Yeni TFF’ye naçizane öneriler…

Yeni TFF’ye naçizane öneriler…

Uzaklardan… 

 

Hatırlarsanız, geçen temmuz ayının başlarında “Bu yangın üfleyerek söndürülmez!” demişlerdi. Biz de inanmıştık. Sonra, neredeyse 8 ay geçti aradan, bizimkiler yangınla başa çıkabilmek için “tüp sektörü”nü iyi bilen birini getirdiler başa, alevlerle mücadele adına! Bundan sonra kim korkar ki yangından! Ayrıca UEFA’dan filan da korkmamıza gerek kalmadı, zira onlar da anlamışlardır en büyük yaptırımın yine kendimiz tarafından uygulandığını ve bizimle şaka olmadığını!
Velhasıl 27 Şubat’ta yapılan olağanüstü kongre sonrası Futbol Federasyonu Başkanlığı’na seçilen Yıldırım Demirören, Mehmet Ali Aydınlar’ın istifasının ardından başkanlığı genel kurula kadar vekâleten yürüten Hüsnü Güreli’den görevi devraldı. Bu vesileyle senelerdir “Yıldırım Demirören yeter!” diye bağıran Beşiktaşlı taraftarlar muradına ererken, TFF’nin 41. Başkanı yaptığı konuşmada: “Biraz sabır… Bu sorunların hepsini çözeceğimize inanıyoruz. Çünkü çözülmesi gerekiyor. Sorunlar ertelendikçe hep büyüyor. Biz de bir an evvel kanayan parmağı kesmek, kesin ve radikal kararlar alarak süreci bitirmek zorundayız,” dedi.

Kendisine yeni görevinde başarılar dilerken, “kanayan parmağı kesmek” adına naçizane önerilerimi de sunmak isterim. Kim bilir, belki karınca kararınca bir faydamız dokunur şu ülke futboluna…

İlk önerim, 58. maddenin hemen altına şöyle bir “58b” şıkkı eklemek:

“58b- Şayet 58. maddede şikeye karıştığından şüphe edilen takımların içinde ülkenin en çok taraftarı olan dört takımdan biri yer alırsa, 58. madde asla uygulanmaz ve yeni bir play-off sistemine geçilir. Federasyon Başkanı uzatmalar sonrasında istifa eder, yerine şikeye karıştığından şüphe edilen takımlardan birinin başkanı gelir. Ancak şikeye bulaştığı şüphe edilen takımlar içinde o dört takım yoksa 58. madde olduğu şekilde uygulanır. Ülke futbolunda en önemli şey para olduğundan, her koşulda yayıncı kuruluşun çıkarları da ayrıca göz önünde bulundurulur.”Diğer önerim, lig statüsünün tamamen değiştirilmesi, ligin altışar takımlı dört gruba ayrılması ve ülkenin dört “büyük!” takımının ayrı gruplara verilmesi. Bu şekilde, bahar aylarında oynanacak play-off maçlarında dört takımın katılması garanti edilecek, play-off’a kalamayan diğer takımlar ise uzun bir süre tatil yapma fırsatı bulacaktır. Zaten hedefi olmayan Anadolu takımlarına da tatil en büyük armağandır!

Velev ki bu uygulamalar karşısında ülke futbolunun gidişinden memnun olmayan UEFA bizi yaptırımlarla tehdit ederse, asla geri adım atılmamalı, dik durulmalı, gerekirse Avrupa arenalarından uzun bir süre uzak kalınmalıdır. Zaten sayın başkan, “UEFA’dan gelecek paraya mı kaldık?” cümlesiyle özetlemiştir durumu. Ayrıca her sezon Avrupa arenalarında alınan sonuçlar belli olduğu için haliyle aynı tatsız filmi izlemenin fazla bir anlamı da yoktur. Bundan böyle annemizin liginde yeni maceralara yelken açmak gerekir. Malum, Avrupa sahaları bizim takımlarımız için ciddi bir külfettir.

Yabancı futbolcu transferi tamamen serbest bırakılmalı, ülke futbolunun alt yapıları kapatılmalıdır. Bunca senedir yapılan müthiş yatırımlara (!) rağmen yeterli faydasını görmediğimiz alt yapılar takımlarımızın üzerinde maddi yükten başka bir şey değildir.
Bir “Altyapıda Barcelona modeli” lafıdır gidiyor. Oysa Urfa’da “La Cantera” vardı da biz mi görmedik kardeşim!
Milli takımımıza gelince… Almanya, Hollanda ve İngiltere gibi ülkelerde milli takımlarına girmekte zorlanan futbolcular vatandaşlığımıza geçirmeli, gereken işlemler ivedilikle tamamlandıktan sonra aday kadroya alınmalıdır. Her fırsatta Mesut Özil ile övünen yorumcularımıza bundan böyle başka gurur kaynakları yaratılmalıdır. Mesela Arsenal’ın altyapısında Sanchez Watt adında müthiş bir forvet vardır, şiddetle öneririm.
Takımlarımızın uyguladıkları kombine bilet meselesi, taraftarlar tarafından birkaç kulüp dışında ülke genelinde rağbet görmemektedir. Örneğin ülkenin başkentinde bile biri Cumhuriyet ile yaşıt, diğeri 102 senelik iki kulübün sattığı sezonluk kombine bilet sayısı 3 bini geçmemektedir. Bu durumun, ülkenin ekonomik şartlarıyla hiçbir ilgisi yoktur; zira yayıncı kuruluşun bir aylık abonelik ücreti, Gençlerbirliği’nin bir senelik kombine fiyatından daha fazladır. Zaten ülke futbolseverinin yüzde 90’ı üç takımdan birine sevdalıdır. O yüzden kombine bilet uygulaması statlar yerine, kıraathanelerde uygulanmalı; bu şekilde ülke ekonomisi canlandırılmalıdır. Ayrıca, bu durumda statlar daha da boşalacağından güvenlike ilgili herhangi bir sıkıntı yaşanmayacak, takımlarımıza uygulanan seyircisiz oynama cezası sorun olmaktan çıkacaktır. Ancak kıraathanelerde kadınlar ve çocuklar için ayrı bir bölüm açılmalıdır. Altyapıların kapatılmasıyla serbest kalacak çocuklarımıza kıraathanelerde iş bularak onların geleceğini garanti altına almak mümkün olabilir.
Gelelim bunca zamandır ülke futboluna sınırsız hizmetleri dokunmuş kulüp yönetimlerimize…
Bu süreç boyunca “Küme düşme olursa ülke futbolu uçuruma gider!” vecizesiyle kalplerde taht kurmuş, duayen başkan İlhan Cavcav yıllardır futbola verdiği hizmetlerden ötürü plaketle ödüllendirilmeli; gelecekte İstanbul takımlarına satacağı futbolcuların transfer işlemlerinde kolaylık gösterilmelidir. Ayrıca isminin sonunda “Belediye” kelimesi olmayan takımlar için ayrı bir fon açılmalı, gariban takımlar bu fondan yararlanmalıdır. Son olarak, üç İstanbul takımının birinde kongre üyeliği bulunmayan hiçbir yönetici Anadolu kulüplerinde başkanlığa talip olamamalı; başkanlık ve yöneticilik yapamamalıdır. “Onursal Başkanlık” meselesi göz ardı edilmemeli; senelerce hizmet ettikten sonra kulüplerini kapısına kilit vurulma noktasına getirmiş olan başkanlar, “Onursal Başkan” olarak her zaman hatırlanmalıdır. Onların, ülke futbolunun marka değerinin yükselmesinde büyük katkıları vardır.
Küfürlü tezahürat takımlarımızın statlarının kapanmasına neden olmakta, ülke futbolunun marka değeri zarar görmektedir. Bu durumlarda stat hoparlörlerinden uyarı yerine yüksek sesle klasik müzik yayınlanmalı (mesela Vivaldi’nin Four Season’ı olabilir), taraftarın sakinleştirilmesi sağlanmalıdır.
Ülke futbolu geçmişte olduğu gibi gelecekte de çoğunluğu mutlu etme adına işletilmeli; “marka değeri” her daim korunmalı ve o marka değerini yaratanlar baş tacı edilmelidir.
Bu yazı için “saçma” diyeceklere ise sözüm kısaca şudur: Sekiz aydır her türlü saçmalığa katlandınız da şimdi benim birkaç önerim mi saçma geldi?
Ziya Adnan
11 Mart 2012
YeniTFFye

Glosgow’dan İstanbul’a, futbol manzaraları

Glosgow’dan İstanbul’a, futbol manzaraları

Uzaklardan…

Beşiktaş JK… Kuruluşu 1903 senesine dayanan, adını kurulduğu semtten almış, ülke futbolunun en eski ve köklü kulüplerinden biri. Kurulduğu tarihten günümüze 59 teknik direktörle çalışmış ve zaman içinde ülke futboluna nice yıldızlar kazandırmış olan Baba Hakkılar’ın takımının bu sezon teknik sorumlusu Portekizli Carlos Carvalhal. Onu göreve getiren başkan, 1964 İstanbul doğumlu işadamı Yıldırım Demirören, 2004 senesinden bugüne kulübün başında. Eski başkan Serdar Bilgili’nin istifasının ardından, 30 Mayıs 2004 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurulda başkanlığa seçildi. Görevde olduğu süre zarfında kulüpte görev yapan teknik direktör sayısı 9, yaşadığı şampiyonluk sayısı 1… Kovduğu 9 teknik direktörden ilki olan ve kendisine “Yeniköy Kasabı!” lakabı takılan Vicente Del Bosque ülkesi İspanya’ya Dünya Kupası’nı kazandırdı.

Son sezonlarda, bilhassa yabancı futbolcu transferinde har vurup harman savuran kulübün, geçen Aralık ayında açıklanan borcu 442,4 milyon lira… Bu tablo içinde başkan Demirören’e olan borç 103 milyon lira iken, Serdar Adalı’ya olan borç 10 milyon 71 bin 688 lira.

Gelecek sezonlarda uygulanacak olan UEFA kriterleri ile başı ağrıyacak kulüplerden biri de siyah-beyazlılar. Malum, borç küçümsenmeyecek boyutlarda…

***

Kasım 2005’te istifa kararı alan, ardından da bu kararından vazgeçen Demirören, gelinen sıkıntılı durumun sonrasında Şubat 2006’da bir kez daha istifa kararı aldı. Kısa süre sonra bu kararından yine vazgeçen Demirören, bu yazının yazıldığı saatlerde Türkiye Futbol Federasyonu’nun (TFF) çiçeği burnunda başkanı. Tek aday olarak çıktığı kongrede 229 oyun 221’ini alarak TFF’nin 41. başkanı oldu.

Süper Lig’de yer alan takımlarının 16’sının oy verdiği, Demirören’e destek veren takımların yarısının şike soruşturmasında adı geçen takımlar olduğu gerçeğini bir kenara yazarak, üç yöneticisi şike soruşturması kapsamında yargılanan bir kulübün başkanının TFF Başkanı olmasının pek etik olmadığı gerçeğinin altını çizelim; tıpkı oğlu hırsızlıktan yargılanacak olan bir hâkimin oğlunun davasına dâhil olamayacağı gerçeği gibi. Üstelik geçtiğimiz günlerde yapılan TFF Genel Kurulunda, 58. maddenin değiştirilmemesi, olduğu şekilde uygulanması konusunda çoğunluk sağlanmışken…

Velhasıl “etik” kelimesinin anlamını giderek yitirdiği zamanlarda Demirören başkan seçildi. O genel kurulda, 58. maddenin değiştirilmesini isteyen bir başkanın bundan sonra o maddeyi olması gerektiği şekilde uygulayacağını sanmıyorsunuz değil mi? En azından, “Mahkemenin sonucunu bekleyelim,” diyecek olan bir başkanın ülke futbolunu götüreceği noktayı da görüyorsunuzdur umarım. Eğer göremiyorsanız, o genel kurulda yaptığı, “UEFA da kim oluyor, bize karışmaya ne hakları var, onlardan gelen üç kuruş paraya mı kaldık? Gerekirse üç-beş sezon Avrupa kupalarına katılmayalım!“ temalı konuşmasını bir kez daha dinlemenizi öneririm. Zira, o konuşmada gizlidir ülke futbolunu emanet ettiğiniz sığ zihniyet; o konuşmada gizlidir sizi yalnızlığa itecek kaderiniz; o konuşmada gizlidir gelecekte önünüzde bulacağınız ağır bedel…

Yine de hatırlatalım yeri gelmişken, hep sözünü ettiğiniz Türk futbolunun marka değerini! O değeri ancak Avrupa arenalarında yaratabilirsiniz, maalesef öyle pek sizleri ilgilendirmese de!
Ama verdiniz işte oyunuzu, hayırlı olsun! Böylece “Avrupa bizim neyimize!” dediniz; “Biz mutlu mesut yaşar gideriz annemizin liginde!” dediniz. memnunsunuz belli ki nicedir süre gelen yitik düzenden, figüranlıktan, yok sayılmaktan, hor görülmekten. Memnunsunuz halinizden! Nasılsa yüzünüze gözünüze bulaştırdınız şike meselesini. Talimatı uygulamak yerine istifa etmeyi tercih eden bir federasyon başkanının gölgesinde çözülmesi iyice zorlaşan karmaşık bir havuz problemine döndürdünüz. Kafaya takmayın bundan sonra marka değerini filan, nasılsa o da topyekün palavra! Nasılsa gelecektir yayıncı kuruluştan hiç hak etmediğiniz paralar ama kim bilir o da nereye kadar!

***

Borç batağındaki Beşiktaş’ın yeni başkanını aradığı günlerde, uzaklarda…

Kuruluşu 1872 senesine dayanan, günümüzde toplam 49 milyon Sterlin’e ulaşmış vergi borcu nedeniyle kayyuma devredilen, kurallar gereği 10 puanı silinen İskoç futbolunun köklü takımı Rangers…
Yapısı itibarıyla bize benzeyen (bizde üç, onlarda iki takımın hükümdarlığı!) İskoç liginde 27 şampiyonluk yaşamış, 33 sezonda İskoçya Federasyon Kupası’nı kaldırmış…

Maçlarını oynadığı Ibrox Stadı’nın kapasitesi 51.082… Ezeli rakibi Celtic… Ve her sezon sonunda mutlaka iki takımdan biri şampiyon oluyor. Son sezonlarda yaptığı transferlerde ciddi paralar harcayan kulüp, giderek borç batağına gömülürken, geçen seneden beri başkanlığını yapan 23 Mayıs 1971, Motherwell doğumlu İskoç işadamı Craig Whyte, göreve geldiği tarihte ülkenin futbol devine beş sene içinde istikrar getireceğinin, maddi anlamda ciddi destekte bulunacağının sözünü veriyordu. Ancak işler onun umduğu gibi gitmedi. 9 aylık başkanlığı döneminde borçlar 14 milyon Sterlin artarken, kulüp geçtiğimiz günlerde kayyuma devredildi.

Rangers’ın kayyuma devredildiği günlerde, güzel ve yalnız ülkemde İskoç takımından çok daha fazla borcu olan ama bugüne kadar hiçbir yaptırımla karşılaşmayan siyah-beyazlı takımın dokuz senedir başkanlığını yapan Demirören, ülke futbolunu yönetmek için TFF başkanlığına talip olurken (ki başkanlığa adaylığını koyduğu gün, Beşiktaş hisseleri yüzde 8 artmış!), mizahi yaklaşımıyla ünlü o internet sitesinde okuduğum kısacık bir cümle anlayanlar için çok şeyler anlatıyordu:

“UEFA, Yıldırım Demirören’in Türkiye Futbol Federasyonu Başkanı seçilmesi halinde Türkiye’ye yönelik başka bir yaptırıma gerek kalmayabileceğini duyurdu…”

Ziya Adnan
4 Mart 2012

Golcünün dönüşü…

Golcünün dönüşü…

Uzaklardan…

Adına futbol dediğimiz bu güzel oyunda, bazı futbolcular doğarken kendilerine armağan edilmiş yetenekleri ile ön sıraya çıkarlar. İşte Thierry Henry’de bu isimlerin başında geliyor

2007 senesinin Temmuz’unda yine bu köşede, şunları yazmıştım o yürekleri burkan ayrılığın ardından: “Bilirim ki futbolcu-takım ilişkisi evlilik müessesine benzer. Bazen, hiç beklenmedik bir anda gemileri yakar insan… Yolun ve bahtın açık olsun Thierry Henry… Müthiş gollerini izlediğim için kendimi şanslı sayıyorum…”

1999’un Ağustos ayında, 21 yaşında 10,5 milyon Sterlin karşılığında Juventus’dan gelen futbolcu ilk zamanlarında şimdilerde tarih olmuş Highbury’nin yeşil çimenlerinde gol yollarında zorlanmış ama hocası ondan vazgeçmemişti. Geçtiğimiz günlerde yayımlanan makalesinde, o günleri ve golcüyü şöyle özetlemişti Henry Winter, The Telegraph gazetesindeki köşesinde:

“Henry’nin Arsenal’de forma giydiği ilk zamanlarında Highbury’nin kale arkasındaki meşhur tarihi saat inanın ciddi tehlike altındaydı! Rakip kale yerine sürekli tribünleri döven şutları ve acemi hareketleri şaşırtıcıydı! O zamanlar, ‘Bu adamdan futbolcu olmaz!’ demiştim. Büyük konuşmamak gerekirmiş…”

Sonra zaman içinde kulüp tarihinin gol rekorunu kırdı 12 numaralı formasıyla. Kimilerine göre Wenger’in ısrarı, kimilerine göre sürati, son vuruşlardaki üstün yeteneği ve futbol zekâsı ile Ada futbolunda kısa sürede nam saldı. 2007 senesinin Temmuz ayında 24 milyon avro karşılığında Barcelona’nın yolunu tuttuğunda üzülmüştü Arsenal taraftarları. Buz adam Dennis Bergkamp’tan kısa süre sonra diğer bir yıldızın takımdan ayrılması ağır gelmişti.

Ve aradan geçen zaman içinde Arsenal mumla aradı o müthiş golcüsünü. Kimler denenmedi ki yeni bir golcü çıkarma umuduyla, kimlere bel bağlanmadı ki. Eduardo da Silva, Emmanuel Adebayor, Nicolas Bendter, Gervinho, Theo Wallcott, Marouane Chamakh, Arshavin…

Bir tek Hollandalı Robin Van Persie, o da sakat olmadığı zamanlarda o büyük golcünün izinden yürüyebildi; bir tek 28 yaşındaki 10 numara onun bıraktığı yerden devam etti…

***

Garip oyun şu futbol aslında, hiç beklemediğiniz anda ters köşeye yatırıveriyor insanı!

Hem de siz tam da “Hadi canım!” demişken. Aralık ayının sonlarıydı sanırım, Emirates Stadı’nın “East Stand” tribününde bir maç öncesi sohbetinde bir tribün arkadaşım söylemişti büyük golcünün Ocak ayında iki aylığına kiralanacağını ve Kuzey Londra’ya döneceğini. “Hadi canım!” demiş ve eklemiştim: “30 yaşındaki hiçbir futbolcuya bel bağlamayan Wenger, şimdi 34 yaşındaki futbolcuya mı güvenecek?”

Yanılmışım, hem de çok fena… Sir Alex Ferguson’un geçen sezon jübilesini yapan 37 yaşındaki Paul Scholes’a yeniden forma verdiği günlerde, uzaklarda Kuzey Londra’da Fransız teknik direktör de bir zamanlar Ada futbolunu sallamış golcüsünü sürüyordu sahaya. Paul Scholes kadar yaşlı olmasa da 34 yaş hiç de az değildi aslında yeşil sahalarda. O yüzden, bu yeniden dönüşe soğuk bakanlar, hatta Fransız teknik direktörü “taraftarın gözünü boyamakla” suçlayanlar vardı.

Yine de MLS’e (Majo League Soccer-ABD Futbol Ligi) verilen arayı kullanarak kısa süreliğine de olsa yuvaya döndü golcü. Federasyon Kupası maçında, tıklım tıklım dolu tribünler önünde, maçın bitimine 15 dakika kala girdi oyuna. O sahaya girerken büyük bir uğultu koptu Emirates’in tribünlerinde. Öyle ki, kale arkasını doldurmuş 9 bin kadar gürültücü Leeds United taraftarı bile sustu bir süre. Malum o sahada olunca, işler pek de iyi gitmezdi rakip takım adına…

İnanması güç ama maçın bitimine 12 dakika kala, 12 numaralı forması ile Leeds United’a kariyerindeki 12. golünü attı golcü. Bu kez daha büyük bir uğultu koptu Emirates tribünlerinde. Koşarak Wenger’e sarıldığı an futbol belleklerimize kazındı, kim bilir belki hiç unutulmamacasına… Maça girdikten sonra topla sadece dört kez buluşan golcü, beşinci buluşmasında sağ ayağıyla Leeds United kalecisi Andy Lonergan’ın uzanamayacağı köşeye bırakıverdi topu…

Ve o gün o stadı dolduranlar, kim bilir kaçıncı kez izlemiştik buna benzer gollerini. Bir zamanlar Patrick Vieira veya Emmanuel Petit’in asisti sonrası golünü kaydeden golcünün gol pası bu kez Alex Song’dan gelmişti. Bu, onun Arsenal formasıyla çıktığı 371 maçta kaydettiği 227. goldü. Bitiş düdüğüyle formasını isteyen Leeds’in savunma oyuncusu Tom Lees bile eli boş gitmek zorunda kalmıştı soyunma odasına. Elbette böylesine unutulmaz bir akşamın hatırası o maçın kahramanında kalmalıydı…

Maçın bitiminde, Emirates Stadı’nın tribünleri boşalırken onun adına söylenen şarkı yankılanıyordu Kuzey Londra semalarında. Geçtiğimiz günlerde stadın içine dikilmiş heykelinin önünden geçen kalabalığın içinde, babasının elinden tutmuş küçük çocuk, büyük golcüyü izlemiş olmanın mutluluğuyla onun adına söylenen şarkıya eşlik ediyordu…

Ertesi günlerde, takımın sezonluk bilet sahiplerine gönderilen Arsene Wenger imzalı e-postada, o akşamın Arsenal kulüp tarihinde özel bir yeri olduğu, ancak Fransız teknik direktörün o gole hiç şaşırmadığı yazılıyordu. Şöyle özetlemişti Wenger:

“MLS’e verilen arayı bizimle antrenmanlara çıkarak geçirdi. Çalışmalarda onun hırsını, yeteneğini ve son vuruşlardaki becerisini görebiliyordum. Bazı futbolcular, yaşları ilerlese de yeteneklerinden çok şey kaybetmiyorlar…”

O gün o heykelin önünden geçerken, “Yuvana hoş geldin Thierry Henry. İnan özlemiştik…” dediğimi hatırlıyorum…

***

Sporcu psikolojisini anlatan kitaplar, iki farklı yetenek biçiminden bahsederler. Biri doğarken dünyaya getirdiğimiz (Innate ability), diğeri de sonradan çalışarak kazanılan (Learned ability)
yetenektir. O yüzden bazı futbolcular doğarken kendilerine armağan edilmiş yetenekleri ile ön sıraya çıkarlar. Kimi zaman gol vuruşlarındaki ustalık, kimi zaman diğerlerinden daha hızlı düşünme ve uygulama becerisidir onları farklı kılan. Geçtiğimiz günlerde, Sunderland karşısında oyuna sonradan girip, son saniyede golünü atan 34 yaşındaki Henry de bu yüzden farklıdır diğerlerinden…

***

Thierry Henry, Şampiyonlar Ligi’nde Milan karşısında alınan farklı yenilgiden sonra başı önünde sahadan ayrılırken, bir kez daha veda ediyordu Arsenal taraftarına. Bildiğim, Premier Lig’de ve Avrupa’da bu sezon hüsran yaşayan Wenger bir kez daha özlemle arayacaktı büyük golcüsünü. Ve gelecekte bir gün, babasının elinden tutmuş o küçük çocuk, onu izlemiş olmanın mutluluğunu paylaşacaktı futbol sohbetlerinde.

Zaten adına futbol dediğimiz bu güzel oyunda, bazı futbolcular doğarken kendilerine armağan edilmiş yetenekleri ile ön sıraya çıkarlardı…

Ziya Adnan
26 Şubat 2012

ThierryHenry

Premier Lig’de Kırmızıların ezeli rekabeti…

Premier Lig’de Kırmızıların ezeli rekabeti…

Uzaklardan…

Ada futbolunda 20 Ağustos 1971 tarihinin ayrı bir önemi vardır, yeni futbol nesillerinin asla bilemediği… Futbol tarihini yazan kitaplar, günümüzde 83 yaşında olan futbol adamı Frank O’Farrell’in o tarihte teknik direktörlüğünü yaptığı Manchester United takımını, Liverpool’un Anfield Stadı’nda Arsenal karşısında sahaya sürdüğünü ve maç öncesi konuşmasında şunları söylediğini anlatırlar: “İki maç ceza almış olmamız nedeniyle bugunkü maçı Anfield Stadı’nda oynuyoruz ve biliyorum bu size garip geliyor! Neticede burası düşmanın evi! Ancak bugün tribünleri dolduran taraflarlarımız bizden galibiyet bekliyor. Şunu kafanıza iyice kazıyın, bugünkü maçı Anfield’da oynuyoruz ama bugün düşman Liverpool değil Arsenal! Çıkın ve yenin onları!”.

O gün, 27.649 taraftar önünde oynanan maçı United 3-1 kazandı ve kadrosunda George Best, Bobby Charlton, Brian Kidd gibi yıldız futbolcuları vardı. O maçta düşman Arsenal olsa da, Manchester United-Liverpool rekabeti ilerleyen senelerde giderek dozunu artırarak dünya futbolunda en ateşli derbilerden biri olarak yerini aldı. İki kulüp arasında gerçekleşen en son transferin, 1964 senesine kadar uzanması rekabetin boyutunu anlatmaya yeter herhalde. O sene sağ kanat oyuncusu Phil Chisnall “Kırmızı Şeytanlar”dan ayrılarak Liverpool’a transfer olmuş; Liverpool teknik direktörü Bill Shankly bu transferi gerçekleştirmek için United’a 25 bin Sterlin ödemişti.

O günleri ve rekabeti şöyle anlatır Chisnall: “O dönemlerde United şimdilerde olduğu kadar güçlü değildi ve haliyle iki takım arasındaki rekabet ‘düşmanlık’ boyutuna ulaşmamıştı. Zaten 80’li yıllar Liverpool’un Avrupa arenalarını kasıp kavurduğu zamanlardı ve Manchester United kimi zaman orta sıralarda yer alan, kimi zaman zirveyi zorlayan, ancak aradığı başarıyı bir türlü yakalayamayan bir takım görüntüsündeydi. 1980’li senelerde Liverpool adına sezonun maçı mutlaka Everton ile oynanacak ‘Merseyside’ derbisi olurdu. Haliyle iki takımın kıyasıya mücadelesine odaklanırdı tüm futbolseverler. İşin doğrusu United’in esamesi bile okunmazdı!”

***

Birbirlerine 20 kilometre mesafedeki kuzeybatı şehirlerinin arasıındaki düşmanlığın temelini yazan kitaplar, bu durumu 58 kilometre uzunluğundaki Manchester Kanalı’nın açılmasından sonra deniz taşımacılığının Manchester üzerinden yapılmasına bağlarlar. Haliyle Liverpool şehri bir liman kenti olarak zaman içinde önemini yitirir.

***

Premier Lig’in kuruluşundan sonra, iki takımın talihleri muhtemel hiçbir futbolseverin tahmin edemeyeceği şekilde değişti. 1992-93 sezonunda ilk Premier Lig şampiyonluğunu yakalayan Kırmızı Şeytanlar, ilerleyen yıllarda kupalara ambargo koyacaklar; geçtiğimiz sezon şampiyonluk kupasını bir kez daha kazanarak Ada futbolunda en çok şampiyon olmuş takım olarak tarihe geçeceklerdi. Tarihinde 18 şampiyonluğu bulunan Liverpool ise rakibinin bir gerisinde, hiç yaşayamadığı Premier Lig şampiyonluğunun özlemiyle her yeni sezona yeni umutlarla başlayacak ama her sezon da United’ın gölgesinde kalacaktı…

***

2005 senesinin o unutulmaz Şampiyonlar Ligi finalinden sonra, Manchester’da yayınlanan Manchester Evening News gazetesinin spor sayfalarında o maça dair “İnanılmaz!” başlığı göze çarpıyordu. Ancak kısa sürede binlerce United taraftarından gelen tepki üzerine, o maçın Liverpool’u öven yorumlarını kısa kesmek zorunda kaldı gazete. Neticede Liverpool’un başarısını, United taraftarları asla görmek istemezdi.

Sadece taraftarlarla da kısıtlı değildi düşmanlık. Yakın geçmişte evinin kapılarını bir televizyon kanalına açan Liverpool’un kaptanı Steve Gerrard, sahip olduğu geniş forma kolleksiyonunu gösterirken, neredeyse tüm takımların formalarına sahip olmasına rağmen, evinde asla bir Manchester United forması bulundurmayacağını söylüyordu!

2007 senesinde Anfield Stadı’nda oynanan maçta United’ın o dönemki orta saha futbolcusu O’shea, o son saniye golünü Liverpool kalesine atarken, gol sonrasında suskun Kop Tribünü’nün önünde formasındaki United armasını öperek zaferi kutluyordu. O kutlamaya sinirlenen Liverpool taraftarlarının sahaya inmesini güvenlik güçleri zorluklu önlemişti. Maçtan sonra bu kutlamayı soranlara takım kaptanı Gary Neville şöyle cevap vermişti:

“En büyük hayalimi takım arkadaşım O’Shea yaşadı! Bana nasip olmasını çok isterdim…”

***

Ada futbolunun en başarılı iki takımı toplamda 118 kupa kazanmıştır. Bunlardan 60’ı Kırmızı Şeytanlar’ın müzesini süslerken, 58’i Liverpool’a aittir. Son senelerde iki takım arasında oynanan maçların öğle saatlerinde oynanması da tesadüf değildir elbet. İngiltere Futbol Federasyonu ve polisin aldığı ortak kararla taraftarların alkollü maça gelmelerini önlemek için alınmış olan bu karar işe yaramıştır.

***

Ve geçtiğimiz günlerde bir kez daha tutuşturuldu iki kulüp arasındaki yangın. Bu sezon oynanan lig maçında, United’ın defans oyuncusu Patrice Evra’ya ırkçı hakarette bulunduğu iddia edilen Liverpool’un golcüsü Uruguaylı Suarez, Ada futbolunda daha önce hiç görülmemiş “8 maç” cezaya çarptırılırken, 2007 senesinden günümüze Anfield Stadı’nda maç kazanamayan United bir kez daha eli boş dönüyordu düşmanın evinden. 43.952 taraftarın önünde oynanan Federasyon Kupası maçında ev sahibi takım 88. dakikada oyuna giren Hollandalı Kuyt’un ayağından bulduğu golle rakibini kupa dışına itti…

Bu golün tribünlerde kutlandığı dakikalarda, ekranlara düşen o pankart iki kulüp arasındaki düşmanlığın boyutunu anlatıyordu bilmeyenlere:

“We are not racist, we only hate Mancs!” (Biz ırkçı değiliz, sadece Manchesterlılardan nefret ederiz!)

Ziya Adnan
19 Şubat 2012

KirmizilarinRekabeti

Batsın böyle ‘Süper Lig’!

Batsın böyle ‘Süper Lig’!

Uzaklardan…

Avrupa futbolunu, bilhassa Ada takımlarını yakından takip eden orta yaşın üzerindeki futbolseverler hatırlayacaktır…

Günümüzde Premier Lig tarihinde şampiyonluğu bulunmayan Liverpool, 70’li ve 80’li senelerde Avrupa futbol sahalarının en korkulan takımlarının başında gelirdi. 2004-2005 sezonunun sonunda oynanan o inanılmaz Şampiyonlar Ligi finali öncesinde futbolun en elit kupasını dört kez kaldırmış, 70’li ve 80’li yıllarda Avrupa sahalarında esip kükremişti. O yılları hatırlatan üç Şampiyon Kulüpler Kupası, üç Süper Kupa kulübün müzesini süslerken, o unutulmaz İstanbul akşamında 3-0 geriye düştüğü maçta imkânsızı başararak o kupayı bir kez daha kaldırdı ve futbolun en önemli kupasını en fazla kaldıran İngiliz takımı (1977, 1978, 1981, 1984, 2005) olarak tarihe geçti.

Ancak o yıllarda sadece Liverpool değildi İngiliz takımlarının namını dünyaya yayan. Şimdilerde Premier Lig’in bir altı Championship’de eski günlerini arayan Nottingham Forest FC, 1978-79 sezonunun sonunda Münih’te oynanan Şampiyon Kulüpler Kupası finalinde, Malmo’yü 1-0 yenerek kupayı kaldırmış; bir sezon sonra bu kez Hamburg takımını, Madrid’in Santiago Bernabéu Stadı’nda yine aynı skorla geçerek kupayı ikinci kez kazanamıştı. 1979 senesinde UEFA Süper Kupası’nı da kazanan takım, 1980 senesinde Süper Kupa finalinde sahadan yenik ayrıldı.

Ve Manchester United… Premier Lig’de 12 şampiyonluğu bulunan Kırmızı Şeytanlar, 1968 senesinde Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanan ilk İngiliz takımı olma başarısını gösterirken, 1999 ve 2008 senelerinde o kupayı iki kez daha müzesine götürdü. 1990-91 sezonunda UEFA Kupası’nı da kazanırken, o sezon oynanan Süper Kupa finalini de kazanarak tarihe geçti.

Sadece onlarla kalmadı İngiliz takımlarının Avrupa sahalarındaki başarıları. 1982 senesinde Şampiyon Kulüpler Kupası’nı kazanan Aston Villa, 1975 senesinde final oynayan Leeds United, 2006 senesinde finalde Barcelona’ya yenilen Arsenal ve 2008 finalini kaybeden Chelsea, Ada futbolunu Avrupa arenalarında başarıyla temsil etti. 1971-72 sezonunda UEFA Kupası’nı kazanan kuzey Londra takımı Tottenham Hotspurs, aynı kupayı 1983-84 sezonunda bir kez daha kaldırırken, şimdilerde Championship’te mücadele veren Ipswich Town 1980–81 sezonunda UEFA Kupası’nı kazanmıştı. Elbette o kupayı iki kez şehrine götüren Leeds United’ı da (1967-68, 1970-71) unutmamak gerek…

***

Ancak onca başarıya rağmen, madalyonun diğer yüzünde ülke futbolunu sürekli sıkıntıya sokan holiganizm illeti de giderek tırmanmaya devam ediyordu. 1985 senesinin Mayıs ayı ise Ada futbolunda kara bir dönemin başlangıcı oldu. 29 Mayıs 1985 tarihinde, Brüksel’in Heysel stadında, Liverpool ve Juventus takımları arasında oynanan Şampiyon Kulüpler Kupası finalinin öncesinde çıkan olaylarda 39 Juventus taraftarı hayatını kaybetmiş; akabinde tüm İngiliz takımları, Avrupa kupalarından 5 sene men cezası almıştı. O dönem Başbakanlık yapan “Demir Lady’” Margaret Thatcher’in, “Önce holiganizmi kendi içimizden temizlememiz gerekiyor. Eğer bunda başarılı olursak gelecekte bir gün belki yeniden yurtdışına gidebiliriz…” cümlesi Ada futbolunda gerçekleşen temizlik operasyonunun başlangıcı olarak kabul edilir. Neticede İngiliz kulüpleri Avrupa Kupalarından 5 sene men cezası alırken, Liverpool takımına ayrıca verilen üç sene ceza bir seneye indirildi ve o efsane takım tam altı sezon Avrupa Kupalarına katılamadı.

***

Sonrasında uzun bir süre suskunluk dönemi yaşayan Ada futbolu, 1992–93 sezonunda Premier Lig’in kurulmasıyla akıl almaz bir değişime uğradı. Önce ülkenin tüm profesyonel statları koltuklu hale getirilirken, holiganizm illeti temizlenmiş; futbol terörü yüzünden bir zamanlar boşalma noktasına gelen tribünler hemen her maçta dolmaya başlamıştı. Zamanla Avrupa’nın futbol yıldızları birer ikişer boy göstermeye başladı Premier Lig takımlarında. Yeniden yükselişe geçti Ada futbolu…

İlerleyen zamanlarda izlemekten keyif aldığımız futbol şölenlerinde kimi zaman kadınların ve çocukların neşeli görüntüleri düştü ekranlara. Kimi zaman şampiyonluğu kaybeden takım kazanana selam dururken, kimi zaman küme düşen takımın taraftarlarını yürekten alkışladı tribünler. Belki zaman aldı ama temelini Thatcher’ın attığı futbol şiddetine karşı açılan savaşı, uyguladıkları katı cezalarla, geleceğe yaptıkları yatırımlarla kazandı İngilizler. Avrupa Kupalarından men edildikleri dönemde bile “Hakkımız yeniyor!” şikâyetinde bulunmadan, olup biteni hasıraltı etmeden, büyük küçük ayrımı gözetmeden, UEFA’ya savaş açmadan, CAS’a başvurmadan…

Yenseler de yenilseler de kazanan hep futbol oldu…

***

Neden mi bir kez daha hatırlattım Ada futbolunun mazisini?

Ülke futbolunda patlayan şike depreminden sonra sıklıkla duyduğumuz, “Küme düşme olursa Türk futbolu batar!” cümlesinin geçersizliğini anlatmak için… Hele de bu cümle geçmişte amatör kümeye düşmenin eşiğine gelmiş bir kulübün başkanının dudaklarından dökülünce…

Ekonominin bilinen kuralıdır: “İyi para kötü parayı er veya geç kovar.” Belki zaman alır ama mutlaka kovar. O yüzden gelecekte bir gün ülke futbolunun yeniden yükselişe geçtiğini görmek istiyorsak, gelecekte bir gün ülke takımları Avrupa kupalarında söz sahibi olacaksa, yeni bir yapılanmaya gidilmeli mutlaka. Bugüne kadar yaşadığımız tüm teraneyi, tüm pespayeliği, tüm koruma kollamayı, tüm adaletsizliği bir kenara bırakıp, geçerliliği sadece Edirne’den Van’a işleyen “Türk’ün Türk’e Masalı”nı unutup yepyeni bir sayfa açmalı. Futbolun beşiğini örnek almalı…

Zira Fenerbahçe’nin düşürülmesinin ülke futbolunun sonu olacağına inanıyorsanız Galatasaray başkan yardımcısı Adnan Öztürk’ün geçtiğimiz günlerde sarfettiği şu sözlere kulak vermenizi öneririm: “Galatasaray’ın borcu 350 milyon dolar civarında… Üç İstanbul takımının borcu ise 1 milyar dolara yaklaşıyor. Bu borcun içine Anadolu takımlarını da katarsanız rakam 1,5 milyar doları bulur ki, bu Türk futbolunun ekonomik anlamda iflası anlamına gelir.”

Velhasıl adı şikeye karışmış takımların küme düşürülmesi değil, nicedir sürüp giden yitik düzenin devam etmesi ülke futbolunun laneti olacaktır. Ülke futbolunun acilen yeni düzene ihtiyacı vardır ve geçmişten ders çıkarmak gerekir…

Duayen başkan olarak bilinenlerin bir türlü anlamadığı, kimbilir belki anlamak istemediği gerçek şudur: Maç günleri statları dolmayan bir ülkenin futbolu asla ileriye gidemez! Bu, tecrübeyle sabittir…

Ziya Adnan
12 Şubat 2012

BosTribunler

Yoksulların gözleri size bakıyor..

Yoksulların gözleri size bakıyor…

Uzaklardan…

Ülkem nüfusu 31 Aralık 2010 itibarıyla 73.722.988… Nüfusun %76,3’ü il ve ilçe merkezlerinde, %23,7’si ise belde, köy ve kasabalarda yaşamakta… En fazla nüfusa sahip il, ülke nüfusunun %18’ini barındıran İstanbul, en büyük yüzölçümüne sahip il Konya…

Ülkede yer alan il sayısı 81, ilçe sayısı 892… İllere göre dağılımda “Kurşunlu” Süper Lig’de yer alan takımların dördü İstanbul, ikisi Ankara takımı… Diğer şehirlerden 12 takım, adının başında “Süper” sıfatı bulunan ama futbol kalitesi olarak pek vasat bir ligde mücadele ederken, ülkenin en üst liginde temsil edilmeyen şehir sayısı 67…

Ülkenin başkenti, Avrupa’da başkentinden şampiyon çıkaramamış tek şehir… Eh zaten o şehrin 102 senelik kulübünün içinde bulunduğu, “Küçük Emrah” filmini aratmayan perişan durumu da ortada… Aslında cevaplanması gereken soru, o kulübü bu duruma getirenlerden neden hesap sorulmadığı ama varsa yoksa ah o 58. madde!

• • •

Geçenlerde okumuştum, bu yazıya ilham kaynağı olan Malatyaspor’un günümüzde Bölgesel Amatör 4. Lig 4 grupta mücadele ettiğini; 2005–2006 sezonunda sözleşmesi feshedilen ve alacakları ödenmeyen Jiri Masek’in UEFA’ya açtığı dava sonucunda 6 puanının silindiğini. Malatyaspor günümüzde 11 takımlı Bölgesel Amatör Lig’de, 10 puanla 8. sırada.

• • •

Kuruluşu 1966 senesine dayanan 1990–1993 seneleri arasında 1. Lig’de mücadele etmiş siyah-beyazlı Aydınspor, 2009 senesinden beri Aydın Süper Amatör Liginde mücadele ediyor. Bir gecede adı değiştirilen Aydın Belediyespor ise bu sezon yükseldiği 3. Lig’de şehrin yeni umudu: Aydınspor 1923

İstanbul’dan sonra en çok vergi ödeyen il olarak ülke ekonomisinde önemli yere sahip liman kenti Kocaeli’nin yetim takımı Kocaelispor. Onlar da ülke futbolseverinin unuttuğu takımlardan. Türk futboluna nice futbolcu kazandırmış, iki kez Türkiye Kupası’nı kazanmış yeşil-siyahlılar günümüzde parasızlıktan inim inim inlerken, 2. Lig’in dibine demir atmış, hasta yatağında kurtarıcısını bekliyor.

Kocaelispor’un, “futbolcu fabrikası” olarak nam salmış ezeli rakibi Sakaryaspor da ülke futbolunun feri sönmüş yıldızlarından. Kuruluşu 1965 senesine dayanan yeşil-siyahlı takım 1. Lig’de eski güzel günlerine ağıt yakıyor.

2. Lig’de futbola tutunmaya çalışan takımlardan biri de Diyarbakırspor. 1968 senesinde kurulan, bir dönem ülke futboluna renk katmış, 1976-77 sezonunu ikinci sırada bitirmiş kırmızı-yeşiller şimdi maziyi mumla arıyor.

Başlangıcı 1968 senesine uzanan, 80’li ve 90’lı yıllarda 2. ligde mücadele etmiş, sonrasında amatör kümeye kadar düşmüş Erzincanspor 3. lig 4. grupta gözlerden ve ilgiden uzakta mücadelesini sürdürüyor.

Ve mavi-beyaz Adana Demirspor… Uzun bir süre 3. ligde mücadele verdikten sonra 2004 senesinden beri 2. Lig’de hayat arıyor. 1940 senesinde kurulan “Mavi Şimşekler” 1994–1995 sezonunda düştükleri Süper Lig’e dönememenin sıkıntısını yaşıyor.

Hacettepe. Nam-ı diğer mor menekşeler. Daracık sokakları, eski esnafı, kabadayıları ile namlı, eski bir Ankara semtinin 1959 senesinde kurulmuş köklü takımı… 1968 senesine kadar oynadığı birinci ligden düştüğünde, geride bir mahallenin enkazı üzerine yükselmiş, adını mahalleden alan bir hastane bıraktı. Melih Gökçek tarafından yok edildikten sonra Gençlerbirliği’nin “Hacettepe” adına sahip çıkmasıyla yakın geçmişte bir ara Süper Ligde de mücadele etti. Şimdi ise Gençlerbirliği’nin altyapı takımı olarak 3. Lig’de.

1945 senesinde “Kömürspor” adı altında kurulan, 1973–1974 sezonunda 1. Lig’e terfi eden, 70 ve 80’li yıllarda adını duyurmuş, 78–79 sezonunu 3. bitirmiş Zonguldakspor… Şimdilerde amatör kümede, futbolun görünmez köşelerinde…

Çocukluk yıllarımın güzide takımı, bana futbolu sevdiren Ankara’nın sarı-siyahlıları, ah PTT! 1954’de kurulan, 1959-1960 sezonunda Ankara Mahalli Ligi’nde şampiyon olarak 1. Lig’e çıkan, 70’li yıllarda dört sezon üst üste düşüp Ankara 2. Amatör kümeye kadar gerileyen kadersiz takımım… Adı, önce Türk Telekom olarak değiştirildi. Bir süre bu isimle profesyonel liglerde boy gösterdikten sonra bu sezon başında 2. Lig’den sessiz sedasız çekildi.

Ve Feriköy, Bölgesel Amatör Lig’de tutunma savaşında. Aynı grupta Beykoz puan cetvelinin son sırasında. Vefa, İstanbul Amatör Süper Lig’de. Ve Erzurumspor, Ispartaspor, İzmirspor, Nevşehirspor, Niğdespor, Edirnespor, Tekirdağspor, Uşakspor, Kütahyaspor, Muğlaspor, Polatlıspor, Tirespor, Konya Ereğlispor…

Ve adlarını yazamadığım diğerleri

Onlar futbolun görünmez köşelerinde kalan, belediye takımlarının işgaline uğramış ülke futbolunun feri sönmüş yıldızları…

• • •

Bu yazıyı yazdığım sırada, LİG TV’nin vazgeçilmez programı (!) Maraton’un sunucusu Şansal Büyüka şike soruşturması sürecinde yayıncı kuruluşun mağdur olduğunu, yaşananlardan sonra milyonlarca dolar zararları olduğunu açıklıyordu.

Son 50 senede Dünya Kupalarında ülke milli takımını sadece bir kez görebilmiş, kurulduğu tarihten bu yana sadece beş takımın şampiyonluk yaşadığı, son 25 senedir şampiyonluk kupasının sadece bir kez yedi tepeli kentin dışına çıktığı “futbol fakiri” cografyada, tribunlerin boş kalması değil, futbol adaletinin tecil etmesi hiç değil, yayıncı kuruluşun zararının konuşulmasıdır aslında garip olan… Ama nüfusun yüzde 90’ı üç takımdan birinin taraftarı olunca, akan sular durur haliyle!

Çokları ilgilenmez nasılsa; Körfez’in, Aydınspor’un Erzincanspor’un, Malatyaspor’un, Sakaryaspor’un, Altınordu’nun, PTT’nin, Vefa’nın, İzmirspor’un, Feriköy’ün ve adlarını yazamadığım, yazdığım zaman da içimi acıtacak diğerlerinin hazin durumuyla… Ama o bilir; ülke futbolseverinin yüzde 90’ının üç takımdan birine sevdalı olduğunu, haliyle yarattıkları hastalıklı sistemin her koşulda devam etmesi gerektiğini.

O yüzden maç günleri tribünler boş kalırken dekoder satışları tavan yapar; yurdun dört bir köşesinde kıraathaneler televizyondan maç izleyenlerle dolup taşar. Gazetelerin spor sayfalarını o çok bilindik üç takımlı masallar süsler. Pazar akşamlarının saatler süren baygın spor programlarında spor yorumcusundan çok amigoyu andıran bilmiş adamlar, her daim üç esas oğlanın maceralarını anlatır kandırılmış futbol nesillerine.Bol darbukalı, çok gürültülü zavallı bir mahalle düğününü andıran hazin fotoğrafa futbolun görünmez bir köşesinden bakanlar, ta en başından rekabetsizlikle lanetli hazin öykünun sessizleri, kötü bir filmin figüranı olmaktan öteye geçemez nasılsa… Aslında onlar da razı artık bu duruma… En incesinden “ölümü gösterip sıtmaya razı etmek” böyle bir şeydir herhalde…

• • •

Türk futbolunun perişan fotoğrafı, Charles Baudelaire’in “Paris Sıkıntısı” kitabındaki “Yoksulların Gözleri” başlıklı o güzel denemeyi hatırlatıyor.

Baudelaire, Paris’in zengin bir caddesinde ışıl ışıl bir cafede otururken, paçavralar içinde yoksul, yaşlı adam iki çocuğuyla camın önüne dikilir. Çocukların gözlerinde, “Ancak bizim gibi olmayanların girebileceği bir yer burası” ifadesini okur Baudelaire… “Bu yoksul gözler ailesi karşısında susuzluğumuzdan daha büyük olan bardaklarımızdan utandım” der hikâyenin sonunda. Bardağınız susuzluğunuzdan bu kadar büyükse, içmemelisiniz demiyorum ama hiç olmazsa utanmalısınız biraz.Zira ülke futbolunda “Yoksulların Gözleri” size bakıyor Sayın Büyüka!

Ziya Adnan
4 Şubat 2012

Lefter bana gol atacakmış ha!

Lefter bana gol atacakmış ha!

Uzaklardan…

Aslında geçen Pazar için kaleme almıştım birazdan okuyacaklarınızı. Ancak saadet dolu futbolumuza (!) kara bir gölge gibi düşen 58. madde ve yaklaşan TFF olağanüstü genel kurulu işin içine girince, yazı bu Pazara kaldı ve ancak bu hafta yayınlama fırsatı bulabildim. Yine de geç olsa da yazmak gerek, futbolda ve siyasette başrol oynamış o iki insanı hatırlamak gerek…

Takvim yaprakları düşerken değil de zaman içinde yitirdiklerimizi düşününce yaşlandığını hissediyor insan… Geçenlerde aynı gün gelen iki ölüm haberi bir kez daha hatırlattı bu gerçeği. Ömrünü yok sayılan bir ulusun mücadelesine adamış bir adam, 88 yaşında aramızdan ayrılırken geride ardından ağlayan bir ulus bıraktı. 27 Ocak 1924 tarihinde, bugün Kıbrıs Rum Kesimi sınırları içinde bulunan Baf bölgesinde doğmuştu. Gençlik yılları Ada’da Rum baskılarına direnmekle geçmiş; önce 1957’de Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurmuş;1963 senesinden sonra Türk direnişinin örgütlenmesinde başrol oynamıştı.

Ankara’da sürgünde olduğu siyah-beyaz zamanlarda, çocukluk yıllarımızın geçtiği Umut Sokak’ta yan apartmanda oturan akrabaları Sami amcaları ziyaret ederdi sıklıkla. Sami Genç, babamın yakın arkadaşıydı ve üç Kıbrıslının yolu doğup büyüdükleri topraklardan uzaklarda, Ankara’da kesişmişti. Faik Genç ve ben küçüktük ama hayal meyal hatırlarız o günleri…

1968 senesinde Ada’ya giriş yasağı kaldırılmış ve sonrasında Kıbrıs’a dönmüştü. 1970 seçimlerinde Türk Cemaat Meclisi Başkanlığına, 1986’da yapılan ilk genel seçimlerde Devlet Başkanlığına seçildi. Nisan 1990’da yapılan erken seçimde ikinci kez Cumhurbaşkanı seçilirken, 1995’teki seçimlerde de Cumhurbaşkanı oldu. Annan Planı sürecinde Avrupa Birliği (AB) ile yaşanan tartışmalarda “Türkiye olmadan cennete bile girmem” sözleriyle hatırlanırken, görevini Nisan 2005’te devretti. Geçtiğimiz yılın Mayıs ayında beyin kanaması geçiren ve sol tarafı felç olan devlet adamı, 8 Ocak 2012 gecesi 88 yaşında tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti.

2005 senesinin soğuk bir Aralık günü vefat eden Mehmet Adnan, sonrasında aramızdan ayrılan Sami Genç’ten sonra üçüncü Kıbrıslı da aramızdan ayrılıp gitti…

***

Rauf Denktaş’ın aramızdan ayrıldığı gün bir ölüm haberi daha geldi uzaklardan. Siyah-beyaz zamanların diğer bir kahramanı da ebediyete intikal etmişti. Ona yetişememiş olsam bile çocukluğumuz onun hikâyeleri ile doluydu. Konu futboldan açılınca dilinden düşürmezdi babam onun futbolculuğunu, efendiliğini. İlk kez onun ağzından duymuştum sonraları futbol belleğimize kazılan o sloganı: “Ver Lefter’e yaz deftere!”

Sanırım sadece bu slogan bile yeterdi onun futbolculuğunu anlatmaya…

Sonra bir sohbet esnasında Necdet abi anlatmıştı, çocukken soğuk kış gecelerinde sıcak sobanın yanında babasından defalarca dinlediği, muhtemelen babasının da arkadaş sohbetlerinde duyduğu efsane kıvamındaki hikâyeyi… Hikâye bu ya; o kadar sert şutları varmış ki Lefter’in, Yunanistan’da oynanan bir milli maçta, “Lefter bana gol atacakmış ha!” diye kendisiyle dalga geçen Yunan kaleciyi 20 metreden çektiği sert şutla topla beraber kaleye sokup karnını deşmiş (!) ve galeyana gelen taraftarların hışmından kurtulmak için sahaya inen helikopterle stattan zorlukla kaçırılmıştı!

Haliyle maç yarım kalmıştı!

Hakkında daha nice buna benzer “şehir efsaneleri” vardı, inanmasak bile saygı, sevgi ve ilgiyle dinlediğimiz…

Fenerbahçeli olmadığım halde, ona yetişemediğim halde, o güzel gollerini alkışlayamadığım halde severdim onu. Tıpkı taçsız kral Metin Oktay’ı, Ertan Adatepe’yi, Fevzi Zemzem’i, Fethi Heper’i, Zeynel Soyuer’i, Cemil Turan’ı sevdiğim gibi… Belki o yılları ve o müthiş futbolcuları hatırlattığı için, tüm liglerde gol krallığı yaşamış Ali Osman Renklibay’ın ayrı bir yeri vardır ben de…

***

Takvim yaprakları hızla düşerken, birbirini kovalarken seneler, siyah-beyaz zamanların siyah-beyaz insanları, geride onlara dair özlem dolu hikâyeleri bırakarak birer birer ayrılıyor aramızdan. Kimi zaman bir ulusun direnişine önderlik etmiş, ömrünü ulusuna adamış bir devlet adamının ölüm haberi geliyor uzaklardan; kimi zaman “Ordinaryüs” lakaplı bir futbol profesörünün, bize o güzelim oyunu sevdirenlerden birinin… Onların hikâyeleri ile büyümüş olan bizler her ölüm haberinde biraz daha yalnızlaşıyoruz aslında. Kayan her yıldızda biraz daha büyüyor yalnızlığımız, özlemimiz…

Şimdinin futbol nesli, takımlarında forma giyen Quaresma, Guti, Simao, Almeida adları ile heyecanlanırken, ülkemizin haritadaki yerini bilmeyenleri havaalanlarında meşalelerle karşılarken, takımla özleşmiş futbolcuların zamanları çok eskilerde kaldı. Artık hiçbir takımın Lefter’i, Metin Oktay’ı, Baba Hakkı’sı, Ertan Adatepe’si, Ali Osman Renklibay’ı yok. Bir zamanlar babalar çocuklarının adını Can koyarlardı, Can Bartu’ya ithafen… Artık hiçbir takımın gelecek nesillere bırakacağı Can’ları, Lefter’leri, Metin’leri, Ertan’ları yok. Şimdi, günümüzün tüketim toplumunda gel geç yıldızların bir akşamda parlayıp, bir sabahta unutulup gittiği, her şey gibi futbola dair sevdaların da çarçabuk tüketildiği öylesine zamanlar…

Takvim yaprakları düşerken değil de, zaman içinde yitirdiklerimizi düşününce yaşlandığını hissediyor insan… Kimi zaman bir ulusun direnişine önderlik etmiş, ömrünü ulusuna adamış bir dava adamının, kimi zaman kendinden sonra gelen futbol nesillerine o güzelim oyunu sevdirmiş bir futbol ustasının ölüm haberi bir kez daha hatırlatıyor bu gerçeği…

Rauf Denktaş ve Lefter Küçükandonyadis, mekânınız cennet olsun…

Ziya Adnan
29 Ocak 2012

Lefter

58. madde: Saadet dolu futbolumuzda kara bir gölge…

58. madde: Saadet dolu futbolumuzda kara bir gölge…

Uzaklardan…

“Değiştirin ki gelecek nesillere de geçsin büyük babamızdan gelen genetik hastalık…”

Türkiye Futbol Federasyonu’nun kitapçığında 58.maddeyi okuyorum:

Madde 58: Müsabaka Sonucunu Etkileme

1- Müsabakanın sonucunu hukuka veya spor ahlakına aykırı şekilde etkilemek veya buna teşebbüs etmek yasaktır. Bir futbolcuya veya kulübe teşvik primi verilmesi de bu kapsamdadır.

2- Bu hükmü ihlal eden kişiler, bir yıldan üç yıla kadar müsabakalardan men veya hak mahrumiyeti cezasıyla; kulüpler ise küme düşürme cezasıyla cezalandırılır. İhlalin ağırlığına göre küme düşürme cezasına ek olarak puan indirme cezası da verilebilir.

3- İhlalde sorumluluğu bulunan kişi veya kulüplere ayrıca para cezası verilir.

4- Anılan yasağın hakemler tarafından ihlali halinde sürekli hak mahrumiyeti cezası verilir.

***

Şimdi düşünüyorum da, ne yalan söyleyeyim o temmuz sabahında ülke futbolunda her şeyin değişeceğine inanmıştım. Öyle ya, bu şike meselesi Türk futbolunda bir milat olacaktı. Kabullenmişçesine alıştığımız o pespayelikler, hemen her sezon sonunda yaşanan sandalcı kavgaları, seveni futboldan soğutan yönetici demeçleri, velhasıl bunca zaman futbol sevdamızı kemiren ne varsa artık olmayacaktı. Zira temizlik başlamıştı bir kere. Devrim başlamıştı. Büyük babamızdan gelen genetik hastalık artık son bulacaktı. Bizden sonra gelecek nesiller, bizim futbola dair konuştuklarımızı konuşmayacaktı. İnanmıştık. Yeni beyaz bir sayfa açılacağına, yürekten inanmıştık. Futbolun tüm kirliliğine artık tamah etmeyecektik. Belki piyango ülke futbolunun en zenginine, en güçlüsüne vurmuştu ama neticede en çok ses getiren darbe en büyük etkiyi yaratandı.

Erkan Goloğlu, Radikal gazetesindeki köşesinde pek güzel özetlemişti durumu:

“Herkesin katil olduğu bir kasabada yeni bir düzen kurma adına atılacak ilk adım, fırıncının çırağını içeriye almakla mı başlar; yoksa şerifin oğlunu mu?”

Velhasıl ülke futbolu bir yol ayrımındaydı. Ya kasabaya yeni bir düzen getirecektik ya da her şey eskisi gibi olacaktı. Ya yeni bir sayfa açacaktık ya da kızdığımız, tiksindiğimiz, lanet ettiğimiz her şeyin tam ortasında bulacaktık yeniden kendimizi. O koskoca futbol yalanının, o köhne tiyatronun ortasında, bıraktığımız yerden, hep birlikte…

***

Mehmet Ali Aydınlar’ın, “Vahim bir durum var!” cümlesi ile başladı her şey. Sıcak bir yaz günüydü. Demek ki Futbol Federasyonu da kararlıydı temizliğe… Eyvallahsız olacaklarının sinyalini vermişlerdi bile. Bundan sonra ne fırıncının çırağı, ne de şerifin oğlunun yaptıkları yanlarına kalacaktı. Neler görmemişti ki ülke futbolu, ama en azından bundan sonra olmayacaktı. Zira anlamıştık, futbolun da bir adabı vardı…

İnanmıştık…

Sonra…

Sonra canlı yayınlar, sabahlara kadar süren tartışmalar, TFF Başkanının tutarsız açıklamaları, köşe yazıları, toplu yürüyüşler, yürüyüşler… Şikeye karıştığı iddia edilen bir takımın eski yöneticisinin, yeni Federasyon başkanının “Bir kanaate ulaşmak için elimizde belge yok!” cümlesiyle afallandık önce. “Ligler normal tarihinde başlayacak!” denildiğinde inanamadık. Ama Etik Kurulunun ek belge ve bilgilere ulaşamadığını, suçlanan kişilerin gizlilik şerhi nedeniyle savunmalarının alınamayacağını gerekçe gösterip, karar oluşturulamadığını belirtmesi gidişatı belli etti. Hiçbir takım küme düşürülmeyecekti.

UEFA bize cezayı kesti ama biz önümüzdeki maçlara bakacaktık!

***

Şimdi düşünüyorum da çok safmışız…

Ne de çabuk inanmışız hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağına! Nasıl da inanmışız o Temmuz gününün futbolun miladı olacağına! Baksana, para hesabı, yayıncı kuruluşu kurtarma adına play-off’u çıkardılar bile; hem de bir gecede kimselere danışmadan…

O yüzden değiştirin kardeşim 58. maddeyi, hatta değiştirmekle kalmayın; “Güçlü ve zengin takım asla küme düşürülmez!” diye yeni bir hüküm de ekleyin ki tam olsun! Nasılsa evrensel hukuk, UEFA, Juventus örneği, futbolun şüphenin gölgesinde oynanmayacağı gerçeği vız gelir size! Nasılsa aklınız fikriniz parada! Nasılsa sizin için önemli olan Türk futbolunun marka değeri, Fenerbahçesiz lig olmayacağı saplantısı ve yayıncı kuruluşun saadeti…

Değiştirin saadet dolu futbolumuza kara bir gölge gibi düşen 58.maddeyi! Kökünden değiştirin ki esas oğlanlar ve figüranlardan oluşan o berbat film kaldığı yerden devam etsin! Değiştirin ki Sayın Cavcav ve en değerli müşterilerinin bu içler acısı durumuna üzülen “Ezikler Birliği”nin başkanları sevinsin! Değiştirin ki ülke futboluna dair umudumuz kökünden yok olsun; maç günleri statlar değil de yine kıraathaneler dolsun! Değiştirin ki stat hasılatları değil, dekoder satışları patlama yapsın! Değiştirin ki sürsün gitsin Pazar akşamlarının futbolsuz futbol programları, üç büyükler masalı, rekabetsizlik, adaletsizlik, her sezon sonunda yaşanan sandalcı kavgaları, gözümüzün içine baka baka söylediğiniz o koskocaman futbol yalanı! Değiştirin ki şikenin o kadar da önemsenecek bır durum olmadığını bizim futbolseverler iyice anlasın ve şike de yapanın yanına kalsın!

Değiştirin ki gelecek nesillere de geçsin büyük babamızdan gelen genetik hastalık…

Nasılsa bu da unutulur, devam edip gider hayat… Nasılsa ülke futbolunda aslolan yayıncı kuruluşun saadeti ve paradır…

Ziya Adnan
22 Ocak 2012

SikeSureci

Uçan tekmenin hatırlattıkları…

Uçan tekmenin hatırlattıkları…

Uzaklardan…

Başlangıcı 1930’lara dayanan “uçan tekme” hareketi, uzakdoğu sporlarına “Okinawan” stili dövüş sanatından esinlenerek dâhil edilmiş; 1940’lı senelerin sonlarında önce karate, sonrasında taekwondo sporlarında kendisine yer edinmiştir. Hareketin temelinde yer alan üç unsur zıplama, dönme ve tekme 1960’lı yıllarda geliştirilerek günümüze kadar gelmiş olup şimdilerde Uzakdoğu dövüş sanatının önemli bir unsurudur. Ülkemizde de bilhassa 70’li yıllarda Cüneyt Arkın tarafından Malkoçoğlu ve Kara Murat filmlerinde hafif abartılı olarak sıklıkla kullanılan hareket, bazen hareket esnasında pantolonun patlamasıyla komik görüntülere vesile olmuştur. (Bkz. Karateciler İstanbul’da – 1974, Aka Ninja Killer)

İzlemişsinizdir muhtemel, geçtiğimiz günlerde Hollanda liginde oynanan maçta AZ Alkmaar kalecisi Esteban, maç esnasında sahaya giren bir taraftara uçan tekmeyle karşılık verince maçın hakeminden kırmızı kartı gördü. Bu karara kızan Alkmaar teknik direktörü Gert Jan Verbeek takımı sahadan çekince maç yarıda kaldı. Costa Rica Milli Takımının kalecisinin, değme karatecilere taç çıkartacak “uçan tekme” hareketi, izleyenleri şaşırtsa da yeşil sahalarda ilk değildi.

Bu yazı, Uzakdoğu sporlarının futbola girişini sağlayan unutulmaz futbolculara ve uçan tekmenin zaman içinde hatırlattıklarına…

***

Tarih, 25 Ocak 1995…

Yer güney Londra’nın Selhurst Park Stadı… Manchester United, deplasmanda Crystal Palace karşısında… Manchester United’ın unutulmaz 7 numarası Eric Cantona bir pozisyonda formasını çeken Palace’ın savunma oyuncusu Richard Shaw’a tekme atıyor. Pozisyona yakın olan hakem anında kırmızı kartını gösteriyor Fransız futbolcuya. Soyunma odasına doğru yönelen Cantona, tünele girerken tribünden kendisine hakaretler yağdıran Palace taraftarı Matthew Simmons’a “uçan tekme” atıyor ve olay kısa sürede taraftarların ve futbolcuların şaşkın bakışları arasında tekme tokatlı kavgaya dönüşüyor.

Olay sonrası tutuklanan ve taraftarı darp ettiği gerekçesiyle 14 gün hapis cezasına çarptırılan Cantona’nın cezası paraya ve 120 saatlik “toplum hizmeti”ne çevrildi. Ayrıca İngiltere Futbol Federasyonu tarafından sezon sonuna kadar futboldan men edildi. Ancak aldığı cezadan çok, maçtan sonra kendisine, bunu neden yaptığını soran, gazetecilere verdiği cevap akıllarda kaldı:

“Martılar, balıkçı teknelerini, muhtemel az sonra denize atılacak istavrit balıkları için takip ederler…”

***

2010 Dünya Kupası…

Final maçında, Hollanda günümüzde futbolun 1 numarası olan İspanya karşısında… Maçın ilk yarısında İspanyollar’ın müthiş pas trafiğini bozmakta zorlanan “Portakallar”, bu durumdan hayli gerilmiş olmalı ki Hollandallı Nigel De Jong rakibin orta saha yıldızı Xabi Alonso’ya “uçan tekme” ile karşılık veriyor. Alonso yerde acı içinde kıvranırken, izleyenler kırmızı kart bekliyor hakemden. Ama işin ilginç yanı, maçın hakemi ve kart kullanışında taviz vermeyişi ile bilinen İngiliz Howard Webb’in bu hareketi sadece sarı kart ile geçiştirmiş olması! Bu sarı kart, hakem kararlarındaki istikrarsızlığın güzel bir örneği…

***

Yıl 2011… Yer Kazakistan…

FC Kairat, rakibi Lokomotiv Astana karşısında…

Gergin geçen maçta, hakemin verdigi karara itiraz eden futbolcular bir pozisyon sonrası birbirine girerken, yedek kulübesinden fırlayan Lokomotiv’li futbolcu Radmir Muksinova arkadaşlarına yardıma gidiyor. İşte tam o sırada olan oluyor. Beklenmedik bir şekilde rakibine arkadan uçan tekme atan Kairat’li Armand Masimzhanov, rakibini yere sererken kendi takım arkadaşları bile inanamıyor olup bitene.

Mayıs 2011’de Kazakistan Futbol Federasyonu futboldan ömür boyu men cezası veriyor Armand Masimzhanov’a. Ceza dediğin de böyle olmalı zaten…

***

Yıl 2011… Yer Brezilya…

Sport Recife ve Vasco de Gama arasında oynanan genç takımlar maçında sinirler gerilince Recife kalecisi Gustavo, Vasco’lu Elivelton’a arkadan uçan tekme ile karşılık veriyor. Jackie Chan filmlerinden bir sahneyi andıran olay sonrası 18 yaşındaki kaleci futboldan ömür boyu men edilirken, Brezilya polisi kaleci hakkinda “cinayete teşebbüs” davası açılmasını gündeme getiriyor!

Neyse ki yaşının küçük olması ve araya kulüplerin de girmesiyle hapis cezası almaktan kurtuluyor genç kaleci…

***

2000’li yılların başında, başrolünü Stephen Chow’un oynadığı Hong Kong filmi “Shaolin Soccer”, Kung-Fu ile futbolu bir araya getirmiş ve o dönemde hayli ilgi görmüştü. Çin’in Henan bölgesinde yer alan Shaolin tapınağının hocalarından Shi Yanlu, o filmden hayli etkillenmiş olmalı ki Kung- Fu’nun futbolun içinde yer alması görüşünde ve bu sayede Çin Milli Takımının dünya futbolunda yıldızının parlayacağına inanıyor.

“Günümüzde Çin futbolu kötü durumda…” diyor Shi Yanlu ve devam ediyor:

“Oysa Kung-Fu’nun ana temalarını futbola yerleştirerek daha fazla ruha, güce ve esnekliğe dayanan bir spor haline getirebiliriz. Futbolun içine biraz sertlik katmak gerek. Şüphesiz bu izleyenlere de keyif verecektir!”

İşin ilginç yanı ise Çin Futbol Federasyonu’nun bu öneriye sıcak bakıyor olması!

Bu arada “Shaolin Soccer” filminden ve Kung-Fu’nun ana temalarının futbola yerleştirilmesi önerisinden söz açmışken, Kolombiya Milli Takımı’nın eski kalecilerinden Rene Higuita’nın, 30 Mayıs 1995’te Wembley Stadı’nda oynanan İngiltere-Kolombiya maçında üzerinden geçip kaleye girmekte olan topa, amuda kalkarak yaptığı ve “Scorpion Kick” (Akrep Kurtarışı) olarak adlandırılan müthiş vuruşuna da değinmeden ve ülkesinde “El Loco” (Manyak) lakabı ile anılan Higuita’ya da bir selam çakmadan geçmeyelim. Ancak çoklarının bilmediği, o pozisyonun hemen öncesinde hakemin oyunu durdurmuş olması, Higuita’nın da bu yüzden inanması güç hareketi yaptığıdır… Renkli kaleciydi ‘El Loco’ vesselam!

Futbolda şikesiz, şaibesiz, uçan tekmesiz, güzel yeni bir yıl dileğiyle…

Ziya Adnan
15 Ocak 2012

UcanTekme

Futbol birleştirir, ırkçılık ayrıştırır; Arthur Wharton’un Hikâyesi…

Futbol birleştirir, ırkçılık ayrıştırır; Arthur Wharton’un Hikâyesi…

Uzaklardan…

“Kimbilir belki günümüzde yaşasaydı, ondan öğreneceğimiz çok şeyler olurdu…”

Artık anlamak gerek günümüzde ırkçılığın coğrafyasının olmadığını, Avrupa’nın hemen hemen tüm futbol mabedlerinde benzer görüntülerin sıklıkla yaşandığını… En yakın örneği, futbolun beşiğinde bu sezon Liverpool’un Manchester United ile oynadığı maçta Uruguaylı forvet Suarez’in United’ın savunma oyuncusu Patrice Evra’ya karşı kullandığı söylenen ırkçı sözler. “Suarez’e verilen sekiz maç ceza ağır mıdır?” sorusunu bir başka yazıya bırakıp, futbolda ırkçılığın başlangıcını yazmak istedim bu hafta.

Bilir misiniz futbolda ırkçılığın kökeni çok eskilere, 19. yüzyıla dayanır.

28 Ekim 1865 doğumlu Arthur Wharton futbol sahalarında görülen ilk zenci profesyonel futbolcuydu ve futbol kariyerine Darlington takımında kaleci olarak başladı. Gana’nın Jamestown şehrinde, yarı Ganalı yarı İskoç bir baba, Ganalı bir annenin çocuğu olarak dünyaya gelen Wharton, 1882 senesinde İngiltere’ye göç etti. Henüz 19 yaşında İngiltere’nin kuzeydoğusunda yer alan Darlington kasabasının Clevland Koleji’nde din öğretmenliği eğitimi alırken, aynı zamanda okul takımında atletizm ve bisiklet sporlarında yakaladığı başarılarla adını duyurdu. 1887 senesinde Preston-Blackburn arasında yapılan bisiklet yarışını 1. bitirirken o dönemin rekorunu kırdı. Okul yıllarında “centilmen amatör” olarak tanınan Wharton, 1886 senesinde 100 yard mesafeyi (91.44 metre) 10 saniyede koşarak dünya rekoru kırdı. O rekorun kırıldığı yerin Batı Londra’nın Stamford Bridge Stadı olması, bir zamanlar ırkçılığı ile nam salmış Chelsea taraftarı adına ayrı bir ironidir!

Daha sonraları futbola merak salan Wharton, 1886–1887 sezonu Federasyon Kupası’nda yarı finale kalan Darlington’un kalesini korudu. Yazılanlara göre çok çevik, bir o kadar da eksantrikmiş centilmen kaleci. O kadar ki; maçlarda zaman zaman kale direğinin dibinde çömelmiş vaziyette oturur; kalesine şut geldiği anda çevik bir hareketle uçup diğer köşeden topu çıkartımış. Ona dair bir şehir efsanesinde yazılanlara göre, İngilizlerin ata sporu crickete meraklı olan kaleci o kadar çabukmuş ki, cricket maçlarında güvercinleri bile yakalarmış!

O dönemde futbolun kuralları içinde, kalecinin kendi yarı sahasında topla elle oynama hakkı vardı. Ancak karşı takım futbolcularının da kaleciye her türlü müdahalesi serbest olduğundan kalecilere deli gözüyle bakılırdı. Yalnız çok çevik ve hızlı olmak yetmez, aynı zamanda boksör gücüne sahip olmak gerekirdi. Maç esnasında kale önünde oluşan kalabalık karambollerde bileği ve yüregi zayıf kaleci maç bitiminde dayak yemiş bir boksör misali ayrılırdı sahadan…

Kısa sürede Wharton’un bölgede namı o kadar yayılmış ki; o yılların en önemli takımı Preston North End, 1886 senesinde onu kadrosuna dâhil etmiş. O yıllarda lig maçları oynanmadığı için yerel, bölgesel ve Federasyon Kupası maçlarında kaleyi korumuş. İngiltere Ulusal Takımı’nı koruyacak kadar iyi olmasına rağmen, zenci olması nedeniyle takıma alınmamış. Çok sonraları İngiltere Ulusal Takımı’nın formasını giyen ilk zenci futbolcu Viv Anderson, aslında bu onurun Wharton’a ait olması gerektiğini söyler.

1888 senesinde kaleciliğe ara verip Sheffield’e dönmüş ve burada atletizme devam etmiş. Ancak bir sene sonra, Rotherham Town ile yeniden yeşil sahalara dönüş yapmış. 1994 senesinde Sheffield United’a geçerken, o yıllarda United takımının kalesini koruyan William “Fatty” Foulke’un (Şişman Kaleci) yedeği olarak takımda yer almış. İngiltere 1. Lig maçında, takımının Sunderland’a karşı oynadığı maçta kaleyi koruyan Wharton, adını Ada futboluna ilk zenci futbolcu olarak yazdırmıştır. İlerleyen senelerde Stalybridge Rovers, Ashton Northend, Stockport County takımlarında kaleyi korurken, bazı maçlarda atletizmden gelen sürati nedeniyle kanat oyuncusu olarak görev yaptı.

Futbol kariyerini 1902 senesinin Şubat ayında, Newton Heath’e karşı oynadığı, Stockport kalesini koruduğu ikinci lig maçında noktaladı.

***

Futbolu bıraktıktan sonra Doncaster’a döndü ve bir süre maden işçisi olarak çalıştı. O yıllarda alkol batağına düşen Wharton, 13 Aralık 1930 tarihinde 65 yaşında unutulmuş bir kaleci olarak yoksulluk ve sefalet içinde, gözlerden ve ilgiden uzakta hayata gözlerini yumdu. Doncaster yakınlarındaki Ellington Mezarlığı’na defnedilen kalecinin hayatını yazan Phil Vasili, kitabında (The First Black Footballer Arthur Wharton, 1865–1930, an absence of memory) onu şu cümlelerle anlatır:

“Hayatı zorluklarla, diğerlerinin önyargılarına karşı savaşmakla geçti. Tüm engellere, ırkçı yaklaşımlara, zorluklara karşı duracak kadar güçlü, bir o kadar da üzgündü. Kim bilir belki günümüzde yaşasaydı, ondan öğreneceğimiz çok şeyler olurdu.”

***

Futbol oynadığı senelerde İngiliz gazetelerinde “insandan çok hayvana benzediği” yazılmış, bu benzerlik nedeniyle diğer futbolculardan daha güçlü ve süratli olduğu vurgulanmıştı.1997 senesinde önce Sheffield United tarafından başlatılan, sonrasında İngiltere Futbol Federasyonu’nun ülke genelinde yaygınlaştırdığı, “Football Unites, Racism Divides (FURD)” (Futbol Birleştirir, Irkçılık Ayrıştırır) kampanyasında mezarı anıtlaştırılan Wharton, 2003 senesinde Ada futboluna unutulmaz hizmetlerde bulunan futbolcuların yer aldığı “English Football Hall of Fame”a kabul edildi. O seneye kadar, üzerinde adının yazdığı bir mezar taşının bile olmaması dikkat çekicidir.

Günümüzde, futbol kariyerinde formasını giydiği Darlington ve Rotherham kasabalarında anıt büstünün dikilmesi için kampanyalar başlatılmıştır. Aynı zamanda yakın geçmişte adına kurulan vakıf futbolda ırkçılığı önleme adına ses getiren kampanyalar yürütmektedir. (www.arthurwharton.com)

Görülen o ki, Arthur Wharton’dan bu yana yaşamda ve futbolda çok şey değişti ama ırkçılık saplantısı hala kapanmamış bir yara…

Ziya Adnan
9 Ocak 2012

ArthurWharton