Mamak Maskespor’dan Gençlerbirliği’ne… Futbolla akıp giden bir ömür…
İlhan Cavcav ile söyleşi
Ülkenin yangın yerine döndüğü, geleceğe korku ile baktığımız zamanlarda Ankara… Bu karmaşada, bu cinnet halinde futbolun ne kadar önemi olabilir ki desek de farklı bir şeyler konuşma adına Necdet Özkazancı ile birlikte ülke futbolunun duayen başkanlarından İlhan Cavcav’ı Sincan Organize Sanayi Bölgesi’ndeki un fabrikasında ziyaret ettik; biz sorduk o içtenlikle yanıtladı. Karşınızda İlhan Cavcav…
Kulübün futbol okulu kafeteryasında gördüğümüz siyah beyaz Maskespor fotoğrafı çok ilgimizi çekmişti. Aynı fotoğrafı şu anda çalışma odanızın duvarında da görüyoruz. 1957 yılında 19 Mayıs Stadı’nın dışında çekilmiş bu fotoğrafta siz de varsınız. Buradan da bir futbolculuk geçmişiniz olduğunu anlıyoruz. Hikâyesini, o yılları anlatır mısınız?
Ben 1935 yılında Ankara Hamamönü’nde dünyaya geldim. Hamamönü’nde fırınımız vardı. Rahmetli babamlar Rumeli’den gelmişler. Muhacir yani. Önce Yozgat’a, sonra Konya’ya, sonra Adana’ya ve en sonunda Ankara’ya yerleşmişler. Hamamönü’nde bir fırın açıp ekmek imal etmeye başlamışlar. Çok iyi hatırlıyorum, üç yaşındaydım, Maliye babamdan defterleri incelemek için istemiş. Babamın da uzun boylu bir Boşnak muhasebecisi vardı. Adam defter, kitap ne varsa hepsini fırına atıp yakıyor. Bunun üzerine Maliye de resen vergi takdir ediyor. Babamların fırın mırın ne varsa hepsi elden gidiyor. Rahmetli babam anlatırdı, “Türkiye’de ilk ekmeği yapan biziz” derdi. Tabii fırın elden gidince babamlar Mamak diye bir yere taşınıyorlar. Kara değirmen diye tabir edilen bir su değirmeni alıyorlar. Köylülerin getirdikleri buğdayları öğütüp un yapıyorlar. Ben de o zaman dört yaşındayım. Hiç unutmam, bir gün babam bana, “Sen değirmenin başında dur, ben bir lavaboya gidip geleceğim” dedi. Ben de un kazanının içine girdim. Tepemden unlar dökülüyor. Üstüm başım her yanım un içinde kaldı. Gayem cinlik yapıp babama ne kadar çalışkan bir çocuk olduğumu göstermek. Nitekim babam geldi, beni una bulanmış bir şeklîde görünce, “Oh oh maşallah! Ne kadar çok çalışmışsın oğlum” dedi. (Gülüşmeler).
Velhasıl çocukluğum Mamak’ta geçti. Bütün çocuklar mahalle arasında top oynardık. Kalabalık bir aileye sahibim. Babam iki defa evlenmiş. 17 kardeşiz. İlk eşinden 8, ikinci eşinden 9 çocuk… O yıllarda Mamak’ta Maskespor diye bir takım vardı. Bahsettiğiniz fotoğrafta yer alan kişilerden şu gördüğünüz eski Ankaragüçlü Cici Necdet… İyi futbolcuydu, sağbekti. O beni Maskespor’a götürdü. Maskespora’da oynarken iyi futbolcuydum, beni o zaman Ankaragücü ve Fenerbahçe istedi.
1950’li yıllar mıydı?
O zamanlar 19-20 yaşımdaydım. Demek ki 50’li yıllar… Ama ben Maskespor’dan PTT’ye transfer oldum. O zamanlarda PTT 1. Lig’deydi ve takımı rahmetli Bedri Kaya çalıştırıyordu. PTT’de oynarken, Ankaragücü ve Fenerbahçe bana dört bin lira teklif etti. Fakat babamlar Rumelili olduğu için onların bir itikadı vardı, “Top, Hazreti İbrahim’in başıdır” derlerdi. Günah yani! Biz gene de top oynardık ama babamdan gizli olarak…
Ben o zaman 14 yaşından beri iş yerinin veznesindeyim. Şimdi 80 yaşındayım hâlâ çalışıyorum. Neyse… Transfer olursam işi bırakmak lazımdı, haliyle gidemedim. O yıllarda Ankara’da Bahçeli Gençlik diye bir kulüp var. Profesyonel oynamam deyince bana amatör olarak 150 lira para verdiler. 150 lira o zamanlar çok iyi para. Bankalarda açılan her 5 liralık hesaba ev ikramiyesi çıkma ihtimali vardı. Ben de aldığım 150 lirayı ev sahibi olurum umuduyla ne kadar banka varsa hepsine dağıttım. Tabii o zaman ne ev ver ne bark! Eh aile de büyük! On odalı bir evde iki aile yaşıyor. Velhasıl fikstür çekildi, ilk maç eski takımım PTT’ye karşı. Ben de çok iyi durumdayım. Maç günü geldi, 19 Mayıs Stadı’nın altındaki soyunma odasındayız ama ben kadroda olmadığımı öğrendim. Moralim çok bozuldu. Biraz düşündükten sonra Başkan Rıdvan beyin Necatibey Caddesi’ndeki eczanesine gittim. Kendisine, “Başkanım ben iyi futbolcuyum, kadroda neden yokum, neden oynamıyorum?” diye sordum. Yanağımı şöyle bir okşayarak bana, “Evladım sen iyi futbolcunun, sana güveniyoruz ama PTT senin eski takımın olduğu için belki zaafın olabilir diye hoca seni oynatmadı” dedi. İnanır mısın dünya başıma yıkıldı. Gittim bankalara yatırdığım bütün paraları topladım. Bir gazete kâğıdına sardıktan sonra başkanın yanına gittim ve parayı aynen iade ederken, “Ben futbolu bırakıyorum, namuslu adamım, ekmek yediğim yere ihanet etmem” dedim. Başkan, “Olur mu evladım!” deyip ikna etmeye çalışsa da ben çıktım gittim. Bırakış o bırakış…
Yeri gelmişken, zaman zaman güzel hikâyelerini anlattığınız Tayyar amcanızı da hatırlayalım. Tek krampon hikâyesini bir de sizin ağzınızdan dinleyelim…
Galatasaray’da da futbol oynamış olan Tayyar, benim amcam ama benden yalnızca üç yaş büyük. O zamanlar onlar okuyorlar, ben veznede çalışıyorum, aylık 10 lira, 20 lira para kazanıyorum. Sigara falan da kullanmıyorum. Futbola meraklı olduğum için kazandığım parayla futbol ayakkabıları alıyorum. Mamak’ın ilerisinde yer alan Kayaş’taki futbol sahasında maç yapıyoruz. O gün kramponları giydim, ayağımda top ayakkabısı var diye hava basacağım. Ancak takımı Tayyar yapıyor. Tabii öğrenci olduğu için top ayakkabısı alacak parası yok. Bana, “Sağ kramponunu verirsen seni oynatırım, vermezsen oynayamazsın!” dedi. Ben de “Ne demek!” dedim, çıkartıp sağ ayakkabımı verdim. Sağ ayağımda normal ayakkabı, sol ayağımda krampon… İşin kötü tarafı sol ayağımla topa hiç vuramazdım ama böyle oynamak mecburiyetinde kaldım… Velhasıl tek ayakkabıyla top oynama hikâyesi böyle…
Tayyar amca hayatta mı?
Hayır, onlar yani Tayyar ve bir zamanlar Hacettepe’de kalecilik yapan kardeşim vefat ettiler…
O yıllarda ülkede, bilhassa Ankara’da futbol nasıldı?
Madem bana bu suali sordunuz ilk defa böyle bir değerlendirme yaptığımı söyleyeyim. Şöyle bir düşündüğümde, o yılların futboluyla şimdinin futbol arasında dağlar kadar fark var. O zamanlarda futbol oynayan insanların derdi para değildi, spor yapmaktı. Spor yaparken de “en iyisini nasıl yaparım” diye düşünürlerdi.
Günümüzde nasıl?
Bugün ne yazık ki o sevgi tamamen paraya dönüştü. On beş yaşından beri futbolun içinde olan biri olarak baktığımda, Türkiye’de çok değerli Futbol Federasyonu başkanları geldi geçti. Bir Hasan Polat, bir Orhan Şeref Apak… Ama üzülerek söylüyorum, ne yazık ki son altı yedi senedir ülkede kulüpler ve Futbol Federasyonu iyi yönetilmiyor. Varsa yoksa dört kulüp: Fenerbahçe, Galatasaray, Beşiktaş, Trabzonspor…
Diğerleri? Yani Anadolu kulüpleri?
Diğer Anadolu kulüpleri figüran… Buna da çanak tutan Futbol Federasyonu… Şu andaki Futbol Federasyonu Başkanı (Yıldırım Demirören) Beşiktaş’ta 7-8 sene başkanlık yapmış, Kulüpler Birliği’nde başkanlık yapmış, şimdi de Futbol Federasyonu başkanı… İyi bir ailenin çocuğu ve iyi bir insan… Fakat iyi insan olmak başka, iyi yönetici olmak başka. İki üç seneliğine seçilen federasyon başkanı ve yönetimi, mukavelesinin bitmesine bir yıl kalmış olan milli takım teknik direktörü ile yedi yıllık mukavele yeniliyor. Acıdır, bunu benden başka da söyleyen yok, milli takım antrenörü Fatih Terim’in yedi senelik mukavelesi yıllık 3.800.000 avro… Bu da yapar 26,5 milyon avro… Çevirin bunu Türk Lirasına, 90.440.000 lira… Ben bir sürü sermaye ile gıda işi yapıyorum, değirmenciyim, senede 3.800.00 avro para kazanamıyorum. Tabii ki burada bu arkadaşımızın teknik direktör olarak aldığı parayı kıskanmıyorum. Ama bu paralar kulüplerimizden kesilerekten oralara taksim edilen paralar. Düşünebiliyor musunuz bugün federasyonda görev yapan arkadaşlarımızın maaşları 35-40-50 bin lira. Bugün 18 kulüpten temsilciler yönetimde olduğu halde federasyonumuzu Fatih Terim idare ediyor. Bu da çok acı bir şey. Sen ya milli takım antrenörü olarak çalış ve varsa önerilerini yap, ya da geç futbol federasyonu başkanı ol. İkisini birden olamazsın, bu mümkün değil…
Haftaya – İlhan Cavcav söyleşisi 2. Bölüm
Ziya Adnan – Necdet Özkazancı