Senin futbol sandığın…

Senin futbol sandığın…

Uzaklardan…

Sayın Cumhurbaşkanı, “500 milyon Dolara mal olmuş Ak-Saray için buralar ülkenin itibar makamlarıdır,” diyor ya, biz de bildiğimiz topraklardan örnek verelim itibarın saraylarla, taş duvar binalarla ölçülmeyeceğini gösterme adına. İngiltere Başbakanı’nın ikamet ettiği 10 Downing Street Westminster Belediyesine bağlı, halk arasında “Number 10” olarak bilinen 330 senelik bina, 1684 senesinde inşa edilmiş; tarihinde nice devlet büyüklerine ev sahipliği yapmış. Dışardan bakıldığı zaman bırak sarayı, bildiğin sıradan bir ev, öyle 1000 odası filan da yok. O dünyaca ünlü mekânda ikamet edenler arasında, 2011 senesinde Başbakanlık çalışanları tarafından barınaktan alınmış Larry adında bir kedi de var. Üstelik Larry’nin tüm masrafları halkın ödediği vergilerle değil, Başbakanlık çalışanları tarafından karşılanıyor. Anlayacağın itibar binalarla, saraylarla değil medeniyetle, ülkede insanların nasıl öldüğü, hayvanlarına nasıl davranıldığı ile ölçülür, naçizane bir hatırlatma…

Neyse… Sarayları, kedileri, Ortadoğu ülkeleriyle özdeşleşmiş içi boş gösterişi bir kenara bırakıp dönelim bu haftaki konumuza…

Nicedir, adına futbol denilen o güzelim oyunun ülke futbolseveri için paranoyak bir aşk hikâyesine dönüşmüş yazık bir masal olduğunu, “büyük” yakıştırmalarının, “hiç bitmesin” temennilerinin, televizyon kanallarında saatler süren üç takıma güzellemelerin, Televole geyiklerinin, gazetelerin spor sayfalarında büyük puntolarla yazılan cümlelerin, övünmelerin, böbürlenmelerin, kibrin, her sezon başında patlatılan bomba transferlerin, pastanın çileğinin, ülkenin tribün hallerinin, formalardaki yıldızların, köprüdeki bayrakların, borç içinde yüzen takımlarımızın aslında koskocaman bir yalan olduğunu, ta en başından beri kendi uydurduğumuz futbol yalanlarına inanarak yaşayıp gittiğimizi, bu yitik düzenin değişmesi gerektiğini, tribünleri dolmayan bir ülkenin futbolunun asla gelişmeyeceğini söyler dururum…

Nietzsche’nin, “Yalan söyleyene karşı tetikte olmaktansa beni aldatmalarına izin veririm,” cümlesi pek güzel özetler ülke insanının futbol ile olan ilişkisini. Zira o bahtsız coğrafyada delicesine sevilen futbol, her Avrupa serüveninde o kaçınılmaz gerçeği bir tokat gibi yüzümüze vurur. Her sezon Avrupa hüsranı daha güz günleri gelmeden, daha yapraklar dökülmeden, okullar açılmadan, minikler okul yollarını tutmadan başlar. Yaz biterken Şampiyonlar Ligi veya UEFA ön elemelerinde ortaya çıkar en büyük Türk yalanı, bazen Kıbrıs Rum kesiminin pek vasat, bazen Norveç liginin adı sanı duyulmamış en zayıf takımlarından birinin karşısında. Kimi zaman Rusya’nın soğuğunda donar kalırız, kimi zaman Kuzey Londra’nın görkemli bir stadında. Kimi zaman bir İspanyol takımı eler geçer bizi, kimi zaman 6 milyonluk Hollanda’nın bütçesi sınırlı bir takımı. Sonra tepetaklak geri döneriz masal dünyamıza. Her sezon başında bir sonraki sezonun Avrupa macerasını düşler, ama hemen her sezon hep aynı hüsranları yaşarız. Aynı teranenin içinde bir anda kimsecikler olma halleri…

***

1992-1993 sezonundan bu yana düzenlenen UEFA Avrupa Şampiyonlar Ligi’ne şimdiye dek Türkiye’den sadece 5 takım katıldı. Galatasaray 12, Fenerbahçe 6, Beşiktaş 5, Bursaspor ve Trabzonspor ise 1’er kez mücadele etti. 2011’in Temmuz’unda başlayan şike sürecinden sonra Şampiyonlar Ligi’ne katılamayan, şimdilerde 1 milyon üye parolası ile yola çıkmış sarı lacivertli takım, tarihinde sadece bir kez gruplardan çıkmayı başarabildi. Üstelik bir sezonda grup maçlarında sıfır puan çekip, Şampiyonlar Ligi tarihine de geçerek…

Nicedir tek takımla katıldığımız Şampiyonlar Ligi’nde en son 2007-2008 sezonunda Beşiktaş ile Fenerbahçe birlikte gruplarda yer aldı. Bir zamanlar Avrupa’da esmiş kükremiş, UEFA Kupası’nı müzesine götürmüş Galatasaray’ın bu kupada en büyük başarısı bir sezonda oynadığı yarı final. Ve 2014-2015 sezonunda Şampiyonlar Ligi’nde oynadığı dört maçta sadece bir beraberlik alan sarı kırmızılı takım da maçlarını anlatan spikerlerin hamaset edebiyatı, şanssızlıktan dem vuran telkinleri eşliğinde döndü yalan dünyamıza… Avrupa’da oynadığı 4 maçta, kalesinde 13 gol görerek…

Ve siyah beyazlı Beşiktaş… Beşinci kez mücadele ettiği Avrupa Şampiyonlar Ligi’nde, gruplarını 2 sezonda üçüncü, 3 sezonda dördüncü sırada tamamlarken gruplardan çıkmayı başaramadı. Ülkede ‘Karadeniz Fırtınası’ olarak nam salmış Trabzonspor ise sadece bir sezonda görebildiği Şampiyonlar Ligi’nde başarılı olamadı. Nasıl bir fırtınaysa! Oysa meselenin özeti kendi liginin kalitesiydi ama görmek isteyen kim! Bu rekabetsiz düzende en büyük zararı gören aslında borç batağına gömülmüş üç İstanbullu ama dinleyen kim!

***

Biliyorum “Çözüm nedir?” diye soranlarınız olacaktır, ama çözümün kimselerin umurunda olduğunu sanmıyorum. Malum formalara takılan yıldızlar, köprülerdeki bayraklar, kendi yalanımıza inanmışlık hadisesi, üç büyükler masalı… Eh bir de üstüne Passolig garabetini, hiç bitmesin edebiyatını, yayıncı kuruluşun saadetini ekleyince… Velhasıl onca fakirliğin, onca kabullenmişliğin, onca ezilmişliğin, onca küçük olmayı hepten kabul etmişlerin arasında ‘büyük’ olmaktan memnun olma durumu… Karınları doyduğu sürece figüranlar da nasılsa mutlular hallerinden! Hatırlayın şike sürecinde zengin ve güçlünün huzurunda el pençe divan duruşlarını, velinimetimiz söylemlerini…

Çünkü başka bir şey bizim topraklar… Her şeyin başkalaştırıldığı; hemen her şeyin acı verdiği; vicdanların nicedir sızlamadığı; hayatın hiçe sayıldığı; medeniyetin AVM’lerle, cep telefonlarıyla, duble yollarla, saraylarla ölçüldüğü; yoksulluğun kader olduğu; ölümün olağan karşılandığı; 800 adet okul yapacak parayı bin odalı bir saraya harcamayı tercih edenlerin baş tacı yapıldığı başka bir şey. Futbolun da nasibini fazlasıyla aldığı, topyekün başkalaştırılmış bir ülke, bir hüzün coğrafyası…

Velhasıl, bizim futbolumuz dev aynasında gördüğümüz bir siluet; ‘Made in Turkey’ patentli bizden başka kimsenin inanmadığı kocaman bir yalan. Son elli senede Dünya Kupalarına gitmeyi ancak bir kez başarabilmiş, FIFA sıralamasında Belçika’nın, Yunanistan’ın, Romanya’nın, Slovakya’nın, İzlanda’nın, Galler’in ve hatta Tunus’un altında yer alan bir milli takım… Adının başına eğreti bir ‘Süper’ sıfatı takılmış, hakem soyunma odalarının basıldığı, sesi en çok çıkanın haklı sayıldığı, borç içinde yüzen şehir ve kökleri olmayan hormonlu Belediye takımları ile bezenmiş, maç günleri tribünleri dolmayan, sonu ta başından belli, kurgulanmış bir lig…

O yüzden, kızma Galatasaray’a ya da bir başkasına. Bugün onların başına gelen, yarın nasılsa sizin başınızda. Sadece anla artık; senin futbol sandığın…

Ziya Adnan
10 Kasım 2014

Dipnot: Keşke Brezilya’dan gol yemek için harcadıkları paraya amatör futbola harcasalardı. Hiç olmazsa ülke futboluna faydaları olurdu…