Yenmek kadar yenilmek de vardı…

Yenmek kadar yenilmek de vardı…

Uzaklardan…

Biz böyle olmasını istememiştik oysa. Çok küçükken, boş arsalarda top peşinde koştuğumuz zamanlarda fena sevdalandığımız o güzelim oyunun bu kadar kirleneceğini düşünememiştik. Kim bilir, şimdiki kadar olmasa da belki o zamanlarda da kirliydi futbol ama fark etmemiştik. Maçta arkamızda oturan yaşlı adam “Satılmış hakem!” diye bağırdığı zaman güler geçerdik. Çocuktuk işte; sonu hep güzel biten eski Türk filmleri gibi sanırdık hayatı. Ve futbol da haliyle o hayatın önemli bir parçasıydı. Tarih kokan eski Ankara evlerinin tam ortasında yer alan o eski statta izlemiştim ilk maçımı. Sarı-siyah PTT’nin maçıydı; naklen yayın arabaları filan yoktu stadın dışında. Maçın sonunda yenilmişti galiba PTT. Üzülmüştüm. “Üzülme” demişti babam, “Gelecek maçta yenerler. Futbolda yenmek kadar yenilmek de var…” Ne kulüp başkanının, ne federasyon başkanının, ne de yöneticilerin adını bilirdim. Taç çizgisi kenarındaki 7 numaralı kıvrak, süratli futbolcu kalmıştı aklımda. Bir de babamın o cümlesi. Nereden bilebilirdim, seneler sonra güneşli bir İstanbul gününde, bir çay bahçesinde o fırtına 7 numara (Metin Kurt) ile o eski günleri konuşup, yâd edeceğimizi…

“O günlerde de şike vardı” demişti. “Futbolda şike, doping, mafya, kumar, ırkçılık, küfür, şiddet yoktur diyen yalan söyler. Şike nedir? Rüşvetin spordaki adıdır. Bir ülkede rüşvet varsa sporda olmaması mümkün mü? Kara paranın döndüğü bir ortamda mafyanın olmaması mümkün mü? Futbolcular bir batakhanede yüzüyorlar… Bu bataklığın şiddet yasası ile kurutulması mümkün değil… Ancak spor yasası ile çözümlenebilir. Şu anda spor bir meslek olarak bile tanımlanmıyor ülkede.“ diye eklemişti.
***
O konuşmadan çok önce başlamıştı 3 Temmuz süreci. Yine güneşli bir yaz gününde. Yöneticiler, futbolcular, teknik direktörler, başkanlar velhasıl futbolun yatak odasına girmiş kim varsa gözaltına alınmıştı. Herkesin çok uzun zamandır varlığından haberdar olduğu, herkesin içten içe bildiği ama hep görmezden geldiği şike meselesinin öylece paldır küldür gözler önüne serilmesinin, öylece ortalığa saçılmasının yarattığı şaşkınlığın bitiminde umutlanmıştık. Şimdi onca senenin kirini pasını temizleme zamanıydı. Şimdi ülke futbolunda yeni, temiz bir sayfa açılacaktı. Açılmaz denen kapı, o Temmuz sabahı hiç beklenmedik bir anda aralanmıştı. Umutlanmıştık. Sonu hep güzel biten eski Türk filmleri gibi bitecekti her şey. Sonunda iyiler kazanacaktı.
Ama bir türlü gerçekleşmedi beklenen temizlik. Biz bekledikçe umutlar azaldı. İyiler kazanmadı. Zaten en iyisinin en kötüsü kadar kirlenmiş olduğu yitik bir düzende herkesin bir hesabı vardı. Kimse kimseden daha temiz değildi aslında. Zamanla herkesin aynı anda bağıra bağıra konuştuğu kalabalığın tam ortasında bulduk kendimizi; o bilgi kirliliğinin tam ortasında. Onca gürültüde kendi söylediğimizi bile duyamaz olduk. Yayıncı kuruluşun saadeti, kulüpler birliğinin menfaatleri, ülke futbolu batar söylemleri, hukuk adamları, futbol programları, yorumcular, tapeler, tapeler…
Hukukun gücü denilerek çıkılan yolda, gücün hukuku yol gösterir hale gelirken kaybettik yönümüzü…
***
O konuşmadan önce istifa etmişti, kuralları uygulamak yerine bırakıp gitmeyi tercih eden Futbol Federasyonu başkanı. Ne hazin! Kim bilir, belki de taraftarı olduğu takımı küme düşüren başkan olarak hatırlanmak istememişti. Oysa o koltuğa oturan yöneticinin tarafsız olması gerekirdi. Ama nasılsa nicedir unutmuştuk ülkece o ilkeyi, boş vermiştik. İşin garibi, alışmıştık boş vermişliğe. Adalet bizden yana tecelli ettiği sürece kimsenin adalet filan istediği de yoktu aslında…
Zaten gidenin yerine gelen, meseleyi tatlıya bağlamıştı çoktan. 58. madde değiştirilmiş; şike yapanların küme düşürülme cezası hayatımızda hiç olmamış gibi kayıtlardan bir gecede silinmişti. “UEFA mutlaka duruma el koyar!” dedik; “UEFA bu kadarına göz yummaz!” dedik.
Nereden bilebilirdik, UEFA’nın üç maymunu pek sevdiğini, bizim gibi onların da haylidir yönünü kaybettiğini…
***
Geçmişte, “Ben şampiyonlukların sahada kazanıldığını zannediyordum, yanıldığımı öğrendim. Bundan sonra göreceksiniz!” diye rakiplerine meydan okuyan, şike ve örgüt kurmak suçundan hatırı sayılır ceza almış, 105 senelik köklü bir kulübün başkanının tahliyesi sonrası, bir savaş kahramanı misali sevinç çığlıkları ile karşılandığı zamanlarda yazdım bu yazıyı. Sözün bittiği zamanlarda… Uzadıkça cıvıklaşan, uzadıkça insanı içine çeken bir bataklığı andıran o perişan sürecin ardından… Kimilerine göre bu işte cemaatin parmağı vardı, kimilerine göre futbol pastasından daha fazla pay almak isteyen siyasi güçlerin… Kimileri, “Şike var ama sahaya yansımamış” dedi, kimileri, “Şike zaten hep vardı” söylemiyle geçiştirdi meseleyi; şikenin hep var olması bundan sonra da var olmasını gerektirirmiş gibi… Neticede döndük dolaştık başladığımız yere geldik; biraz daha umutsuz, biraz daha yorgun…
Biz böyle olmasını istememiştik oysa. Çok küçükken boş arsalarda top peşinde koştuğumuz zamanlarda sevdalandığımız o güzelim oyunun bu kadar kirleneceğini bilememiştik. Biz futbolu severken, aslında Baba Hakkı’yı, Lefter’i, Metin Oktay’ı, Ertan Adatepe’yi, Metin Kurt’u, velhasıl bize adına futbol denen o güzel oyunu sevdirenleri sevmiştik…
Arkamızda oturan yaşlı adam “Satılmış hakem!’ diye bağırdığı zaman güler geçerdik…
Futbolda yenmek kadar yenilmek de vardı…
Ziya Adnan
15 Temmuz 2012
 EskidenCebeciStadi