Ülke futbolu, başlı başına kural hatası…

Ülke futbolu, başlı başına kural hatası…

Uzaklardan…

Son 50 senede dünya kupaları haricinde hemen her şeyi gördü ülke futbolu… Yayıncı kuruluş zarar etmesin diye Malta’dan ithal ettikleri play-off saçmalığından, şike yaptığı UEFA tarafından tescilenen takımın kendi ligimizde hiçbir yaptırımla karşılaşmamış olmasına, şikeden hapis yatan bir başkanın alkışlar arasında tekrar başkanlığa dönmesine kadar aklınıza gelebilecek her şeyi… Bir kulüpte başkanlık yaparken, başka kulüplerde kongre üyeliği olanları normal karşılamayı da öğrendik zamanla, haliyle her daim bal ve parmak ilişkisini hatırlatan onursal başkanları da…

Ülkede bir sürü stadın adı, “Atatürk Stadı” iken, ”Yüce Atatürk” tişörtleriyle sahaya çıkan takımın PFDK’ya sevk edilmesine hiç şaşırmadık; tıpkı ceza olsun diye kadın ve çocukların şahitliğinde oynanan maçlara şaşırmadığımız gibi. “Bu yangın üfleyerek söndürülmez!” dedikten sonra yangınla başa çıkabilmek için “tüp sektörü”nü iyi bilen, başkanlık yaptığı kulübünü borç batağına sürükledikten sonra siyasetin eliyle futbolun en tepesine getirilenlere, kendi elleriyle koydukları 58. maddeyi yangından mal kaçırır gibi bir gecede değiştirenlere, “UEFA’dan gelecek paraya mı kaldık, velev ki beş sene Avrupa’ya gitmesek ne olur?” diyenlere… Pazarda görsek tezgahından meyve almayacağımız adamların ülke futbolunda söz sahibi olmalarına… Hepsine alıştık zamanla.

Böyledir bizim oralar, alışırsın her şeye. Ummak ve beklemekle geçen koca bir ömürde futbol adına karşına çıkartılan her saçmalığın, nicedir haris ellerin kirlettiği o güzel oyunun parçası olduğuna inanırsın. “Futbolun içinde bu da var” der geçersin. İnsanın içini acıtan kötü bir şaka gibi olunca memleket, o çok sevdiğin oyun da nasibini fazlasıyla alır o berbat şakadan. Malum futbol fena halde hayata benzer…

Al işte; ülke futbolunun yeni şakası, “Kural hatası”… Yeni dedik ama aslında pek yeni de değil, konu bizim topraklar olunca. Futbol tarihimizde kural hatası zırvasıyla tekrar edilen maçlar olmuş elbet. 1994-1995 sezonunda Gaziantepspor–Denizlispor arasında oynanan maç mesela. O maç rakip sahadan yapılan ofsayt vuruşu nedeniyle tekrar edilmiş. 2003-2004 sezonunda oynanan ve berabere biten Fenerbahçe–Rizespor maçında, orta hakem Ali Aydın Rizespor’lu futbolcuya iki kez sarı kart göstermesine rağmen oyundan ihraç etmeyince o maç da yeniden oynanmış. Tabii ki kazanmış ikinci maçı İstanbul takımı, mesele daha çok taraftarı olanı mutlu etmek olunca… Ve en son, 2004-2005 sezonunda Beşiktaş–Gençlerbirliği maçında barajın bozulması nedeniyle çalan iki düdük sonrası atılan golün geçerli sayılması maçın yeniden oynanmasına vesile olmuş…

Son olarak da Futbol Federasyonu, 15 Aralık 2013 günü oynanan ve Kasımpaşa’nın 2-1 galibiyetiyle sona eren Kasımpaşa–Beşiktaş maçının tekrar edilmesine karar verdi; maçtan tam 28 gün sonra… Kasımpaşalı futbolcu Ryan Donk, oyun alanına yanlışlıkla atılan topu ceza sahası içinde Hugo Almeida’nın önündeki topa atmış; bu hareket sonrası düdüğünü çalan hakem Barış Şimşek, siyah-beyazlı futbolcuların kırmızı kart ve penaltı beklentisine karşın hava atışı ile oyunu başlatmıştı. Hollandalı futbolcu Donk ise sarı kartla cezalandırılmıştı. Sonunda beklenen oldu, Tahkim Kurulu, Kasımpaşa – Beşiktaş maçının TFF Yönetim Kurulu tarafından tekrarlanmasına ilişkin verdiği kararı onadı. Maç şimdi yeniden oynanacak, gözünüz aydın…

***

FIFA’nın “Laws of the game” (Futbol kuralları) kitabının 5. maddesi, hakemlerin sorumluluklarını açıklarken, hakemin sahada vereceği kararların nihai olduğunun altını çizer. Futbolun en büyük patronuna göre, “Saha içinde verilen kararların sportif açıdan tatmin edici olup olmamasının sorumlusu asla hakem değildir.”
FIFA’nın, tarihinde bugüne kadar hiç kural hatası nedeniyle maç tekrarı kararı almamış olduğunu; Almanya’da 23 Nisan 1994 tarihinde oynanan Bayern Münih–Nürnberg maçının tekrarından sonra Almanya Futbol Federasyonu tarafından gelecekte hiçbir maçın tekrar edilmeyeceğinin açıklandığını hatırlatalım. O maçtan sonra aradan geçen yirmi senede Almanya’da hiçbir maç tekrar edilmemiş, yani yanlıştan dönmüş Almanlar.

O süreçte hakemlerin yaptığı, maçın sonucunu etkileyen büyük yanlışlar da olmuş elbet. Örneğin 2013 senesinin Ekim ayında, Bayer Leverkusen–Hoffenheim maçında Bayer Leverkusenli futbolcu Stefan Kiessling, 70. dakikada bir korner atışında topu kafayla kaleye gönderdi, ancak meşin yuvarlak yandan auta çıktıktan sonra yan ağlardaki delikten kaleye girdi. Maçın hakemi Felix Brych, Hoffenheimlı futbolcuların yoğun itirazlarına rağmen verdiği gol kararını değiştirmedi. Bayer Leverkusen’in 2-1 galip geldiği maçtan sonra rakip takım karşılaşmanın tekrarlanmasını istedi, ancak Alman Futbol Federasyonu bunun müsabakanın tekrarını gerektirecek bir hata olmadığını belirterek itirazı red etti. Almanya Futbol Federasyonu’na göre maçı kötü yönetmiş ve yan ağlardan kaleye giren topu gol olarak değerlendirmiş olsa da hakemin verdiği karar nihaiydi ve bitmiş maç yeniden oynanmazdı…

Şimdi soruyorum, böyle bir hadise üç İstanbullu’dan birinin maçında, bizim büyüğün aleyhine ya da lehine yaşansa Federasyon’un kararı ne olurdu dersiniz?

Dünyanın en iyi ligi kabul edilen Premier Lig tarihinde hiçbir maç yeniden oynanmamış, üstelik bazı maçlarda yapılan inanılmaz hatalara rağmen. Premier Lig’in bir altı Championship’te 2012 senesinin Aralık ayında, Sheffield Wednesday–Huddersfield maçında orta hakem Mick Russell maçın 26. dakikasında Jeremy Helan’a ikinci sarıyı gösterdi ama oyundan ihraç etmedi. Maçtan sonra hatasını kabul edip özür dileyen orta hakemin insani bir hata yaptığını, ama futbolun içinde bunların da olabileceğini söyledi İngiltere Futbol Federasyonu. Golsüz biten maç yeniden oynatılmadı…

Bizde ise futbolu yönetenler, hakemin yaptığı hatayı kural hatasına bağlayıp oyunu kurgulamakta ısrarcı. Eh, bütün mesele rekabetsizlikle lanetli, üç takımla kafayı fena bozmuş düzende çoğunluğu mutlu etmek olunca…

Ziya Adnan
29 Ocak 2014

Bahtı Kara..

Bahtı Kara…

Uzaklardan…

Bir sene daha geçerken ömürden, uzaklarda 40 günlük bebek Ayaz’ın eksi 10 derecede camları kırık viran bir evin odasında soğuktan donarak öldüğünü yazdı gazeteler. İki milyon insanın yaşadığı o koca şehirde kimselere görünmeden, kimselere duyuramadan sesini. Aynı günlerde gazete manşetleri, yoksulluğun kader olduğu topraklarda ayakkabı kutularında bulunan milyonlarca doları, pahalı tabloları, eşlere hediye edilen yalıları, yolsuzluğa bulaşmış üst düzey bürokratları, siyasileri deşifre ediyordu. Konuşuyordu ülkeyi 11 senedir yöneten, her fırsatta üç çocuktan dem vuran ve giderek yalnızlaşan Başbakan televizyon kanallarında. Konuşuyordu. Böyledir bizim oralar: Kimilerinin cenneti, kimilerinin cehennemi… Yazdıkça derin yaralar açılır ruhunda, hele de insanlığa dair hiç umudun kalmamışsa acıtır her satır, yazarsın yine de paramparça…

Hiç aklımda yokken böyle başladım bu yazıya. 1985 senesinde uzaklarda, henüz 17 yaşında dönemin rekoru sayılan transfer ücreti karşılığında Liverpool’a transfer olmuş, yeni futbol nesillerinin muhtemel adını hiç duymadığı o müthiş futbolcunun hikâyesi ile başlayacaktım oysa. Uzaklarda, üniversiteyi henüz bitirdiğim zamanlardı. O senelerin önemli teknik direktörlerinden Joe Fagan’ın, Oldham Athletic takımından 250 bin Sterlin karşılığında Liverpool’a transfer ettiği yeni yetme futbolcuyu yazıyordu gazeteler. Liverpool FC tarihinin önemli teknik direktörlerinden Joe Fagan, 1973-1983 arasında yardımcı hoca olarak çalıştığı takımda 1983–1985 seneleri arasında teknik direktörük yapmıştı. Futboldan ve topçudan iyi anlardı.

Takvim yaprakları 15 Kasım 1967’yi gösterirken, İngiltere’nin kuzeybatısında, Stockport kasabasında dünyaya gelmiş futbolcu. 1984–1985 sezonunda bölgenin köklü takımlarından Oldham Athletic’te forvet olarak oynarken parlamış yıldızı, kulüp tarihinin ilk 11’de oynamış en genç futbolcusu. Genç takımlar arasında oynanan Federasyon Kupası maçında, Joe Fagan’ın dikkatini çekmiş; iki gol atarak yıldızlaştığı maçta Oldham Athletic, Liverpool’u saf dışı bırakmış. 1984-1985 sezonunda Oldham Athletic’te sadece 6 maçta forma giydikten sonra, hemen her genç futbolcunun hayallerini süsleyen takıma transfer olmuş. Everton, Manchester United ve Nottingham Forest onu transfer edebilmek için çok uğraşmışlar ama o sevdalısı olduğu takımı tercih etmiş…

Liverpool’a transfer oldu olmasına ama şansı yaver gitmedi. Ülkede ilk yardım ekiplerinin grevde olduğu bir gün, evinde geçirdiği bir kaza sonucu ölümden döndü. O kadar kan kaybetmişti ki yaşaması mucize demişti doktorlar. Geçirdiği ağır ameliyatlar sonrasında yeniden döndü futbola. 1990 senesinde, 22 yaşında Liverpool’un rezerve takımında harikalar yaratıyor, takıma gönül verenler golcünün (A) takıma yükseleceği zamanları iple çekiyordu. 1989-1990 sezonunda forma giydiği 28 maçta kaydettiği 17 golle yıldızı parlıyor, o sezon Liverpool’un gençleri lig şampiyonluğunu kazanıyordu. Ertesi sezon (A) takım kadrosunda yer almasına kesin gözüyle bakılıyordu. Ama olmadı. Sezonun son maçında, üstelik maçın son dakikasında Bradford City kalecisiyle çarpıştı ve dizinden sakatlandı. Yan bağları büyük hasar görmüştü, geçirdiği ameliyatlardan, uzun süren rehabilitasyon döneminden sonra, 1991 senesinde teknik direktörü Graham Souness’in ağzından duymak zorunda kalmıştı o kabul edilmesi zor gerçeği. Artık futbol oynaması mümkün olmayacaktı. O dönemde 23 kez bıçak altına yattığını yazdı gazeteler. Profesyonel futboldan koptuğunda henüz 24 yaşındaydı ve bir dönemin yıldızı olacakken, kim bilir belki Liverpool efsanelerinin arasında yerini alacakken kayıp gitti yeşil sahalardan…

Sonra bir bira fabrikasında şoförlük yapmış. Aynı zamanda bölgenin amatör takımı Offerton Green’in formasını giyiyor, Ada futbolunda çok bilinen “Sunday League”de (Pazar Ligi) futbol sevdasını yaşıyormuş. O yıllarda Offerton Green’de birlikte top koşturduğu arkadaşlarından biri şöyle anlatıyor futbolcuyu: “Şaşırtıcı derecede yetenekli, bir o kadar mütevazı, arkadaş canlısı, takımın yıldızı… Genelde oyuna sonradan girerdi ve mutlaka fark yaratırdı.”

Onu izlemiş olanlar, “Orijinal Wayne Rooney” olarak tanımlıyorlar futbolcuyu. 1992 senesinde Oldham Athletic kulübü, kısa süre formasını giymiş futbolcusu için Liverpool’a karşı oynayacakları bir jübile maçı düzenliyor, ama o sakatlığı nedeniyle takımda yerini alamıyordu.

***

Aralık ayının son günlerinde, Liverpool yakınlarındaki Stockport kasabasının Stepping Hill Hastanesi’nde, henüz 46 yaşında pankreas rahatsızlığı nedeniyle göçüp giden o bahtı kara futbolcuya, Wayne Harrison’a dair yazmalı diye düşünmüştüm bu hafta. Ama tamamladığım yazıyı okurken, zor şartlarda, hiç de adil olmayan topraklarda dünyaya gelmiş o minik bebeğin yürek yakan hikâyesine dair de birkaç satır yazmadan edemedim.

Affola…

Ziya Adnan
10 Ocak 2014

Sene 1985. Wayne Harrison imzadan sonra Liverpool teknik direktörü Joe Fagan’la birlikte...

Sene 1985. Wayne Harrison imzadan sonra Liverpool teknik direktörü Joe Fagan’la birlikte…

Ninguem (Hiç kimse)…

Ninguem (Hiç kimse)…

Uzaklardan…

Yeni futbol nesillerine Portekiz futbolunun gelmiş geçmiş en büyük yıldızını sorsanız, “elbette Cristiano Ronaldo” diyeceklerdir, bunu bilmeyecek ne var ki havasında. Oysa başka bir futbolcudan bahsedeceğim bugün, yaşı yetmeyenlerin yetişemediği, hikâyesini en fazla büyüklerinden dinleyebildikleri, futbolun gelmiş geçmiş en büyük efsanelerinden, o büyük golcüden. Onun yeşil sahalarda parladığı zamanlarda henüz dünyaya gelmemişti Cristiano Ronaldo, yaşı yetenler hatırlar; o yıllarda Portekiz futbolu denilince akla ilk “Kara Panter” gelirdi…

Takvimler 25 Ocak 1942’yi gösterirken, Mozambik’te demiryolu işçisi beyaz bir babanın ve Mozambikli zenci bir annenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiş. Uruguaylı yazar Eduardo Galeano “Gölgede ve Güneşte Futbol” kitabında onu, “Ayakkabı boyamak, yerfıstığı satmak ya da dalgın kimselerin ceplerini hafifletmek için dünyaya gelmişti…” cümlesiye anlatır. Çok küçük yaşlarda ona “hiç kimse” anlamına gelen “Ninguem” lakabını takmışlar. Mozambik’in suç oranı yüksek, yoksulluğun kol gezdiği kenar mahallesi Mafalala’da günlerini okulu asarak çıplak ayak top peşinde geçirirmiş. Henüz sekiz yaşındayken, babasını tetanos nedeniyle kaybettiğini, kalabalık ailenin sorumluğunu annesinin üstlendiğini yazar hikâyesini anlatan kitaplar.

İlk futbol takımı “Os Brasileiros” (Brezilyalılar), arkadaşlarıyla birlikte kurdukları amatör bir takımmış. İlham kaynakları 1950’lerin Brezilya Milli Takımı… Birbirlerini Brezilya Milli Takımının yıldızlarının adları ile çağırırlarmış, bir gün onlar gibi olma hayaliyle. 50’li senelerin ortalarında taraftarı oldugu Benfica’nın alt yapısına kabul edilmeyince, “Sporting Clube de Lourenço Marques” takımıyla antrenmanlara çıkmaya başlamış. 1957 senesinden 1960’a kadar formasını giydiği takımda Mozambik Lig Kupasını kazanmış.

1960 senesinde, henüz 18 yaşında 350.000 Escudo (günümüz parasıyla 136 bin Euro) karşılığında sevdalısı olduğu Benfica’ya transfer olduğunda 100 metreyi 11 saniye koşabilen, top tekniği yüksek, kolay adam geçen, öldürücü şutlara sahip müthiş bir futbolcuymuş. Onun Benfica’ya transferini sağlayan Brezilyalı futbolcu José Carlos Bauer, genç yeteneği ilk etapta Sao Paulo kulübüne önermiş, ancak olumsuz yanıt alınca Portekiz kulübüne transferi gerçekleşmiş. Gelgelelim futbolcuyu yetiştiren “Sporting Clube de Lourenço Marques” bu transferden hoşnut kalmamış. 1960 senesinin Aralık ayında Lizbon’a gelen golcüyü, rakip takım taraftarlarının kaçırma tehlikesine karşı Lagos’ta bir otelde saklamak zorunda kalmış Benficalı yöneticiler. Yaklaşık iki hafta otelde kalan futbolcu, o dönemde Portekiz’i terk etme aşamasına kadar geldiyse de annesi onu ülkede kalması için ikna etmiş.

***

Benfica’da ilk maçına 23 Mayıs 1961’de “Atlético Clube de Portugal” karşısında oynanan dostluk maçında çıkıp takımının 4-2 kazandığı maçta hat-trick yapmış. O senenin haziran ayında, ilk resmi maçında bir gol atıp, bir de penaltı kaçırırken, takımının yenilgisini engelleyememiş. Kaderin cilvesi, futbol kariyeri boyunca sadece 5 penaltı kaçırmış ama Benfica formasıyla ilk penaltısını gole çevirememiş.

Bir sonraki sezonda takımının oynadığı 17 lig maçında 12 gol atarken o sezon Benfica ligi 3. sırada bitirmiş ve Portekiz Kupasını onun final maçında attığı iki golle kazanmayı başarmıştı. O sezon sonunda, eski adıyla “European Cup” (Şampiyonlar Ligi)’ni kazanan Benfica, final maçında Real Madrid’i 5-3’lük skorla geçerken iki gol onun ayağından geliyordu. O zaferden sonra Benfica 1963, 1965 ve 1968 senelerinde Şampiyonlar Ligi finalinde yer aldı ama üç finali de kaybetti. 1968 senesinde Wembley Stadı’nda Manchester United’a karşı oynanan finalde, maç 1-1 devam ederken son saniyelerde müthiş bir şut çıkarmış, Kırmızı Şeytanlar’ın kalecisi Alex Stepney inanılmaz bir kurtarışla topu çelmişti. O maçı anlatan yazılarda, Portekizli golcünün uzun süre kaleciyi alkışladığı anlatılır.

Kariyeri boyunca Portekiz liginde yedi sezon gol krallığı yaşayan, 1965 senesinde Avrupa’nın en iyi futbolcusu seçilen efsane, o yıllarda “Primeira Liga” şampiyonluğunu tekeline almış (15 sezonda 11 şampiyonluk) Benfica’nın unutulmaz futbolcusuydu. Benfica formasıya en son maçına 18 Haziran 1975 tarihinde, Afrika takımı Casablanca karşısında çıktı. Sonrasında futbola Amerika’da devam etse de geçirdiği ağır sakatlıklar nedeniyle 1979 senesinde futbolu bıraktı. Portekiz Milli Takımında 64 maçta 41 gol atan golcünün rekoru 2005 senesinde Pauleta tarafından kırıldı…

Arjantin’in futbol efsanesi Alfredo Di Stéfano, “Futbol yaşamımda izlediğim en iyi futbolcu” dediği, uzun bacaklı, hüzünlü bakışlı melez, IFFHS tarafından 20. yüzyılın en iyi 10 futbolcusundan biri olarak gösterilmiştir. Kariyerinde 745 maçta 733 golü bulunuyor. İki sezonda 67/68 (42 gol) ve 72/73 (40 gol) “Altın Ayakkabı” ödülünü kazanmış. 1966 senesinde Manchester United’a karşı oynarken rakip kaleye 45 metre civarında kazanılan frikiği kullanmak için topun başına geldiğinde United kalecisi Harry Gregg defansına baraj kurdurmamış, mesafeden ve kendinden son derece emin. Portekizli forvetin öldürücü şutunu kalesinde gördüğünde iş işten geçmiş tabii ki…

***

Ona yetişememiş futbol nesilleri için, Portekiz’in yetiştirdiği en büyük futbolcu Cristiano Ronaldo’dur muhtemel. Jöleli saçlı, keskin bakışlı, hırs küpü sirk tayı… (Ryan Giggs böyle tanımlamıştı bir zamanlar birlikte top koşturduğu takım arkadaşını). Her ne kadar özel yeteneklerle donanmış olsa da kendi adıma bir türlü benim yıldızım olmadı günümüz ilahı; belki kibiri, belki de her yenilgi sonrası ağlamaklı bakışları, kendisini sahanın ilahı olarak görmesi yüzünden. Frikik öncesi abartılı adımları, çalım esnasında rakibiyle alay edercesine topla dansı, attığı gol sonrası sevimsiz mimikleri…

Onu izlerken, mahalle maçınin son saniyelerinde annesi evden çağırdığı için topunu alıp giden şımarık çocuk gelir aklıma. Kimbilir, belki de berabere devam eden final maçının son saniyelerinde attığı ölümcül şutu doksandan çıkaran kaleciyi sahanın ortasında uzun süre alkışlayacak kadar büyük gönüllü olamadığı için hep itici geldi bana günümüz yıldızı. Malum yetenek kadar yüce gönüllü olmak da önemli adına futbol denilen o güzel oyunda…

O yüzden Portekiz futbolunun yetiştirdiği en büyük yıldızın Cristiano Ronaldo olduğuna inanıyorsanız, naçizane önerim yeni yılın ilk günlerinde geçirdiği kalp krizi sonucu 71 yaşında aramızdan ayrılan “Kara Panter” Eusebio’yu unutmayın…

Huzur içinde yatsın…

Ziya Adnan
6 Ocak 2014

Eusebio, gol kralı olarak bitirdiği 1966 Dünya Kupasında...

Eusebio, gol kralı olarak bitirdiği 1966 Dünya Kupasında…

Yeşil Sahaların Davetsiz Misafirleri…

Yeşil Sahaların Davetsiz Misafirleri…

Uzaklardan…

Şimdilerde tarih olmuş Highbury Stadı’nda, bir Avrupa Şampiyonlar Ligi maçı… Ev sahibi Arsenal, Villa Real karşısında… Maçın heyecanlı bir anında sahaya nereden geldiği bilinmeyen bir sincap giriverdi. Hakem bu küçük misafiri fark edip oyunu durdurdu. Sahadaki futbolcular kadar tribündeki taraftarlar da şaşkınlıkla, heyecanla oraya buraya koşan sincabı izliyordu. Hemen yanıbaşımda oturan yaşlı Arsenal taraftarı dönüp sordu: “Evlat bilir misin, Tottenham ile bu sincap arasındaki fark nedir?” Ve düşünmeme bile fırsat vermeden cevabı yine kendisi verdi: “Bu sincap en azından bir Şampiyonlar Ligi maçında sahaya çıkmıştır!”

Kediler, köpekler, sincaplar, tavşanlar, kuşlar… Yeşil sahaların davetsiz misafirleri… Kimi zaman bir Şampiyonlar Ligi maçında hiç beklenmedik bir anda yeşil sahada boy gösterip gelişigüzel depar atarken tribünleri gülümseten, kimi zaman sahadakilere zor anlar yaşatan, takımdan ayrı düz koşuya pek meraklı sevimli yaratıklar… İçlerinde iç burkan, yürek acıtan hikâyelerde yer almışlar da var elbet. Kolombiya 2. Liginde top koşturan Luis Moreno’nun baykuşu onlardan biri… 2011 senesinin Mart ayında, deplasmanda oynadıkları maçta rakip takım Atletico Junior’un stadının çatısında yuva yapmış, maç esnasında sahaya konan kulübün maskotu baykuşu tekmeleyerek öldürmüş Moreno. Maçın 74. dakikasında sahaya konan, sonra topun çarpmasıyla sersemleyen kuşu tekmeleyerek saha dışına atması sonrası uzun süre ölüm tehditleri almış ama Kolombiya kanunlarında hayvan haklarını korumaya dair bir madde bulunmadığından, iki maç ve
1.070.200 peso (560 ABD Doları) para cezasıyla kurtarmış paçayı.

Bilir misiniz, futbol dünyasının tarihteki en meşhur dört ayaklısı, Pickles adındaki Collie cinsi siyah beyaz köpektir. Anlatalım hikâyesini. 1966 Dünya Kupasının oynanmasına üç ay kadar kala, takvim yaprakları 20 Mart 1966’yı gösterirken Londra’nın Westminster holünde dev bir camekân içinde sergilenen, futbolun en görkemli kupası “Jules Rimet’ çalınır. Olay Ada basınında bomba etkisi yaratır. Federasyon adına bir skandal patlak vermiştir. Güvenlik güçleri kupayı bulmak için seferber olur. O esnada, durumdan istifade etmek isteyen birkaç fırsatçı, İngiltere Futbol Federasyonuna mektup yazarak, “Kupanın kendilerinde olduğunu, söylenen saat ve yere beşlik notlar halinde 15 bin Sterlin getirmedikleri takdirde kupanın akıbetinin pek hayırlı olmayacağını” söylerler. Polis fidyecilerin peşine düşer ve kısa sürede yakalar. Ancak kısa zaman sonra kupa hırsızlarının onlar olmadığı anlaşılır. Aramalar sonuçsuz kalırken mesele büyümüştür…

Olaydan bir hafta kadar sonra, Londra’nın güneyinde Crystal Palace yakınlarındaki Beulah Hill mahallesinde sahibinin yürüyüşe çıkardığı Pickles, gazete kâğıdına sarılarak çalıların arasına gizlenmiş kupayı bulur ve kupayı bulana verilecek 6.000 Sterlin ödülü sahibine kazandırır. Ödülün günümüz parasıyla yaklaşık 500 bin TL civarında olduğu, polisin ilk etapta kupayı bulanlardan şüphelendikleri, ancak hırsızların hiçbir zaman yakalanamamış olması tarihe düşen notlar… İngiltere Milli Takımının kupayı kazanmasından sonra Pickles ve sahibi İngiltere Futbol Federasyonu tarafından kutlamalara özel olarak davet edilir, sevimli köpeğin kupadan su içmesine izin verilir…

1967 senesinde, kedi kovalarken geçirdiği talihsiz kaza sonucu ölen Pickles’ın adının yazılı olduğu tasma şimdilerde Manchester’de yer alan futbol müzesinde yer almakta. Pickles’ın, ölümünden önce, başrollerini Eric Sykes ve June Whitfield’in paylaştığı “The Spy With the Cold Nose” filminde yer aldığını, 2006 senesinde Michael Chaplin tarafından yazılmış ve televizyona uyarlanmış hikayesinin“The Dog Who Won The World Cup” (Dünya Kupasını kazanan köpek) ünlü komedyen Harry Enfield tarafından seslendirildiğini hatırlatalım.

***

Brezilya’nın kazandığı 1962 Dünya Kupasında, çeyrek final maçında Brezilya, İngiltere karşısında… Maçın başlamasından kısa süre sonra sahaya dalan sevimli köpek oyunun durmasına neden olur. Brezilya kalecisi Gilmar, o dönemin yıldızı Garrincha dahil tüm futbolcular köpeği yakalamak için seferber olurken, ellerinin üzerine çöken Jimmy Greaves hayvana usulca yaklaşarak yakalar ve görevlilere teslim eder. Ancak, oyun dışı kalmasını hazmedemeyen köpek, sahadan Greaves’in kucağında çıkarken İngiliz futbolcunun formasına işer. Rivayete göre bu duruma çok gülen Garrincha, o maçtan sonra afacan köpeği sahiplenir ve evine götürür.

***

Yakın geçmişte, Anfield Stadı’nda oynanan maçta sahaya giren kedi oyunun durmasına sebep olmuştu. Liverpool taraftarları tarafından, efsane Dalglish’e ithafen “Kenny” adı verilen kedinin adına açılmış twitter hesabına 20 binden fazla takipçi katılmış. Twittleri arasında “Sahada geçirdiğim üç dakikada Steward Downing’in tüm sezon geçebildiği rakiplerden daha fazlasını geçtim!” cümlesi en fazla yorum alanlardan… (Bilmeyenler için, Liverpool’un kanat oyuncusu Downing o dönem bekleneni veremeyenlerdendi ve geçtiğimiz sezon West Ham United’a transfer oldu).

***

Davetsiz misafirlerden söz açınca yalnız ve güzel ülkemi de anmadan geçmek olmaz. 2008 yılında Polatlı Şehir Stadı’nda Polatlıspor-Adliyespor arasında oynanan Ankara Amatör Süper Lig maçını birlikte izlediğimiz Necdet Abi anlatmıştı. Polatlıspor’un 2. ve 3. liglerde mücadele ettiği 80’li yıllardan birinde Polatlı Şehir Stadı’nda bir maç oynanmaktadır. Bir ara kalecinin yaptığı uzun bir degaj sonrasında top havada süzülerek giderken ulaştığı en yüksek noktada, sahanın üzerinde uçmakta olan bir güvercine çarpar. Güvercin çarpmanın etkisiyle bir an için havada asılı kalır ve sonra da yalpalayarak düşmeye başlar. Ama bir yandan da can havliyle kanat çırparak düşmemeye, dengeyi sağlayıp havada kalmaya çalışmaktadır. O esnada kuşun kurtulamayacağından ve yere çarpıp öleceğinden emin olan stattaki taraftarların çoğu, üzüntü ve heyecanla gözlerini kapatmıştır. Fakat kuş, yere iyice yaklaşmışken son bir gayretle toparlanıp yeniden havalanmayı başarır ve tam gaz uçarak “olay yerinden” hızla uzaklaşır. Bu sırada Şehir Stadı, güvercinin kurtulmasını kutlayan seyircilerin kahkaha ve alkışlarıyla inlemektedir. Olayı anlatan Necdet Abi, anımsadığım kadarıyla sözlerini şöyle bitirmişti: “Stat alkıştan yıkılırken güvercinde öyle bir gidiş vardı ki Ziya; bir göreceksin! Ben canımı sokakta bulmadım. Bir daha buralardan geçersem kanadım kırılsın der gibiydi sanki.”

***

Adına futbol denilen o güzel oyunun içinde yeşil sahaların davetsiz misafirleri de var elbet; zaman içinde yaşanmış nice güzel hikâyede topa ve takımdan ayrı düz, bazen de çapraz koşu yapmaya pek meraklı, oyuna renk katan o sevimli canlılar… Kediler, köpekler, sincaplar, tavşanlar, kuşlar… Derler ki, bir hayvanı sevmedikçe insan ruhunun yarısı uyumaya devam edermiş. Futbol ve hayvan sevginiz hiç bitmesin…

Güzel bir sene dileğiyle…

Ziya Adnan
1 Ocak 2014

1966 Dünya Kupasını bulan Pickles gazetecilere poz verirken...

1966 Dünya Kupasını bulan Pickles gazetecilere poz verirken…

Büyüğe saygı…

Uzaklardan…

Geçenlerde okumuştum, 42 yaşındaki İsveçli forvet Henrik Larsson futbola geri dönmüş. Antrenörlük yaptığı İsveç 3. Lig’i takımlarından Hogaborgs’un, Haga’yı iki golle geçtiği maçta forma giyen Larsson fena oynamadığını, bundan sonraki maçlarda da takımda yerini alabileceğini söylemiş maçtan sonra. 20 Eylül 1971 doğumlu golcü, çocukluk yıllarında televizyon kanallarından İngiltere liglerini izlermiş. O yıllarda en büyük ilhamının, babasının hediye ettiği Pele’nin hayatını anlatan video olduğunu söylüyor…

Profesyonel futbola 1988 senesinde Högaborgs BK takımında başlarken, ilerleyen yıllarda Feyenoord, Celtic, Barcelona, Helsingborgs, Manchester United’da futbol kariyerini devam ettirdi. 576 maçta 325 golü var bu gol canavarının. Celtic’de geçirdiği yedi sezonda (1997–2004) dört şampiyonluk yaşadı, beş sezonu ligin gol kralı olarak bitirdi. Onu Celtic efsanesi yapan, yeşil beyazlı takımda forma giydiği 315 maçta kaydettiği 242 gol, dile kolay. 2009 senesinin sonuna kadar İskoçya Premier Lig tarihinin en fazla gol atmış futbolcusu olan Larsson’un rekoru, o senenin Aralık ayında Rangers’lı Kris Boyd tarafından kırıldı. Kariyerindeki en önemli maçlardan biri, 2006 senesinde Paris’te oynanan Şampiyonlar Ligi finali. Oyuna sonradan girip attığı gol Arsenal’e gönül vermişlerin heveslerini kursaklarında bırakmıştı, hiç unutulur mu!

Madem büyüğe saygı diyerek Larsson’dan açtık konuyu, 2007 senesinde kiralık oynadığı dönemde onunla aynı takımda top koşturmuş Gallerli büyücü’de unutmayalım, saygıda kusur olmasın. 29 Kasım 1973 doğumlu Ryan Giggs geçen ay 40 yaşına bastı ama Premier Lig’de oynamaya devam ediyor, hayretle izliyoruz. Premier Lig’in kuruluşundan günümüze her sezon golü bulunan tek futbolcu kendisi, kariyerinde 13 Premier Lig şampiyonluğu yaşadı, kırılmadık rekor bırakmadı. Premier Lig’de en fazla maçta forma giyen futbolcu, aynı zamanda ligin asist kralı, takımda 100 gol atmış ilk futbolcu ünvanı ona ait ve binin üzerinde maçta sahaya çıkmış. Kırmızı Şeytanlar’ın 5 Şubat 1995 doğumlu yeni yetme yıldızı Adnan Januzaj gözlerini dünyaya açtığında, Giggs geride 2 Premier Lig şampiyonluğu bırakmıştı. O yüzden en büyük ilham kaynağının Gallerli olduğunu söylüyor Januzaj.

35’liklerin geçit töreninde alkışı en fazla hakedenlerden biri de İtalyan savunmacı Alessandro Nesta. 19 Mart 1976 doğumlu Nesta, 1993 senesinde Lazio’da başlayan futbol kariyerini 2002-2012 arasında Milan’da sürdürdü, 3 sezonda ‘Serie A’ şampiyonluğu yaşadı. Kariyerinde dört sezonda UEFA’nın en iyi onbiri’ne giren Nesta günümüzde Kanada’nın Montreal Impact takımında forma giyiyor. 2013-14 sezonunun sonunda futbolu bırakacağını açıklamış geçenlerde verdiği söyleşide.

38 yaşındaki savunmacı Javier Zanetti, 1995 senesinin Ağustos’undan günümüze İnter’de forma giyiyor, takımda 5 şampiyonluk gördü. Takvim yaprakları 10 Ağustos 1973’u gösterirken, Buenos Aires’de dünyaya gelmiş, ilk profesyonel takımı Talleres. İtalya’daki ilk sezonunda “El Tractor” (Traktör) lakabıyla anılmaya başlanmış, takımı atağa kalkarken savunmanın sağından yaptığı bindirmelere gücüne, direncine, savaşçılığına itafen. 1999 senesinden beri takımın lideri, “Il Capitano”. 2010-11 sezonundan günümüze ‘Serie A’da kaptanlık bandını takan tek yabancı…

2013-14 sezonunda Botafogo’da forma giyen Clarence Seedorf, 1 Nisan 1976 tarihinde Paramaribo, Sürinam’da dünyaya gelmiş. Ajax formasıyla ilk profesyonel maçına 29 Kasım 1992’de, henüz 16 yaşında Groningen karşısında çıkan ofansif orta saha, kulüp tarihinin ilk onbirinde yer almış en genç futbolcusu. Kariyerinde Sampdoria, Real Madrid, Internazionale ve AC Milan’da forma giyen Seedorf geçtiğimiz Haziran ayında Botofogo formasıyla profesyonel liglerdeki 100. golünü kaydetti. Hollanda, İspanya ve İtalya’da 5 şampiyonluk yaşamış futbolcu doğdugu Sürinam’da adını taşıyan “Clarences stadını inşa ettirdi..

Savunmacılar, hücumcular derken yaşı kemale ermiş kalecileri de unutmayalım. Şimdinin futbolunda kalecinin 35 yaşında kaleyi koruması olağan sayılsa da, 42 yaşındaki Brad Friedel’a şapka çıkarmak gerek. 18 Mayıs 1971’de Lakewood, Ohio’da dünyaya gelmiş Amerikalı kaleci. İlham kaynağının vatandaşı Tim Harris olduğu biliniyor. Futbol kariyerine 1994 senesinde Amerika’da başlayan 1.91’lik Friedel kariyerinde üç ülkede 9 takımın kalesini korudu. Adını ilk kez 1995 senesinde bizim topraklarda, Galatasaray’da duyurdu. Ancak kısa sürdü ülkem macerası. 30 maçta sarı kırmızılı takımın kalesini korduktan sonra Amerika Liginde mücadele eden Columbus Crew takımına, sonrasında 1997 senesinde Liverpool’a transfer oldu. Kariyerinde Blackburn Rovers, Aston Villa, Tottenham Hotspur’de görev yapmış. 2013-14 sezonunda Tottenham’ın kalesini koruyor.

Ülkemde forma giymiş 35’liklerden biri de Ahmed Hassan. 2 May 1975’de Maghagha’da dünyaya gelen Hassan futbola 1996 senesinde Aswan SC’de başlamış. 1998-2000 arasında Kocaelispor’da forma giyen ofansif orta saha Denizlispor (2000–2001), Gençlerbirliği (2001–2003) ve Beşiktaş’da (2003–2006) top koşturdu. Günümüzde en fazla milli olmuş futbolcu ünvanını taşıyan Hassan, (184 maçta Mısır Milli takımıyla sahaya çıkmış) 2008–2011 arasında Al-Ahly’de forma giydi. 2010-11 sezonunun sonunda futbolcunun yaşlandığını, artık iş göremeyeceğini düşünen Al-Ahly’li yöneticiler bedelsiz olarak Zamalek’e transfer olmasina izin vermişler. Ezeli düşmanın yaşı geçmiş futbolcuyu kadrosuna katarak bu transferden zararlı çıkacağını düşünenleri fena yanıltmış bizimki. Ligde oynadığı ilk altı maçta altı gol atarken, sezon sonunda Zamalek şampiyonluk kupasını kaldırmış…

35 ve üstündekiler listesinde bir zamanlar adlarını Avrupa devlerinde duyurmuşlar da var elbet; Michael Ballack, Francesco Totti, Cristian Brocchi, Juan Sebastian Veron, Gilberto Silva, Jussi Jaaskelainen. Onlar o güzel oyunun emektarları. Ama içlerinden bir tanesi var ki hakkında bir kaç satır yazmadan geçilmez. 13 Mart 1973 doğumlu Edgar Davids, geçen sezon İngiltere profesyonel liglerinden düşen, 2013-14 sezonunda amatör kümelerde boy gösteren Barnet FC’nin hem teknik direktörlüğünü yapıyor, bazı maçlarda da sahada öğrencilerinin yanında yerini alıyor. Orta sahada oynamasına rağmen 2013-14 sezonunda 1 numaralı formayı giyen futbolcu, geçtiğimiz Mart ayında deplasman dönüşü yolda kalmış taraflarını takım otobüsüne almasıyla Ada’da gündeme gelmişti. Bu vesileyle büyüksün demeden geçmeyelim…

Ziya Adnan
23 Aralık 2013

EdgarDavids

“Hiç bitmesin!” dediler; oysa hiç keyif vermedi ki!

“Hiç bitmesin!” dediler; oysa hiç keyif vermedi ki!

Uzaklardan…

Türk futbolu… Her sezon aynı teranenin, aynı tekdüzeliğin içinde yuvarlanıp gittiğimiz üç kişilik paranoyak bir aşk masalı… Ta en başından sürekli “Üç Büyük” yalanı ile yoğrulmuş, tüm yaşamlarında taraftarı oldukları takımın stadını dünya gözü ile bir kez bile göremeyenlerin diyarında… Yenenin değil, yenilenin sürekli konuşulduğu beter bir lig bizimkisi. Çoğunluğun ilgisini çekme adına futbol programlarında sürekli sadece üç takımın tartışıldığı, sevimsiz ve adaletsiz bir lig… O yüzden yense de yenilse de gazetelerin spor sayfalarında, televizyon programlarında hep başköşede üç İstanbullu… Haliyle neredeyse her doğan çocuk “İstanbullu” güzel ve yalnız ülkemde… Malum, çocuk ne görürse onunla büyür bu yaşamda. Oysa her takım kendi taraftarı için büyüktür.

2008 senesinin Ekim ayında da yazmıştım, yine bu köşede. Avrupa arenalarında yaşanan, alıştığımız tekinsiz gecelerden birinden hemen sonraydı. Sonra döndük yeniden kendi yalanımıza, kimin daha çok taraftarı var anketlerinde, formalara takılan yıldızlarda, şike muhabbetlerinde, cezalı takımların kadın ve çocukların önünde cezalandırıldığı yalan maçlarda geçirdik beter zamanları. Kadın ve çocuklarla doldurulmuş tribünler nasıl bir cezaysa!

Yayıncı kuruluş zarar etmesin diye Malta’dan ithal ettikleri play-off saçmalığını da yaşadık bu arada, bunu da gördük. Velhasıl aradan geçen onca senede ne tas değişti, ne hamam ülke futbolunda. Maç günleri statlar boş kalırken, kıraathaneler doldu taştı; ıssız kasabaları andıran tribün manzaralarına bakarken içimiz acıdı. Ne yönetebildiler, ne adalet dağıtabildiler. “Futbola siyaset bulaştırmayın!” diyenler, kulüp başkanlığı dönemlerinde futbolcularının “Geçmiş Olsun Sayın Başbakanımız” pankartıyla çıktığını çabucak unuttular mesela. Ya sahada rabia işareti yapan futbolcuyu görmezden gelmelerine ne diyelim? Ülkede bir sürü stadın adı, “Atatürk Stadı” iken, ”Yüce Atatürk” tişörtleriyle sahaya çıkan takımı PFDK’na sevk ederken hiç şaşırtmadılar aslında…

Adalet, eşitlik ve rekabetten yoksun, statları dolmayan bir ülkenin futbolunun ilerlemesi mümkün değildi oysa. İlerlemedi de zaten. Filler tepişmeye, karıncalar ezilmeye devam etti. Kimi dekoder satışlarında teselli buldu, kimi koca bir sezonu iki vasat derbiye bağlama telaşlarında. Kimi bomba transfer haberleriyle süsledi manşetlerini, kimi pastanın çileğiyle. “Hiç bitmesin!” dediler, oysa hiç keyif vermedi ki! Kimi düştü, kimi çıktı ama ne düşenin kederini paylaşabildik, ne çıkanın sevincini. Zira varsa yoksa iki takımdı ülke futbolunda. Asırlık çınarlar parasızlıktan, ilgisizlikten, çaresizlikten, birer ikişer devrilirken, ülkeyi yönetenler dört bir yana stat yapmak için kolları sıvadılar. Ama maç günleri o statları dolduramadıktan sonra heyhat, ne fayda!

2013-14 sezonunun başıydı, Avrupa Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Arsenal’le oynayan ülke büyüğü iki maçta kalesinde 5 gol görünce “ah”lar “vah”lar vardı ülke basının manşetlerinde. Nasıl diyeyeyim, sanki bir ağıt havası… Sanki tarihte hiç yaşanmamış gibi… Yaz bitmişti. Ama kısa zamanda unutuldu her şey, çabucak unutmaya alıştırılmıştık zira. Annemizin ligi hasretle bizi beklerdi nasılsa…

Sonra ülkenin geçen sezonki şampiyonu, Real Madrid’le oynadığı iki maçta 10 gol yiyince yine başladı ağıtlar, en derin yerinden, en acıtan makamda. Hani daha önce hiç olmamış gibi! Bu bize reva mı gibi! Haliyle büyük dediğin, büyük olmalıydı büyükler arenasında. Küçük bir çocuk soruyordu babasına: “Hani biz büyüktük baba?” Bilirsiniz işte, körpe beyinlere aşırı dozda aşılanmış popüler futbol kültürü… Ama işte başına büyük sıfatı takınca büyük olmazdı ki takımlar. Büyüklük kendi liginin kalitesinin fotoğrafıdır aslında. Bakmayın Galatasaray’ın o bozuk zeminde Juventus’u elemiş olmasına, ligimizin şampiyonunun oynadığı futbol ve kadro uyuşmazlığı ortada…

***

Kasım ayının ortalarıydı, Arsenal’in Emirates Stadı’nda ev sahibi takım Premier Lig’e yeni yükselmiş Southampton karşısında sahaya çıkarken, kale arkasında yerlerini almış 9-10 bin Southampton taraftarı şarkılarını söylüyordu. Maç dediğin de öyle olmalı zaten; iki takımın da sesi duyulmalı. Premier Lig’de 3. sıradaydı takımları; kora kor dişe diş. Tıka basa doluydu Emirates Stadı. “Yenmek için geldik” diyordu bir Southampton taraftarı. 253 bin nüfuslu o güney şehrinin takımını alkışlıyordu tribünler. Bir şehri tribünden sevmek dedikleri böyle bir şey olmalıydı.

O maçtan hemen önce oynanan Merseyside derbisi 39.576 taraftar önünde hayat buluyor; Newcastle United – Norwich maçını 51.328, West Ham – Chelsea arasında oynanan Londra derbisini 34.977, Premier Lig’in çiçeği burnunda iki takımı Hull City ve Crystal Palace maçını 23.043 taraftar izliyordu. Premier Lig’in ihtişamı da dolu tribünlerden geliyordu zaten, rekabet keyif veriyordu. Son sezonlarda Ada futbolunda dört takım zirve yarışını parsellemiş olsa da son 30 senede 8 takım kaldırmıştı şampiyonluk kupasını.

Sadece Premier Lig’de değil, alt liglerde de doluyordu statlar. Futbol günlerinde kıyasıya rekabet her statta kendini gösteriyordu. Leeds United’ın Middlesborough’yu 2-1’le geçişi 30.367 taraftarın şahitliğinde gerçekleşti. Championship’te oynayan Leeds United’ın 30 bin taraftar ortalamasıyla oynadığını hatırlatalım. İnanması güç ama profesyonel liglerden geçen sezon düşmüş Barnet’in Grimbsy Town deplasmanı bile 3.441 taraftara açtı kapılarını. İkinci ligde mücadele eden Derby County’nin kombine biletli taraftar sayısı 23.500’i, Ipswich Town’nun 15.000’i, Wolverhampton Wanderers’ın 17.000’i buluyordu. İngiltere ikinci liginin (Championship) izlenme oranının bile bizim “Kurşunlu” Süper ligimize fark atması bu yüzdendi.

***

Geçenlerde oynanan Kasımpaşa – Beşiktaş maçında yaşananlar ülke futbolunun hasta röntgenini bir kez daha gösterdi görmesini bilen gözlere. Kanser giderek yayılıyordu ve asprinle tedavi etmeye çalıştıkça daha da yayılacaktı. Bilir misiniz, 11 Mayıs 2011 tarihinde oynanan Hearts–Celtic maçında sahaya girerek Celtic teknik direktörü Neil Lennon’u darp eden John Wilson 8 ay hapis cezası alırken, futbol sahalarından beş sene men edildi. Bizde ise Fernandes’i darp eden taraftarın serbest kaldığını yazıyordu gazeteler.

Daha önce de yazmıştım, her kulübün kendi stadının güvenliğinden sorumlu olduğunu, göstermelik cezalarla sporda şiddet meselesinin çözülemeyeceğini. Tıpkı halının altına süpürerek unutturmaya çalıştığınız, ama UEFA’nın faturasını kestiği şike meselesini elinize yüzünüze bulaştırdığınız gibi… Ülke futbolunu yönetenler her takıma eşit yaklaşmadıkça, adaleti eşit dağıtmadıkça, futbolu istedikleri biçimde kurgulamaya çalıştıkça sürüp gidecektir bu işler, yazın bir kenara.

Ceza olsun diye kadın ve çocukların şahitliğinde oynanan maçlar, heyecan olsun diye ayarlanan lig fikstürü ve Fernandes’e atılan tekme ülke futbolunun boy aynasıdır aslında…

Ziya Adnan
16 Aralık 2013

Wimbledon FC; Evini Özlerken…

Wimbledon FC; Evini Özlerken…

Uzaklardan…

Merton…

Londra’nın güneybatısında, yaz aylarında dünyanın en önemli tenis turnuvasına ev sahipliği yapan Wimbledon mahallesini de içinde barındıran kendi halinde bir Londra banliyösü… İşte o banliyönün 1889 senesinde “Wimbledon Old Central Football Club” adıyla kurulmuş takımı Wimbledon FC, nam-ı diğer “Deliler Çetesi”… Uzun seneler amatör kümelerde mücadele ettikten sonra, 1977 senesinde profesyonel liglere giriş yapmışlar ve dört sezonda dört küme atlayarak Ada futbolunun en üst ligine tırmanmışlar. 1986’dan 2000’e kadar bir mahalle takımı hüvviyetinde Ada futbolunun devlerini dize getirmiş sarı-lacivertli takım. Kendine has kültürü, takıma delicesine sevdalı taraftarları, futbolun derebeylerine başkaldırışı ile nam salmış. 1. Lig’de oynadıkları sezonlarda, maçların ayakta izlenebildiği zamanlarda, derme çatma da olsa, 15 bin kapasiteli Plough Lane Stadı’nı dolduran mahalle sakinlerine nice unutulmaz maçlar yaşatmış.

Bir futbol takımından çok komando birliğini andıran, iri kıyım topçulardan kurulmuş takımın futbol felsefesi, “Route One”, yani en kısa sürede topu rakip ceza sahasına yollayıp, azman forvetlerle golü bulmaktı. Başka bir tanımla, 90 dakika hava bombardımanı! Futbol kurallarını sonuna kadar zorlayan sertlikte, sahanın her yerinde sürekli prese dayalı anlayışta rakibe göz açtırmazlar, genelde duran toplardan golü bulurlardı. Wimbledon deplasmanı her takım için sezonun en zorlu maçlarından sayılırdı.

Kimler yoktu ki takımda! Kaleci Dave Beasant, daha sonraki yıllarda Chelsea’nin kaptanlığını yapacak olan Dennis Wise, bir futbolcudan çok ağır siklet boksörü andıran John Fashanu, sonraki senelerde kanser vakfı kuracak olan Lawrence Sanchez, çetenin lideri ve en azılısı “kasap” lakaplı Vinnie Jones!

“Deliler Çetesi”nin en büyük başarısı 1988 senesine denk geldi. O sene oynanan Federasyon Kupası finalinde, dönemin en iyi takımı sayılan Liverpool’u 1–0 yenip, kupayı müzelerine götürdüler. O maçta John Aldridge’in penaltısını kurtaran kalecileri Dave Beasant, Federasyon Kupası tarihine kupa finalinde ilk kez penaltı kurtaran kaleci olarak yazıldı. O maçı televizyon kanallarında anlatan John Motson’un, maçın bitiş düdüğü ile birlikte, “The Crazy Gang have beaten the Culture Club!” (Deliler Çetesi, Kültür Kulübünü mağlup etti) cümlesi hafızalardan silinmemiştir. O yıllarda İngiliz takımlarının Avrupa Kupalarından men edilmiş olması nedeniyle, bir sonraki sezon Kupa Galipleri’nde yer alamamışlardı.

90’lı yılların sonlarına kadar rakiplerin korkulu rüyası olmaya devam etti sarı-lacivertliler. Takımdan ayrılan futbolcuların yerine gelenler eskileri aratmadılar. O dönemde forvet oynayan John Hartson’un yıldızı parlarken, 1999 senesinin Haziran ayında teknik direktörleri Joe Kinnear sağlık sorunları nedeniyle görevini Norveçli Egil Olsen’e bırakıyordu. Ancak işler beklendiği gibi gitmedi ve 14 Mayıs 2000’de, o unutulmaz Kupa zaferinin 12. yıldönümünde, takım Premier Lig’e veda etti.

Kimileri çok sevindi mahalle takımının gidişine. Gary Lineker, “Onları izlemenin en iyi yolu teletexttir!” cümlesi ile özetlemişti sevincini.

***

O düşüşten sonra, 2004 senesinde kulüp yönetimi 100 kilometre ötede yer alan Milton Keynes kasabasına taşınacaklarını, kulübün yeni adının “MK Dons” olacağını duyuruyordu futbolseverlere. Mahalle, Premier Lig heyecanı ile birlikte takımını da kaybedecekti. Plough Lane Stadı yıkılmış, yerine eski futbolcuları Eddie Reynolds’un adını taşıyan 570 apartmandan oluşan lüks bir site yapılmıştı.

Ancak taraftarların bir kısmı bu kararı kabullenmiyor; semtlerinden asla ayrılmayacaklarını, kulübün köklerinin Merton’da olduğunu, tarihe ihanet etmeme adına kendi kulüplerini kuracaklarını açıklayarak AFC Wimbledon’u kuruyorlardı. Kadroyu oluşturmak için mahallenin parkında yapılan seçmelere 230 topçunun katılmış olması kayda değer…

2003 senesinin Şubat’ından 2004’ün Aralık ayına kadar 78 maçta yenilgi yüzü görmedi AFC Wimbledon. Kuruluşundan 2011 sezonuna kadar amatör liglerde mücadele eden takım, 2010-2011 sezonunun sonunda “League Two”ya (4.lig) yükseliyor, geçtiğimiz sezon kümede kalmayı son maçta garantiliyordu. Maçlarını oynadıkları 4.850 kapasiteli Kingsmeadow Stadı 1989 senesinde inşa edilmiş ve aynı zamanda bölgenin amatör takımı Kingstonian FC’ye de ev sahipliği yapıyor.

***

Ve aralık ayının ilk günlerinde, nice zamandır evine, kendi stadına hasret kalmış bahtsız AFC Wimbledon taraftarları “Bring the Dons Home” (Eve dönüş) kampanyası başlatıyor, eski stadları Plough Lane’e taş atımlık mesafede kendi statlarının yaplımasını talep ediyordu. 16 milyon Sterlin’e mal olacak 20 bin kapasiteli yeni stat bölge ekonomisini canlandıracak, kulübün geleceğe daha güvenle bakmasını sağlayacaktı. Kulübün internet sitesinde (www.afcwimbledon.co.uk) 6.000’e yakın taraftarın eve dönüş kampanyasına destek verdiğini hatırlatalım.

Futbol tarihini yazan kitaplar, zaman içinde evinden, stadından ayrı düşmüş takımları anlatır. Kimileri kısa sürede döner geride bıraktığı mabedine, kimileri için bitmek bilmeyen, bazen de mümkünü olmayan nafile bir bekleyiştir eve dönüş. Wimbledon FC’nin hazin hikâyesi de onlardan biri… Alt liglerde beklemek ve özlemekle geçmiş zamanlar, küçük ve derme çatma da olsa köklerini saldığı, kokusunu özlediği stadından uzaklarda…

Bilir misiniz, Ankara’nın sarı lacivertli takımı Ankaragücü de bir zamanlar adını taşıyan bir stada sahipti ve 57 senelik o stat Mehmet Altınsoy’un Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olduğu dönemde “yol yapmak için!” yıkılmıştı. Stadın yıkılmasına kızan binlerce Ankaragücü taraftarının o günlerde 19 Mayıs Stadı’ndaki maçlarda yaptığı “Altınsoy Altınsoy baksana! 19 Mayıs’ı da yıksana! Yık yık!” tezahüratı o yılları görmüşlerin belleklerinde. O yıkımdan sonra bir daha hiç kendi evine sahip olamadı Başkent takımı. Ummak ve beklemekle geçti zamanlar. Oysa bir kulüp için en acısı küme düşmeler ya da alt liglerde geçen zamanlar değil, adını taşıyan bir futbol mabedine sahip olamamaktı.

O yüzden umarım en kısa sürede evine döner Wimbledon.

Ve bu temennim evinden, stadindan uzak kalmış tüm takımlaradır…

Ziya Adnan
10 Aralık 2013

Deliler Çetesinin azılısı Vinnie Jones takımın maskotuna futbolun inceliklerini gösterirken!

Deliler Çetesinin azılısı Vinnie Jones takımın maskotuna futbolun inceliklerini gösterirken!

Parmaklıklar Ardında — Dara Düşmüş Topçular…

Parmaklıklar Ardında — Dara Düşmüş Topçular…

Uzaklardan…

Geçenlerde gazetelerde okumuştum nafaka borcunu ödeyemediği için cezaevine giren, sonrasında arkadaşlarının topladığı yardımlar sayesinde özgürlüğüne kavuşan eski kaleci Fevzi Tuncay’ın dramını. Ondan aklımda kalan, çok genç yaşta kalesini koruduğu Beşiktaş’ta hatalı yediği bir gol sonrası kafasını direklere vurmasıydı. 2000-2001 sezonuydu sanırım. O sezon kalesinde gördüğü hatalı goller siyah beyazlı takımdaki serüveninin sonu oldu, 2002 senesinde Gaziantepspor’a satıldı…

Oysa her kalecinin kaderinde vardı kötü günleri. Futbol kariyerinde iki kez “Dünyanın en iyi kalecisi” seçilmiş, Manchester United’da bir sezonda üç kupa kazanmış, Danimarka Milli Takımında Avrupa Şampiyonluğu yaşamış dev kaleci söylemişti: “Yenilen her gol kaleciyi moralman yıkar. Ayağa kalkmak için zaman gerekir: Kimine birkaç saniye, kimine birkaç dakika, kimine birkaç maç… Ben hep en kısa zamanda ayağa kalkmaya çalıştım.”

Keşke Fevzi’nin de elinden tutan olsaydı, toparlanması, ayağa kalkması için. Ama olmadı, hataya tolerans tanımayan ülke futbolunda kariyerinin sonrası malumunuz. Futbolun görünmez köşelerinde, alt liglerde geçen, eskiye ağıt yakılan zamanlar…

Madem konusu açıldı, zaman içinde dara düşmüş topçuları hatırlayalım bu vesileyle, kariyerlerinde ikbali de idbarı da görenleri yâd edelim. Ancak yanlış anlaşılmasın, amacım ne Fevzi’yi adı geçenlerle aynı kefeye koymak ne de ayıplamaktır.Ne haddime! Bildiğim, hayat denen oyunda bazen işler yolunda gitmez, hiç beklenmedik zamanlarda tepetaklak hallerden geçer insan. Dar zamanında yardım elini uzatan birkaç gerçek dostun varlığı bile ayağa kalkmaya değer oysa…

***

22 yaşına kadar Ada futbolunun amatör kümelerinde boy göstermiş golcünün kaderi 1985 senesinde Crystal Palace’a imza atmasıyla değişmişti. 1991 senesinde, o dönemin rekor bedeli 2,5 milyon Sterlin karşılığında Arsenal’e transfer olduğunda artık o ülkenin tanıdığı futbol yıldızıydı. Oysa o parlak kariyerin öncesinde, vergilerini ödemediği ve sigortasız kullandığı iki arabası nedeniyle Chelmsford Hapishanesi’nde iki hafta geçirmişti Ian Wright, Arsenal kulüp tarihinin müthiş golcüsü. Hapishane günlerinin hayata bakışını bütünüyle değiştirdiğini, başarılı olabilmek için futbola tutunduğunu yazıyordu çok sonraları yayımlanan biyografisinde…

14 Ağustos 1969 doğumlu Danimarkalı futbolcu Almanya’da geçirdiği parlak sezonlardan sonra 2002 senesinde Ada futboluna, Bolton Wanderers takımıyla transfer oldu. 2002 Dünya Kupası zamanlarında, Kopenhag’da Danimarka Milli Takımının zaferini kutlarken karıştığı bir kavgada bulunduğu kafenin sahibini kafa atarak yaraladı, çıkarıldığı mahkemede dört ay hapis cezası aldı. 2003 senesinin Nisanından Temmuzuna kadar hapiste kalan Stig Tofting’in sözleşmesi kulübü tarafından o süre zarfında donduruldu.

Sheffield Wednesday tarihinin en önemli futbolcularındandı Peter Swan. 1953-1964 arasında stoper olarak oynadığı takımda başarılı maçlar çıkarmış, İngiltere Milli Takımına kadar yükselmişti. 1962 senesinin Aralık ayında, iki takım arkadaşıyla birlikte takımının Ipswich Town deplasmanında kaybedeceği üzerine bahis oynamış ve kazanmıştı. 2006 senesinde “The Times” gazetesine verdiği söyleşide, “O gün Ipswich Town’un maçı hak ederek kazandığını, ama maç içinde takımının önde olması halinde ne yapacağını bilemediğini söylemişti”. Penaltı da yaptırabilirdim, topu kendi kaleme de gönderebilirdim, kim bilir!”. 1964 senesinde ülkenin bulvar gazetelerinden ‘The People’ın ortaya çıkardığı bahis skandalı sonrasında futboldan sekiz sene men cezası aldı, o süre içinde dört ay hapis yattı. İşin hazin tarafı, o dönemde top oynuyor olsaydı 1966 senesinde Dünya Kupasını kazanan İngiltere Milli Takımının kadrosunda yer almasına kesin gözüyle bakılıyordu. Takımın teknik direktörü, bahis skandalının ortaya çıkmasından önce futbolcuyu listenin başına yazmış ama olayın patlak vermesi üzerine kadrodan çıkarmıştı.

West Bromwich Albion’un golcüsü 2003 senesinin Kasım ayında arabasıyla kaza yapmış, bir kişinin öldüğü kaza sonucu olay yerinden kaçmıştı. Ertesi gün polise teslim olan futbolcu çıkarıldığı mahkeme tarafindan altı sene hapse mahkum edildi. 2007 senesin Ağustos ayında, cezasının yarısını tamamlayıp tahliye olduğunda 30 yaşına basmıştı. 2007 senesinde Oldham Athletic takımıyla haftada 1800 Sterlin kazanacağı sözleşmeyi imzaladı ama bu para onun kariyerinin parlak günlerinde kazandığı paranın yüzde 10’u bile değildi. 2007-2009 arasında formasını giydiği Bolton’da 55 maçta 25 gol attı Lee Hughes…

Ada futbolunda çok seveni olmayan gaddar orta saha oyuncusu Joey Barton, Manchester City’nin alt yapısından yetişti, A takımla ilk maçına 2002 senesinde çıktı. 2007 senesine kadar devam eden City serüveninde 39 maçta sarı kart gördü, üç maçta da kırmızı kartla oyun dışı kaldı. Geçen sezon başında Arsenal’e transeri gündeme gelse de o transfer gerçekleşmedi ve QPR’ın yolunu tuttu. Liverpool’da karıştığı bir kavga nedeniyle 20 Mayıs 2008 tarihinde 6 ay hapse mahkum oldu, cezasının 77 gününü tamamladıktan sonra tahliye edildi. Şimdilerde Championship’te QPR ile yeniden Premier Lig’e dönmenin planlarını yapıyor olağan şüpheli…

7 Temmuz 1954 Galler doğumlu Mickey Thomas 1978–1981 seneleri arasında Manchester United takımında parladı. Sonrasında, Everton, Brighton, Stoke City ve Chelsea takımlarında forma giydi. 1993 senesinde, Wrexham’da forma giydigi zamanlarda sahte para basmaktan 18 ay hapis cezasına çarptırıldı. Cezasını çektikten sonra profesyonel futbol oynamadı. Günümüzde Manchester’de yerel bir radyo kanalında program yapan bir zamanların yıldız futbolcusu o günleri şöyle anlatıyor:

“O zamanlarda Roy Keane haftada 50.000 Sterlin yapıyordu. Polis, benim para basma makinemi bulana kadar ben de o kadar yapıyordum!”

10 Ekim 1966 Londra doğumlu Tony Adams 1983 senesinde Arsenal genç takımından ‘A’ takıma yükseldi. 2002 senesine kadar takımda forma giydi, dört sezonda İngıltere Lig Şampiyonluğu yaşadı. Üç kez Federasyon Kupasını, bir kez de UEFA Kupa Galipleri Kupasını kaldırdı. Kariyeri boyunca, alkol yüzünden başı dertten kurtulmadı. 1990 senesinde, alkollü araba kullanırken karıştığı kaza nedeniyle dört ay hapis cezasına çarptırıldı. 1998 senesin Mayıs ayında hayatını anlattığı “Addicted” (Bağımlı) adlı kitabı en çok satan kitaplar listesine girdi. Arsenal futbol tarihinin en sevilen futbolcuları listesinde üçüncü sırayı alan Adams, günümüzde teknik direktörlük yapmaktadır. Ayrıca, eski takım arkadaşı Paul Merson ile birlikte kurduğu “Alkolizmle Savaş” vakfında görev alıyor. Vakfın direktörleri arasında Elton John ve Alex Rae gibi ünlü isimler de vardır.

Ziya Adnan
1 Aralık 2013

TonyAdams

Başka Bir Derbi Onlarınki…

Başka Bir Derbi Onlarınki…

Uzaklardan…

“We are The People’s Club
We’re the pride of Merseyside…”
(Biz halkın takımıyız / Biz Merseyside’ın gururuyuz…)

Vakti zamanında Liverpool’un efsane teknik direktörü Shankly söylemiş: “There are two great teams on Merseyside. Liverpool and Liverpool Reserves.” (Merseyside’da iki büyük takım vardır: Liverpool ve Liverpool’un yedekleri!)

Oysa Mersey nehrinin kıyısına kurulmuş, Beatles grubunun doğup büyüdüğü, bir zamanların önemli bir liman kenti iken tersanelerin kapanması ve liman işçiliğinin tarihe karışması sonucu yoksulluk girdabına kapılmış 816 bin nüfuslu o tarihi şehrin iki köklü takımı var; her ne kadar Shankly üstadımız diğerini görmezden gelmiş olsa da…
Kentin, 1878 senesinde “St Domingo’s F.C” adıyla kurulmuş mavili takımı Everton FC futbol liglerinin kurucu kulüplerinden… Geçtiğimiz mart ayının 15’inde 121. doğum gününü kutlayan Shankly’nin takımı Liverpool FC’den beş yaş büyük… Hiç olmazsa büyüğe biraz saygı diyerek anlatalım hikâyelerini.

Kulüp, St Domingo Methodist Kilisesi’nin müdavimleri için yazları kriket, kışları futbol oynasınlar, sağlık için spor yapsınlar maksadıyla kurulmuş. Kuruluşundan bir sene sonra, bölge halkının isteğiyle mahallesinin adını almış. Ada futbolunda “The People’s Club” (Halkın Kulübü) olarak bilinmesi bu yüzden. Günümüzde en çok kullanılan lakapları “The Toffees” ya da “The Toffeemen” (bir çeşit İngiliz şekerlemesi) o yıllarda bölgenin en çok bilinen, mahalleye mahsus şekerci dükkânından kalma… “Şekerci Kadın” olarak bilinen teyze maç günleri stada elinde kavanozu ile gider, tribünlere “Everton Mint” (nane şekeri) dağıtırmış. İlk zamanlarında siyah-beyaz olan renklerinin de o şekerden geldiği rivayet edilir. (Bu vesileyle geçmiş zamanda Gençlerbirliği tribünlerinin müdavimlerinden “Çikolatacı Amca”yı da yâd edelim. Alkaralar’ın attığı her golden sonra etrafına çikolata dağıtır, çocukları mutlu ederdi sevimli taraftar). Takımın mavi-beyaz formasının üzerinde yer alan, Latince “nil satis nisi optimum” ambleminin anlamı: “Only the best is good enough.” (Sadece en iyi yeterlidir)…

1920’li yıllarda oynadıkları göze hoş gelen futbola ithafen “The School of Science” (Bilim Okulu) olarak da nam salmışlar. Şimdilerde o futbol şehrinin kenar mahallesi Everton işsizliğin, yoksulluğun, umutsuzluğun derin izlerini taşıyan tarihi sokaklarıyla ilgiden, gözlerden uzak… İngiltere’nin en yüksek işsiz nüfusuna sahip bahtsız şehrin, o eski mahallesi, nicedir komşusunun gölgesinde kalmış olmasına, yaşamın her türlü zorluğuna rağmen bölge halkının en büyük tesellisi… Maç günleri sokaklarında mavili formalı, genci yaşlısı taraftarların ortak sevdası Everton FC…

En büyük rakip, şehrin kırmızılı takımı komşu Liverpool FC 1892 senesinde kurulmuş. Ada’da o hiç sevilmeyen yakın şehrin Kırmızı Şeytanlar’ından sonra en fazla şampiyonluk görmüş; tarihlerinde 18 kez o kupayı kazanmışlar. 1970 ve 80’li yıllarda yalnız Ada’da değil, Avrupa sahalarında da esmiş kükremişler ama Premier Lig’in kurulması ile değişmiş kaderleri. En son şampiyon oldukları 1989-1990 sezonundan beri o kupayı bir daha kazanamamışlar. Beklemek ve ummakla geçmiş zamanlar…
Tarihlerinde derin izler bırakmış kara günleri de olmuş: Mesela 15 Nisan 1989 Cumartesi günü Sheffield’deki Hillsborough Stadı’nda oynadıkları Nottingham Forest maçı öncesinde çıkan kargaşada 96 taraftar ölmüş. Unutmamışlar. 29 Mayıs 1985’de yaşanan Heysel faciasından sonra uzun süre Avrupa Kupalarında yer alamamışlar. Ama daha çok sarılmışlar birbirlerine, düşmemişler…

***

İşte o futbol şehrinin (Ada’da en fazla şampiyonluk görmüş şehirdir Liverpool) iki takımı arasında oynanan maçlar, nam-ı diğer “Merseyside Derby” Ada futbolunda kesintsiz devam eden en uzun derbi… 1962-1963 sezonundan günümüze kadar gelmiş. Uzun tarihlerinde 189’u ligde olmak üzere 220 maçta karşı karşıya gelmişler. Liverpool 87’e 66 önde… O maçlarda tribünlerde iki takım taraftarlarının birlikte söylediği “Merseyside, Merseyside” ve arkasından gelen “Are you watching Manchester?” (İzliyor musun Manchester?) tezahüratı hiç sevilmeyen komşu şehrin futbol sakinlerine gönderme, en incesinden…

Ama alışılanın aksine, iki takım taraflarları arasında şiddete dayalı bir rekabet söz konusu değil… İki takım arasında oynanan maçlarda, rakip taraftarların aynı tribünde, mavi ve kırmızılı renkler içinde takımlarını destekleyişi takdire şayan… O yüzden “Friendly Derby” (Dostane derbi) olarak biliniyor. Başka bir derbi onlarınki. Darısı bizim coğrafya başta olmak üzere, diğer futbol şehirlerinin başına diyelim.

Ancak her ne kadar tribünlerde dostluk hâkimse de saha içindeki rekabet bir o kadar çetin… O kadar ki, Ada futbolunda en fazla kırmızı kart gösterilen derbilerden biri haline gelmiş zaman içinde. Premier Lig’in kuruluşundan, 2012-2013 sezonunun sonuna kadar gösterilen kırmızı kart sayısı 20… İki takımın kaptanları Steven Gerrard ve Phil Neville ikişer maçta oyun dışı kalmış, bu sürede. Ada futbolunda hiçbir derbi bunların ki kadar sert değil anlayacağınız! İki takım arasında oynanan maçlarda en fazla gol atan futbolcu, kırmızılı takımın efsanesi, 9 numara Ian Rush… Dile kolay, o bıyıklı sıska golcü kariyerinde 25 gol atmış Everton kalesine…

Bu maçlara bilet bulmak ise ayrı bir mesele… Ayakta maç izlemenin mümkün olduğu zamanlarda, 18 Eylül 1948 tarihinde 78.599 taraftar izlemiş iki takımın maçını. Bu bir rekor… Tarihte iki takımın da formasını giymiş futbolcular var elbette ama iki takımla da “Federasyon Kupası” kazanmış tek futbolcu 1 Ocak 2012 tarihinde, henüz 46 yaşında kan kanseri nedeniye aramızdan ayrılmış olan Garry Abblett… 1985-1992 yılları arasında Liverpool’da top koşturan savunma oyuncusu, 1992-1996 arasında Everton’da forma giydi.

Ve kasım ayının son günlerinde, soğuk bir cumartesi öğleninde mavilerin Goodison Park Stadı’nda bir kez daha karşı karşıya geldi iki takım. Oynanan son 13 Merseyside derbisinin yedisini kaybetmiş olan ev sahibi, 39.576 bin taraftar önünde İki kez mağlup duruma düştüğü ve Chelsea’den kiralık gelen Romelu Lukaku’nun parladığı maçta galibiyeti son dakikada kaçırıyordu.
2. Dünya Savaşı’ndan beri geriye düştüğü hiçbir Merseyside derbisini kazanamamış Everton. Beklemeye devam ediyorlar…

Ziya Adnan
25 Kasım 2013

BirBaskaDerbi

Alman Zidane…

Alman Zidane…

Uzaklardan…

Eylül 2013…

Real Madrid’in, müthiş açık Gareth Bale’i transfer ettiği günün hemen ertesinde…
Bernabeu Stadı’nı dolduran binlerce Real Madrid taraftarı, Bale’in adını haykırırken, takımdan ayrılması gündemde olan futbolcusunu da unutmuyor; satılmaması için kulüp başkanı Florentino Perez’e tezahürat yapıyordu. 2008-2013 arasında Real Madrid formasıyla 105 maça çıkmış ofansif orta saha oyuncusu, Avrupa futbolunda asist krallığını yakalamıştı. Takım arkadaşları arasında “Alman Zidane” olarak bilinmesi bu yüzden…

Ama dinlemedi başkan Perez. Yaratıcı orta saha oyuncusunun 42,4 milyon Sterlin karşılığında Kuzey Londra’nın yolunu tutmasına izin verirken, Cristiano Ronaldo başta olmak üzere tüm takım arkadaşları onun gidişinden duydukları üzüntüyü dile getiriyordu. Real Madrid’in oyun kurucusu Xabi Alonso, onu şöyle anlatmış: “Günümüz futbolunda nadir bulunanlardan… Oyunu çok iyi okuyor, tempoyu ayarlıyor, tek pasla rakip savunmayı kırabiliyor, maçı çeviriyor. Dar alanda tam bir top cambazı, gerektiğinde bitirici bir golcü… Bu özelliklere sahip kaç futbolcu var ki günümüzde.”

Sert savunmacı Sergio Ramos’un twitter hesabında, takım arkadaşının formasıyla çekilmiş fotoğraf karesi ve altına düştüğü şu not dikkat çekiyordu: ”The king of the assist” (Asist kralı)… Sanırım o fotoğraf karesi zamansız bir ayrılığa yakılan ağıttı.

***

15 Ekim 1988 tarihinde Gelsenkirchen’de dünyaya gelmiş futbolcu. Bizim topraklardan bir anne ile babanın üç çocuğundan biri… Zonguldak’ın Devrek ilçesinden, Almanya’ya misafir işçi olarak giden dedeleriyle başlamış göçün hikâyesi. Evlerinde hep Türkçe konuşulurmuş. (Yakın geçmişte NTV Spor’a verdiği söyleşide Türkçesinin fena olmadığına şahit olmuştuk.)
Çok küçük yaşlarda merak salmış futbola. Mahallesinde çocukların top oynaması için kafesle çevrilmiş küçük alanlarda geliştirmiş hünerlerini. Telefon kulübesinde çalım atabilmeyi, sürekliliği, sahada çabuk düşünüp uygulayabilmeyi “futbol kafeslerinde” öğrenmiş, reaksiyon yeteneğini o dar alanda oynadığı maçlarda geliştirmiş.

Avrupa’nın büyük şehirlerinde, sokakların çocukların futbol oynamasına müsait olmadığı kalabalık mahallelerde yer alan bu kafesler, “Monkey Cage” (Maymun Kafesi) olarak biliniyor. Günümüz futbolunda, birçok ünlü futbolcu bu kafeslerde geliştirmiş hünerlerini; tıpkı Ganalı-Alman Kevin Prince ve Jerome Boetang kardeşler, Wayne Rooney, Wesley Sneijder gibi. Tellerle çevrili futbol sahalarında, taç, aut, korner kurallarının uygulanmadığı, sürekliliğe ve çabukluğa dayanan “small sided games” (az adamla oynanan) oyunlarda… Saatlerce, günlerce bıkmadan usanmadan…

Futbola 1995 yılında, DJK Westfalia 04 Gelsenkirchen takımında başlamış. Okul öğretmenlerinden Christian Krabbe, “Sınıfta son derece utangaç, sessiz bir çocuktu, ama futbol sahasına çıktığında farklı bir kişilik çıkardı karşınıza, futbol oynarken sahaya hükmederdi” cümlesiye anlatıyor o zamanların minik talebesini. Futbola ilk başladığı yıllardaki takım arkadaşlarından Mirko Lange, “Gelecekte müthiş bir futbolcu olacağını bliyorduk” diyor ve ekliyor: “Bir maçta tek başına 10 gol atmıştı!” O yillarda onun için en büyük hoca babası, futbol öğretmeni ise kardeşi Mutlu imiş.
Westfalia’daki ilk futbol hocası Ralf Maraun, ilk karşılaşmalarını hatırlıyor: “Küçük, sessiz bir çocuktu. Ama futbol sahasında müthiş yetenekli bir futbolcu, takımın yıldızıydı. Henüz 8 yaşındayken, 12 yaş grubuyla top oynar ve sahada parlardı.”

***

2005 senesinde FC Schalke 04’ün genç takımlarında forma giymeye başlamış. İlk maçına 2006 senesinde cezalı durumda olan Lincoln’un yerine Bayer Leverkusen karşısında çıkmış. 2006-2008 seneleri arasında ofansif orta saha oyuncusu olarak 30 maçta FC Schalke 04’un formasını giymiş. (A) takıma yükseldiği günlerde “The next big thing” (geleceğin yıldızı) olarak görülmesi geleceğin habercisi… 2008 senesinin Ocak ayında, 4,3 milyon Euro transfer bedeliyle Werder Bremen’e gönderilmesine onay çıkmış.

İşin ilginç yanı, Schalke 04’e imza atmadan önce şansını bizim topraklarda denemiş genç futbolcu. Galatasaray Başkanı Özhan Canaydın’nın devreye girmesiyle bir süre Galatasaray’da antrenmanlara çıkmış ama futbolu iyi bilen (!) yöneticiler, “Bu çocuk çok cılız, bundan futbolcu olmaz. Denemeye bile gerek yok!” diyerek yol vermişler. Yedi tepeli şehre kadar gelmişken şansını Beşiktaş’ta da denemiş ama onlar da “Bunda futbolcu tipi yok!” diyerek kapıyı kapatmış. Kısmet, yolu Başkent’e düşmemiş, Almanya’da yetişmiş yetenekleri bulmasıyla bilinen Cavcav’la kesişmemiş yolları. Yoksa, kim bilir…

***

Werder Bremen’de, o sezon Juventus’un yolunu tutan Brezilyalı oyun kurucu Diego’nun görevini üstlenirken yıldızı parlamış. Genelde öyle olur zaten,biri giderken yerini alanın bahtı açılır. (Bale’den sonra gelen Andy Townsend en güzel örneği). O sene kazandıkları Almanya Federasyon Kupası finalinde tek gol onun ayağından gelmiş. Sezon sonunda Werder Bremen’in, Shakhtar Donetsk’le karşılaştığı final maçında müthiş oynamış ama Bremen o maçı kaybetmiş. Bremen’de geçirdiği iki sezonda 71 maçta 13 golü, 32 asisti bulunuyor.
2010 Dünya Kupasında çıkardığı müthiş maçlar sonunda parlamış yıldızı, Avrupa’nın devleri onu transfer edebilme adına yarışa girmiş: Barcelona, Manchester United, Arsenal ve diğerleri… Barca işin içinde olunca rakip aşağı kalmaz elbet. Takvim yaprakları 17 Ağustos 2010’u gösterirken Real Madrid’e transfer olmuş. Rafael van der Vaart’ın, Tottenham’a transfer olmasından sonra boşalan 23 numaralı formayla ilk sezonu 25 asistle tamamlamış. İspanyol devinde geçirdiği üç sezonda bir şampiyonluk, iki de ikincilik yaşamış. 2010-2011 sezonunda “Avrupa’nın en iyi futbolcusu” ödülüne aday gösterilmiş, sıralamada ilk 10’da yer alan en genç futbolcu…

***

2013’ün Eylül ayında Arsenal’a transfer oldu Mesut Özil, futbol tarihinin en değerli Alman futbolcusu… Geçtiğimiz sezonlara iyi başlayamayan “Topçular” onun gelişi ile canlandı, hayat buldu. Bu yazının yazıldığı saatlerde Arsenal Premier Lig’de oynadığı 11 maçta aldığı 8 galibiyetle lider durumda…
“Top tekniğimi, futbol sevdamı Türk genlerimden, oyun disiplinim ve azmimi Almanya’da yetişmiş olmamdan aldım” diyor Mesut, geçmişte verdiği söyleşilerden birinde…

Keyifle izliyoruz…

Ziya Adnan
18 Kasım 2013

MesutOzil