurmuş. Kulübün internet sitesinde (www.demirspor.org.tr) bir avuç müteşebbis ve bir avuç vefakâr taraftarın 1933-1934 sezonunda Demirspor’a alkış tutup, statları doldurmaya başladığı anlatılır. Futbol takımının ilk başarısı, 1938-1939 sezonunda Türkiye’nin ilk deplasmanlı ligi olarak bilinen Milli Kümede. O sezon ligi gol averajı ile Galatasaray’ın arkasından ikinci sırada bitirmişler. 1939, 1943, 1947, 1948, 1959 Ankara şampiyonlukları, 1947 yılında da Türkiye Şampiyonluğu bulunuyor. Kuruluşunda kırmızı-yeşil olan formaları 1933 senesinde yerini mavi-laciverte bırakmış.

1958’den 1971’e kadar günümüzdeki adıyla Süper Lig’de mücadele vermişler. Ligde en son sezonları 1970-1971. Onların ülke futbolunun en üst liginde boy gösterdikleri zamanlarda, şimdilerde 4. büyük olarak bilinen Trabzonspor henüz kurulmamış bile. 1959-1960 sezonunda ligi İzmirspor’un arkasından 5. sırada bitirmişler. 1960’lı yılların sonları ligde tutunmaya çalıştıkları zamanlar…

16 takımın yer aldığı 1968-1969 sezonunu 12. sırada tamamlamışlar. 1970-1971 sezonunun sonunda futbola dair ilk göz ağrım sarı siyah PTT ile birlikte 2. Lige, 1983 senesinde de Demiryolları’nın Eskişehir takımı ile birlikte 3. Lig’e düşmüşler. Sonrası üç takımla lanetli ülke futbolunun görünmez köşelerinde boş tribünler önünde geçen yazık, kimsesiz zamanlar. Bir kez düşmeye gör, ne sevenin kalır, ne hatırlayanın. Milli servetin yüzde sekseninin, nüfusun yüzde 10’u tarafından paylaşıldığı o fakir coğrafyada futbol ahalisi güçlüyü, kazanını sever. Ne hazin! 2011-2012 sezonunun sonunda 3. lig 3. grupta mücadele ederken amatöre düşmekten dört puan farkla kurtulmuşlar…

Yeri gelmişken, takımın formasını giymiş önemli futbolculardan Fikri Elma’yı da yâd etmeden geçmeyelim. 1959-1969 yılları arasında Türkiye Birinci Ligi’nde oynamış gol canavarı, Türkiye Kupası da dâhil olmak üzere 319 maçta 144 gol kaydetmiş. 1961-1962 sezonunda 34 maçta attığı 21 golle gol kralı olmuş. O sezon Ankara Demirspor ligi 19. sırada tamamlamış ve ligden düşmesi gerekirken, takım sayısının arttırılmasıyla küme düşmekten kurtulmuş. Türkiye Birinci Ligi’nde 10 sezonda attığı 128 golle 100’ler kulübüne en erken girmiş futbolculardan. Gençlerbirliği kulübünde yöneticilik yaptığı zamanlarda, 15 Kasım 1999 tarihinde 65 yaşında Ankara’da vefat etmiş.

Geçtiğimiz günlerde play-off maçında, ülke futboluna nice yıldızı kazandırmış, şimdilerde eskiyi fena özleyen Sakaryaspor’u 2-0 yenerek 2. Lige çıktı Ankara Demirspor…. Darısı alt liglerde çile çeken, futbolumuzda bir zamanlar nam salmış, zaman içinde parasızlık, ilgisizlik, sevgisizlik, kötü yönetimler yüzünden kaybolup gitmişlerin, eski günlerini özlemle arayan diğer şehir takımlarının başına. Süper Lig tüm zamanların puan cetvelinde 27. sıradalar ve 13 sezon ülke futbolun en üst liginde yer almışlar. Kökleri, tarihi ve taraftarı olmayan belediye takımları ile kuşatılmış futbolumuzda onların hikâyesi bile yeter oysa.

Kalıcı olsunlar…

Ziya Adnan

1 Haziran 2015

Tutunamayanlar II…

Tutunamayanlar II…

Uzaklardan…

Bizim futbol ahalisinin şampiyonluğu kutladığı zamanlarda Avrupa futbolunun tutunamayanlarını yazmıştım. Bu hafta bıraktığım yerden devamla…

Günümüzden 121 sene önce, 1893 senesinde kurulmuş VfB Stuttgart… Alman futbol tarihinin 5. büyüğü… 1963 senesinde perdelerini açan Bundesliga’nın iki sezon hariç tüm sezonlarında ligin demirbaşlarındanmış. Tarihinde Bundesliga şampiyonluğunu 5 kez kazanıp (en son 2006-2007 sezonunda), dört kez de ligi 2. sırada bitirmiş. Ama 2010-2011 sezonuyla birlikte kötü gidiş başlamış. Son sezonlarda ligde kalmayı kıl payıyla başaran kırmızılı takım 2014-2015 sezonunda Bundesliga’ya son bir hamleyle tutunuyor, yerine Freiburg’un kırmızı siyahlı takımı SC Freiburg düşüyordu… Madem yeri geldi anlatalım tutunamayanın hikâyesini…

Günümüzden 110 sene önce, 1904 senesinin Mayıs ayında kurulmuş ve bilhassa 90’li senelerde Alman futbolunun asansör takımı olarak nam salmış. Öyle ki 24 bin kapasiteli Schwarzwald Stadı’nı dolduran taraftarları bile alışmış bu duruma, o gülümseten tezahüratı yaratmışlar: “We go down, we go up, we go into the UEFA Cup!” (Düşeriz, Çıkarız, UEFA Kupası’na katılırız!). Günümüzde Almanya Milli Takımının teknik direktörlüğünü yapan Joachim Löw, üç dönem forma giydiği takım tarihinin 252 maçta kaydettiği 81 golle en büyük golcüsü. 67 yaşındaki teknik direktör Volker Finke 1991 senesinden 2007’e kadar takımın başında kalmış. Onun döneminde üç sezonda küme düşmüşler ama 17 sezonda onunla yola devam etmişler. Güvenin böylesi… Uzaklarda siyah beyaz Beşiktaş’ta, üstelik stadı olmadığı, teselliyi evinden uzaklarda aradığı sezonda ligi 3. bitirdiği için yol verilen Bilic’e de selam çakalım bu vesileyle. Anlamıştır muhtemel, bizim futbol fakiri coğrafyada başarının sadece şampiyonluk olduğunu, kupadan başka her şeyin yalan görüldüğünü. Anlamıştır ülkemizdeki futbola bakış açısını. Dünya devi Manchester United zor bela ligi 4. sırada bitirir ama hayat devam eder, bizde ligi 3. bitiren takımın hocası kovulur! Meselenin özeti, bir gün efsane, ertesi gün kestane olursun bizim diyarlarda. Hazin ama gerçek!

2014-2015 sezonunda La Liga’da oynadığı 38 maçta sadece üç galibiyet alabilmiş olan Córdoba, İspanya’nın güneyinde yer alan 325 bin nüfuslu sıcak şehrin takımı… 1954 senesinde kurulmuş. Renkleri bizim Bursaspor’u hatırlatıyor. 2013-2014 sezonunda 2. Lig’i 7. sırada bitirdikten sonra play-off maçları sonunda La Liga’ya yükseldiler. Bu sezon 42 seneden sonra ilk kez ülke futbolunun en üst liginde boy gösterdiler ama evlerinde aldıkları 8-0’lık Barça mağlubiyetiyle ligden düştüler.

Onlarla birlikte düşen Almería, İspanya’nın güneyinde yer alan 189 bin nüfuslu o şirin sahil şehrinin takımı… Kökleri 1979–1981 arasında La Liga’da mücadele etmiş AD Almería’dan miras… 1982 senesinde yok olup giden kulübün yerine 1989’da kurulmuş. Kuruluşundan günümüze geçen zaman diliminde ülkenin dört profesyonel liginde boy göstermiş kırmızı beyazlı takım. Maçlarını oynadıkları Estadio de los Juegos Mediterráneos Stadı 22 bin kapasiteli ve sadece 2005 Akdeniz Oyunları için inşa edildiği dönemde 21 milyon Euro’ya mal olmuş.

Serie A’dan düşen Parma, tarihinde hiç şampiyonluk yaşamamış olsa da 1992-2002 arasında üç sezonda İtalya Kupası ve UEFA Kupasıyla birlikte 8 kupa kazanmış. İtalyan futbolunun en fazla taraftara sahip sarı lacivertli kulübünün 12 numaralı forması sadece taraftarlara mahsus. En son 2002-2003 sezonunda Gabriele Giroli giymiş o özel formayı…

Fransa Ligi’nde küme düşen Lens günümüzden 106 sene önce 1906’da bir grup öğrenci tarafından kurulmuş ve kulübün ilk yönetim kurulu öğrencilerin ebeveynleriymiş. Rivayete göre sarı kırmızı renkleri, madenlerde çalışan işçilerin kanından ve altının sarısından miras… Uzun tarihlerinde bir kez lig şampiyonluğunu (1997–1998) kazanmışlar. 2013-2014 sezonunda ülke futbolunun en üst ligine yükseldiler ama finansal yeterlilikleri sağlayamadıkları gerekçesiyle şampiyonlukları geçersiz sayıldı ve küme düşürüldüler. Velhasıl bir tarafta para babalarının Paris St. Germain’i, diğer tarafta RC Lens… Günümüz futbolunun beter fotoğrafı…

 

Düşenleri yâd ettiğimiz bu yazıda çocukluk yıllarımın “şeker” takımını da hatırlamadan geçmeyelim. 1947 yılında Türkiye Şeker Fabrikaları tarafından kurulmuş ve 2000’li senelerin başından bugüne kadar altı kez isim değiştirmiş Şekerspor. Ülke futbolunda bir kez dara düşmeye gör, ne ismin kalır ne hatırlayanın… Tarihi, taraftarı, kökleri olmayan belediye destekli Osmanlıspor’un gelecek sezon Süper Lig’de oynayacağı zamanlarda amatör kümede mücadele edecek Ankara’nın unutulmuş, tıpkı şehri gibi zamana yenik düşmüş takımı…

Unutulmasınlar…

27 Mayıs 2015

 

Tutunamayanlar – 1…

Tutunamayanlar…

Uzaklardan…

2011 senesinin yaz başıydı…

Eskiyi bilenlerin futbol belleklerinde yer etmiş, kökleri 1914 senesine kadar uzanan, güzel İzmir’in bahtsız takımının düşüşünü yazmıştım. O günlerde bir grup Altay taraftarının Facebook’ta açtığı sayfa, siyah beyaz takımın makûs talihini özetliyordu: “Düşerken bıraktığın bütün renkler siyah oldu…” Ve 2014-2015 sezonunda, oynadığı 34 maçta sadece 5 galibiyet alarak bir kez daha düştü bir zamanların büyük Altay’ı; bu kez 3. Lig’e, futbolun en görünmez, en çilekeş köşelerine. Bir futbol sezonunun daha perdelerini indirdiği, çoğunluk futbol ahalisinin yamaçta olup bitenle ilgilendiği zamanlarda, farklı coğrafyaların tutunamayanlarını, düşenlerini, düşerken bıraktıklarını hatırlayalım. Neticede futbol sadece kupalardan, şampiyonluklardan ibaret değil; uzun ömründe ikbali de idbarı da görenler, sevinenler kadar gözyaşı dökenler de var. Belki döner kimileri, belki kimileri için beklemek ve ummakla geçer zamanlar…

Günümüzden 133 sene önce 1882 senesinde kurulmuş, sonraları Batı Londra’nın zenginlerinin gölgesinde kalmış Queens Park Rangers… Premier Lig’in son sezonlardaki çilekeş takımı… Ada futbolunda asansör takımları anlatan ‘Yo-Yo Club’ namıyla anılmaları bu yüzden. 2013 senesinin Nisan ayında, iki sezon mücadele ettiği Premier Lig’den düşüp, ertesi sezon yeniden yükseliyor, ancak geçtiğimiz günlerde bir kez daha düşüyordu. Takımın 35 yaşındaki kalecisi Robert Green 16 yıllık profesyonel kariyerinde dört sezonda küme düşmenin acısını yaşamış…

Onlarla birlikte Premier Lig’den düşen Burnley, İngiltere’nin kuzeybatısında Manchester’a 34 kilometre uzaklıkta Calder nehrinin kıyısına kurulmuş 73 bin nüfuslu küçük kasabanın takımı… 1882 senesinde kurulmuş bordo mavili kulüp, 1888 senesinde hayata geçmiş profesyonel ligin kurucularından… 1976 senesine kadar Ada futbolunun yabana atılmayacak takımları arasındaymış ama sonrasında işler kötüye gitmiş. 1985-1992 arasında 4. Lig’de tutunma mücadelesi vermişler. 1987 senesinde amatör kümeye düşmekten kıl payıyla kurtulmuşlar. 2009 senesinde, 33 senelik aradan sonra play-off finalini kazanarak Premier Lig’e yükseldiler ama ertesi sezon döndüler geldikleri yere. 2013-2014 sezonunun sonunda Leicester City’nin arkasından ligi 2. sırada bitirerek bir kez daha sevindiler ama uzun sürmedi sevinçleri, makûs kaderleri değişmedi. Onlar da bu sezonun tutunamayanları arasında…

Güney Londra’da bizim mahallenin takımıdır Millwall FC… Renkleriyle olmasa da hırçın, kavgacı taraftarları ile doğup büyüdüğüm şehrimin bahtı kara takımını hatırlatır. Holiganizm ile ilgili filmlere sıklıkla konu olmuş; yaramaz, uslanmaz, asi bir çocuk misali yaşar gider futbolun beşiğinde. Onları en iyi anlatan maçlarda açtıkları o çok bilindik flamadır: “No One Likes Us, We Don’t Care…” (Kimse sevmez bizi, çok da umurumuzda!). Çokları bilmez ama Ada futbolunun en başarılı 40. takımıdır mavi beyazlılar her ne kadar bu sezon Championship’ten düşmüş olsalar da…

Londra’nın diğer tutunamayanı, üçüncü ligin kendi yağıyla kavrulan kırmızı beyazlı Orient’i… 1881 senesinde kurulmuş. Takımı kuranlar, bölgede yer alan Homerton hastanesinin o yıllardaki çalışanları… Maçlarını oynadığı Brisbane Road Stadı, Waltham Forest semtinde yer alan, 7.872 kapasiteli eski bir futbol mabedi… Stadın kapasitesini 10.000’e çıkarma çalışmaları halen devam etmekte. Taraftarının büyük çoğunluğu kombine bilet sahibi… Gelecek sezon takımlarını en alt profesyonel ligde izleyecekler, bir gün küllerinden doğma umuduyla…

Hayata sahil tarafından bakanların takımıdır Blackpool FC… İngiltere’nin kuzeybatısında, Lancashire bölgesinde, bilhassa yaz aylarında ziyaretçilerin akınına uğrayan sevimli bir sahil şehridir. Formalarının rengi nedeniyle “The Tangerines” (Mandalinalar) olarak bilenen takımın kuruluşu 1887 senesine dayanır. 1953 senesinde oynanan Federasyon Kupası final maçı öncesi seremonide, Edinburgh Dükü, açık portakal rengi forma ve parlak ipek şortlarıyla dalga geçmiş. Rakip takım taraftarlarının günümüzdeki tezahüratı, “You look like a bunch of pansies!” (Homeseksüellere benziyorsunuz!) o günlerden miras… 22 Mayıs 2011 tarihlerinde ilk kez Premier Lig’e çıktıkları günden tam 365 gün sonra, Old Trafford Stadı’nda son 10 dakikada yediği gollerle yeniden geldiği lige dönmüşlerdi taraftarlarının gözyaşları arasında. Ve bu sezon, taraftarın sevilmeyen başkanla husumetinin derinleştiği zamanlarda bir kez daha düştüler…

Yeri gelmişken, büyük(!) başkan Karl Oyston’ı da atlamayalım. Mayıs ayının başında taraftarların, kulübün efsane futbolcusu Stan Mortensen’in stadın girişinde bulunan heykelinin önünde buluşup gidişatı protesto edeceklerini öğrenince, dâhice bir hamle ile karşılık vermiş ve eylemden önce heykeli kaldırmış! Muhtemel Atatürk Orman Çiftliği kavşağına önce robot, sonrasında 10 milyon lira harcayarak dev dinozor maketi koyduran Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Gökçek’in bile aklına gelmezdi böyle bir hamle! O heykelin şehirle nasıl bir doku bağının olduğu ve günümüzün moda deyimi, kaynak sorusunu başka bir zamana bırakıp Bundesliga’nın bahtsız takımını anlatalım…

Günümüzden 121 sene önce, 1893 senesinde kurulmuş VfB Stuttgart… Alman futbol tarihinin 5. Büyüğü… 1963 senesinde perdelerini açan Bundesliga’nın iki sezon hariç tüm sezonlarında ligin demirbaşlarındanmış. Tarihlerinde Bundesliga şampiyonluğunu 5 kez kazanıp (en son 2006-2007 sezonunda), dört kez de ligi 2. sırada bitirmişler. Ama 2010-2011 sezonuyla birlikte kötü gidiş başlamış. Son sezonlarda ligde kalmayı kıl payıyla başaran kırmızılı takım 2014-2015 sezonunda Bundesliga’ya tutunma savaşında… Siz bu yazıyı okurken belki de gelecek sezon 60.411 kapasiteli Mercedes-Benz Arena Stadı’nda 2. Lig takımlarını ağırlamanın hesaplarını yapıyor olacaklar..

Bu yazının yazıldığı saatlerde La Liga’da oynadığı36 maçta sadece üç galibiyet alabilmiş olan Córdoba, İspanya’nın güneyinde yer alan 325 bin nüfuslu sıcak şehrin takımı… 1954 senesinde kurulmuş. Renkleri bizim Bursaspor’u hatırlatıyor. 2013-2014 sezonunda 2. Lig’i 7. sırada bitirdikten sonra play-off maçları sonunda La Liga’ya yükseldiler. Bu sezon 42 seneden sonra ilk kez ülke futbolunun en üst liginde boy gösterdiler ama evlerinde aldıkları 8-0’lık Barça mağlubiyetiyle ligden düştüler.

Fransa Ligi’nde küme düşen Lens günümüzden 106 sene önce 1906’da bir grup öğrenci tarafından kurulmuş ve kulübün ilk yönetim kurulu öğrencilerin ebeveynleriymiş. Rivayete göre sarı kırmızı renkleri, madenlerde çalışan işçilerin kanından ve altının sarısından miras… Uzun tarihlerinde bir kez lig şampiyonluğunu (1997–1998) kazanmışlar. 2013-2014 sezonunda ülke futbolunun en üst ligine yükseldiler ama finansal yeterlilikleri sağlayamadıkları gerekçesiyle şampiyonlukları geçersiz sayıldı ve küme düşürüldüler. Velhasıl bir tarafta para babalarının Paris St.Germain’i, diğer tarafta RC Lens,… Günümüz futbolunun beter fotoğrafı…

Düşenleri yâd ettiğimiz bu yazıda çocukluk yıllarımın “şeker” takımını da hatırlamadan geçmeyelim. 1947 yılında Türkiye Şeker Fabrikaları tarafından kurulmuş ve 2000’li senelerin başından bugüne kadar altı kez isim değiştirmiş. Tarihi, taraftarı, kökleri olmayan Belediye destekli Osmanlıspor’un gelecek sezon Süper Lig’de oynayacağı zamanlarda amatör kümede mücadele edecek Ankara’nın unutulmuş, tıpkı şehri gibi zamana yenik düşmüş takımı…

Unutulmasınlar…

21 Mayıs 2015

Yazara mail: ziyaadnan@yahoo.com

 

Unutulmuş bir futbol hikâyesi…

Unutulmuş bir futbol hikâyesi…

Uzaklardan…

Kariyerinin son baharına yaklaşmış futbolcuların yelken açtıkları son limandır Amerika, o uzak kıta… Kimileri 30’lu yaşların başlarında, kimileri ortalarına doğru tutarlar Amerikan takımlarının yolunu; futbolun sirki diye bilinen coğrafyada boy gösterirler eski güzel günlerin anısına. Düşünsenize, efsane Pele bile top koşturmuş o topraklarda. 1975 senesinde Santos’ta yarı emekliliğin tadını çıkarırken Cosmos takımıyla kesişmiş yolları; iki sene kadar yaşadığı New York’ta 64 maça çıkıp 37 gol kaydetmiş. 35 yaşındaki bir golcü için hiç de fena sayılmayacak zamanlar… Derler ki, günümüzde Amerika’da futbol biliniyor ve seviliyorsa onun sayesindedir. Velhasıl yol göstermiş kendinden sonra gelecek yıldızlara…

Ada futbolunun efsanesi George Best de onun izini sürmüş; 1974 senesinde Manchester United’dan ayrıldıktan ya da (kovulduktan!) sonra formasını giydiği takımlar arasında Los Angeles Aztecs ve San Jose Earthquakes bulunuyor. Sonra kimler gelmiş; kimler geçmiş o diyarların takımlarından; Bobby Moore, Franz Beckenbauer, Ada futbolunun markası David Beckham, Arsenal tarihinin büyük golcüsü Thierry Henry, ilk milyon Sterlinlik futbolcu Trevor Francis, müthiş Hollandalı Ruud Gullit ve diğerleri… Ada futbolunun haşin çocuğu Paul Gascoigne bile 2002 senesinde D.C. United takımıyla antrenmanlara çıkmış ama tutturamamış!

Bilir misiniz, Ada futbolunun o topraklara ihraç ettiği ilk futbolcu 1967 senesinde Philadelphia Spartans takımında forma giymiş sert bir savunmacıydı. Hazin hikâyesini anlatan yazılarda o sertliği vurgulayan nice anekdotlar mevcut. Futbola başladığı zamanlarda, bir maç esnasında kırılan burnunu kariyeri boyunca hiç tedavi ettirmemiş, rakiplerine daha ürkütücü görünme, yüreklere korku salma adına, böylesine bir cengâver! Başka bir maçta, rakibine sert girdiği için kendisini oyundan atan hakeme sinirlenip, elinden kaptığı kırmızı kartı yemiş hakemin şaşkın bakışları arasında. Efendi futbolcular ekolünde bir David Beckham değil anlayacağınız ama ülke futbolunda nam salmış. Amerika futbol tarihinin en müthiş stoperlerinden bir olarak biliniyor. O yıllarda aynı takımda yer alan takım arkadaşı savunmacı Charlie Mitchell şöyle anlatıyor futbolcuyu: “Uzun boyu, güçlü fiziği, futbolcudan çok boksörü andıran görüntüsüyle rakip forvetleri ürkütürdü. Çokları onunla ikili mücadeleye girmekten kaçınırdı! Savunmada oynamasına rağmen golleriyle de bilinirdi. Duran toplarda ön direkte biter, herkesten önce davranıp, diğerlerinden fazla sıçrar golünü atardı.”

O yıllarda futbolda günümüzdeki gibi çılgın paraların dönmediği, kulüplerin genelde futbola gönül vermiş yerel iş adamları tarafından yönetildiği bilinir. 1970-1974 seneleri arasında formasını giydiği Rochester Lancers takımının başkanı Charlie Schiano, ofisinin duvarını uzun zaman onun fotoğrafının süslediğini, rüzgârlı bir maçta çekilmiş fotoğrafta alaycı bir gülümsemeyle burnu kırılmış ama maçı kazanmış bir boksörü andırdığını anımsıyor. Ve devam ediyor: “O fotoğrafı hiç sevmezdi!”

Korkusuz olarak bilinirmiş takım arkadaşları arasında, düşündüğünü söylemekten hiç çekinmeyen, hırçın, deli dolu bir futbol aşığı… “Bu yaşamda gördüğüm en sağlam defans oyuncusuydu” diyor Schiano ve ekliyor: “Katır kadar inatçı, kaya kadar sağlam. Sadece kulübün futbolcusu değil aynı zamanda iyi bir dosttu. Maçlardan sonra bira içer, o günkü maçın değerlendirmesini yapardık. Sakatlığı bahane etmeyi hiç sevmezdi, koşullar ne olursa olsun mutlaka takımda yerini alırdı.”

***

1967’den 1977’ye kadar uzanan Amerika macerasında yedi takımda görev yapmış, 1971-1972 sezonunda ülke futbolunun en iyi 11’ine seçilmiş. Hikâyesinin başlangıcı da yabana atılmayacak cinsten. 27 Ekim 1944 günü Liverpool’da dünyaya gelmiş ama o liman şehrinin tersanelerinde çalışmak yerine Kanada’ya göç etmiş bir avuç dolar ve futbol sevdası adına. O yıllarda Amerika’da futbol profesyonel olarak oynanmadığından maç başına para alırmış. Yaz aylarında Toronto’da hünerlerini sergiler, kış aylarında hafta sonları Amerika’ya gider, farklı takımlarda sahaya çıkarmış…

Yarı profesyonel ligde yer alan Newark Ukrainian Sitch takımının konaklama ücretlerini karşıladığı, futbolcuya hafta sonu için o zamanın küçümsenmeyecek parası olan 200 Dolar ödediği yazılır. Ama bir zaman sonra Amerika – Kanada arasında mekik dokuyan topçulardan ve kazandıkları paralardan rahatsız olan Amerikalılar ülkeye giriş ve çıkışlarda zorluk çıkarmaya başlamışlar. O da birkaç arkadaşıyla birlikte Ukraynalı göçmenlerin takımı “Newark Ukrainian Sitch”e demir atmaya karar vermiş. Kısa süre sonra takım taraftarları arasında öylesine sevilmiş ki, “kısa” anlamına gelen soyadının Ukraynacası “Korotki” lakabı almış yürümüş. Bir zaman sonra ülke futbolunun tanınmış simalarından olmuş. Takımın gittiği her şehirde mutlaka dostu, arkadaşı bulunur, maçtan sonra sofralar kurulurmuş. Alemi de severmiş anlayacağınız…

Takım arkadaşlarından Brezilyalı Metidieri (ki Kuzey Amerika Liginin en değerli beki seçilmiş), onu sahada disiplinden taviz vermeyen, mücadele etmeyen arkadaşlarına sürekli bağıran bir savaşçı olarak hatırlıyor: “Maçlarda ondan daha az koştuğum için bana “tembel **t” derdi. Maç esnasında sürekli atışırdık ama saha dışında en iyi dostumdu. İlk karımla da onun verdiği bir partide tanışmıştım…”.

1974 senesinde Denver Dynamos, bir sene sonra Vancouver Whitecaps, 1976-1977’de Minnesota Kicks takımlarında forma giydikten sonra teknik direktörlüğe başlamış. 1978-1980 arasında Los Angeles Aztecs, 1981’de Earthquakes’i çalıştırdıktan sonra 1982’de futboldan kopmuş…

***

1984 senesinin soğuk bir Şubat akşamında son bulmuş hazin hikâyesi. Los Angeles’te kendisine ait bir kumaş kesme atölyesinden çıkıp evine giderken üç sokak serserisinin saldırısına uğramış. “Ya paran, ya canın!” demişler, muhtemel onun gibi birinin asla boyun eğmeyeceğini bilmeden. Direndiği soygunculardan 18 yaşındaki Dennis Garbutt’un silahından çıkan kurşunla can verdiğinde 39 yaşındaymış…

Şimdilerde 1970-1973 arasında formasını giydiği Rochester Lancers kulübünün binasının duvarlarında asılı fotoğrafları… Hikâyesinin anlatıldığı yazılar, Amerika’da futbolunun sevilmesinde önemli payı olduğunu, bugüne kadar ülke futboluna onun gibi sağlam savunmacı gelmediğini anlatır. 2014 senesinin Aralık ayında, bir maçtan önce bir kez daha hatırlanmış Peter Short (nam-ı diğer Peter Korotki). Takım arkadaşı Metidieri yaptığı konuşmada, “Yaşadığım sürece benim en güzel anılarımda yer alacaksın” cümlesiyle anlatmış kaptanını.

Short’un katili Garbutt ise 27 sene hapis cezasına mahkûm olmuştur ve halen cezaevindedir.

Ziya Adnan

14 Mayıs 2015

 

 

Bournemouth FC; Kiraz zamanı…

Bournemouth FC;  Kiraz zamanı…

Uzaklardan…

“Bizim hikâyemiz, başarımız bizim gibi kulüplere umut olmalı…”

Bournemouth…

İngiltere’nin güneyinde, başkent Londra’ya iki saat uzaklıkta, Dorset bölgesine kurulmuş 184 bin nüfuslu şirin sahil kasabası. Kökleri 1810 senesine uzanan kasabanın kuruluş hikâyesi ilginç; bölgenin güneşine, kumsalına, manzarasına âşık eşini mutlu etmek için oraya bir ev inşa eden ve yaşamaya başlayan Tregonwell adına bir adam tarafından başlamış hikâyesi. 1901 senesinde nüfusu sadece 50 bin olan kasaba günümüzde iki üniversiteye ev sahipliği yapıyor. Bilhassa yaz aylarında turist akınına uğrayan tatil beldesini geçen sene 4,7 milyon turist ziyaret etmiş. Oysa eski zamanlarda, nüfusun büyük bölümü yaşlı ve emeklilerden oluştuğu için ülke folklorunda “God’s waiting room” (Tanrı’nın bekleme odası) olarak bilinirmiş…

İşte o şirin kasabanın 1899 senesinde kurulmuş kırmızı siyahlı takımı A.F.C. Bournemouth, nam-ı diğer “The Cherries” (Kirazlar)… İlk zamanlarında “Boscombe F.C” adıyla bilinirken 1923 senesinde “Bournemouth and Boscombe Athletic Football Club” olarak değişmiş. Kulübün günümüzdeki adı 1972 senesinden miras. Ulusal ligde ilk maçını 1923 senesinin Ağustos ayında, deplasmanda Swindon’a karşı oynamış ve o maçı 3-1 kaybetmişler. Uzun seneler futbolun görünmez köşelerinde mücadele ettikten sonra 1970-1971 sezonunda 3. Lig’e, 1986-1987 sezonunda 2. Lig’e terfi etmişler. 2000’li senelerin başı uğur getirmemiş takıma, League One’de (3. Lig) oynadığı 2008 senesinin Şubat ayında 4 milyon Sterlin borç nedeniyle kayyıma devredilen kulübün 10 puanı silinmiş ve sezon sonunda kümeye düşmüş. Ülke futbolunda gırtlağa kadar borçlu kulüplerimizin hiçbir yaptırımla karşılaşmadan şampiyonluğa oynadığını hatırlatalım yeri gelmişken. Boşuna dememişler, coğrafyalar kaderleri belirler. Takıma 1910 senesinden beri ev sahipliği yapan Goldsands Stadı sadece 12 bin kapasiteli. 2013 senesinde inşa edilen 2400 kapasiteli tribüne kulüp tarihinin golcüsü “Ted MacDougall”ın adı verilmiş.

Kulübün 80’li senelerdeki en büyük başarısı 1984 senesinde teknik direktör Harry Redknapp liderliğinde Federasyon Kupası’nda Manchester United’ı elemeleri. Rednapp’ın 1983–1992 arasında takımın başında kaldığını anımsayalım. 115 senelik tarihleri boyunca sadece 29 teknik direktörle çalışmış olmaları kayda değer…

***

Ve bu yazının yazıldığı saatlerde, bir futbol sezonun daha sonuna yaklaştığımız zamanlarda oynadığı 46 maçın 26’sını galip bitirerek topladığı 90 puanla Premier Lig’e yükselmeye hak kazandı Bournemouth AFC. 2015-2016 sezonunda, köklü tarihlerinde ilk kez Premier Lig’de yer alacaklar. 2012 senesinden günümüze takımın teknik direktörlüğünü yapan, 1977 doğumlu Eddie Howe, gelecek sezon cumartesi akşamları Premier Lig maçlarının özetlerini gösteren enfes futbol programı “Match Of The Day”de boy gösterecek olmanın mutluluğunu şöyle özetliyor: “Bizim yıldızımız yok, sadece birlikte oynamaktan keyif alan futbolculardan kurulu genç bir takımız ve hedefimiz Premier Lig’de kalıcı olmak. Umarım başarırız…”. Başarılarının sırrı da birliktelikten kaynaklanıyor zaten. Bu sezon ilk on birde başlayan topçulardan sekizi 2012-2013 sezonunda League One’dan, Championship’e terfi eden takımın müdavimlerinden.

2008 senesinde, kapısına kilit vurulmasına ramak kalmışken, bağışladığı 100 bin Sterlin sayesinde ayakta kalan, çocukluğundan beri sevdalısı olduğu kulübünün başarısını gerçek olmuş bir rüya tanımlıyor başkanları Jeff Mostyn ve devam ediyor: “Bataklığa gömülmüşken, altı senede dört lig atlayarak ülke futbolunun en üst ligine yükseldik. Bizim hikâyemiz, başarımız bizim gibi kulüplere umut olmalı.” Futbolun içinde sevdalısı olduğu kulübü yaşatabilme adına, en kötü zamanında elini uzatan başkanlar da var anlayacağınız.

Uzaklarda, borç batağına gömülmüş, hayatta kalabilmek için çırpınan, gözlerden gönüllerden ırak, eskiye ağıt yakan niceleri var. Madem konumuz umut, yeri gelmişken onları da hatırlayalım: Şekerspor, Hacettepe, Ankara Demirspor, İstanbulspor, Vefa, Sakaryaspor, Kocaelispor, Diyarbakırspor, Aydınspor, Malatyaspor, Ankaragücü, geçtiğimiz günlerde 3. Lig’e düşen Altay ve diğerleri. Ah Ankaragücü! Nüfusu altı milyona yakın Başkent’in, tıpkı şehri gibi geldiğimiz çağın pespayeliğine yenik düşmüş kadersiz takımı… Pek umudum yok ama bir şehrin üç takımıyla lanetlenmiş beter bir futbol düzeninde belki günün birinde onların da tribünlerinde sevinçleri yankılanır Bournemouth misali…

Ve kimileri var son umutta tükenmiş… Baharın habercisi günlerde, Spor Toto 3. Lig 2. Grup’ta 11 puanla son sırada yer alan ve küme düşmesi kesinleşen Çankırspor’un sezonun bitmesine 4 hafta kala ligden çekildiğini yazıyordu gazeteler. Oysa 1997 senesinde, kapanmasına ramak kala taraftarların aralarında topladığı 35 bin Sterlin’le (140 Bin TL) ile futbola tutunmuştu Bournemouth AFC… 85 bin nüfuslu Çankırı’da da mümkün olabilirdi kaderi ta başından belli o bahtsız takımı yaşatmak, o şehri tribünden sevebilseydi futbol ahalisi…

Ziya Adnan

7 Mayıs 2015

Kona, Kushe, Moshoeu; şimdi bir eksik…

Kona, Kushe, Moshoeu; şimdi bir eksik…

Uzaklardan…

18 Aralık 1965 günü, şimdilerde Güney Afrika’nın 1,2 milyon nüfusa sahip Soweto kasabasında dünyaya gelmiş. 1996 yılında Spor&Spor dergisine verdiği söyleşide, tüm Afrikalı çocuklar gibi sokaklarda oynayarak büyüdüğünü, futbolla gerçek anlamda okul yıllarında tanıştığını anlatır. Futbola başladığı ilk takım Johannesburg’un amatör takımlarından Blue Whales (Mavi Balinalar)… Ofansif orta saha oyuncusu olarak boy gösterdiği ve yetenekleriyle göze battığı zamanlarda ülkenin köklü kulüplerinden Kaizer Chiefs’in yolunu tutmuş; genç takımlarında forma giymeye başlamış…

Yeri gelmişken sarı-siyahlıları da hatırlayalım bir kaç satırda. 1970 senesinin Ocak ayında kurulmuş, günümüzde Güney Afrika’nın en fazla taraftarı olan takımı olarak biliniyor. İnanması güç ama 16 milyona yakın taraftara sahip olduğu rivayet edilir. Öyle ki taraftarlar arasında dönen sohbetlerde takımın deplasman fobisi olmadığı, çünkü gittiği her deplasmanda ev sahibi takımdan daha fazla taraftarı olduğu konuşulurmuş. Anlayacağınız zafer avcılığı sadece bizim futbola dair bir durum değil, malum futbolun içinde bu da var. Ülke futbolunda “Amakhosi” (Lordlar) olarak nam salmışlar. Kuruluş hikâyeleri de ilginç; Kuzey Amerika takımlarından Atlanta Chiefs’de bir süre top koşturduktan sonra ülkesine dönen Kaizer “Chincha Guluva” Motaung adında bir futbolcu tarafından kurulmuşlar. Takımın adını, kendisinin ve taraftarı olduğu Amerika takımının adını birleştirerek yaratmış futbol sevdalısı. Günümüzde 70 yaşında ve kulübün kuruluşundan beri başkanlığını yapıyor. Kulübün en büyük başarısı 2001 senesinde kazandığı Afrika Kupası… (Yeri gelmişken, 1978’den beri bizim Gençlerbirliği’nin başkanlığını yapan İlhan Cavcav’a da selam olsun.)

Futbolcuya dönersek, Kaizer’in ‘A’ takımına girebilme fırsatını bulamadığı zamanlarda Giant Blackpool’a transfer olmuş. 1987–1992 arasında sahaya çıktığı 175 maçta 75 golü var. Ofansif bir orta saha oyuncusu için yabana atılmayacak karne. O yıllarda birlikte top koşturduğu takım arkadaşları arasında bizim topraklarda da adını duyurmuş, 90’lı senelerde Beşiktaş, Antalyaspor ve Bursaspor’da forma giymiş Fani Madida da bulunuyor. Blackpool’da adını duyurduktan sonra dönemin hatırı sayılır bir transfer ücretiyle Kaizer Chiefs’e dönüş yapmış. O transferden önce Ada futbolunun köklü takımlarından Wolverhampton Wanderers’la antrenmanlara çıkmış ancak göz doldurmamış.

Türk futboluna gelişi 1993 senesinde… Sezon başında birkaç futbolcuyu izlemek için Johannesburg’a giden Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav onu Ankara’nın Al-Karalı takımına transfer etmiş. Anadolu Ajansı muhabiri Musa Samur’a o günleri şöyle anlatıyor: “1993 senesinde Afrika’ya gittiğimde bana 3-4 futbolcu önermişlerdi. Orada 15 gün kaldım ve devamlı maç izledim. Ancak önerdikleri oyuncuları değil Kona, Khuse ve onu beğendim. Onlar size yaramaz dense de ‘yok kardeşim, ben bu oyuncuları almak istiyorum’ dedim. Kona ve Khuse’nin kulüpleriyle 100’er bin Dolara anlaştım ama onun için 200 bin Dolar istediler. Daha doğrusu İngilizler bu miktarı vermiş ancak İngiltere’de belli sayıda milli maç oynamadıktan sonra transfer olmaları mümkün değil. ‘İngiltere’ye gel, millilik koşulunu sağladığında da lisansını çıkartalım’ demişler. O, bu teklifi kabul edecekken ben devreye girdim. ‘200 bin Doları ben vereyim, Türkiye’de böyle bir koşul yok, gel lisansını çıkartalım, hemen oyna’ dedim, o da kabul etti. Ankara dönüşünde uçakta dördümüz yan yana oturuyoruz. Uçakta üçü birden ayağa kalkıp, beni de aralarına alıp, İngilizce ‘Father, Father!’ diye seslenmelerini unutamam…

O dönem üç Afrikalı, takımda müthiş maçlar çıkarmış ve Gençlerbirliği ligi 7. sırada bitirmiş. O yıllarda Ankara 19 Mayıs Stadı’nın tribünlerinde yankılanan o unutulmaz tezahüratı da yazalım yeri gelmişken: “Kona, Kuşe, Moşe… Falanca takıma döşe!”

***

Gençlerbirliği’nde geçirdiği iki sezonda dört teknik direktörle çalışmış, sonra Sefa Sirmen tarafından Kocaelispor’a transfer edilmiş. Şimdilerde alt liglerde geçmişine ağıt yakan yeşil-siyahlı takımla, 1996-1997 sezonunda Türkiye Kupası’nı kazandığını hatırlatalım. 2008-2009 sezonunun sonunda küme düştükleri maçta açılan o pankart o köklü takımın hazin hikâyesini anlatır: “Türkiye’ye bakan Kocaeli, bir Kocaelispor’a bakamadı!”

1997 senesinde transfer olduğu Fenerbahçe’de 2001’e kadar forma giymiş. 2001–2003 yılları arasında Bursaspor’da oynadıktan sonra 37 yaşında ülkesine, eski takımı Kaizer Chiefs’e geri dönmüş. 2006 senesinde AmaZulu’ya transfer olduğunda 41 yaşındaymış…

Sözü yine İlhan Cavcav’a bırakalım: “Onunla en son 5-6 ay önce telefonla görüştüm. Ne yapıyorsunuz diye sorduğumda, ‘Başkan hiç sorma, açız!’ dedi. Bunu duyduğumda gerçekten çok üzüntü duydum. Kendisine, ‘Bana banka hesabınızı gönderin, hem sana hem Khuse’ye hem de Kona’ya her ay bin 500’er dolar göndereyim, bu paralar karşılığında bana orada oyuncu bakın, ben de Afrika’ya geleyim, bu oyuncuları transfer edeyim’ dedim. Çok memnun oldu, teşekkür etti ama maaş veremedim. Çünkü tam bunun üzerine hastalandı. Daha sonra 1-2 defa daha aradım ancak hasta olduğunu söylediler.”

***

Ve takvim yaprakları 21 Nisan 2015’i gösterirken 49 yaşında kanser illetinin pençesinde hayata gözlerimi yumdu John Moshoeu, nam-ı diğer “Shoes”… 1996 senesinde Afrika Kupası’nı kazanan Bafana Bafana’dan takım arkadaşı kaptan Neil Tovey, “Ölümü ülkeyi üzüntüye boğdu, o Afrika’nın Lionel Messi’siydi” demiş taziyesinde. Gençlerbirliği Başkanı İlhan Cavcav da anmış eski futbolcusunu, “Unutamayacağım sayılı futbolcularımız arasında yer alıyordu,” cümlesiyle…

Hafta sonunda evinde Akhisar Belediyespor karşısında Gençlerbirliği. Ligde iddiaları kalmasa da bizim için, forma için, Moshoeu için oynasınlar…

Ziya Adnan

30 Nisan 2015

Futbol dilencisi öldü, Güney Amerika’nın sesi sustu…

Futbol dilencisi öldü, Güney Amerika’nın sesi sustu…

Uzaklardan…

“Benim için futbol her toplumun kendine has kimliğini yansıtan, farklılığını anlatan bir oyundur. Bana nasıl oynadığını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim.”

Eduardo Galeano

Bugüne kadar yazılmış en güzel futbol kitabının yaratıcısı aramızdan ayrıldı geçenlerde, zevkten zorunluluğa doğru uzanan hüzünlü öykünün en güzel yazarı. Muhtemel çokları farkında bile olmamıştır. 1995 senesinde yayınlanmış “Gölgede ve Güneşte Futbol” (El fútbol a sol y sombre), ülkemizde Can Yayınları’ndan 1997 senesinde Türkçeye çevrilerek basılmış. Kitap okuma alışkanlığının pek yaygın olmadığı ülkemde futbol kitaplarının çok satmadığı bilinen gerçektir ama başka bir gerçek de bu kitabın sadece futbolu anlatan bir kitap olmadığıdır. Kitapta yer alan kısa öykülerde, kimi zaman futbolun zaman içinde endüstriyelleşerek kaybolmuş güzelliğinden, kimi zaman o güzel oyunun aktörlerinin unutulmaya yüz tutmuş siyah beyaz hikâyelerinden dem vurur. “Sahadaki Ölüm”de yaşamına kendi eliyle son veren Abdon Porte’nin hüzünlü, “Andrade”de hayata yoksul gelmiş, ilerleyen zamanlarda futbolun ilk uluslararası ilahı olacak Latin Amerikalı zencinin hikâyesini bir solukta okursunuz. Bir gece tüm parasını bir kumarhanede yitirmiştir Heleno, nam-ı diğer Rodolfo Valentino yüzlü Çingene, başka bir gecede yaşama sevincini… Ve son gecesinde bir yoksullar yurdunda sayıklayarak ölür. Kitabın 20 dile çevrilip yüzbinler satması boşuna değil anlayacağınız…

Takvim yaprakları 3 Eylül 1940’ı gösterirken Montevideo’da, orta sınıf Katolik bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Çocukluk yıllarında futbola meraklıymış ama hayatını idame ettirebilmek için farklı işlerde çalışmak zorunda kalmış. Kimi zaman bir fabrikada, kimi zaman daktilo başında… Henüz 14 yaşında ilk politik çizgi romanını, Sosyalist Parti’nin haftalık yayın organı “El Sol”a satmış. Yazmaya, çizmeye meraklıymış, o merak sayesinde gazeteciliğe atılmış. Gazetecilikte ilk deneyimi 1960 senesinde haftalık yayınlanan “Marcha” dergisinin editörlüğünü yaptığı zamanlarda. 1973 senesindeki askeri darbe sonucu iktidar değişince hapse atılmış, sonrasında sürgüne yollanmış. 1973 senesinden 1976’a kadar yaşadığı Arjantin’in Buenos Aires şehrinde “Crisis” dergisini kurup, yönetmiş. Ancak burada da darbeler ve baskılar yakasını bırakmamış. 1976`da gerçekleşen askeri darbeden sonra İspanya’ya kaçmış. Ülkeden kaçışından önce adının ölüm listesinde yer aldığı biliniyor…

İspanya yıllarında kaleme aldığı üçlemesi ”Memoria del fuego” (Ateş Anıları) Güney Amerika’da yaşanan sömürüyü anlatılır ve Uruguay Kültür Bakanlığı ödülünü kazanmıştır. 1971 senesinde yazdığı ve İngilizceye çevrilen ilk kitabı “Open Veins of Latin America” (Latin Amerika’nın Kesik Damarları) uzun süre en çok satanlar listesinin ilk sırasını almış. Köleliğin başlangıcından günümüze, Latin Amerika ülkelerinin Avrupa ve Amerika’nın refahı için nasıl sömürüldüklerini, karın tokluğuna çalışan Güney Amerikalıların dayatılmış kölelikle nasıl yoksullaştıklarını anlatan kitap 2009 senesinde Venezuella lideri Hugo Chavez tarafından Barack Obama’ya hediye edilmiş. Kendisine bu durumu soranlara verdiği cevabı da unutmamak gerek: Chavez’in en iyi niyetiyle kitabı Obama’ya hediye etmesi güzel ama o kitap İspanyolca yazılmış ve ne yazık ki Obama İspanyolca bilmiyor. Bu yüzden cömert bir jest, ama biraz zalimane!”. İlginç olanı, kitabın basıldığı yıllarda yalnız Uruguay’da değil, Şili ve Arjantin’de yasaklanmış olması…

Uzun süre ayrı kaldığı doğup büyüdüğü topraklara 1985 senesinde dönmüş. Sonrasında birkaç eski dost “Marcha” dergisine el atmışlar, yeniden canlandırma, eski güzel günlere dönme adına. Ancak derginin eski editörü Quijano sürgünde öldüğü için yeni bir isim bulmuşlar: “Brecha” (Boşluk)… Sonrasında yazdığı kitaplarla Güney Amerika’nın sesi olarak tanınmış, iki kez Casa de la Americas Ödülü’nü kazanmış. Kitaplarını, insanların, özellikle de Latin Amerika halkının mustarip olduğu unutkanlıkla savaşmak için yazdığını söylermiş. Okumamış olanlar için “Aynalar”, “Zamanın Ağızları”, “Kucaklaşmalar Kitabı” ve “Yürüyen Kelimeler” şiddetle tavsiye edilir. “Gölgede ve Güneşte Futbol” her futbolseverin başucu kitabı olmalı. Madem konusu açıldı, o enfes kitaptan tadımlık bir alıntıyla devam edelim:

“Aslında fanatik bir taraftar kendi takımının zaferinden çok rakibinin yenilgisinden zevk alır. Buenos Aires’te Boca Juniors taraftarlarından birinin ölüm döşeğinde son arzusunun ne olduğunu bana Osvaldo Soriano söylemişti. Hayatı boyunca daima River Plate aleyhinde tezahürat yapmış olan adam, bu rakip takımın bayrağına sarılı olarak gömülmek istiyordu ve son nefesini verirken ağzından çıkan tek söz şu oldu: “Hiç olmazsa, ötekilerden biri geberdi, diyecekler.”

***

Kendi anlatımıyla, dünyanın dört bir yanında elinde şapkası statları gezerken, “Tanrı rızası için, güzel bir maç lütfen!” diye yalvaran bir futbol dilencisiydi Eduardo Hughes Galeano. Takvim yaprakları 13 Nisan 2015’i gösterirken, 74 yaşında, doğup büyüdüğü kent Montevideo’da akciğer kanserinden göçüp gitti bu dünyadan. Çocukluğunda tüm Uruguaylılar gibi o da futbolcu olmak istemiş, hatta güzel de oynuyormuş, güzel ne de kelime hatta harika; ama yalnızca geceleri rüyasında. Gündüzleri, ülkesinin sahalarındaki çarpık bacaklı oyuncuların en kötüsü oymuş! Böyle anlatır futbol sevdasını Gölgede ve Güneşte Futbol’un arka kapağında… “Ben her zaman boğanın tarafını tuttum, matadorun değil. Ve hâlâ aynı taraftayım” demiş bir söyleşisinde… Mekânın cennet olsun büyük usta, şimdi sahada bir eksik kaldık…

Ziya Adnan

22 Nisan 2015