“Hiç bitmesin!” dediler; oysa hiç keyif vermedi ki!

“Hiç bitmesin!” dediler; oysa hiç keyif vermedi ki!

Uzaklardan…

Türk futbolu… Her sezon aynı teranenin, aynı tekdüzeliğin içinde yuvarlanıp gittiğimiz üç kişilik paranoyak bir aşk masalı… Ta en başından sürekli “Üç Büyük” yalanı ile yoğrulmuş, tüm yaşamlarında taraftarı oldukları takımın stadını dünya gözü ile bir kez bile göremeyenlerin diyarında… Yenenin değil, yenilenin sürekli konuşulduğu beter bir lig bizimkisi. Çoğunluğun ilgisini çekme adına futbol programlarında sürekli sadece üç takımın tartışıldığı, sevimsiz ve adaletsiz bir lig… O yüzden yense de yenilse de gazetelerin spor sayfalarında, televizyon programlarında hep başköşede üç İstanbullu… Haliyle neredeyse her doğan çocuk “İstanbullu” güzel ve yalnız ülkemde… Malum, çocuk ne görürse onunla büyür bu yaşamda. Oysa her takım kendi taraftarı için büyüktür.

2008 senesinin Ekim ayında da yazmıştım, yine bu köşede. Avrupa arenalarında yaşanan, alıştığımız tekinsiz gecelerden birinden hemen sonraydı. Sonra döndük yeniden kendi yalanımıza, kimin daha çok taraftarı var anketlerinde, formalara takılan yıldızlarda, şike muhabbetlerinde, cezalı takımların kadın ve çocukların önünde cezalandırıldığı yalan maçlarda geçirdik beter zamanları. Kadın ve çocuklarla doldurulmuş tribünler nasıl bir cezaysa!

Yayıncı kuruluş zarar etmesin diye Malta’dan ithal ettikleri play-off saçmalığını da yaşadık bu arada, bunu da gördük. Velhasıl aradan geçen onca senede ne tas değişti, ne hamam ülke futbolunda. Maç günleri statlar boş kalırken, kıraathaneler doldu taştı; ıssız kasabaları andıran tribün manzaralarına bakarken içimiz acıdı. Ne yönetebildiler, ne adalet dağıtabildiler. “Futbola siyaset bulaştırmayın!” diyenler, kulüp başkanlığı dönemlerinde futbolcularının “Geçmiş Olsun Sayın Başbakanımız” pankartıyla çıktığını çabucak unuttular mesela. Ya sahada rabia işareti yapan futbolcuyu görmezden gelmelerine ne diyelim? Ülkede bir sürü stadın adı, “Atatürk Stadı” iken, ”Yüce Atatürk” tişörtleriyle sahaya çıkan takımı PFDK’na sevk ederken hiç şaşırtmadılar aslında…

Adalet, eşitlik ve rekabetten yoksun, statları dolmayan bir ülkenin futbolunun ilerlemesi mümkün değildi oysa. İlerlemedi de zaten. Filler tepişmeye, karıncalar ezilmeye devam etti. Kimi dekoder satışlarında teselli buldu, kimi koca bir sezonu iki vasat derbiye bağlama telaşlarında. Kimi bomba transfer haberleriyle süsledi manşetlerini, kimi pastanın çileğiyle. “Hiç bitmesin!” dediler, oysa hiç keyif vermedi ki! Kimi düştü, kimi çıktı ama ne düşenin kederini paylaşabildik, ne çıkanın sevincini. Zira varsa yoksa iki takımdı ülke futbolunda. Asırlık çınarlar parasızlıktan, ilgisizlikten, çaresizlikten, birer ikişer devrilirken, ülkeyi yönetenler dört bir yana stat yapmak için kolları sıvadılar. Ama maç günleri o statları dolduramadıktan sonra heyhat, ne fayda!

2013-14 sezonunun başıydı, Avrupa Şampiyonlar Ligi ön eleme turunda Arsenal’le oynayan ülke büyüğü iki maçta kalesinde 5 gol görünce “ah”lar “vah”lar vardı ülke basının manşetlerinde. Nasıl diyeyeyim, sanki bir ağıt havası… Sanki tarihte hiç yaşanmamış gibi… Yaz bitmişti. Ama kısa zamanda unutuldu her şey, çabucak unutmaya alıştırılmıştık zira. Annemizin ligi hasretle bizi beklerdi nasılsa…

Sonra ülkenin geçen sezonki şampiyonu, Real Madrid’le oynadığı iki maçta 10 gol yiyince yine başladı ağıtlar, en derin yerinden, en acıtan makamda. Hani daha önce hiç olmamış gibi! Bu bize reva mı gibi! Haliyle büyük dediğin, büyük olmalıydı büyükler arenasında. Küçük bir çocuk soruyordu babasına: “Hani biz büyüktük baba?” Bilirsiniz işte, körpe beyinlere aşırı dozda aşılanmış popüler futbol kültürü… Ama işte başına büyük sıfatı takınca büyük olmazdı ki takımlar. Büyüklük kendi liginin kalitesinin fotoğrafıdır aslında. Bakmayın Galatasaray’ın o bozuk zeminde Juventus’u elemiş olmasına, ligimizin şampiyonunun oynadığı futbol ve kadro uyuşmazlığı ortada…

***

Kasım ayının ortalarıydı, Arsenal’in Emirates Stadı’nda ev sahibi takım Premier Lig’e yeni yükselmiş Southampton karşısında sahaya çıkarken, kale arkasında yerlerini almış 9-10 bin Southampton taraftarı şarkılarını söylüyordu. Maç dediğin de öyle olmalı zaten; iki takımın da sesi duyulmalı. Premier Lig’de 3. sıradaydı takımları; kora kor dişe diş. Tıka basa doluydu Emirates Stadı. “Yenmek için geldik” diyordu bir Southampton taraftarı. 253 bin nüfuslu o güney şehrinin takımını alkışlıyordu tribünler. Bir şehri tribünden sevmek dedikleri böyle bir şey olmalıydı.

O maçtan hemen önce oynanan Merseyside derbisi 39.576 taraftar önünde hayat buluyor; Newcastle United – Norwich maçını 51.328, West Ham – Chelsea arasında oynanan Londra derbisini 34.977, Premier Lig’in çiçeği burnunda iki takımı Hull City ve Crystal Palace maçını 23.043 taraftar izliyordu. Premier Lig’in ihtişamı da dolu tribünlerden geliyordu zaten, rekabet keyif veriyordu. Son sezonlarda Ada futbolunda dört takım zirve yarışını parsellemiş olsa da son 30 senede 8 takım kaldırmıştı şampiyonluk kupasını.

Sadece Premier Lig’de değil, alt liglerde de doluyordu statlar. Futbol günlerinde kıyasıya rekabet her statta kendini gösteriyordu. Leeds United’ın Middlesborough’yu 2-1’le geçişi 30.367 taraftarın şahitliğinde gerçekleşti. Championship’te oynayan Leeds United’ın 30 bin taraftar ortalamasıyla oynadığını hatırlatalım. İnanması güç ama profesyonel liglerden geçen sezon düşmüş Barnet’in Grimbsy Town deplasmanı bile 3.441 taraftara açtı kapılarını. İkinci ligde mücadele eden Derby County’nin kombine biletli taraftar sayısı 23.500’i, Ipswich Town’nun 15.000’i, Wolverhampton Wanderers’ın 17.000’i buluyordu. İngiltere ikinci liginin (Championship) izlenme oranının bile bizim “Kurşunlu” Süper ligimize fark atması bu yüzdendi.

***

Geçenlerde oynanan Kasımpaşa – Beşiktaş maçında yaşananlar ülke futbolunun hasta röntgenini bir kez daha gösterdi görmesini bilen gözlere. Kanser giderek yayılıyordu ve asprinle tedavi etmeye çalıştıkça daha da yayılacaktı. Bilir misiniz, 11 Mayıs 2011 tarihinde oynanan Hearts–Celtic maçında sahaya girerek Celtic teknik direktörü Neil Lennon’u darp eden John Wilson 8 ay hapis cezası alırken, futbol sahalarından beş sene men edildi. Bizde ise Fernandes’i darp eden taraftarın serbest kaldığını yazıyordu gazeteler.

Daha önce de yazmıştım, her kulübün kendi stadının güvenliğinden sorumlu olduğunu, göstermelik cezalarla sporda şiddet meselesinin çözülemeyeceğini. Tıpkı halının altına süpürerek unutturmaya çalıştığınız, ama UEFA’nın faturasını kestiği şike meselesini elinize yüzünüze bulaştırdığınız gibi… Ülke futbolunu yönetenler her takıma eşit yaklaşmadıkça, adaleti eşit dağıtmadıkça, futbolu istedikleri biçimde kurgulamaya çalıştıkça sürüp gidecektir bu işler, yazın bir kenara.

Ceza olsun diye kadın ve çocukların şahitliğinde oynanan maçlar, heyecan olsun diye ayarlanan lig fikstürü ve Fernandes’e atılan tekme ülke futbolunun boy aynasıdır aslında…

Ziya Adnan
16 Aralık 2013