Sezaryenle gelen cezalar…

Sezaryenle gelen cezalar…

Uzaklardan…

Her tekinsiz futbol hikâyesinden geriye bir önceki hikâyenin izleri kalır…
Çok zaman önce (13 Şubat 2011-Birgün) yazmıştım yine bu köşede, “Futbolun Geleceği: Financial Play Meselesi” başlıklı yazımı… Borcun en büyük yoksulluk olduğunu, her transfer sezonunda har vurup harman savuran takımlarımızı bekleyen tehlikenin büyüklüğünü, gelecekte takımlarımızın canının fena yanacağını, meselenin ürküten boyutunu anlatmaya çalışmıştım kalemim yettiğince.

Zaten perşembenin gelişi çarşambadan belliydi; bu işin er veya geç bir yerde patlayacağı da…

Ve o yazıdan yaklaşık 16 ay kadar sonra…

Siz gündemi kürtajla, sezaryenle oyalarken göz açıp kapatıncaya kadar oldu, bitti her şey. Hani “UEFA da kim oluyor? Ne hakları var iç işlerimize karışmaya?” tadında konuşmalar yapıyordunuz; hatta temizlik operasyonu ve ülke futbolundaki yangını söndürmek için kendi kulübünü borç batağına sürüklemiş, tüp sektörünü iyi bilen birini futbolun kurtarıcısı olarak o koltuğa oturtmuştunuz ya…

Hani, kişilerle kurumları ayırmak gerekiyordu, ülke futbolu dimdik ayaktaydı, gerekirse İngilizler gibi bir süre Avrupa arenalarından uzak kalırdık. Margaret Thatcher örneğini vermiştiniz, çiçeği burnunda Federasyon Başkanı da söylediklerinizi alkışlamıştı. Kara kaplıda yazılanları uygulamak yerine, istifa etmeyi tercih eden bir Federasyon Başkanı’ndan sonra gelen Demirören ve ekibi, azim ve kararlılıkla görevlerine sarılmışlardı. Kimsenin hiçbir şeyden tereddüt etmemesi için canla başla çalışıyorlardı; kaybolmaya başlayan güven ortamını tekrar kurmak, futbolumuzun önünü yeniden açmak amacında olduklarını söylemişlerdi, dinlemiştik.

Hani öyle ya da böyle UEFA’yı halletmiştiniz!

Nasılsa zamanla sular durulurdu, unutulurdu unutulması gereken.

Ama düşündüğünüz gibi olmadı. Alın işte, siz zamana oynarken, uzatma dakikalarında, üstelik sezaryenle geldi cezalar. “Kim oluyor?” dediğiniz, kafa tuttuğunuz, diklendiğiniz UEFA, önce Beşiktaş’ın, sonra Bursaspor ve Gaziantepspor’un bir yıl Avrupa kupalarından men edildiğini duyurdu. Sanırım o gün tarihinin en acı yenilgisini aldı siyah-beyazlı takım; zira hiçbir yenilgi bu kadar onur kırıcı olamazdı. Başkanlık koltuğunda bulunduğu yaklaşık 8 senede, 8 teknik direktörle yollarını ayıran Demirören ülke futbolunun başına geçerken, eski takımı önüne konan o ağır faturayla kala kaldı; nicedir kötü yönetilmenin bedeli ağır oldu…

Velhasıl kişilerle kurumlar tam da istediğiniz şekilde ayrıldı!

***

Ve sanırım bu “aforoz” başlangıç olacaktır ülke futbolunda. Diğer takımlarımız, hatta ulusal takım da muhtemel katılacaktır o berbat yolculuğun ta en başından lanetlenmiş kervanına. Hele şu şike davasıyla ilgini kararını açıklasın UEFA, hele beklenen o gün gelsin. O zaman şark kurnazlığı ile bir çırpıda yazdığınız, “kişiler ve kurumları ayırma” komedisinin finalini hep birlikte izleriz birlikte.

İşte o zaman, dengeler bozulmasın diye, yayıncı kuruluşun saadetine gölge düşmesin diye, büyükler tökezlemesin diye, “Kulüpler Birliği” (“Ezikler Birliği” demek daha doğru olur!) zarar etmesin diye görmezden geldiğiniz her şey, hiç olmamış gibi, hiç yaşanmamış gibi bin bir zahmetle halının altına istifledikleriniz savrulurken havaya, oyun biter; perdeler iner; yanar ışıklar…

***

Aslında UEFA’dan gelen cezaların çok da umurunuzda olduğunu düşünmüyorum. Velev ki mali tablo yüzünden gelen cezalardan sonra, bir ceza da şike davasından gelse ülke takımlarına! Velev ki, iki sene, üç sene, beş sene! Olacaklar belli değil mi?  Önce kuyruğu dik tutup efelenme halleri, “Sen de kim oluyorsun UEFA?” söylemleri, Platini’ye protesto mailleri, yana yakıla yürüyüşler, CAS’a başvurma tehditleri…

Sonra döneriz yine kendi dünyamıza, kapılıp gideriz bahtımızın rüzgârına. Unuturuz, hiç yaşanmamış gibi, hiç olmamış gibi… Döneriz dünyanın en büyük derbisine (!), üç büyükler yalanına, Avrupa futbolunun en büyük 6. ligi olduğumuza, ülke futbolunun marka değerine, havaalanlarında yabancı futbolcu karşılamalarına, pazar akşamlarının baygın futbol programlarına, tat vermeyen seyircisiz maçlara, o kocaman futbol kandırmacasına. Döneriz kurgulanmış futbol yalanımıza. Alın işte, İngiltere Premier Lig’i 8. sırada bitirmiş, tarihinde Premier Lig şampiyonluğu bulunmayan Liverpool’un, geçtiğimiz sezon kadrosuna girmekte zorlanan, temmuz ayında 32 yaşına basacak olan Dirk Kuyt’un transferini ülke medyasının duyuruşu: “Dünya yıldızı Türk futbolunda!” 32 yaşındaki futbolcuya üç senelik sözleşme veren kaç İngiliz takımı vardır acaba? Ülke, futbol âleminde Katar’dan bir önceki durak olma yolunda, emin adımlarla…

Velhasıl bunca zaman kendi kendimize uydurduğumuz ve dinledikçe inandığımız, hükmü sadece Edirne’den Van’a, Türk’ün Türk’e anlattığı ne kadar masal varsa…

Bakın işte, UEFA’dan gelen cezaların ertesinde TFF’nin internet sitesinde konuyla ilgili tek satır bile yazılmayışına, gerçeğin yüzüne bakamayışımıza…

Hep böyle olur zaten, bizim hikâyelerimizden geriye bir tek biz kalırız. Her tekinsiz futbol hikâyesinden geriye bir önceki hikâyenin izleri kalır. Futbolun kendisine ihanet ettiği bir coğrafyada her kötü hikâyeye, en az onun kadar kötü bir hikâye daha eklenir. Ülke futbolunda değişmeyen tek şey o kötü hikâyelerdir. Son 50 senede sadece bir Dünya Kupası’na katılabilmiş, yaşadıklarından asla ders çıkarmayan bir ülkenin futbolu da o kötü hikâyeler kadar sıkıntılıdır. Velhasıl, kendi gerçeğiyle hesaplaşmayı beceremeyen ve ne yazık ki hiç becerememiş bir ülkenin futboluna UEFA’nın el atması olağandır. Bugün mali tablolar yüzünden gelen cezalara, yarın şike meselesi de eklenirse şaşırmayasındır. O yüzden artık oynamayın televizyonunuzun ayarıyla, sorun yayındadır…

Siz gündemi kürtajla, sezaryenle oyalarken oldu, bitti her şey… Yağdı UEFA’dan cezalar ülke takımlarına, göz açıp kapatıncaya…

Ziya Adnan

10 Haziran 2012

UEFAdanCeza