İşsizler ordusunun izlediği futbol
Uzaklardan…
İşsizler ordusunun ancak ekranlarda izleyebildiği futbol, para kokan statlarda ortalama gelir düzeyinin üstünde olanların, yani zenginlerin doldurduğu tribünler önünde, zenginler tarafından oynanıyor şimdi
Aralık 2011… Senenin en soğuk, en karanlık, kasvetli zamanlarında Londra… İşsiz sayısının 2,64 milyona ulaştığı ülkede Avrupa Birliği’nin yaptırımlarına tepkiler giderek büyüyor. Verilere şöyle bir bakınca, sokaktaki İngiliz’in kızgınlığına şaşırmıyorum. Rekor sayıda işsiz… En son 1994 senesinde böyle kara bir tablo ortaya çıkmıştı. Genç kuşaktaki işsizlik sayısı 1,027 milyon! 16–24 yaş grubunda yer alan gençler arasındaki oran yüzde 22… Geleceğe dair umudu kalmamış insanların kızgın görüntüleri yansıyor sıklıkla ekranlara. Bir zamanlar üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk şimdilerde endişeyle bakıyor geleceğe. Geçtiğimiz günlerde kamu çalışanlarının başlattığı bir günlük grev, ülkedeki genel hoşnutsuzluğu anlatıyor görmesini bilenlere.
Gençler arasındaki işsizliği azaltmak amacıyla kurulan “Prince’s Trust Youth” vakfının direktörü Martina Milburn, “Binlerce gencin yaşamı işsizliğin pençesinde kâbusa dönüşüyor ve biz bunu sadece izlemekle yetiniyoruz!” diyor ama kelimeler acıları anlatmaya yetersiz kalıyor. Tarihinin değilse bile en azından 1930’lardan sonra karşı karşıya kaldığı en ciddi işsizlik belası, teğet değil delip geçiyor bu diyarlarda.
***
Aynı günlerde, İngiltere’nin saygın gazetelerinin birinde Premier Lig’de forma giyen ortalama bir futbolcunun aldığı senelik ücretin futbol tarihinde ilk kez 1 milyon Sterlin’in üzerine çıktığını okuyorum. Diplomasını yeni almış bir doktorun senede ortalama 35 bin, hastanede görev yapan bir hemşirenin 20 bin, öğretmenin 28 bin Sterlin kazandığı, kamu çalışanlarının giderek yükselen enflasyon karşısında kan ağladığı ülkede, futbol giderek zenginliği çağrıştırıyor. 2005-2006 sezonunda Premier Lig’de forma giyen bir futbolcu haftada ortalama 13 bin Sterlin kazanırken, bu rakamın 2010-11 sezonunda 21 bin Sterlin’e yükselmiş olması o zenginliği anlatıyor. 2005 senesinden günümüze, Premier Lig’de forma giyen futbolcuların cebine giren paranın yüzde 62 oranında artmış olması futbolun giderek değişen yüzünü sergiliyor.
Ortalama bir çalışanın, senede 26 bin Sterlin kazandığı ülkede, vasat bir futbolcunun o parayı sadece iki haftada kazanıyor olması işin vahim tarafı. Üstelik bu istatistiklerin içine dudak uçuklatan paralar kazanan yıldızlar dâhil değil. Wayne Rooney, Carlos Tevez, Fernando Torres; onlar haftada 200 bin Sterlin’in üzerinde kazanıyor. Manchester City takımının kadrosunda yer alan her futbolcunun senede 3,5 milyon Sterlin’den fazla kazanıyor olması çoklarını rahatsız ediyor aslında. Arsenal teknik direktörü Arsene Wenger’in, “Bu çılgınlığa son verilmeli!” çağrısı da bu yüzden zaten. Zira, futbol giderek paranın konuştuğu bir zengin eğlencesine dönüşüyor.
İşsizler ordusunun ancak ekranlarda izleyebildiği futbol, para kokan statlarda ortalama gelir düzeyinin üstünde olanların, yani zenginlerin doldurduğu tribünler önünde, zenginler tarafndan oynanıyor şimdi. Manchester United’ın deli dolu kaptanı, unutulmazı Roy Keane’nin, futbolun değişen yüzünü anlatmak için kullandığı, bir zamanlar çok tartışma yaratmış olan “Prawn Sandwich Brigade” (Karides Sandviç Tugayı) ifadesi günümüz tribün profilini anlatıyor aslında.
Artık maçlara seyrek gelen bilge bir futbol adamının Emirates için kullandığı, “Highbury futbol kokardı; Emirates ise para kokuyor!” cümlesini hatırlıyorum. Doğru söylemişti o bilge adam…
Eskiden işçi sınıfının oyunu olarak bilinen ve adına futbol denilen o güzelim oyun, bahis, yayıncı kuruluş ve para üçgeninde giderek bizden uzaklaşıyor.
***
Şimdi çok eskide kalmış, bahis sitelerinin, yayıncı kuruluşun, milyon Sterlin’lik futbolcuların, pahalı kombine biletlerin, zenginlerin ağırlandığı locaların bilinmediği zamanlarda Arsenal’ın “North Bank” tribününde…
Maça giriş 2,5 Sterlin. İşçisi, öğrencisi, emeklisi, hemen her kesimden taraftarın doldurduğu o eski stat. Belki 60 bin kapasiteli değil, sadece 38.500 ama yine de severdi taraftar o küçük, tarih kokan futbol mabedini.
Günlerden Cumartesi olurdu; hava soğuk ama kimin umurunda! Çünkü maçlar sadece o gün oynanırdı. Maç saatlerini yayıncı kuruluş belirlemezdi. Zaten bütün maçlar aynı saate başlardı. Maçın başlamasına yarım saat kala tüm gişeler hâlâ açık olurdu; giriş kuyruğunda 10, bilemedin 15 taraftar bilet sırasını beklerdi. Arsenal metro çıkışının önü buluşma yeriydi. Sonra birlikte yürünürdü Highbury’e. Pahalı arabalar, cipler olmazdı stadın önünde. Takımın ürünlerini satan o küçük mağaza her maçta ziyaretçilerini ağırlardı. Orta yaşlardaki adam, kim bilir kaç zaman önce almış olduğu, sırtında “Tony Adams” yazan formasıyla yürürdü stada. Her sezon formalarını değiştirmezdi takımlar! Ve onun kahramanı, her transfer sezonunda takım değiştirmezdi. O yüzden alt yapısından yetiştiği takımın en sevilen futbolcularındandı. Ve o yüzden günümüzde bile “Mr. Arsenal” olarak bilinir ve sevilir Tony Adams; o unutulmaz defans oyuncusu, yürekli kaptan…
Takımlar sahaya çıkarken, her zamanki tezahürat yankılanırdı tribünlerde. Maç televizyon ekranlarında değil tribünlerde yaşanırdı. Dev ekranlara düşmezdi futbolcuların görüntüleri, çünkü o ekranlar henüz bilinmezdi. Takımların kadroları yankılanırken stat hoparlöründen, ev sahibi takımın taraftarları Tony Adams’ı, Steve Bould’u, Nigel Winterburn’u, Lee Dixon’u, David Rocastle’ı, Paul Merson’u, Alan Sunderland’ı alkışlardı. Astronomik ücretler kazanan yabancılar değil, İngiliz futbolcular çoğunlukta olurdu takımlarda.
Henüz Ruslar, Araplar el atmamıştı futbola…
Roman Abramovich adını bu diyarlarda kimseler bilmezdi! Zaten Chelsea de 2. lige tutunmaya çalışan öylesine bir takımdı o zamanlarda…
•••
“Endüstriyel futbol” diyorlar ya şimdi; her şey daha fazla kombine satmak, ürün pazarlamak, her sezon daha fazla para kazanmak, küreselleşen dünyaya açılmak, takımlardan marka yaratmak ve bir sezon önce kazandığını asla yeterli bulmamak…
İşte bu kavramların bilinmediği zamanlarda, futbol işçi sınıfının oyunuydu. İşçisi, öğrencisi, emeklisi doldururdu statları. Tadı kötü bir çorbaya benzeyen, ama nedense vazgeçemediğimiz “Bovril” içimizi ısıtırdı soğuk maç günlerinde. “Karides Sandviç Tugayı” tanımı taraftar profilini anlatmak için kullanılmazdı. Evet… Şimdiki gibi havalı futbolcuların, görkemli statların, zengin taraftarların, pahalı locaların, yayıncı kuruluşların olmadığı zamanlardı: Biraz sade, biraz mütevazı, biraz bizi anlatan, biraz bize dair… O zamanlarda, işsizler ordusunun hayatlarında görmeyecekleri/göremeyecekleri paraları bir haftada kazanan futbolcular henüz bilinmezdi.
Ve biz futbolu o eski statlarda, çamurlu sahalarda sevdik…
Şimdi ise işsizler ordusunun stada gidemeyip ancak televizyondan izleyebildiği zengin gösterisi…
Ziya Adnan
2 Ocak 2012