Ülke futbolunda hakem olmak…

Ülke futbolunda hakem olmak…

Uzaklardan…

Cüneyt Çakır’ı Avrupa arenalarında izlerken insanın aklına ister istemez şu soru geliyor, “Avrupa’da, üstelik en zorlu maçlarda bu kadar başarılı maçlar yönetirken, bizim vasat ligimizde yönettiği maçlarda neden zaman zaman sıkıntı yaşıyor?” İşte bu soruyu sordum kendime, Arsenal’in, o görkemli futbol mabedinde, o futbol akşamında Bayern Münih’i 2-0 yendiği maçı izlerken. 60 bin taraftarın doldurduğu, üstelik ev sahibi takımın iddiasını devam ettirebilmek için mutlaka kazanmak zorunda olduğu bir maçı kusursuz yönetmişti Cüneyt Çakır. Ne kazananın, ne kaybedenin hakemden dem vurmadığı, tek haklı şikâyetin Ada futbolunda artan bilet fiyatlarına dair olduğu bir maçın sonunda futbolcular el sıkışıyor, teknik direktörler birbirlerini tebrik ediyordu…

Peki, nasıl oluyor da 2014-2015 sezonunda Juventus–Barça arasında oynanan zorlu Şampiyonlar Ligi finalini, 2014 Dünya Kupasında yarı finali hakkıyla yöneten bir hakem, kendi toz duman ligimizde sıradan bir maçtan sonra sınıfta kalıyor? Şampiyonlar Ligi finalini yönetebilecek donanıma sahipken, kendi dilinin konuşulduğu, huyunu suyunu bildikleri arasında neden öylesine bir lig maçında zorlanıyor? Sanırım bu vesileyle ülke futbolunda hakem olmanın zorluklarını irdeleme zamanı…

23 Kasım 1976’da İstanbul’da dünyaya gelmiş Cüneyt Çakır. Babası eski hakem ve MHK eski asbaşkanıymış. Futbola, hakemliğe olan merakı babadan geliyordur muhtemel. 1994 yılında başlamış hakemlik kariyerine. İlk yönettiği maç 18 Ekim 1996 tarihinde Beşiktaş – Samsunspor Paf Ligi maçı. Onun hakemliğe başladığı zamanlardan günümüze sadece dört takım Şampiyonluk Kupasını kaldırabilmiş ülke futbolunda. Düşünsenize, neredeyse 20 seneye yakın bir süre içinde sadece bir kez İstanbul dışına çıkabilmiş şampiyonluk kupası. Yedi tepeli bir şehrin üç takımının sürekli göz önünde olduğu, çoğunluğun mutlu olması adına kurulmuş hastalıklı bir düzende futbolun sadece bir şehre dair oynandığının bilincinde geliştirmiş hakemliğe dair hünerlerini. Büyüğün haksız galibiyetinin, küçüğün mağduriyeti kadar tepki toplamayacağını hikâyenin ta başında anlamıştır muhtemel. Malum, “O hakemi bizim maçlarımızda görmek istemiyoruz!” diyen yöneticilerin, kaybedilen puanlardan sonra soyunma odasını basan başkanların baş tacı olduğu, televizyon kanallarındaki herhangi bir futbol programında saatlerce üç takımın konuşulup, tartışıldığı, başarının şampiyonlukla eşitlendiği bir coğrafyadan bahsediyoruz…

En çok taraftarı olanın, en çok bağıranın, en güçlünün, en zenginin neredeyse her zaman kazandığı, nüfusun yüzde doksanının üç takımdan birini tuttuğu, koskoca bir sezonun toz duman bir derbiye bağlandığı, hakemlerin sürekli baskı altında kaldığı, adaletin sahada tecelli etmediği, gerektiği zaman maçların masa başında kazanıldığı, şikenin bile aklandığı ezelden bozuk bir düzen… En fanatik taraftar bile ülke futbolunda büyüğün her zaman kayrıldığını, kollandığını kabul edecektir. Eh hal böyleyken, adın Cüneyt çakır olsa bile gel de hakkıyla maç yönet. Malum, Avrupa arenasında doğru veya yanlış verdiğin bir karardan sonra soyunma odanı basmaz Barça başkanı ya da Arsenal teknik direktörü ama ya ülke futbolunda?

Velhasıl bizim topraklarda hakem dediğin sen, ben gibi, nicedir ayarı kaçmış, artık ayar tutması mümkün olmayan bozuk bir sistemin küçük bir parçası… Hakem dediğin futbola sevdalanmaya başladığı zamanlarda, etrafındaki hemen herkesin üç takımdan birinin taraftarı olduğunu bellemiş, hikâyenin en başından beri ülke gerçeğiyle yoğrulmuş kafası karışık bir futbol sevdalısı. Bilinen gerçektir, amatör kümelerde başlayan futbol macerasında her hakemin en büyük hayali bir gün İstanbul takımlarının maçlarını yönetmektir. Çünkü kimselerin umurunda değildir mesela bir Adana ya da Ankara derbisi, görünmeyenlerin oyunu. Mesele esas oğlanların piyesinde yer almak, kafasına kazınmış rüyanın parçası olmaktır…

Ama o rüyanın parçası olmak yetmez, işler güçlülerin istediği gibi gitmezse bir daha onların maçlarını yönetmesinin zor olacağını bilir. Zira bizim diyarlarda düdük aslında hakemin elinde değil, güçlünün elindedir. Bizim coğrafyada hemen herkes güçlüyü, hemen herkes üç İstanbulludan birini sever… İşte bu yüzden bizim ligimizde bocalar Cüneyt Çakır. “Büyük ve küçük” teranesine inandırılarak yetişmiş, hatayı büyüğün aleyhine yaparsa alacağı tepkinin o ölçüde büyük olacağını bildiği için bocalar. Mesele adalet değil, çoğunluğun mutlu olmasıdır zira… “Çoğunluk güçlüyü sever, kazananı sever. Bizim coğrafyada futbol çoğunluğu mutlu etmek için oynanır…“

Tabii şu gerçeği de unutmamak gerekir, yaşamın hiç bir alanında adaleti sağlayamamış bir ülkenin, futbolundan adalet beklemek sadece saflığa delalet eder. Onca kişinin hayatını kaybettiği Ankara katliamından sonra “oylarımız yükseliyor” diyen bir Başbakan’ın coğrafyasında futbolun da adaleti ancak o kadar olur. Malum adına futbol denilen o güzel oyun, aslında yaşamın sahaya yansımasıdır…

Ziya Adnan
20 Ekim 2015