Yol Ayrımı…

Yol Ayrımı…

Uzaklardan…

“Oysa kim büyükbabasından gelen genetik hastalık, çocuğunun çocuğuna geçsin ister ki?”

1980’li senelerin başlarında, henüz yirmili yaşlarda yaşıtları gibi kaderi doğru ya da yanlış çözülmüş bir soru neticesinde belirlenmiş bir üniversite öğrencisiydim. Doğup büyüdüğüm, ailemi, arkadaşlarımı, takımımı, stadının kokusunu özlediğim şehirden çok uzakta, üstelik bize çok başka diyarlarda yeni yaşantıma başlarken, belki tek tesellim futbolun beşiğinde maçlara gidebilecek olmamdı. Henüz Premier Lig kurulmamış, Drogba, Torres, Rooney adları yeşil sahalarda duyulmamıştı. Cesc Fabregas henüz dünyaya gelmemişti bile. O senelerde konu futboldan açılınca akla ilk gelen takım Liverpool olurdu. Yalnız Ada’da değil, Avrupa arenalarında da esip kükrüyordu kırmızılı takım. Chelsea ise pek sıradandı, Ferguson’un henüz yıldızı parlamamıştı. Arsenal’ın başında Arsene Wenger değil, Terry Neil adında bir İngiliz vardı. Sonra 1983 senesinde kovuldu, zamanla unutuldu.

Futbol sezonunun başlamasıyla birlikte, haftasonları üniversitede tanıştığım, sonraları nice maçları beraber izleyeceğimiz okul arkadaşım Ossie ile soluğu maçlarda almaya başlamıştık. Endüstriyel futbol hadisesinin henüz bilinmediği zamanlarda maçlar, cumartesi günleri öğleden sonra aynı saate oynanırdı. Sonraları anlayacaktım, o güne dair plan yapılmaması gerektiğini. Cumartesi denilince, mutlaka fikstüre bakılmalıydı, en azından futbol ile ters düşmeme adına. Ayrıca günümüzdeki gibi zengin eğlencesi de değildi futbol, işçi sınıfının oyunu olarak bilinirdi.

İşte o yıllarda ilk kez yakından tanıdım adını semtinden alan kuzey Londra’nın kırmızılı takımını. Alan Sunderland, Sammy Nelson, Pat Rice, Graham Rix, David O’Leary, Frank Stapleton, Pat Jennings Arsenal’ın yıldızlarıydı. Şimdi tarih olmuş Highbury Stadı’nın müdavimleri, amblemi “top” olan o takımı alkışlarken, biz de “East Stand” tribününde hemen her maçta yerimizi alırdık.

Bir zaman sonra aramıza, ODTÜ’den yeni mezun olmuş, iş hayatına Londra’da atılan Umut Sokak’ın tozlu arsalarında top peşınde koştuğumuz çocukluk arkadaşım Faik de katıldı. Üçümüz gitmeye başladık maçlara. Zamanla gişe önünde kuyruğa girme alışkanlığı, yerini sezonluk bilete bıraktı. İlk sezonluk biletim 250 Sterlin civarındaydı. Her Highbury maçında, öğlene doğru stada yakın bir yerlerde buluşur, aynı tribünde yerimizi alır, aynı aşina yüzlerle sohbet eder olmuştuk.

***

Ancak o yıllarda çok farklı bir yüzü vardı futbolun, şimdilerde çoklarının hatırlamak bile istemeyeceği: Holiganizm illeti! The Firm, The Football Factory, Green Street gibi filmlere ilham kaynağı olmuş tribün gruplarının karıştıkları olaylar gazetelerde giderek daha geniş yer bulmaya başlarken, alınan önlemlere rağmen zaman içinde Ada’da futbol şiddeti giderek tırmanmaya devam etti.

1985 senesinin Mart ayında, Ada futbolunun yaramaz çocuğu Millwalll ve Luton Town arasında oynanan Federasyon Kupası çeyrek final maçında çıkan olaylar nedeniyle maç defalarca durmuş, Kenilworth Stadı’nın dışında çıkan kavgalarda onlarca polis ve taraftar yaralanmıştı. İngiltere futbol tarihine “1985 Kenilworth Road Riot” olarak geçen bu kara akşam sonrasında, Luton Town yönetimi gelecekte deplasman takımı taraftarlarını stada almayacaklarını açıklarken, dönemin Başbakanı Margaret Thatcher, futbol terörünü önlemek için sert önlemler alacaklarını duyuruyordu. Futbol şiddeti, dönemin Muhafazakâr Partisinin en önemli gündemi haline gelmişti.

11 Mayıs 1985 tarihinde Birmingham City ile Leeds United arasında oynanacak maçtan önce St Andrews Stadı yakınlarında 14 yaşındaki bir çocuk futbol terörü yüzünden hayatını kaybediyor, ertesi günün gazeteleri bu şiddete bir çare bulunmasını gerektiğini duyuruyordu büyük puntolarla.

29 Mayıs 1985 tarihinde Brüksel’in Heysel Stadı’nda, Liverpool ve Juventus takımları arasında oynanan ‘Şampiyon Kulüpler Kupası finalinin öncesinde çıkan olaylarda 39 Juventus taraftarının hayatını kaybetmesi, bardağı taşıran son damla oldu. Tüm İngiliz takımları, Avrupa kupalarından beş sene men cezası almış, Liverpool kulübünün cezası ayrıca bir sene uzatılmıştı. 1979’dan 1990’a kadar Başbakanlık yapan “Demir Lady” olarak nam salmış Margaret Thatcher, futbol şiddetine karşı savaş açtıklarını duyuruyor, olaylara karışan holiganlara ağır hapis cezaları verilmesi gündeme geliyordu. Kabinenin Spor Bakanı Colin Moynihan’ın, tüm futbol taraftarına kimlik çıkartılması önergesi Parlemento da uzun süre tartışılmıştır.

O dönemde, “Demir Lady”nin, “Önce holiganizmi kendi içimizden temizlememiz gerekiriyor, eğer bunda başarılı olursak gelecekte bir gün belki yeniden yurtdışına gidebiliriz” cümlesi Ada futbolunda gerçekleşen temizlik operasyonun başlangıcı olarak kabul edilir.

***

Geçtiğimiz günlerde Türk futbolunda su yüzüne çıkan karanlık şike fotoğrafına bakarken İngiltere örneğini yazmak geldi içimden; futbolda kirliliği önlemenin yolunun, önce teşhis, sonra tedaviden geçtiğini, yeri geldiğinde küçük büyük ayrımı gözetmeden en sert cezaları uygulamanın çözüme katkısını gözlemlemiş sade bir futbolsever olarak.

Günümüzde Premier Lig, futbolseverlerin gözdesi olduysa, tribünler tıklım tıklım dolarken her takım deplasmana binlerce taraftarını götürüyorsa, futbol terörü yüzünden bir zamanlar boşalma noktasına gelen tribünler, şimdi her maçta dolup taşıyorsa, futbol şölenlerini kadınların ve çocukların neşeli görüntüleri ekranlara düşüyorsa, sezon sonunda şampiyonluğu kaybeden takım kazanana selam dururken, küme düşen takımın taraftarlarını alkışlıyorsa tribünler, maçlardan sonra sahada oynanan futbolun kalitesi konuşuluyor, futbolseverler maçları izlerken hiç bitmesin istiyorsa, takımların kombine biletine sahip olabilmek için senelerce beklemek gerekiyorsa; bu hikâyeden bizim de çıkaracağımız dersler olmalıdır. Mutlaka olmalıdır!

Ortaya çıkan son rezalet, nicedir kir pas içinde debeleyen, gırtlağına kadar batmış Türk futbolunun temizlenmesi için bir fırsattır. Federasyona düşen görev savcılıktan bilgi talebinde bulunmak, inceleme sonucunda kararını vermektir. Kimseleri kollamadan! Mahkemenin sonucunu beklemek, kiri halının altına süpürmektir. “Kurumları yıpratmayalım!” düşüncesi, çoktan yıpranmış kulüpleri kollamaktan başka işe yaramayacaktır. 2006 senesinde patlak veren İtalya futbol skandalında, Juventus ve diğer futbol kulüpleri hakkındaki cezalar, mahkeme kararı sonunda verilmemiştir. Gazetelerde yayımlanan haberler üzerine Mayıs 2006’da polis soruşturma başlatmış, Ağustos ayında İtalya Futbol Federasyonu elindeki delillere göre karar vermiştir.

Eğer İtalya ve Ingiltere örneğinde yaşandığı gibi kararlılıkla davranıp bataklığı kurutursak, gelecekte bizim de zevk alarak izlediğimiz, ülkenin dört bir yanında tribünleri dolu, rekabete dayalı keyif veren futbolumuz olabilir. Şimdi bize lazım olan, “Önce evimizi temizlememiz gerekiyor, eğer bunda başarılı olursak gelecekte bir gün belki yeniden yurtdışına gidebiliriz” cümlesinin kararlılıkla söylenmesi ve uygulanmasıdır.

Ama sesi en çok çıkanın haklı sayıldığı bu bitik düzende, birilerinin canı yanacak diye görmezden gelirsek olup biteni, her transfer sezonunda üçüncü sınıf futbolcularla para saçan gırtlağına kadar borçlu kulüplere, o kulüpleri kişisel çıkarlarına oyuncak etmiş başkanlara, “üç büyük yalanı”na, “kulüpler birliği” adı altında toplanmış hedefsiz tüccar yöneticilere, tribünleri boşalmış statlara, üç İstanbullu’nun oyuncağı olmuş spor basınına, sonu ta başından belli kötü bir tiyatro oyununa ve belki de en önemlisi tat vermeyen şaibeli futbola devam edeceğiz demektir.

Ne yazık ki, şimdi elimizin tersi ile itersek kapımıza kadar gelmiş bu tarihi fırsatı, bizden sonra gelecek nesillere bırakacağımız sadece ‘bu hastalıklı’ düzenin devamı olacaktır. Oysa kim büyükbabasından gelen genetik hastalık, çocuğunun çocuğuna geçsin ister ki? Kim her öksürdüğünde mendilinde kan görmek ister ki?

Velhasıl, Türk futbolu yol ayrımındadır. Ya bataklık kurutulacaktır, ya da her şey eskisi gibi üç büyütülmüş ve kollanmış takımların gölgesinde, “eski tas eski hamam” devam edecektir.

Ziya Adnan
24 Temmuz 2011

 

SikeDavasi