İlhan Cavcav’ın ardından…
Uzaklardan…
2015 senesinin yazıydı…
O güneşli eylül sabahında Necdet abi (Özkazancı) ile birlikte kendisini Sincan Organize Sanayi Bölgesi’ndeki un fabrikasında ziyaret etmiştik. İçtenlikle karşılamıştı bizi. Uzun boylu, yapılı cüssesiyle eski Türk filmlerindeki babacan adamları hatırlatıyordu. Ofisinin duvarlarındaki siyah beyaz takım fotoğrafları sizi eskiye götürüyor, geçen zamanı düşündürüyordu. Gençlerbirlikli olduğumuzu duyunca gözlerinin içi gülmüştü. Babam aklıma gelmişti, keşke hayatta olsaydı, o da bu sohbete katılsaydı diye düşünmüştüm. Gençlik yıllarımda anlatırdı, 19 Mayıs Stadı’nın toprak dış sahalarında amatör küme maçlarını izlerken karşılaşırlar, ayaküstü sohbet ederlermiş mutlaka futbola dair. “Adam futbol aşığı” derdi, sanki kendisi değilmiş gibi! Annem anlatırdı, maçların cumartesi ve pazar günleri oynandığı zamanlarda, soğuk, yağmur dinlemez stat yollarına düşermiş babam; ikinci eviymiş o eski futbol mabedi. Velhasıl o neslin adamları futbola ve şehrine fena âşık olurdu, maç dedin mi akan sular dururdu bu adamlarda…
1935 senesinde Ankara’nın Hamamönü semtinde dünyaya gelmiş. Fırıncıymış babası, iki kez evlenmiş, ilkinden sekiz, ikinciden dokuz, 17 çocuk. Rumeli’den gelmişler. Önce Yozgat’a, sonra Konya’ya, sonra Adana’ya ve en sonunda Ankara’ya yerleşmişler. Maliye ile yaşadıkları sıkıntının sonunda fırın elden gidince Mamak’a taşınmışlar. Bir su değirmeninde köylülerin getirdikleri buğdayları öğütüp un yaparlarmış. Çocukluğu Mamak’ta sokak aralarında top koşturarak geçmiş. İlk takımı günümüzde Gençlerbirliği kulübünün futbol okulunda siyah beyaz takım fotoğrafı olan Maskespor. 50’li senelerde PTT’ye transfer olmuş. Ah PTT, yeni futbol nesillerinin hiç bilmedikleri sarı siyah takımım! Sonra Ankaragücü ve Fenerbahçe’den teklif almış ama babası izin vermeyince olmamış…
Dalıp gidiyor o yılları anlatırken, Tayyar amcasını anlatıyor hikâyenin bir yerinde. Amca dediğine bakmayın, sadece üç yaş büyümüş kendisinden. O çalışıp para kazanırken amcası okuyormuş. Yaşıtları arasında sadece onun kramponları varmış. Takımı da amcası yaptığı için bir maçta sağ kramponunu ona vermek zorunda kalmış! Sağ ayağında normal ayakkabı, sol ayağında kramponla oynadığını anlatmıştı gülerek… Sonra hüzünlenmişti, galiba aramızda olmayan Tayyar amcası ve geçmişte Hacettepe’de kalecilik yapan kardeşi gelmişti aklına…
Amatörden 1. Lig’e
Sonra Gençlerbirliği macerasının nasıl başladığını anlatmıştı… 1970’li yıllar… Gençlerbirliği’ne üye olmadan önce, MKE’de avukat olan Yurdakul adlı bir arkadaşı Ankaragücü yönetimine almak istemiş. Ama o yıllarda Ankaragücü’nün başkanlığını kendi tabiriyle başka bir değirmenci Sabri Mermutlu’nun yaptığı ve yine kendi tabiriyle aynı yerde iki horoz olmayacağı için Gençlerbirliği yönetimine girmiş. O yıllarda Gençlerbirliği 2. Lig’de kötü zamanlar geçiriyormuş ve o yönetime girdikten iki ay sonra amatör kümeye düşmüş. Başkan Yahya Demirel kulüple ilgilenmeyince onu başkan seçmişler. Yönetim olarak ilk toplantılarını Maltepe Koç Yurdu binasındaki mekânda yaptıklarını hatırlıyordu. Ona göre, o bina olmasa bugün Gençlerbirliği olmazdı.
O yıllarda futbolun farklı koşullarda oynandığını, günümüzdeki gibi yayıncı kuruluşların, sponsorların olmadığını, paranın başkan ve özverili y17öneticilerden geldiğini söylemişti. Gençlerbirliği’ni önce 2. Lig’e, 1982-1983 sezonunda takımın başına Kadri Aytaç’ı getirerek 1. Lig’e çıkardıklarını anlatmıştı. Eskileri yâd ederken, sözü Moshoeu, Kona, Khuse üçlüsüne getirmiştik. 1993 senesinde bir menajer arkadaşının önerdiği futbolcuları izlemek için Afrika’ya gittiklerini, ancak önerilenleri değil, o üçlüyü beğendiğini Kone ve Kushe’yi 100’er bin dolara, Moshoeu’yu 200 bin dolara transfer ettiğini anlatmıştı. Yakın geçmişte o efsane üçlüden Moshoeu’nun aramızdan ayrıldığını hatırlattığımızda, ölümüne çok üzüldüğünü, futbolcunun kendisine ‘baba’ dediğini dile getirmişti.
Mosheu, Kona, Khuse ve Geremi…
Mesele yabancı oyuncu transferi olur da, bir avuç dolar karşılığında aldığı Geremi’yi 5 milyon dolara Real Madrid’e satması unutulmazdı elbet. Toshack Beşiktaş’ın başındayken futbolcuyu istemiş ama para konusunda anlaşamayınca transfer yatmış. Sonra Toshack Real Madrid’in yolunu tuttu ve bu transfer sonunda gerçekleşti. “Aslında bugün gördüğünüz Gençlerbirliği tesislerinin üzerine, Mosheu, Kona, Khuse ve Geremi yazmak gerek” demişti ve devam etmişti: “Zira biz bu tesisleri onlardan kazandığımız paralarla yaptık…”
Günümüz futbolunun ülke hallerine dair hayıflanmaları vardı. Altyapılara gereken önemin verilmediğini, tabanı olmayanın tavanı olmayacağını, kulüplerin alt yapılarından futbolcu çıkarılmasının şart koşulması, teşvik edilmesi gerektiğine inanıyordu. Ülke futbolunun bu düzeninde Anadolu’dan şampiyon çıkmasının mümkün olmayacağını, Passolig ve e-bilet uygulamasının kulüpleri zor durumda bıraktığını, kaldırılması gerektiğini söylüyordu. Deplasmanlara gidip gitmediğini sorduğumuzda gülümseyerek, “Gidiyorum tabii” demişti…
•••
Ocak ayının ortalarında, soğuk bir Ankara gününde 81 yaşında aramızdan ayrıldı İlhan Cavcav, Cumhuriyetle yaşıt köklü bir kulübü yok
olmaktan kurtarmış, şehrini hep tribünden sevmiş Gençlerbirliği sevdalısı, en koyu Al-Kara. Bazı adamlar vardır, baktıkça size eskiyi hatırlatır, niyeyse bakarken insanın gözleri dolar, onca yaşamışlığın izlerini görürsünüz gözlerinde, en çocuksu gülüşünde bile eskiyi, eskileri hatırlatan bir hüzün vardır. En güzel futbol hikâyelerini onlar anlatır, dinlerken sizi geçmişe götürür, artık hiç olmayacakları hatırlarsınız, içiniz sızlar. İşte öyle bir adamdı İlhan Cavcav, futbola dair bir film çekecek olsanız en efkârlı başrol ona yakışırdı. En son gördüğümde Cebeci Stadında oynanan bir Hacettepe maçındaydı. Ankara yine sıcaktı. Yorgun görünmesine rağmen tribünde yerini almış, mor beyaz takımını kim bilir kaçıncı kez izliyordu. O neslin adamları futbola ve şehrine fena âşık olurdu, maç dedin mi akan sular dururdu bu adamlarda…
Ziya Adnan
27 Ocak 2017