“Class of 92”, 1992 sınıfını hatırlarken…

“Class of 92”, 1992 sınıfını hatırlarken…

Uzaklardan…

David Beckham, Nicky Butt, Ryan Giggs, Gary Neville, Phil Neville ve Paul Scholes… Onlar Manchester United’ın “1992 sınıfının” ilerleyen yıllarda futbol âleminde nam salacak altılısı, Sir Alex Ferguson’un 26 senelik teknik direktörlük macerasında Kırmızı Şeytanlara 13 şampiyonluk yaşatan takımın mimarları…

Daha zaman var futbol sezonunun başlamasına ama futbolsuz kalmayalım, yâd edelim 92’ler sınıfını ve o sınıfın belki de en iyisi olacakken genç yaşta aramızdan ayrılmış bahtsızını…

Futbol âleminde çok bilinen hikâyedir, anlatalım… 90’lı yılların başları… Ryan Giggs, takım arkadaşı Lee Sharpe ile birlikte Blackpool’da sabahın ilk ışıklarına kadar eğleniyor, ancak Ferguson durumdan haberdar oluyor. O kadar kızıyor ki arabasına atlayıp Sharpe’ın oturduğu siteye gidiyor. Kapı numarasını bilmediği için sitedeki evlerin kapılarını bir bir çalıp topçularını arıyor ve haliyle sonunda buluyor. O hışımla eve dalınca, ev ahalisi korkudan kaçacak delik arıyor. Oyuncular dışındaki herkesi tekme tokat kovaladığını, genç takımdan üç futbolcunun gardıroba saklandığını anlatır Ryan Giggs ve devam eder: “Yaptığımız kaçamağa o kadar kızmıştı ki, bir an için bizi dövecek sandım!”

İlerleyen yıllarda United’ın değişilmezi olacaktı Giggs, 1990-2014 arasında kazanmadığı kupa kalmadı. Bilir misiniz, onun United’ın genç takımında oynadığı zamanlarda, ters kanatta oynayan çocuk için, “muhtemelen Giggs’ten bile daha iyi olacak” diyordu Sir Alex Ferguson. Tony Park, United’ın genç takımlarının tarihini anlattığı “Sons Of United” kitabında, “Yeşil sahalarda izlediğim en süratli kanat oyuncusuydu” diyordu ve devam ediyordu: “O kadar hızlıydı ki güvercinleri bile yakalayabilirdi!”

Takvim yaprakları 10 Haziran 1974’ü gösterirken Kuzey İrlanda’nın Strabane kasabasında dünyaya gelmiş. Babası Jimmy profesyonel futbolcuymuş ve o yıllarda Derry City FC’nin formasını giyiyormuş. Çocukluk yıllarında müziğe ve futbola merak salmış ve bölgenin amatör kulübü Moorfield Boy Club’da hünerlerini sergilemeye başladığı zamanlarda takımın antrenörü Matt Bradley çocuğu Manchester United’a önermiş. “30 seneyi aşın antrenörlük ve scoutluk kariyerimde onun gibisini görmemiştim!” diyor Bradley…

80’li senelerin sonlarına doğru United genç takımının seçmelerine katılması ve Alex Ferguson’un babasını aramasıyla değişmiş çocuğun kaderi. Ferguson tıpkı Ryan Giggs’in hikâyesindeki gibi United’ın saflarına katılması için ikna etmiş ailesini. Genç takımlardaki ilk sezonunda Giggs, Beckham ve Scholes ile birlikte top koşturmuş. O zamanları ve futbolcuyu şöyle anlatıyor Giggs: “Ben sağ kanatta oynarsam o solda oynardı, iki ayağını raket gibi kullanır, çok rahat adam geçerdi. Fizik olarak benden küçüktü ama benden süratliydi. Korkusuzdu, kendinden çok iri savunma oyuncuları bile onu yıldıramazdı, takımın yıldızıydı.”

Futbola olduğu kadar müziğe de aşıkmış. Antrenmanlarından geriye kalan zamanlarda gitar çalar, kendisine, “George Best’ten sonra en iyi İrlandalı sen olacaksın” dediklerinde, gülümseyerek Bob Dylan olmayı tercih ettiğini söylermiş. 17 yaşında A takımla ilk maçına çıkmasına günler kala geçirdiği ağır sakatlık sonrasında futboldan kopmuş. Eğer o sakatlık olmasa, Giggs’in yerine sahada o yer alacakmış. O sakatlıktan sonra uzun süre tedavi görmüş ama futbola dönmesi mümkün olmamış. Manchester United’dan ayrıldıktan sonra Hollanda’ya yerleşip orada yaşamaya başlamış…

• • •

7 Mayıs 2000’de Hollanda’nın Hague şehrinde bir kaza sonucu düştüğü kanaldan çıkartıp hastaneye yetiştirdiklerinde artık çok geçmiş. Babası, o talihsiz kazadan sonra gözyaşları içinde oğlunun sudan korktuğunu ve yüzme bilmediğini anlatmış. Beş hafta kadar komadan kaldıktan sonra, 27 yaşına basmasına az zaman kala hayata gözlerini yummuş Adrian Doherty, 92’ler sınıfının muhtemel en iyisi. Hazin hikâyesini bilenler, o talihsiz sakatlığı yaşamasaydı Giggs’in yerine futbolseverin onun hünerlerini izleyeceğini, kısa sürede futbol dünyasında yıldızının parlayacağını anlatır. 92’ler sınıfındaki arkadaşları onu şöyle hatırlıyor: “Yüzünde hep o tatlı-ekşi gülümseme vardı, Bob Dylan kadar iyi gitar çalar, Ryan Giggs’ten iyi futbol oynardı. Bahtı açık olsaydı, Kuzey İrlanda’nın Best’ten sonra yetiştirdiği en büyük futbolcu olması işten değildi.”

Kısa süre sonra açılacak yeni futbol sezonu. Yarının yıldızlarını izlemek için statlara koşacak futbolseverler. Gazetelerin manşetlerini o yetenekler süsleyecek, bazıları transfer sezonlarının listelerinde başı çekecek. Onun hazin hikâyesi ise Oliver Kay tarafından kaleme alınan “Forever Young: The Story of Adrian Doherty, Football’s Lost Genius” (Daima genç: Adrian Doherty’nin Hikâyesi) adlı kitabın sayfalarında anlatılacak. Yeni sezonda o gençleri izlerken, hatırlayın 92’ler sınıfının en yeteneklisini ama en kara bahtlısını…

Ziya Adnan
2 Ağustos 2016

AdrianDoherty

Ryan Giggs: Ayrılıklar da sevdaya dâhil…

Ryan Giggs: Ayrılıklar da sevdaya dâhil…

Uzaklardan…

“Futbol yaşantımda iki kişi beni ağlatmayı başardı, biri Diego Maradona, diğeri o sol açıktaki büyücü…”
Del Piero

Yakın geçmişte, tarihinde sadece iki şampiyonaya katılmayı başarmış o üç milyon nüfuslu ülkenin takımını yazmıştım. Euro 2016’nin sona ermesiyle futbolsuz kaldığımız zamanlarda, hatırlayalım Kırmızı Şeytanlarda geçirdiği 29 seneden sonra Jose Mourinho’nun gelişiyle ayrılmak zorunda kalmış Gallerlinin hikâyesini…

1973 senesinin Kasım ayında, Galler’in Cardiff şehrinde açmış dünyaya gözlerini. Babası Danny Wilson o yıllarda Cardiff RFC’de forma giyen profesyonel rugby oyuncusuymuş ve Manchester yakınlarındaki Swinton kasabasının takımıyla anlaşınca, ailesi ile birlikte Manchester yakınlarındaki Salford kasabasına taşınmış. Yeni evine taşındığında henüz altı yaşındaymış bizimki…

Çok küçük yaşlarda futbola merak salmış ve amatör Deans FC takımının formasını giydiği ilk maçta takımı 9-0 yenilirken, o maçı izleyenler sahanın en iyisi olarak onu göstermişler. Kısa süre sonra takımın antrenörü Dennis Schofileld onu Manchester City’e önermiş. City’nin futbol akademisinde hünerlerini gösterdiği zamanlarda, bölgenin amatör takımı Salford Boys’un da formasını giyiyormuş. Henüz 14 yaşına bastığı zamanlarda, 1987 senesinde okullar arası şampiyonada finale kalan ve kaptanlığını yaptığı takımıyla kupayı kaldırmış. Hikâyesini anlatan yazılarda, kupayı Liverpool’un önde gelen isimlerinden Ron Yeats’in elinden aldığı, o dönem onu izlemek için Salford Boys maçlarına gidenlerin sayısının arttığı anlatılır. Old Trafford’ın saha görevlilerinden Harold Wood, genç futbolcuyu Sir Alex Ferguson’a önermiş, Manchester United’ın teknik ekibi genç yeteneği takibe almıştı.

Takvimler 29 Kasım 1987’yi gösterirken, doğum günü kutlamasına sürpriz bir isim katılmıştı: Sir Alex Ferguson… O gün, Sir Alex, genç futbolcuyu Kırmızı Şeytanların formasını giymesi için ikna ediyor, çok çalıştığı takdirde üç sene içinde profesyonel sözleşme imzalayacağının garantisini veriyordu. Öyle de oldu zaten. 1990 senesinin Aralık ayında profesyonel sözleşmeye imza attığında henüz 17 yaşındaydı genç Gallerli…

Onun sol açıkta hünerlerini sergilemeye başladığı zamanlarda, United onca bekleyişten sonra Federasyon Kupasını kazanmıştı. Sir Alex’in görevde bulunduğu sürede kazanılan ilk kupa United taraftarlarını heyecanlandırmıştı. Malum, o yıllarda Liverpool ve Arsenal Ada futbolunu domine ediyor, genç futbolcunun takımı ise orta sıralara oynuyordu.

Kadroya girmeye başladığı zamanlarda en büyük desteği takım kaptanı Bryan Robson’dan görüyor, Premier Lig’in kurulmasından bir sezon önce Manchester United ligi şampiyon Leeds United’ın ardından ikinci sırada bitiriyordu. Premier Lig’in ilk sezonunda (1992-1993) Manchester United 26 seneden sonra ilk şampiyonluğunu kazanıyor, genç futbolcu sol kanatta harikalar yaratıyordu. 7 numara ‘King’ Eric Cantona’nın da takıma katılmasıyla takım Ada futbolunda esip kükremeye başlamıştı. İlginçtir, o dönemlerde Sir Alex tarafından basına demeç vermesi yasaklanmış, ilk maç sonrası konuşmasını 20 yaşına bastığı zamanlarda, 1993-1994 sezonunda BBC’nin “Match Of The Day” programında Des Lynam’ın sorularını yanıtlayarak yapmıştı.

O sezon sol açık ikinci şampiyonluğunu yaşıyor; ikinci kez ‘yılın genç futbolcusu’ ödülünü kazanıyordu. Gelecek zamanlarda o ödülü sadece Liverpool’un golcüsü Robbie Fowler ve takım arkadaşı Wayne Rooney iki sezon üst üste kazanmayı başaracaktı.

O yıllarda rakip filelere bıraktığı unutulmaz goller ‘sezonun golü’ sıralamasında yer alıyor, 1993’den senesinde Queen Park Rangers’a, 1994’de Tottenham’a, 1995’de Everton’a karşı kaydettiği goller futbol programlarında tekrar tekrar gösteriliyordu. 1999 Federasyon Kupası yarı final maçında kendi sahasından kaptığı topla neredeyse tüm Arsenal takımını ipe dizip attığı golü kim unutabilir ki!

1998–1999 sezonunun Şampiyonlar Ligi finalinde bir kez daha yıldızlaşıyor, Teddy Sheringham’a verdiği gol pasıyla takımının kazandığı kupada pay sahibi oluyordu. O sezon United üç kupayı birden kazanmıştı. 2002 senesinin Mayıs ayında takımın demirbaşı Denis Irwin ayrılmış, o henüz 20’li yaşlarda olmasına rağmen takımın kıdemlisi haline gelmişti, futbol tabiriyle ‘takımın abisi’. O sene kariyerindeki 100. golünü Chelsea maçında kaydetti. 2004 senesinde Liverpool’a karşı 600. maçına çıkarken, Sir Bobby Charlton ve Bill Foulkes’un ardından United formasını en fazla giyen üçüncü futbolcu oluyordu. Kariyerinde 13 Lig şampiyonluğu yaşarken, Federasyon Kupasını dört, Lig Şampiyonlar Ligi’ni iki kez kazanan solaçık 2008-2009 sezonunda Ada’da yılın futbolcusu seçildi…

19 Mayıs 2014 tarihinde United’ın resmi sitesinden futbolu bıraktığını duyurduğunda 40 yaşındaydı. Onun United formasını ilk kez giydiği zamanlarda, ilerleyen yıllarda birlikte top koşturacağı takım arkadaşı Phil Jones henüz dünyaya gelmemişti. Futbolu bıraktıktan sonra bir süre takımda David Moyes’un yardımcılığını yaptı, onun 2014 senesinde kovulmasından ardından kısa süre takımı çalıştırdı. Louis van Gaal’dan sonra takımın başına geleceği konuşulurken Jose Mourinho’nun gelişi ile takımdan ayrılmak zorunda kaldı. Ryan Giggs teknik direktörlük kariyerinin henüz başında ama futbolculuğunu en iyi anlatan tanım geçenlerde hikâyesini yazdığım George Best’den gelsin: “One day they might even say that I was another Ryan Giggs!” (Kim bilir, belki gelecekte benim başka bir Ryan Giggs olduğumu söyleyenler olacaktır).

Ziya Adnan
25 Temmuz 2016

En afili İrlandalı…

En afili İrlandalı

Uzaklardan…

Bir Avrupa Şampiyonası daha geride kaldı, şimdi futbolsuz zamanlar. Verilen aradan yararlanıp yâd edelim o güzel oyunun en afili İrlandalısını…

1882-1921 seneleri arasında tek milli takıma sahipmiş İrlanda, Britanya’nın Kuzey Atlantik denizindeki yemyeşil, yaşanılası adası. Ülkenin bölünmesinden sonra iki milli takımla boy göstermişler futbol sahalarında. Tarihinde ilk kez yer aldığı 2016 Avrupa Şampiyonasında, son 16’da Galler karşısında elenmiş olsalar da hatırlayalım Kuzey İrlanda’nın yetiştirdiği futbol efsanesini, anlatalım hazin hikâyesini…

Takvim yaprakları 22 Mayıs 1946’yı gösterirken, Belfast’ta dünyaya gelmiş, liman işçisi bir babanın oğlu. Annesi 1978 senesinde 55 yaşında alkolizmin pençesinde göçüp gitmiş bu dünyadan. Zeki bir çocukmuş okul yıllarında, aynı zamanda çok yetenekli bir futbol sevdalısı. Henüz 15 yaşına bastığı zamanlarda onu izleyen Manchester United scoutu Bob Bishop’ın teknik direktör Matt Busby’e çektiği bir telgrafla değişmiş hayatı. “I think I’ve found you a genius” (Galiba senin için bir cevher buldum) yazıyormuş telgrafta…

en-afili-irlandali-161998-1.Kırmızı Şeytanların saflarına katıldığında henüz 15 yaşındaymış. 1963–1974 yılları arasında Manchester United formasıyla nam salmış yeşil sahalarda; yakışıklılığı, sahadaki hünerleri, top cambazlığı ve saha dışındaki hızlı yaşantısı ile hep dillerde olmuş, 1965 ve 1967 yıllarında lig şampiyonluğu, 1968’de Avrupa şampiyonluğu yaşamışlığı var. Aynı yıl Avrupa’da yılın en iyi futbolcusu seçilmiş. Futbol kariyerinde, 466 kez Manchester United forması ile sahaya çıkmış ve oynadığı maçlarda 178 gol atmış. Bir maçta altı gol atarak (Southampton’a karşı) Manchester United rekorlar kitabına geçmiş. 37 kez Kuzey İrlanda Milli Takımının formasını giymiş ve milli takımda dokuz gol atmış. İzlemiş olanlar müthiş çalım yeteneğini (telefon kulübesinde bile adam geçermiş), öldürücü şutlarını, depara kalktığında kasırgayı andıran süratini anlatır…

Ama kısa sürmüş yeşil sahalardaki macerası 1968 yılında Busby’nin Manchester United’dan ayrılması ile birlikte yalnızlığa düşmüş, kulüpte ona ‘babalık’ yapacak, göz kulak olacak kimseler kalmamış. Sonrası profesyonel bir futbolcuya yakışmayacak fırtınalı bir yaşam… Ve düzensiz yaşantısının sonunda, 1974 senesinde çok önemli bir kupa maçı öncesinde otel odasında bir kadınla âlemde yakalanınca Manchester United’dan kovulmuş…

Sonrasında Fulham, Stockport formaları giymiş, bir süre Amerika’da top koşturmuş. 1981 senesinde, bir avuç dolar için futbolun sirkinde top koşturduğu zamanlarda alkol alabilmek için bir kadının el çantasından para çalmasıyla manşetlere düşmüş. 1984 senesinde alkollü araba kullanma, polise hakaret ve kefaleti ödeyememesi nedeniyle üç aylık hapis cezası almış, o sene Noel’i hapiste geçirmiş.

Futboldan koptuğunda bir futbolcunun en verimli olduğu yaşlardaymış. Sayısız aşk maceralarından sonra, 1978 yılında Angela MacDonald-Janes ile evlenmiş, 1981 senesinde Calum adında bir oğlu olmuş. Fırtınalarla geçen bu evlilik altı sene sonra noktalanmış… Sonrasında içki, kadın, kumar, hızlı yaşantı, velhasıl geride bıraktığı kırılmış kalpler mezarlığı ve boş alkol şişeleri… 1982 yılında borçlarından dolayı iflas ettirilmiş…

Bir dünya güzelinden ötekine derken Lübnan asıllı Shatila ile tanışmış ve bir süre onunla yaşamış. 1995 yılında bir uçak yolculuğunda tanıştığı Alex Pursey ile evlenmiş ama o evlilik de 2004 yılında bir mahkeme salonunda noktalanmış. 2002 yılında karaciğer nakli geçirmiş, ameliyatını gerçekleştiren doktor bile “Ona yeni bir karaciğer vermenin doğru olmadığını, başka bir hastaya bu şansın verilmesinin daha doğru olacağını” savunmuş…

•••

25 Kaşım 2005’de Londra’nın Kensington semtinin ünlü Cromwell hastanesinde aramızdan ayrıldığında 59 yaşındaydı George Best, Pele’nin bu yaşamda izlediğim en büyük futbolcu diyerek onurlandığı futbol ustası. Ölümünden kısa süre önce İngiltere’nin bulvar gazetelerinden “News of the World”, Best’in isteğiyle hastane yatağında fotoğrafını yayımladı. Fotoğrafın altındaki son mesajı muhtemel yaşantısındaki en büyük pişmanlığının hikâyesiydi: “Benim gibi ölmeyin!”

27 yaşında koptuğu futboldan sonra arkasında fırtınalı bir ömre sığdırmayı başardığı sayısız güzeller, boşanma davaları, içki, kumar, hiç bitmeyen eğlence hayatı ile anıldı. Âlem buysa kral oydu! “I used to go missing a lot… Miss Canada, Miss United Kingdom, Miss World” demiş bir söyleşisinde. Hayatını anlattığı kitabında (Blessed – The Autobiography) “1969 yılında, bir keresinde alkol ve seksi bıraktım, tüm yaşamımda geçirdiğim en berbat yirmi dakika idi…” diyordu, muhtemel onu en güzel anlatan cümle. Michael Parkinson ile yapmış olduğu bir söyleşide, “O kadar paraya ne oldu?“ sorusuna, “Yüzde doksanı alkol, kadına gitti, gerisini ziyan ettim” diye cevap vermişti…

3 Aralık günü düzenlenen cenazesine 100 binin üzerinde seveni katıldı. O hafta sonu İngiltere’de oynanan tüm maçlarda bir dakikalık saygı duruşu, yerini bir dakikalık alkışa bıraktı. Tribünlerde ”Pele is good, Maradona better, George Best!” flamaları vardı. Mezarı Doğu Belfast’ın Roselawn mezarlığında, annesi Annie Elizabeth Kelly’nin yanı başındadır…

“Biz bitmeden bitmez!” masalıyla elenip gittiğimiz Euro 2016 şampiyonasında Galler ile karşılaştı Kuzey İrlanda, kuzeyin 1,8 milyon nüfusa sahip yeşil ülkesi. Aramızda olsaydı mutlaka tribünlerde yerini alır, takımını selamlardı futbolun en güzel çocuğu, en afili İrlandalı. Son 16’da elenmiş olsalar da hatırlayalım istedim o takımın gelmiş geçmiş en büyük efsanesini. Kim bilir yukarılardan bir yerlerden izlemişse takımını, kadehini onlara kaldırmıştır…

Dipnot: Geçenlerde ülke futbolunun bir emektarı daha ayrıldı aramızdan. Turgay Şeren futbolu bıraktığında çocuk yaşlardaydım, ona dair bildiklerim o zamanları yaşamış olanların anlattıkları, yazdıkları. Huzur içinde yatsın futbol sevdalısı…

Ziya Adnan
19 Temmuz 2016

EURO 2016: Cymru am byth (Galler daima)…

EURO 2016: Cymru am byth (Galler daima)

Uzaklardan…

Galler… İngiltere’nin güneybatısında, Büyük Britanya’nın 3 milyon nüfuslu (2011 sayımı) şirin, yaşanılası, yeşil ülkesi. Birleşik Krallığın tanıdığı hakla, 1999 senesinde yapılan halk oylamasıyla kendi meclisini kurmuşlar. Ülke halkı İngilizcenin yansıra kendi dili Galceyi konuşuyor, nüfusunun çoğunluğu kendini ulusal kimlik olarak tamamen Gallerli (Welsh) olarak tanımlıyor. Başkenti Cardiff 346 bin nüfusuyla Birleşik Krallığın en büyük 10. şehri. Günümüzde dört büyük üniversiteye sahip olan şehir sakinlerinin 40 bin kadarı öğrencilerden oluşuyor. Zaman içinde futbol âleminde nam almış Craig Bellamy, Gareth Bale, Ryan Giggs, Joe Ledley, Terry Yorath ve John Toshack bu şehirde dünyaya gelmiş…

Ülkenin milli takımı, dünya futbolunun en eski üçüncü milli takımı, öyle ki ilk resmi maçını 1876 senesinin Mart ayında İskoçya’ya karşı oynamış. Ülkede futbol ligi 1992 senesinde kurulmuş, 2002 yılında isim değiştirmiş, ligde mücadele eden takım sayısı 12. Galler futbolu Premier Ligde, 2013-2014 sezonunda tarihte ilk kez iki takımla temsil edildi, birbirlerinden pek hazzetmeyen Cardiff City ve Swansea City. O sezon Cardiff City küme düşünce bayrağı dalgalandırma görevi Kuğular’a düştü, geçtiğimiz sezon Premier ligi 12. sırada bitirdi Swansea City. Ezeli rakip Cardiff City ise Championship’in 8. sırasında tamamladı sezonu…

Milli takımlarına dönersek, köklü tarihlerinde 12 teknik direktörle çalışıp, sadece iki büyük şampiyonada boy gösterme fırsatı bulabilmişler. İlki benim henüz dünyaya gelmediğim siyah beyaz zamanlarda, 1958 Dünya Kupası’nda çeyrek finale kadar yükselmişler. Brezilya, 17 yaşındaki Pele adlı çaylağın attığı golle 1-0 kazanmış o maçı. Takımın o dönemki teknik direktörü Jimmy Murphy aynı zamanda Manchester United’ın yardımcı hocası. 1989 senesinin Kasım ayında 79 yaşında aramızdan ayrılmış Galler sevdalısı…

O zamandan sonraki en büyük başarıları, 2016 Avrupa şampiyonasında, FIFA sıralamasında 11 ve 24 ve 29. sıralardaki İngiltere, Slovakya ve Rusya’nın bulunduğu grubu lider tamamladıktan sonra son 16’da Kuzey İrlanda’yı, çeyrek finalde ise şampiyonanın favorilerinden FİFA sıralamasında 2. sıradaki Belçika’yı elemeleri… Çeyrek finalde ev sahibi Fransa’ya yenilip elenen İzlanda ile birlikte şampiyonanın en güzel hikâyesi… Bir şampiyonadan daha hüsranla ayrılan İngiltere ile kıyaslanınca “Ejderhalar” kadro olarak çok mütevazı. Teknik direktörleri Chris Coleman haftada 4.200 Sterlin kazanıyor. Elendikleri İzlanda maçından sonra istifa eden İngiltere teknik direktörü Roy Hodgson’un haftada kazandığı 68 Bin Sterlin’in yanında devede kulak misali. Coleman, Galler’in başında sahaya çıktığı ilk 13 maçın 9’unu kaybetmiş ama futbolun içinde tepetakla olduğun anda yükselişe geçmek de var.

Euro 2016’nın en güzel gollerinden birinin sahibi Robson-Kanu’nun şampiyona öncesinde kulübü bile yok. Arsenal alt yapısından yetişmiş olan golcü, kariyerinde alt liglerde forma giymiş. 2007’den beri top koşturduğu, zaman zaman kadroya girmekte zorlandığı Reading’deki mukavelesi geçtiğimiz haziran ayında sona ermiş, şimdilerde kendisine kucak açacak kulübü arıyor…

Takımın forveti Sam Vokes 26 yaşında, geçen sezon Premier Lig’e yükselen Burney’de 43 maçta 16 gol kaydetmiş. Kaptanları ve Swansea City’nin savunmacısı Ashley Williams amatör liglerde mücadele eden Hednesford Town’da 2003 senesinde adını duyurduğunda, haftada 80 Sterlin kazanıyormuş. O zamandan bugüne hayli yol kat etmiş 31 yaşındaki savunmacı…

Takımın ve Real Madrid’in yıldızı Gareth Bale’in geleceği henüz çocukluk zamanlarında şekillenmiş. İlkokul yıllarında beden eğitimi hocası Gwyn Morris, rakip takımın da eşit şansa sahip olması için maçlarda sadece sağ ayağını kullanmasına izin veriyormuş…

Madem Galler’den açtık konuyu, efsane golcülerini de hatırlamadan geçmeyelim. Takvim yaprakları 20 Ekim 1961’i gösterirken Britanya Adalarının en küçük ikinci şehri St. Asaph şehrinde dünyaya gelmiş Ian Rush, Liverpool tarihinin en büyük golcüsü. Futbol kariyerine, 1979 senesinde, o yıllarda İngiltere dördüncü liginde oynayan Chester City takımında başladı. Daha ilk sezonunda, 34 maçta attığı 14 gol ile kendisini yakın takibe almış Liverpool teknik heyetinin dikkatini çekti. Nisan 1980’de Bob Paisley’nin ısrarı üzerine, o yıllarda rekor sayılacak 300.000 Sterlin karşılığında Liverpool’a transfer oldu. Verileri arasında şunlar var: 1980–1986 arası 182 maçta 109 gol attıktan sonra 1986’da transfer olduğu Juventus’ta 1988’e kadar top koşturdu, sonrasında evine döndü. 1988–1996 arasında 245 maçta 90 kaydetti. Bilmeyenler için, Liverpool formasıyla gol attığı 148 maçta takımı mağlup olmamıştır. Tevekkeli değil, “100 Players Who Shook The Kop” (Kop’u sallayan en unutulmaz 100 futbolcu) anketinde 3. sırayı almış Gallerli golcü…

Ve Euro 2016’nın yarı final maçında Ronaldo’nun Portekiz’i karşısında turnuvaya veda etti Galler. Olsun, böyle büyük bir organizasyonda yarı finale çıkmak da büyük başarı… 2011 senesinin o karanlık Kasım ayında, 42 yaşında intihar eden Gary Speed, takımını yukarılardan bir yerlerden izlemişse gülümsemiştir mutlaka. Galler’in başında olduğu dönemde, 20 yaşındaki Aaron Ramsey’i takımın kaptanı yapmıştı ve o dönemde FİFA sıralamasında 45. sıraya kadar yükselmişti takımı…

Velhasıl, elendiler ama futbolun yürek oyunu olduğunu, kazanmak için mücadele etmek gerektiğini, günümüz futbolunun paraya bulanmış düzeninde küçüğün de büyüğü alt edebileceğini hatırlattıkları için var olsunlar. Kendi dillerinde söyledikleri gibi, “Cymru am byth!” (Galler daima!)

Ziya Adnan

11 Temmuz 2016

Euro 2016: İzlanda, yıldızı bırak, takıma bak…

Euro 2016: İzlanda, yıldızı bırak, takıma bak…

Uzaklardan…

Örgütlenmiş cehalet ülkeyi esir almış durumda, öyle bir ülke ki neredeyse 15 senedir tek partinin iktidarında yönetiliyor ama olup biten hiçbir şeyden sorumlu olmuyorlar. Bir sene içinde ülkenin dört bir yanında patlayan bombalar, ölen, yaralanan onca insan, ama onlar güvenlik zafiyeti olup olmadığını tartışıyor. Bombalar patlarken onlar duble yolları, başkanlık sistemini, köprüleri anlatıyor; vicdanın, hukukun, ahlakın yok olduğu coğrafyada kötülük sınır tanımıyor. Ülke her geçen gün bataklığa saplanırken televizyon kanallarında evlilik programları, diziler, survivor izleniyor. Meclis başkanının Anadolu’nun herhangi bir kahvesinde alkış alacak “Avrupa Türkiye’nin liderliğini bekliyor!” cümlesinin yazıldığı saatlerde İngiltere, Türkiye’nin yakın gelecekte Avrupa Birliği’ne girme endişesinden dolayı birlikten ayrılıyor. Velhasıl, ister toplum mühendisliği deyin, ister algı yönetimi ama gerçek olan örgütlenmiş cehaletin ellerinde ülke, çıkışı olmayan bir bataklığa sürükleniyor…

Ülkenin perişan hallerini bırakıp futbola dönelim…

İngiltere’nin yaz ayında buz kestiği ve bir haftada iki kez Avrupa’ya havlu attığı İzlanda maçı sonrasında BBC’nin o enfes futbol programında eski kaptanları Alan Shearer konuşuyor, dinliyorum. “Milli takımın şahit olduğum en kötü performansı sonrasında son sekiz takıma bile kalamadan elendik” diyor, biraz sitemkâr, biraz öfkeli. Devam ediyor: “İzlanda’ya saygısızlık etmek istemem ama toplam nüfusu 330 bin ve FIFA sıralamasında 34. sırada olan bir takıma elenmiş olmak utanç verici!”

İzlanda… Kuzey Atlantik Okyanusu’nda 103 bin kilometrekarelik yüzölçümüyle minik bir Avrupa ülkesi. İngilizcedeki anlamı “Buz Adası”. Kişi başına düşen milli gelir sıralamasında 7. sırada. Ülkenin başkenti Reykjavik’te yaşayan insan sayısı 120.000, yani Kadıköy ilçesinin nüfusunun dörtte biri kadar. Avrupa Birliği’ne üye değil. 2009 senesinde üyelik için adım atmış, ancak 2013 senesinde ülke halkı arasında yapılan geniş katılımlı araştırmada halkın büyük çoğunluğunun üyeliğe karşı çıktığı görülmüş.

Ülkenin mavi kırmızılı futbol takımı, tarihinde hiçbir önemli şampiyonada yer alamamış. Dört sene öncesine kadar FIFA sıralamasında kendilerini ancak 90’lı sıralarda bulabilmişler. Ancak 2000’li yılların başından günümüze kadar geçen sürede kaydettikleri ilerleme takdire şayan. İzlanda, Euro 2016’nın sahne aldığı zamanlarda FIFA sıralamasında 34. sırada. Ülkede lisanslı futbolcu sayısı 21 bin. İklim koşullarından dolayı ülkede futbol kapalı sahalarda oynanıyor, futbol sevdalıları Premier Ligi izlemeyi seviyor. Teknik direktör Heimir Hallgrimsson 2013 senesinde takımın başına gelmiş, aynı zamanda iyi bir diş hekimi, Vestmannaeyjar adasında bir klinikte çalışıyor. Başarısının sırrını soranlara verdiği cevap kayda değer: “Kaliteli futbolculara sahip olmadan başarı gelmez. Ancak biz bireyler üzerine değil, takım oyununa dayalı bir sistem yarattık. Takımı çalıştıran hocalarımızın yüzde 70’nin ‘UEFA B’, diğerlerinin ‘A’ lisansı var. İzlediğiniz takımı yaratmak yaklaşık 10 sene sürdü. En iyileri hep bir üst kademeye atlatarak başarıyı ödüllendiren bir sistemimiz var. Euro 2016’ya gelmeden önce gruplarda oynadığımız maçlarda, Hollanda’yı iki kez yendiğimizi hatırlatmak isterim.”

İzlanda’nın profesyonel ligi yok, elit olanları Avrupa’nın farklı liglerinde forma giyiyor. Premier Lig tarihinde 16 İzlandalı futbolcu, futbolun beşiğinde boy göstermiş. En başarılıları 15 Eylül 1978 doğumlu Eidur Smari Gudjohnsen, onu da selamlamadan geçmeyelim. 1994 senesinde, henüz 18 yaşında, şehrinin takımı Valur Reykjavík’de başlayan kariyerinde Chelsea, Barcelona, Monaco gibi üst düzey takımlarda forma giydi; 2004–2005, 2005–2006 sezonlarında Premier Lig’de Chelsea’de, 2008–2009 sezonunda La Liga’da Barça ile şampiyonluklar yaşadı. 1996–2013 arasında İzlanda Milli Takımı’yla çıktığı 78 maçta 24 golü var unutulmaz golcünün…

Şimdilerin gözdesi ise Swansea City’de forma giyen orta saha oyuncusu Gylfi Sigurdsson. 2014 senesinde Tottenham’dan Swansea City’e transfer oldu, geçen sezon forma giydiği 34 maçta 11 golü bulunuyor.

• • •

İngiltere’ye gelince; dünya futbolunun en görkemli liginde mücadele eden 20 takımın kadrolarında bulunan 595 futbolcudan sadece 207’si İngiltere doğumlu. Bundesliga’da top koşturan topçuların yüzde 55’i Almanya Milli Takımı’nda oynama şansına sahipken, İngiltere’de bu oran sadece yüzde 33. Ve Premier lig takımların en değerli futbolcuları hep başka ülkelerin çocukları. Arsenal denilince akla gelen Petr Cech, Mesut Özil, Alexis Sanchez, Olivier Giroud. Manchester City denilince Sergio Aguero, Kevin De Bruyne, Yaya Toure… Chelsea’de ise Eden Hazard, Cesc Fabregas, Willian… Geçen sezon ligi şampiyon bitiren o küçük şehrin büyük takımının en önemli iki futbolcusu Cezayirli ve Fransız. 70 ve 80’li senelerde şehrinden yetiştirdiği çocuklarla esmiş kükremiş Liverpool’un Premier Lig’in kuruluşundan sonra forma verdiği yabancı futbolcu sayısı 110. Premier Lig’in perdelerini açtığı ilk hafta sonunda sahada yer alan futbolcuların yüzde 73’ü İngiliz iken, bu sayı geçmiş sezonlarda yüzde 30’a kadar düşmüş…

Teknik direktör meselesine gelince, İspanya’da UEFA A lisansına sahip teknik direktör sayısı 12.720… Bu sayı Almanya’da 5.500 iken İngiltere’de 1.178… Bu verilerin ışığında İngiltere Milli Takımı’nın hüsranına şaşırmamak gerek, hele de Rooney’den orta saha oyuncusu yaratmaya çalışan bir teknik direktörün ellerinde… Velhasıl, Gary Lineker’ın şampiyonalar üzerine kelamını İngiltere’ye uyarlarsak; futbol basit oyundur, 22 kişi 90 dakika topu kovalar, sonunda her zaman İngiltere şampiyonaya erken veda eder!

Ziya Adnan
5 Temmuz 2016

EURO 2016: Fransa yollarında -4…

EURO 2016: Fransa yollarında -4

Uzaklardan…

Bu yazının yazıldığı saatlerde, Türkiye’nin EURO 2016 performansı malumunuz… Takımın oynadığı, daha doğrusu oynamadığı iki maçtan sonra, Cumhurbaşkanı Erdoğan, Fatih Terim ve Arda’ya sahip çıkarak, “Utanmıyor musunuz?” diye sitem etmiş. Oysa içinde küfür ve hakaret olmadığı sürece herkes eleştirilir, inanmayan geçmiş turnuvalarda hayal kırıklıkları yaşayan İngiliz Milli Takımı teknik direktörleri hakkında yazılanlara baksın. Hele de millilerin başarısızlığının altında Mehmet Demirkol’un yazısında belirttiği prim meselesi varsa. (İçerisi yanıyor haberiniz olsun – 19 Haziran 2016). Taraftar dediğin kötü oynayan takımını, futbolcusunu eleştirir, hatta bazen dozunu da kaçırabilir. Maçı izleyebilmek için yüzlerce avro harcayıp, milyon avrolara oynayan ama mücadele etmeyen futbolcusunun gamsızlığı karşısında isyan ediyorsa, eleştirilmesi gereken taraftar değil, takım ve teknik direktördür. Sanırım yeni Türkiye’nin en büyük sorunu da eleştiriye olan bu tahammülsüzlüktür…

EURO 2016’da D grubunda oynadığı iki maçtan da puan çıkartamayan Türkiye grubun son maçında Çekoslovakya karşısında. Öğle saatlerinde bir kez daha Londra’dan düşüyoruz Fransa yollarına. Bu kez yolculuk arabayla…

Fransa’nın kuzeyinde, Paris’e 180 kilometre uzaklıkta Nord-Pas-de-Calais-Picardie bölgesinin 32 bin nüfuslu kasabası Lens. Geçmişte kömür madenleri ile bilinirmiş. Kasabanın 38.223 kapasiteli Stade Bollaert-Delelis Stadı, şampiyonada kullanılan 10 stadın en küçüklerinden. 1933 senesinden beri Fransa 2. Ligi’nde mücadele veren sarı kırmızılı RC Lens takımına ev sahipliği yapıyor. İnanması güç ama stadın kapasitesi kasabanın nüfusu kadar. 2015-2016 sezonunda 2. Ligi 6. sırada bitirmiş kasabanın takımı, sezonda 26.393 taraftar ortalaması yakalamış. Bizim futbol fakiri coğrafyada, oy kaygısıyla ülkenin dört bir yanına yapılan ama maç günleri boş kalan statları düşününce hayıflanmadan edemiyor insan. Bir anlasalar meselenin stat yapmak değil, o statları doldurmak olduğunu. Ama kafayı yedi tepeli bir şehrin üç takımıyla fena bozmuş bir coğrafyada ne mümkün!

Bu maçtaki rakibimiz Çek Cumhuriyeti FIFA sıralamasında 30. sırada, kadro değeri 48,3 milyon Sterlin. Teknik direktörleri Pavel Vrba 53 yaşında, 1981’den 1994’e kadar Banik Ostrava dâhil ülke futbolunun beş takımında forma giymiş. 2002-2003 sezonunda Banik Ostrava’nın teknik direktörü olarak sahaya çıktığı ilk maçta, Slavia Prague deplasmanından kalesinde gördüğü 7 golle dönmüş. Her teknik direktörün kâbusu, henüz ilk maçta hezimete uğramak! 2010 senesinde Viktoria Plzen tarihinde ilk kez onun teknik direktörlüğünde Çek Kupasını kazanmış ve o sezon ligin en iyi teknik direktörü seçilmiş. FC Viktoria Plzen’le kazandığı iki lig şampiyonluğu bulunuyor. Onun döneminde takım daha önce hiçbir Çek takımının başaramadığını başararak arka arkaya üç sezon UEFA Kupasına katılmaya hak kazanmış… Sahaya 4-2-3-1 dizilişiyle çıkardığı takım bilhassa kanatları çok iyi kullanıyor.

***

Takımın kaptanı Tomas Rosicky, 2006 senesinden geçen sezonun sonunda kadar Arsenal’de top koşturdu, nam-ı diğer “Küçük Mozart”. Son sezonlarda yaşadığı sakatlıklar nedeniyle takımdan uzun süre ayrı kaldı ama oynadığı maçlarda orkestra şefiydi 7 numara. Tempoyu ayarlayan, oyunu rakip yarı alana yıkan bir futbol dâhisi. Sezonun son maçında Arsenal’e veda ederken Emirates Stadı’nın tribünlerinde Rosicky formalılar selam duruyordu emektarlarına…

Çekler şampiyonanın yaşlı takımlarından, 23 kişilik takımın yaş ortalaması 29,3. Hırvatlar karşısında 89. dakikada buldukları gol grupta tek puanlarını getirdi. Gruptan çıkabilme ihtimalimiz zayıf ama Çekler karşısında alınacak iki farklı galibiyet ve diğer gruplarda alınacak sonuçlar tek umudumuz. İspanya karşısında sahaya çıkan 11’den üçü yedek kulübesinde, Volkan Şen, Emre Mor ve İsmail Köybaşı sahada. 2000 Avrupa Şampiyonasında 2-0 kazandığımız Belçika maçından sonra katıldığımız şampiyonalarda gol yemeden bitirdiğimiz 90 dakika olmamış. Rakibin en önemli eksikliği sakatlığı nedeniyle şampiyonayı kapatan Rosicky. Maçın başlamasına yarım saat kadar kala tribünlerde Mehter Marşı, muhtemel ülkenin geldiği noktayı en iyi anlatan. 10.dakikada Emre Mor sağdan getirdiği topu Burak’ın önüne bırakıyor, 1-0. Topla daha çok oynayan bizimkiler bu dakikalarda. 17’de kornerden gelen topa kafayı vuran Sivok ama bereket sağ direk yetişiyor imdada. 34’te sarı kartı görüyor Köybaşı ve hemen akabinde Plasil. Kontraya çıktığımız dakikalarda son topları iyi kullansak ikinci golü bulmak işten değil. Ama ülke futbolunun en büyük sıkıntısı bitirici forvet eksikliği değil mi zaten!

İkinci yarıda takımlar aynı kadrolarla sahada. 50’de sarıyı gören Hakan Balta. 60’da ceza yayının üzerinden dışarıya vuruyor. Maçın en iyisi Emre. Aynı dakikada Volkan’ın yerine Oğuzhan sahada. 65’de ceza sahasının içinden mükemmel vuruyor Ozan Tufan ve durum şimdi 2-0. Ah bir de sahaya atılan meşaleler olmasa! Golden sonra yerini Oğuzhan’a bırakıyor Emre. İlk iki maçta sahada duran milliler bu maçta canla başla mücadele ediyor. Son dakikalarda rakibimiz bir gol için yükleniyor ama savunmasında boşluklar bırakıyor. Maç bu sonuçla biterken bu kez mutlu dönüyoruz Londra’ya. Bir de Fatih Terim’in basın toplantısındaki, “Ne TRT’ye giderim, ne de sorularını cevaplarım!” çıkışı olmasa. Sahi, ne zaman bu kadar tahammülsüz oldu bu ülke? En sevinçli zamanlarda bile ortaya çıkan bu hüzünlü fotoğraf niye?

Dipnot: Bu yazının ertesinde İtalya’yı yenen İrlanda Cumhuriyeti gruplardan çıkmayı başardı. Biz ise eve dönüyoruz. Anlayacağınız bitti bitti demeden bitti Türk’ün Türk’e masalı!

Ziya Adnan
25 Haziran 2016

Euro 2016 - Lens...

Euro 2016 – Lens…

Euro 2016: Bir Türkiye analizi…

Euro 2016: Bir Türkiye analizi…

Uzaklardan…

Avrupa 2016 Şampiyonasına katılan 24 takımın 23 kişilik kadro değeri sıralamasında Türkiye 136,8 milyon Sterlinle 10. sırada. Grubumuzda yer alan diğer iki takım İspanya ilk (444 milyon Sterlin), Hırvatlar 7. sırada (216,1 milyon Sterlin)… Milli takım kadrosunun en değerli dört futbolcusundan üçü bizim topraklardan yetişmemiş devşirme futbolcular, tek istisna 29 yaşındaki Arda Turan. Arda 22,5 milyon Sterlin ile ilk sırayı alırken, onu 8 Şubat 1994’de Mannheim’da dünyaya gelmiş, futbol eğitimini Almanya’da almış Hakan Calhanoğlu (13.50 milyon Sterlin) takip ediyor. 3. sırada yer alan Oğuzhan Özyakup 23 Eylül 1992’de Hollanda’nın Zaandam şehrinde dünyaya gelmiş, hünerlerini AZ Alkmaar’da geliştirmiş. Oğuzhan’ın transfer piyasasındaki değeri 10.milyon Sterlin. 4. sırada yer alan 24 Şubat 1992 doğumlu Yunus Mallı, Kassel doğumlu, futbola şehrinin bölgesel liglerde yer alan KSV Hessen Kassel’da başlamış, 2010 senesinde Borussia Mönchengladbach’a transfer olmuş. Günümüz piyasasındaki transfer değeri 7.50 milyon Sterlin civarında. Milli takımın umut verenleri, futbol eğitimini başka topraklarda almış olanlar bu tabloda…

Grubun ilk maçında Hırvatistan karşısında sahaya çıkan 11’den sadece iki futbolcu Avrupa’nın üst düzey liglerinde forma giyiyor. Diğerleri bizim vasat ligimizin emekçileri, vasat diyorum, zira takımlarımızın Avrupa Kupalarında aldıkları sonuçlar ortada. Ligimizin şampiyonu Beşiktaş UEFA Kupasında grubundan çıkamazken, 700 bin nüfuslu şehrin takımı Sevilla 2006 senesinden beri UEFA Kupasını beş kez kazandı…

Dönüyorum grubun ilk maçında bizi eze eze yenmiş Hırvatistan’a. Maçın tek golünü atan ve maçın adamı seçilen 30 yaşındaki Luka Modric 37,5 milyon Sterlinle 23 kişilik kadronun en değerlisi. 9 Eylül 1985’de Hırvatistan’ın Zadar şehrinde dünyaya gelen futbolcu, Zadar ve Dinamo Zagreb’de alt yapı eğitimini aldıktan sonra 2008 senesinde Tottenham Hotspur’e, oradan Real Madrid’e transfer oldu. Bu sezon Real Madrid takımında 44 maçta forma giyen Modric Şampiyonlar Ligi’ni kazanan takımın dinamosu, 2013-2014 sezonunda La Liga’nın en iyi orta saha oyuncusu olarak gösterilmiş.

Türkiye karşısında farkı kaçıran Hırvatistan’ın ilk 11’inde yer alan futbolculardan Rakitic FC Barcelona’da, Mario Mandzukić Juventus’ta, Ivan Perisic ve Marcelo Brozovic İnter’de, Milan Badelj Fiorentina’da forma giyiyor. Dinamo Kiev’de top koşturan Domagoj Vida’yı da sayarsak, Türkiye’ye karşı sahada yer alan takım Avrupa’nın dört büyük liginde top koşturan topçulardan oluşmuş. Ama hepsi kendi ülke takımlarında yetişmiş futbolcular…

***

Neden mi yazdım bunları, bu şampiyonada alınacak netice ne olursa olsun futbol ülkesi olmadığımızı anlatma adına. Ülke futbolunda 2011 yılındaki şike depreminden sonra yaşananlara bakınca futbolumuzun hali ortada… UEFA’dan ceza almış kulüp başkanı hala kulübün başında, başkanlık yaptığını kulübü iflas noktasına getirmiş bir başkan şimdi ülke futbolunun en tepesinde. UEFA Kupası’nı kazanan tek Türk takımı mali tablosu nedeniyle UEFA’dan men yemiş durumda…

Kafayı bir şehrin üç takımıyla fena bozmuş, rekabetsizlikle lanetli beter bir düzen bizimkisi, sonu ta başından belli kötü bir hikâye… Maç günleri yurdun dört bir yanında oluşan bomboş tribün manzaraları ve bunu hiç dert etmeyen hedefsiz Anadolu kulüplerinin yöneticileri… Hiçbir ülke televizyonunun yayınlamaya değer görmediği, bizden başka kimsenin ilgilenmediği toz duman İstanbul derbileri… Parasızlıktan, ilgisizlikten, sahipsizlikten sürüm sürüm sürünen asırlık kulüpler ve onlara inat halkın paraları ile desteklenen, taraftarı ve kökleri olmayan belediye takımları… Velhasıl ligimizin kalitesi, karnesi ortada…

Haliyle milli takımın durumu da… Ne sistem var, ne ekol, ne oyun felsefesi… 2000 senesinden beri takımda görev almış teknik direktör sayısı dokuz… Bu, Terim’in takımdaki üçüncü dönemi. Bizim futbolun istikrarı da bu aslında!

Teknik ekibin gençleştirdiğini iddia ettiği kadronun yaş ortalaması 27… Ülkede stoper bulunmadığını düşündüğü için defansif orta saha oyuncularını savunmanın göbeğinde oynatan Terim’in forvet tercihi, kendi ligimizde geçen sezon ancak 8 gol atabilmiş Cenk Tosun. Çünkü ligin gol kralı bir Alman, ikincisi Kamerunlu. Eh, ligin en golcü 7 futbolcusu yabancı olursa, teknik direktör ne yapsın!

Çözüm mü?

Daha önce de yazmıştım, temeli olmayan hamaset edebiyatını, inandığımız tüm masalları bir kenara bırakıp, hikâyenin en başına dönmektir çözüm. Alt yapılara önem vermek, futbolda şehir milliyetçiliğini ve rekabeti yaratmak, üç büyükler masalını çöpe atmaktır çözüm. Maç günleri statları dolmayan bir ülkenin asla futbol ülkesi olamayacağını anlamaktır. Futbolu Anadolu’ya yaymak, yaşı geçmiş eloğullarına yıldız muamelesi yapmak yerine kendi çocuklarını Avrupa arenalarında parlatmaktır. Matah olan, en iyi zamanlarını Arsenal’de bırakmış Van Persie için servet harcamak değil, günümüz tabiriyle yerli ve milli Van Persie’lerini yetiştirmektir. Zira Türk futbolunun ithale değil, ihraca ihtiyacı vardır…

Velhasıl bu beter düzende bizim futbol sandığımız her şey aslında Türk’ün Türk’e masalıdır…

Ziya Adnan
20 Haziran 2016

Euro 2016; Fransa yollarında – II…

Euro 2016; Fransa yollarında – II…

Uzaklardan…

“Bir tren yolculuğu yaparız bir gün/sandviç falan yeriz/iyi günler değil uzakta” der Cemal Süreyya eşine yazdığı dizelerde… Paris yollarında bizimkisi de öyle bir yolculuk işte. Londra ile Paris’i, Manş denizinin altından birbirine bağlayan Euro tüneli 50 kilometre uzunluğunda, 1994 senesinde açılmış ve 9,5 milyar Sterline mal olmuş. İngiltere’de Folkstone limanından başlayan tünel Fransa’nın Calais şehrine kadar uzanıyor. Hızı saatte 160 kilometreye ulaşan hızlı trenlerle tüneli 20 dakikada geçip günün her saatinde Avrupa’nın iki büyük Başkenti arasında seyahat etmek mümkün. Anlayacağınız bizim diyarlarda iktidarın her daim methiyeler düzdüğü, Boğaz geçişi 1,5 kilometre olan Marmaray, Euro tünelinin yanında devede kulak misali!

O güneşli Cumartesi günü öğlen saatlerinde Londra’nın St Pancras istasyonu kalabalık, üç takımla 2016 Avrupa Şampiyonasında temsil edilen Britanya Adaları Paris’e akıyor. Avrupa ve Dünya Şampiyonalarında tek kupayı 1966 senesinde kazanmış İngiltere bir turnuvada daha umutlu, malum umut yolcusu yorulmaz. St Pancras istasyonundan hareketten 2,5 saat sonra Paris’in merkezindeyiz. O güneşli günde Paris’in merkezi cıvıl cıvıl, publar, kafeler, restoranlar futbol renklerine bürünmüş ziyaretçilerini ağırlıyor. O güzel şehir o gün Charles Baudelaire’nin enfes kitabı Paris sıkıntısını hatırlatıyor…

Türkiye’nin Hırvatistan karşısında sahaya çıkacağı Parc des Princes (Prensler stadı) 48,712 kapasiteli, şehrin güney batısında 1973 senesinden günümüze Paris Saint-Germain’e ev sahipliği yapıyor. Ülkenin 5. büyük stadında 2013-14 sezonunda 43,420 taraftar ortalaması yakalamış bu diyarların zenginler kulübü. Maça ilgi büyük, karaborsada biletler 300 Euro’ya kadar alıcı buluyor. Bu maç öncesinde bizimkiler FIFA sıralamasında ev sahibi Fransa’nın hemen altında 18. sırada. Rakip Hırvatistan Galler’in altında 27. sırada…

Geçmiş şampiyonlarda 6 kez karşılaşmış iki takım, 4 maç berabere biterken, iki maçta sahadan yenik ayrılmışız. O maçların içinde muhtemel en çok hatırlananı Euro 96’da Nottingham’da oynananı. Alpay’ın insafı sayesinde maçın son bölümünde golü atan Goran Vlaovic takımına üç puanı kazandırıyordu. 2008 senesinde bu kez Euro 2008’de bir kez daha kozlarını paylaştı iki takım, bu kez penaltılar sonucu maçı kazanıp yarı finale çıkan Terim’in öğrencileri olmuştu…

***

O maçtan 20 sene sonra Millilerin başında yine Fatih Terim, istikrarın ülke futbolundaki anlamı! O tarihten günümüze Hırvatlar 7 teknik direktörle çalışmış, 2015’de göreve gelen Ante Cacic 29 Eylül 1953 doğumlu, ülkenin ilk pro lisanslı futbol hocası Zagreb üniversitesinin beden eğitimi bölümünü bitirmiş. Türkiye son 20 senede 9 teknik direktör değişikliği yaşadı, bu Terim’in takımdaki 3. dönemi…

Avrupa şampiyonalarında 2000 senesinde çeyrek final, 2008’de yarı final oynayan Milliler, 1996 senesinde bu statta Fransa ile yaptıkları dostluk maçını farklı kaybetmiş ama son 8 resmi maçta mağlubiyeti bulunmuyor. Bu Hırvatların 5. Avrupa Şampiyonası, tarihlerindeki en büyük başarıları 1998 Dünya Kupasında yakaladıkları üçüncülük… İki takımda da birbirlerini yakından tanıyan isimler var, Arda Turan ve Ivan Rakitic Barça’da, Hakan Çalhanoğlu ve Tin Jedvaj Bayer Leverkusen’de top koşturuyor. Hırvatların golcüsü Mario Mandzukic grup maçlarında takımının 20 golünden sadece birini kaydedebilmiş, 30 yaşındaki 1.90’lık forvet hava toplarında etkili, 2012 ve 2013’de Hırvat futbolunun en iyisi seçilmiş. Yeri gelmişken, 18 yaşındaki Emre Mor’u da hatırlamadan geçmeyelim. Nordsjaelland’da geçirdiği başarılı sezondan sonra geçtiğimiz günlerde Dortmund’a transfer olan ofansif orta saha Danimarka yerine Türkiye’yi seçmesinin kendi kararı olduğunu söylüyor. Keşke Dortmund yerine Liverpool’u tercih etseydi, en azından Premier Lig’de izleme fırsatı bulurduk…

Milli takımın güçlü yanı, ofansif orta saha oyuncularının fazlalığı. Hakan, Arda, Olcay, Oğuzhan, Ozan, gününde hepsi de skoru değiştirebilecek oyuncular. İki kanat beki Gökhan ve Caner’i de ekleyince kaçınılmaz olarak hücumu fazlasıyla seven bir kadro çıkıyor ortaya. Topa sahipken iyi pas yapan, tehlikeli bir takım, ama top rakipteyken kolay pozisyon veren, orta sahada presi sevmeyen yönü de var. Hırvatların orta saha üçlüsü Modric, Rakitic ve Brozovic boş alan bulduklarında fark yaratan oyuncular. En tehlikelileri şüphesiz Luka Modric, 30 yaşındaki yaratıcı orta saha grup maçlarında üç sene aradan sonra Milli takımdaki ilk golünü Azerbaycan karşısında kaydetmişti…

Millilerin baş ağrısı savunmanın ortasında, malum kaliteli stoper meselesi nicedir ülke futbolunun kanayan yarası. Bir de golcü meselesi var elbet, bizim vasat ligin geçen sezon en golcü 7 futbolcusunun yabancı oluşu meselenin özeti. Bu maçta savunmanın ortasında Mehmet Topal ve Hakan Balta. 43,842 taraftarın önünde, henüz 3’de tehlike yaratıyor Hırvatlar, sağdan gelen ortayı Rakitic yakın direkte değerlendiremiyor. 26’da Ozan Tufan Gökhan’ın ortasına kafayı vuruyor ama kaleciye. Sonrasında orta saha üstünlüğünü sağlayan Hırvatlar sağdan getirdikleri toplarda etkili oluyorlar. Caner’in önünde oynayan Arda’nın savunmaya yardım etmeyişi rakibe hücum üstünlüğü sağlıyor. 41’de savunmanın gelişigüzel ceza sahası dışında uzaklaştırdığı topa mükemmel vuruyor Modric, Hırvatlar öne geçiyor.

2. yarıya Oğuzhan’ın yerine Volkan’ı alarak başlıyor Terim ama orta sahada top kazanabilecek oyuncu eksikliği kendini gösteriyor. 52’de Darijo Srna’nın frikiği, 72’de Ivan Perisic’in kafa vuruşu üst direkten dönüyor. Avrupa’nın üst düzey liglerinde sadece iki futbolcusu bulunan takımımızın kaderini bir kez daha kendi liginin kalitesi belirliyor. Maçın adamı Luka Modric…

Bu sonuçla katıldığı son dört Avrupa Şampiyonasında ilk maçları kaybetme alışkanlığına devam ediyor Milliler. Üstelik bir sonraki durakta daha zoru bizi bekliyor…

Ziya Adnan
17 Haziran 2016

Euro 2016; Fransa yollarında…

Euro 2016; Fransa yollarında…

Uzaklardan…

Ülkenin iç acıtan hallerine bakarken yeni Türkiye’de artık hiçbir şeyin şaşırtmadığını fark ediyor insan. Biliyorsunuz, günlerdir Cumhurbaşkanının üniversite diploması olup olmadığı tartışılıyor. Hayatın normal akışında, bırakın devletin en üst makamını, herhangi birinin diploması tartışma konusu olsa, o kişi diplomasını gösterir ve konu kapanır. Bizde yapılan ise diploma arşivine erişimin mahkeme kararıyla yasaklanması! Ne diyeceksin ülkenin bu garip hallerine, bu kötü yolun nereye varacağını bildiği halde yürümekte ısrar edenlere ne diyebilirsin?

Ülkenin iç acıtan hallerini bir yana bırakıp yakında başlayacak Euro 2016’ya bir göz atalım bu hafta, futbolun götürdüğü yerlere gidelim…

İlk kez benim dünyaya geldiğim zamanlarda, 1960 senesinde düzenlenmiş Avrupa Futbol Şampiyonası, fikir babası Henri Delaunay adında bir Fransız. Fransa Futbol Federasyonunun genel sekreterliğini yaptığı zamanlarda, 1927 senesinde önermiş turnuvayı ama hayata geçişini görememiş futbol sevdalısı. İlk Avrupa Şampiyonası ölümünden üç sene sonra, 1960 senesinde dört takımla düzenlenmiş…

O günden bu zamana dört senede bir düzenlenen turnuvayı dokuz ülkenin milli takımları kazanmış, en fazla kazananlar listesinde ilk iki sırada Almanya ve İspanya bulunuyor, üçer kez kazanmışlar o görkemli kupayı. Gary Lineker’a da selam çakalım bu vesileyle. “Futbol basit oyundur, 22 adam 90 dakika boyunca topun peşinde koşar ve sonunda Almanya kazanır!” demiş vaktiyle. O yüzden bu turnuvada da Panzerlerin İspanya ile birlikte favori olmasına şaşırmamak gerek…

İlk zamanlarında az sayıda takımın katıldığı turnuvanın formatı (mesela 1980 senesinde 8 takımla düzenlenmiş) zaman içinde değiştirilerek daha çok takımın katılmasına izin verilmiş. 1996’dan beri 16 takımla düzenlenen turnuva, Fransa 2016’da yeni formatıyla karşınızda; altı grup, 24 takım. Elemelere, tarihinde ilk kez Cebelitarık da katılmış. Elemelerin en farklı yenilgisini sekiz gol yedikleri Polonya karşısında almışlar. Beş ülkenin takımı tarihinde ilk kez şampiyonaya katılacak, Gareth Bale’in takımına selam olsun! Daha önce iki kez Avrupa şampiyonası düzenleyen Fransızlar (1960, 1984) aradan geçen 22 seneden sonra bir kez daha ev sahibi…

Bu turnuvada gruplarını en iyi 3. olarak bitirmiş takımlar da bir üst tura çıkmaya hak kazanacak; haliyle oynanacak maç sayısı da 31’den 51’e çıkıyor. 10 Haziran’da başlayacak turnuva 10 Temmuz’a kadar sürecek. Anlayacağınız bir aylık futbol şöleni, sevgili Tanıl Bora’nın tanımıyla “futbol müminlerinin Ramazanı”…

***

Turnuva olur da, maskotu, müziği, çalgısı, çengisi olmaz mı? Euro 2016’nın maskotu “Süper Victor” adında yarı çocuk, yarı süper kahraman bir Fransız bebesi. Fransa Milli Takımının renklerini taşıyan pelerini, kramponları, eldivenleri ve topuyla tam bir futbol kahramanı. Adını 2014 senesinde 107.790 kişinin katıldığı anket sonucunda almış, “Victory” (Zafer) ve “Süper” sözcüklerini bir araya getirerek Fransa Milli Takımına ilham verecek uçan bir kahraman yaratmışlar.

Maçlar 10 şehrin 10 stadında oynanacak. Parc des Princes, Vélodrome ve Municipal statları o statların en eskileri. 1938 Dünya Kupasına ev sahipliği yapmış o futbol mabetleri. 10 Haziran’daki açılış maçında ev sahibi Fransa ile Romanya kozlarını paylaşacak. Bahis meraklıları için, Türkiye’nin şampiyonluğuna 1’e 80 veriyor bahis şirketleri, turnuvanın dişli takımlarından Belçika’nın oranı ise 1’e 11. Leicester City’nin şampiyonluğundan ilham alanlar için 1’e 500 ile Kuzey İrlanda rüya gibi tercih….

Futbolun yıldızlarının sahne alacağı şöleni sakatlık ya da 23 kişilik kadroya girememe nedeniyle kaçıranlar da var elbet. Vincent Kompany, Raphael Varane ve Marco Reus sakatlıkları nedeniyle takımlarının kadrolarına alınmayanlar. İyi bir topçu adına muhtemel en büyük hüsran, o büyük şölende boy gösterememek…

Kadroya giremeyenler içinde en fazla tartışma yaratanı Danny Drinkwater’ın İngiltere Milli Takımına alınmaması. 26 yaşındaki defansif orta saha oyuncusu geçtiğimiz sezon Premier Lig’in en iyileri arasındaydı ve kaptanlığını yaptığı Leicester City ile şampiyonluk kupasını kaldırdı. Sezonun neredeyse tamamını sakat geçirmiş Jack Wilshire’ı kadroya alıp, şampiyonlukta payı büyük olanı evde bırakmak anlaşılması güç bir teknik direktör seçimi…

Şampiyonada yer almayacaklar arasında Dejan Lovren (Hırvatistan), Javi Martinez (İspanya), İsco (İspanya), Mario Balotelli (İtalya) ve Karim Benzema (Fransa) da bulunuyor…

Endüstriyel futbolun el yakan bilet fiyatlarından mustarip futbolseverler de maçlara gidebilsinler diye bilet fiyatlarını ucuz tutmaya çalışmışlar. 51 maçın 43’ünde geçerli en ucuz bilet 25 Euro (75 Lira). Toplam biletin yüzde 75’i, 24 takımın 2,5 milyon taraftarına sunulmuş, final maçının en pahalı bileti 895 Euro ama karaborsada kaça gider zaman gösterir!

Ziya Adnan
7 Haziran 2016

Sheffield Wednesday: Baykuşlar’ın hüznü…

Sheffield Wednesday: Baykuşlar’ın hüznü…

Uzaklardan…

İngiltere’nin kuzeyinde Yorkshire bölgesinde kurulmuş, adını içinden geçen nehirden alan 564 bin nüfusa sahip tarihi bir şehir Sheffield. 19. yüzyılda çelik üretimiyle adını dünyaya duyurmuş, 2. Dünya Savaş’ından sonra ekonomik sıkıntılarla işsizlik girdabına sürüklenmiş, günümüzde iki büyük üniversiteye sahip, ülkenin en yeşil şehirlerinden. Kişi başına düşen ağaç miktarında Avrupa’da ilk sırayı almış, şimdilerde biraz sessiz, kendi halinde… İşte o yeşil şehrin en eski takımı Sheffield Wednesday, nam-ı diğer Owls (Baykuşlar). Aslında yalnız şehrin değil, dünya futbolunun en eski kulübü olarak nam salmışlar futbol âleminde. Kuruluş hikâyeleri ilginç: 1820 senesinde “The Wednesday Cricket Club” olarak kurulmuşlar, maçlarını çarşamba günleri oynadıkları için kulübün adına kendilerince o kutsal günü de eklemişler. 4 Eylül 1867’de sporcularını kış aylarında formda tutabilmek için aynı isimde bir futbol takımı kurmuşlar ve ilk resmi maçlarını 1868 senesinin Şubat ayında oynamışlar. 1980 ve 1990’lı yıllarda Ada futbolun en üst liginde mücadele ederken, 1993 senesinde Federasyon Kupasında finale kadar yükselmişler. 1992-1993 sezonunda UEFA Kupasında boy göstermişlikleri var. Ama sonra düşüşe geçmiş takım ve 1999-2000 sezonunun başında küme düşmüş. Bir kez düşmeye gör, parasal sıkıntılarla boğuştukları 2002-2003 sezonunun sonunda bu kez League One’a (3. Lig) düşmüşler. Hikâyenin sonrası sonra 16 sene alt liglerde maziye ağıt yakarak geçmiş zamanlar…

Bu sezon Champiıonship’i 6. sırada bitirerek play-off’a kaldı Baykuşlar ve finale yükselme maçında Premier Lig’e terfiyi gol averajı ile Middlesbrough’ya kaptırmış Brighton’u elediler. Teknik direktörleri Carlos Carvalhal tanıdık bir isim, 2011–2012 sezonunda Beşiktaş’ı, 2012’de İstanbul Büyükşehir Belediye’yi çalıştırmıştı 50 yaşındaki Portekizli…

• • •

O güneşli cumartesi gününde, görkemli Wembley Stadı’nda Premier Lig’e yükselme maçında Sheffield Wednesday’in rakibi Hull City. Onlara da selam çakalım yeri gelmişken; 1904 senesinde kurulmuş 256.000 nüfuslu Hull şehrinin sarı siyahlı futbol takımı. Mazilerinde büyük başarıları yok; ne Şampiyonlar Ligi, ne UEFA Kupası… Uzun seneler şehirde yer alan iki büyük rugby takımının gölgesinde, kimi zaman alt liglerde, kimi zaman Premier Lig’e tutunma savaşlarında geçmiş zamanlar. 2010 senesinden bugüne iki kez yükselip iki kez düşmüşler ligden, onlar da geçen sezon bıraktıkları yere dönme arzusunda…

2015-2016 sezonunu rakibinin dokuz puan üstünde bitirmiş Hull City ama birbirlerine karşı oynadıkları maçlarda Baykuşlar’ın bariz üstünlüğü var. 49 maçın 20’sini kazanmışlar, 18 maç berabere bitmiş. O güzel Londra gününde tribünlerde 70.189 taraftar, uzak şehirlerden takımlarını desteklemeye gelmiş. Zaten bir şehri tribünden sevmek değil mi taraftarlık!

Muhtemel iki takım için de tarihlerinin en büyük maçlarından, malum gelecek sezon Premier Lig’de boy gösterecek olmanın parasal cazibesi. Ligin yayın haklarını elinde tutan Sky ve BT 2015 senesinde 5,1 milyar Sterlin ödeyerek sözleşmeyi 2018-2019 sezonunun sonuna kadar uzattı. Haliyle kulüpler de nasibini aldı bu paradan. Deloitte’a göre lige yükselecek takımın gelecek üç sezonda kasasına girecek miktar 170 milyon Sterlin civarında…

23 sene ilk kez Wembley’de boy gösteren Wednesday tam kadro ama rakibin kadrosunda Tom Huddlestone, Curtis Davies, Jake Livermore gibi Premıer Lig deneyimi olan topçular var. Tottenham’dan tanıdığımız Huddlestone henüz 4. dakikada yokluyor Wednesday kalesini. Baykuşlar’ın ataklarında Forestieri tehlikeli, çabuk forvet arayan Anadolu kulüplerine 26 yaşındaki İtalyan itinayla önerilir. Henüz 16 yaşında Boca Juniors’da ilk maçına çıkmış. Maçın ilk bölümlerinde iki takım da rakibinin açığını arayan boksör misali. Gol atmaktan çok yememe üzerine kurulmuş ilk 45 dakika golsüz kapanıyor. 58’de golü kaçırıyor Hull City, teknik direktör Steve Bruce kaçan gole hayıflanıyor kenarda. İlk dakikalarda oyuna genişlik kazandıran Wednesday yükleniyor Hull kalesine ama iki takım da son vuruşlarda yetersiz. 72’de golü buluyor Hull City, Mo Diame ceza sahası dışından enfes vuruyor. 28 yaşındaki Senegallinin golünden sonra yıkılıyor Hull tribünleri, şimdi Premier Lig’e çok yakın Bruce’un öğrencileri…

Maçı tek golle kazanan Hull City geçen sezon bıraktığı yere dönerken, mavili Wednesday en azından bir sezon daha bekleyecek. Hemen önümde oturan o küçük Wednesday taraftarının gözyaşları play-off maçlarında kaybetmenin hüznünü anlatıyor. Ne diyelim futbolun içinde gözyaşı, minicik yürekleri burkulmuşları ağlatmak da var!

Ziya Adnan
31 Mayıs 2016